16 Temmuz 2025

Eğret 1803... Mezra


    Zamanın Mekke Şerifi, Vehhabi tehlikesi hakkında Padişaha rapor sunmak için yola çıkmıştır. Yanında bulunan Fransız yazar Domingo Badia Leyblich geçtiği yerler hakkında notlar alır, gravürler çizer. Yıl 1803'tür ve tabi ki Eğret, İstanbul yolu üstündedir.

    "Sabah 8,5 gibi şehirden ayrıldık. Kente uzak olmayan bir dereden geçtikten sonra, tepeyi tırmanmaya başladık. Bu yolu saat 10,5’a kadar takip ettim; orada küçük bir mezra ile karşılaştım. Saat on iki buçukta, yardımcım Osman köy adında başka bir mezrada durdu ve beni güzel bir yerde konaklattı. Daha önce kötü bir yerde konaklatmıştı ve ben buna çok kızarak öfkeyle onu tehdit etmiştim. Eğer bir daha böyle davranırsan kılıcımla kafanı uçururum demiştim. Diğer Tatarlar bunun üzerine yanıma gelerek beni sakinleştirmişler ve bana hak vermişlerdi. Şimdiki durum bu sebepledir.
    Buradan Altıntaş, Kütahya istikametine doğru devam ettik." *

    Eğret köyünün de bulunduğu bölge için öncekilere nazaran daha geniş bir paragraf yazılmış olması bizi yanıltmasın. Burada köyün adı bile geçmiyor, yazılanlardan hareketle ve bölgeyi de bildiğimiz için böyle bir çıkarımda bulunuyor, tam bu esnada yolcuların Eğret'ten geçtiğini düşünüyoruz.

    Afyon'dan sabah ayrılıyorlar. Şehirden çok uzaklaşmadan bir dereyi geçip gayet yüksek bir tepeyi tırmanıyorlar. Biraz düşünelim, dereden geçtiklerini ve bir tepeyi tırmandıklarını aynı cümle içinde söylüyor yazar. Bunlar yolculuğun belirtilmesi gereken ayrıntıları olarak görülmüş demek. O halde dere ve tepe birbirine yakındır. Hemen aklımıza Araplı deresi şimdiki Bayramgazi rampası gelmelidir. O vakitler yol tam olarak şimdiki yerinden geçmiyor olabilir, ama nereden geçerse geçsin o tepeleri aşmak zorunda...

    Tırmanma işi bittikten sonra aynı yol üstünde saat 10.30'a kadar devam ediyorlar. Afyon'dan da saat 8.30 gibi çıkmışlardı, yani iki saat gittikten sonra karşılarına bir mezra çıkıyor. Evet, tam da böyle çevrilmiş, 'mezra' demişler... Afyon'dan iki saatte vardıkları ve Leyplich'in mezra dediği yer Eğret köyüdür...

    Onun gözüne mezra gibi görünen Eğret'in, asırlardır Afyon'un en fazla vergi ödeyen köyü olduğunu Leyplich nereden bilsin. O gördüğünü yazıyor. Gördükleri de önceki gezginlerin gördüğünden farklı değil; kerpiç duvarlı, çorak dambeşli 'derme çatma kulübeler' ve 'bakımsız bir köy'; böyle bir yerin mezra diye nitelenmesi de gayet doğaldır...

    Yolcu katarının Eğret'te bir saat kadar mola verdikleri anlaşılıyor. Bu sırada köylülerle sohbet etmiş olmalıdırlar. Lakin ettilerse bile bu sohbet aracılar vasıtasıyla yapılmıştır. Çünkü ne Mekke Şerifi ne de Leyblich Türkçe bilmiyorlar...

    Peki Eğret'te mola verdiklerini nereden çıkarıyoruz? Osmanköy'e iki saatte varmalarından... Afyon'dan Eğret'e iki saatte ulaşan bir yolcu katarı, Eğret'ten Osmanköy'e bir saat veya daha az bir sürede varmalıdır. Çünkü mesafe daha kısa, yol daha düz... Şu durumda kayıp bir saat var, onu da Eğret'te geçirmiş olmalılar...

    Osmanköy'de ise daha uzun bir süre kalmışlar. Konaklamadılarsa bile epeyce dinlendikleri anlaşılıyor. Hatta orada kaldıkları yerden çok memnun olmuş Leyblich, bunu açıkça dile getiriyor ve memnuniyetinin sebebini çok ilginç bir hikayeye dayandırıyor. Meğer rehberi bunu yolculuğunun önceki döneminde çok kötü bir yerde konaklatmışmış. O kadar kızmış ki 'Bir daha beni böyle kötü bir yere yerleştirirsen seni gebertirim!' diye tehdit etmiş. Hatta gürültüye koşan tatarlar onu elinden zor kurtarmışlar. Böyle bir geçmişi olduğundan Osmanköy'deki oda çok hoşuna gitmiş.

    Bu kötü hatıranın Eğret'te yaşandığı zannedilmesin, çünkü yazar daha uzak bir geçmişten bahsediyor; oysa Eğret'ten bir saat önce ayrılmışlardı. Ayrıca Osmanköy ile Eğret karşılaştırılıyor da değil. Afyon'dan yola çıkalı henüz iki saat geçmişken Eğret'te konaklamak/gecelemek doğru olmazdı. Bununla beraber kafilenin asıl yolcusu Abbasi soyundan gelen Mekke Şerifidir, büyük ihtimal öğle ve ikindi namazını bir sonraki durak olan Osmanköy'de kılacak şekilde planlamışlardı. Leyblich'in memnuniyetine asıl sebep, köylülerin Şerif'e hürmeti olabilir...

    Her gezginin karakteri, bakış açısı, ilgileri, yaşadığı dönem veya seyahat esnasında özel durumların yaşadıklarına ve yazdıklarına yansıdığı şüphe götürmez. Aynı yoldan, ama bu sefer ters istikametten geçerken bir gezginin Osmanköy hakkında kullandığı kötü ifadeleri hatırlıyorum. Sebep de oralı bir köylünün kendilerine ateş açması idi...

    1803 yılında Eğret'te bir parça duraklayan Leyblich'in köyün adını anmadan 'mezra' diye söz etmesi de özel bir duruma bağlı olabilir...


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.32



15 Temmuz 2025

Bakımsız Eğret 1798


    Doğa bilimleri alanında araştırmalar yapmak üzere yola çıkan Fransız bilim adamı Guillaume Antoine Olivier, yıllarca sürecek gezisinin son dönemini Anadolu'da geçirir. Kıbrıs'tan Anadolu'ya Antalya üzerinden geçer ve yolu üzerindeki gözlemlerini not eder. Afyon'dan ayrılıp Kütahya üzerinden İstanbul'da gezisini bitirecektir. Doğal olarak Eğret onun güzergahında bulunuyor...

    "8 Ekim'de Karahisar'ı terk ettik ve düzensiz bir alanda 5 saat boyunca yürüyerek bakımsız bir köy olan Eyret'e geldik. Ayın 9'unda aynı düzlükte dört saat daha gittik, Altıntaş adında oldukça kayda değer bir köyden geçtik." *

    Görüldüğü üzere çok kısa bir not... Gezginin tarzı da böyle, çok az durduğu Afyon hakkındaki notları da kısa... Bununla beraber görme imkanımız olmayan orijinal notları daha geniş olabilir. Öyle bir durum varsa ve eğer Hasan Özpınar kitabın ikinci baskısında bunlara yer verirse görebiliriz. Şimdilik yukarıya alıntıladığım iki cümle ile yetineceğiz.

    Yolculuk kış bastırmadan sonbaharda, 8 Ekim'de gerçekleşiyor, bu yüzden sürekli kullanılan kervan yolunun kapanma tehlikesi bulunmadığından orası tercih edilmiş. Bildiğimiz güzergahtan giriliyor köye... Eski harmanların kış bastırana kadar sürdüğü düşünüldüğünde Eğretlilerin o günlerde harmanda olduğu unutulmamalıdır. İşte gezgin, böyle bir harman vakti köye gelmiş. Yolculuk 5 saat... Yirminci yüzyılda bile yayan gidişler olurmuş Afyon'a ve süre aynı, 5 saat... Mösyö Oliver'in yayan geldiğine ihtimal vermiyoruz, ama yaya yavaşlığında imişler. Belki de bu esnada bitki örtüsünü incelediği için bu kadar yavaş ilerliyordur...

    Eğret için kullandığı sıfat çok ilginç; 'bakımsız'... Bakımsız köy denmesine sebep, çorak dambeşli evler olduğunu düşünüyorum. O sırada Anadolu'daki başka köyler de aynıydı, binalar aşağı yukarı kerpiç duvar, çorak dambeş biçimindeydi. Duvarlar kaba çamurla sıvanırsa sıvanır, daha ötesi bilinmezdi. Burada Eğret'e bakımsız derken başka köylerle karşılaştırılıyor değil, tipik bir Anadolu köyü gibi görüldüğünü düşünüyorum...

    Bu gezginden yaklaşık 30 yıl önce Eğret'e gelen bir başkası da benzer ifadeler kullanmıştı. Dandır tarafından köye girip 'derme çatma kulübeler' görmüş ve sağda solda antik çağ binalarından kalma beyaz mermer parçalarını da kaydetmişti. O mermer parçalarının bir kısmı da büyük ihtimal çorak dambeşlerdeki yurgular idi...

    Otuz yıl arayla iki farklı yoldan giren gezginlerin aynı şeye dikkat çekmesi de garip. Eğret evlerini biri derme çatma kulübe diye nitelerken, diğeri onların oluşturduğu köyün bakımsızlığını öne çıkarıyor. 18. yüzyıl Eğret'ini tasavvur edebilmemiz için bunlar ipucu olabilir...

    Ertesi gün, 9 Ekim'de tekrar yola revan olduklarına göre o gece Eğret'te kalmışlar. Kervansaray'da mı, yoksa odalarda mı konakladıklarına dair bir ayrıntı yok. Eğer odalarda kaldılarsa, Mösyö Oliver ev ve odalarımızı içeriden gözlemleme imkanını da bulmuş olabilir. O vakit 'bakımsız' kelimesi biraz daha somutlaşmış olur...

    Eğret'ten ayrıldıktan sonra düz ovada dört saat daha gidip Altıntaş'a varmışlar. Orada eğlenmemişler, ama 'dikkate değer' diye nitelediğine göre Altıntaş'ı beğenmişe benziyor.


    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.25





14 Temmuz 2025

Egret 1767

     
    Geçenlerde Uluyol mevkiini tanıtırken Hasan Özpınar'ın 'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar' kitabından bir paragraf alıntılamıştım:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi."

    İpekyolu'nun sadece bir bölümü olan Afyon-Eğret arasındaki kısımla ilgili bu alıntı üzerine yeterince yorum yaptık. Yalnız paragrafın devamı vardı, konuyla pek alakalı olmadığı için oraya almamıştım. İşte o paragrafın kalan kısmı:

    "... Anadolu’daki yolculuğumda sık sık kötü hava koşullarıyla karşılaştım. Kimi zaman yağmur, kar veya don... Ancak ilk kez kervanımız dolambaçlı yollardan gitmek zorunda kaldı. Karahisar'dan Kütahya’ya gittiğimiz bu dolambaçlı yolda gördüğümüz en tuhaf şey 3 tane kaplıca (hamam) oldu. Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." *

    Alman gezgin Carlsten Niebuhrs'tan nakledilen yukarıdaki ifadelerde 18. yy'da maceralı bir Afyon-Eğret yolculuğu anlatılıyor. Kış aylarında kapanan Araplı geçidi nedeniyle Gazlıgöl üzerinden giderek yolu uzatmak zorunda kalıyorlar. Epeyce meşakkatli bu yolculuğu değerlendiriyor yazar... Yolu uzatmak artı 7 saate patlamış, ilk şikayeti bu zaman kaybından...

    Devamında bunca yıldır Anadolu'yu gezerim, çok zorluklar çektim, çok kötü hava şartlarıyla karşılaştım, ama ilk defa yolumuzu değiştirmek zorunda kaldım, diyor. Burada gezginin biraz abarttığını söylemek lazım. Çünkü onun Anadolu gezisi daha çok Ege ağırlıklıdır ve bu bölgenin en sert iklimi Afyon bölgesinde hüküm sürer. Sen kalkmış karakışın tam göbeğinde yola çıkmışsın, ne bekliyorsun ki...

    Kayda değer bulunan bir ayrıntı da bu meşakkatli yolculuk sırasında 3 kaplıca görülmüş olması... Gezgin bunların isimlerini yazmamış, ama Hasan Bey'in yorumuna göre bunlar Ömer, Gecek ve Gazlıgöl kaplıcalarıdır... Bu bilgiye göre Eğret'e doğru yola çıkıldı, Ömer ve Gecek kaplıcaları geçilip Araplı boğazına girildiğinde vaziyetin vahim olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine geri dönüp Çorca/Fethibey üzerinden Gazlıgöl'e ulaştılar ve oradan Dandır-Eğret'e yöneldiler... Burada gezgin, başına gelenlerden (muhtemelen Ermeni) rehberini sorumlu tutmalıydı. Zira bu mevsimde Araplı'dan geçmenin mümkün olmadığını bilmek için rehber olmaya bile gerek yok...

    Paragrafın son cümlesi çok önemli... "Burada muhtemelen eski zamanların görkemli binalarından kalmış olan dağınık bir halde çok sayıda beyaz mermer kalıntısı ve derme çatma kulübeler vardı." Bu cümlede bir an Gazlıgöl'den bahsedildiği gibi bir yanılsamaya düşebilirsiniz. Ancak paragraf bir bütün olarak okunduğunda Eğret'ten söz edildiği çok açıktır. 

    Söz konusu Eğret ise ve köyü anlatan bir gezgin bilim adamı ise, dikkatini çeken ilk şey kervansaray olmalıydı. Ama Niebuhrs'e göre önemli olan kervansaray değil, antik kalıntılar ve garaörtü Eğret evleri... Şüphesiz bunda köye ipekyolundan değil Kapıyeri'nden girmiş olmasının etkisi vardır. Normal güzergahtan gelebilseydi karşısına kervansaray çıkacaktı, oysa şimdi 'derme çatma kulübe' dediği dambeşlerle karşılaştı...

    Eski dönemlerin muhteşem mimari kalıntıları olan mermer parçaları ayrıntısı da çok önemlidir. Şimdilerde eski mezarlıkta, kervansarayda, bazı çeşme gövdelerinde devşirme malzeme olarak karşımıza çıkan antik kalıntılar 1767 yılında çok daha fazlaymış. Üstelik kırda bayırda değil, köy içinde...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20



13 Temmuz 2025

Tığlılar ve 'Harman Yelinen Düğün Elinen'


    Hazır milletin harmanı başlamışken, uzun zamandır ertelediğim yazının vakti geldi diye düşündüm. Başlıktaki sülale adıyla harman arasında ilgi kurmaya çalışanların biraz sabretmesi gerekecek.

    Hikayenin zamanı 19. yüzyıl ortaları. Bununla beraber kesin tarihini söylemek zor, çünkü tamamen sözlü aktarımlara dayanıyor. Türkmenoğlu Mehmet ve ailesi Anadolu'nun doğusundan, Van taraflarından yollara düşüyorlar. Nereye gideceklerini belirlemişler miydi, orası meçhul. Yalnız bir kaç noktada durakladıktan sonra Afyon bölgesinde tamamen duruyorlar. Ana baba Türkmenoğlu Mehmet ve Emine hanımın akıbeti bilinmezken, çocukların dördü dört bir yana dağılıyor; Afyon, Karacaören, Paşaköy ve Eğret... Eğret'in kısmetine düşen Türkmenoğlu Osman bizim hikayemizin baş kişisi...

    Eğret'te Gırhasanlara bekar durmuş Kürt Osman... Her ne kadar resmi kayıtlara Türkmenoğlu diye işlense de Eğretliler böyle lakaplamış kendisini. Çünkü doğu istikametinden gelenlere Kürt diyorlar; Acem'miş, Azeri'ymiş, Türk'müş fark etmiyor...

    Kürt Osman Gırhasanlara sadece bekar durmuyor, onların damadı olarak aynı zamanda içgüveyisi pozisyonunda... Zaten Eğret'e sonradan gelip yerleşenler bekar ise, ancak böyle Eğretli olabiliyor; evli ise çocuklarını Eğretlilerle everme yoluyla yerleşim sağlanıyor. Daha sonra başka sülalelerle de akrabalıklar kurulacak, ama ilk irtibat Gırhasanlar/Tomanlar...

    Gırhasanların yurt aynı zamanda Kürt Osman'ın ilk yurdu olmasının sebebi budur. Şimdi o yurtta Gırhasanlar'dan yazları bir müddet köyde geçiren Tomanın Hüseyin Köz'den başkası bulunmuyor. Çok önceleri virane halindeyken Davulcu Kel Halil Köz'ün evini hatırlıyorum... Galiba şimdi  bir ucunda Necati Okutan'ın evi var... Sanırım nereden bahsettiğim anlaşılmıştır. İşte güveyileri olmasından dolayı Kürt Osman tam da buralarda oturuyormuş. Hatta Kürt Osman'ın torunu Demirci Salih Yakışır'ın demirci dükkanı da buradaymış. 

    Daha doğrusu, Kürt Osman'da demircilik var ve ilk dükkanı da evinin yanındaymış, sonradan torununa kadar veraset oluyor...

    Demirciliklerini 20. yüzyıl başında uyduruk Eğret köyü macerasında da sürdürmüşler. Bu olayı özetleyelim. Kuzeydeki geniş topraklarının bir kısmını Yenice, Susuz ve Cumalı olmak üzere Macur yerleşimcilerine kaptıran Eğretliler aynı kaderin güneyde de yaşanacağını hissedince o bölgeye kendileri bir küçük köy kurarak devleti yanıltmayı düşünürler. Güya memurlar yeni iskan için yer tespitine geldiklerinde burada zaten köy olduğunu tespit edip yeni macur yerleşimine uygun değildir raporu vereceklerdir. Dedikleri gibi olur ve cihan harbi ilk yıllarında yeni macur köyünün Kurtluoğlan/Saadet'e açılması kararlaştırılır. İşte bunun öncesinde Örenler mevkiine yerleşen Eğretli ailelerden biri de Kürt Osman'dır... Öyle yerleşir ki oraya sen sanırsın doğma büyüme oralı; ev, dam, samanlıktan başka demirci dükkanını da açar...

    Cihan harbi sonlarında Eğret'e geri dönerler, çünkü uyduruk köy yerleşimi amacına ulaşmış ayrıca oğulları da harpte şehit olmuştur. Eğret'te demirciliğe devam... Onlara Kürtosman'dan başka Tığlılar denilmesi bu demircilik mesleğiyle ilişkilendiriliyor. Ucu sivri demir anlamındaki tığ kelimesinin bir başka manası da kılıç... İkisinin özü demir olan bu aletlerden birinin yapımında usta oldukları için kendilerine Tığlılar denmiş olmalıdır...

    Kürt Osman ne kadar mahir usta olursa olsun, Eğretli için demircilik yeni bir zenaat değildi ve ona lakap verecek kadar demircilikte yeni ve ilginç bir aleti Kürt Osman'da görmüş olamazlardı. Kılıcı da tığı da biliyorlardı sonuçta... Bu yüzden onlara Tığlılar denilmesinin başka bir gerekçesi olmalı... Köylünün gözünde yeni bir şey, onun hayatını kolaylaştıran bir şey...

    Eğretlinin hayatı nasıldı? İşte sıradan bir hayat... Geniş kıraç arazide ve dağda geçimini büyük ölçüde ileşberlik ve koyunculukla sağlıyor. Bu hayata bağlı demircilik, yağhane, değirmen, nalbantlık, cambazlık vb. yan meslekler de gelişiyor tabi... Yalnız ille de ileşberlik ve koyunculuk vazgeçilmezi... Bunu da o günün şartlarına göre gara düzen tarzında yapıyor. Zaten teknoloji denen gelişme bandına henüz girmemiş zaman... Bir örnek vereyim, daha pulluk yok; sabanla sürülüyor tarlalar... İleşberlikte her şey böyle ve garadüzen dediğimiz de bu...

    Garadüzende tabiatla barışık yaşıyorsun, onunla cebelleşmiyorsun. Öyle bir yola girersen sonuç belli, mağlupsun. Bu yüzden tabii şartların elverdiği ölçüde ileşbersin. Çiğde düğen süremezsin, kalkmasını bekleyeceksin. Yağmurda harmana ara vermelisin, her şeyi çürütürsün. Kesinlikle rüzgarda sap yüklenmez, zira dengesiz olacağından araba devrilme riski var. Bunun gibi tabii şartlardan kaynaklı iş düzenlemeleri neredeyse kurallaşmıştır.

    'Harman yelinen, düğün elinen' diye bir Eğret atasözünü duymayan yoktur. Burada da kurallaşmış bir gerçeğe işaret var: Rüzgarsız tınaz savrulmaz. Çeç ile samanı ayırabilmek ancak rüzgar gücüyle mümkündür de ondan... Bu yüzden ikindiden sonra, akşama doğru harmanyerlerinde sürekli bir hareketlenme gözlenirdi. Havaya şöyle bir avuç saman atılıp rüzgar çıkıp çıkmadığı kontrol edilir, hafif yellenmede hemen çubuklar dikilip yabalara davranılırdı. Burada da tabiata tabi olurlar, bundan dolayı ikindi sonraları büyükler sürekli rüzgar kollarlardı...

    Eğretli ileşberliğini garadüzenle yürüttüğü zamanlarda memleketin doğu tarafında rüzgar beklemek yokmuş. İleşberler yine ekinini eker, biçer, sapını çeker, düvenini sürer, tınazını savururlarmış; ancak savurmak için rüzgar mahkumiyetine son vermişler. Nasıl mı? Rüzgar makinesi yaparak...

    Aslında buna harman savurma makinesi demek daha doğru olabilir.  Çalışma sistemi şöyle. Sürülüp yığılmış harmana yanaştırdığın zirai aletin bir haznesi var, oraya saman dene karışımını döküyor ve tambura yerleştirilmiş basit çarkı kol gücüyle çeviriyorsun. Şiddetli çevirdiğinde tambur boşluğunda bir hava akımı oluşuyor. İşte bu beklediğin akşam yelidir, hazneye döktüğün tınaza üflüyor. Bu basit rüzgar enerjisiyle saman uçup, dene alttaki oluktan aşağı akıyor. Anladınız siz onu, bu bildiğin patozun savurma sisteminin ilkel halidir. Şu kadar var ki, harman sürülmüş olacak ve patozlarda traktörün kuyruk milinden alınan kuvvet, senin kollarından sağlanacak...

    Kürt Osman, bekar durduğu Gırhasanların harmandayken memleketlerinde kendi uyguladıkları sistemi hatırlamış. Ve tığ dedikleri bu savurma aletinden basitçe bir tane yapmış. Harmanı savurmak için rüzgarı, dolayısıyla ikindi sonrasını beklemeye gerek duymadan her istediği vakit işini görürmüş. Eğretliler çok ilginç bu aletten dolayı onu takdir etmişler, hatta eski lakabının yanında ona Tığlı demeye de başlamışlar. Sonra sonra çocuklarına ve torunlarına Tığlılar denileceğini kimse bilemezdi...

    Gel gör ki köylü Kürt Osman'la tanıdıkları tığı benimsememişler. Bir defa tamburun kolunu çevirmek yaba sallamaktan daha zormuş. Bir de tınaz atmak ve dene almaya da adam lazım olduğundan tığı çalıştırmaya en az iki kişi gerekiyormuş. Çok eziyetli gördüğü tığı çevirene kadar üç beş kişi birden yaba sallarım daha iyi, diyerek garadüzene devam etmişler. 

    Sonuç olarak tığ Eğret'e yerleşememiş, ama Tığlılar kök salmışlar...



09 Temmuz 2025

Uluyol Ve Tali Yollar

 
    Eski asfaltta Çorbeciguyusu'ndan başlayarak Yıldız petrol dengine kadar tatlı bir rampayla çıkıldığı malumdur. Belki o rampayı ancak küçük tepeye vardığınızda anlarsınız, o kadar kendini hissettirmez yani. Oradan geldiğiniz tarafa dönüp bakarsanız Çorbeciguyusu'nun bir kaç metre derine düştüğünü görürsünüz. Güney tarafı ise bir o kadar yüksekçedir. 

    Yüksekliğin başladığı noktadan sola, Çolağınçeşme'ye dönen yol ayrımına kadarki mevkiye Uluyol denildiğini yarım asır kadar önce öğrenmiştim. Asfalt kenarındaki tarlasını tarif ederken Ninem böyle derdi. Gerçi bu mevkiyi böyle isimlendiren başka birine rastlamadım. Zaten bizim köyde 'ulu' kelimesi kullanılmaz; şimdi herkesin 'Ulu Cami' dediğine bakmayın, oranın orijinal ve yaygın adı Gocacami'dir. Eğretli aynı anlama gelen 'ulu' kelimesine itibar etmeyip Türkçe 'goca'da ısrar etmiş. Ulu ise sadece Uluyol mevki isminde kendine yer bulmuş. Gelvelakin Uluyol'un bilinirliği de sınırlı kalmış, sadece Ninemden duymamdan hesap edin...

    Kütahya'da yerleşik Tekirgızıların büyük emmisi Himmetoğlu Halil, babasından kalan tarlalarını alabilmek amacıyla 1905 yılında mahkemeye başvurmuş. Mahkeme kararında bahse konu tarlalar sıralanırken birinin Uluyol mevkiinde olduğu kaydedilmiş. Eğret'teki Uluyol mevkiinin adını bu resmi belgede gördüğümüzde yıl 2021 idi ve hala bu isim pek bilinmiyordu.

    O kadar bilinmiyordu ki, 1989'da kadastro kaydı yapılırken Ninemin tarlası Kepez mevkiinde diye yazılmış. Demek ki bilirkişiler bile oraya Uluyol denildiğini bilmiyorlarmış. Köylü bir asır önceki mevki adını unutma sürecine daha o yıllarda girmişmiş...

    Mevkinin adı unutulmuş, ama oraya adını veren ve tam ortadan geçen yola bir şey olduğu yok, günümüze kadar gelmiş. Bu, eski asfalt dediğimiz Afyon-Kütahya karayoludur. Eğretlilerin hafızasındaki adıyla susa... 

    Henüz otomobil ve kamyonların yaygın olmadığı zamanlarda tam da böyle adlandırılıyormuş; susa, şosenin Eğret ağzında aldığı biçimdir. Asfalt atımına daha sonraki yıllarda başlanmış, ama 1930'ların sonlarında Eğretlilerin bir vergi türü olarak bu yolun yapımında makbuz mukabili çalıştıklarına dair belgeler var. 

    Ondan daha önce, misal işgal yıllarında da tam olarak şose diye adlandırılıyormuş. Hatta Büyük Taarruzun ikinci günü verilen bir emirde, orduların sorumluluk alanı belirlenirken Afyon-Kütahya şosesi sınır olarak bildirilmiş. 

    Daha gerilere gidersek, bu yolun Afyon ile Kütahya'yı birbirine bağlayan sıradan bir şehirlerarası yol olmadığı gerçeğiyle karşılaşırız. Çünkü güneyde Selçuklu başkenti Konya'ya, kuzeyde Doğu Roma başkenti İstanbul'a uzanır. Üstelik ilk dönem Osmanlı başkenti Bursa bağlantısı da var.

    Bir de bu yolun tarihi İpek Yolu kollarından biri olduğunu düşünürsek, konunun boyutu genişleyiverir. Çekül Vakfı, İpek yolunu tarihi veriler ışığında bir haritayla somutlaştırmış. Yüksek çözünürlüklü İpek Yolu - Kültür Yolu haritasının ilgili kısmını buraya aldım. Yol üstünde Eğret Kervansarayı önemli bir nokta olarak işaretlenmiş. Ayrıca Afyon ile Eğret Kervansarayı arasında Üçgöz Köprü diye başka bir noktanın işaretlenmiş olması da dikkatimi çekti. Uluyol'un biraz ilerisinde böyle adlandırılan bir mevki olacaktı. Acaba kastedilen burası mıdır, asfalt atılmadan önce yol üzerinde tarihi bir köprü var mıydı, bunları bilmiyoruz. Belki Araplı civarındaki bir köprü böyle adlandırılıyordu...

    Burada dikkatlerimizden kaçmaması gereken husus, bahsedilen yolun ne kadar önemli bir ticaret yolu olduğudur. Böyle bir yol da elbette geniş ve alabildiğine büyük olmalıdır. O kadar büyük ki, Eğretlilerin sıradan büyüklükler için kullandığı 'goca' kelimesi bile bu anlamı karşılayamasın; Gocayol değil Uluyol diye adlandırılsın. Ancak o vakit sözünü ettiğimiz mevkinin neden böyle adlandırıldığı anlaşılabilir.

    Bu yolun Kütahya istikametini çevreleyen mevkiye Kütahyayolu/Kötâyolu deniliyorken, Afyon istikametindeki uzantısına Uluyol denilmesi de bir başka gariplik. Acaba yalnız o tarafta mı belirgin bir büyüklük vardı? Fakat şu da akıldan çıkmasın, güneydeki bir mevkiye Şehiryolu/Şeheryolu adı da veriliyormuş...

Asıl konudan fazla uzaklaşmadan, bu yolun önemini anlatan 18. yüzyılda kaleme alınmış bir metni dikkatlerinize sunayım. Alman matematikçi, haritacı, kaşif, gezgin Carlsten Niebuhrs Afyon'dan İstanbul'a dönüş yolunda:

    "Ocak 1767-  Karahisar'dan Bursa'ya gitmek için yola çıktık. Kervanımızın ilk durağı 5 saat uzaklıktaki geniş ve düz bir yol üzerindeki Eğret. Ancak bu yol kışın o kadar kötü ki 1767 yılında hiç bir kervan bu yolu kullanamadı. Ocak ayında bu yolu kullanmak yerine iki saatlik mesafede dolambaçlı yollardan gittik ve bu yol bize toplamda 7 saat zaman kaybettirdi." *

    Eğret köyü 1767 yılında düz ve geniş bir yol üzerinde diye konumlandırılmış. Bu tarif  'Uluyol' isimlendirmesinin ne kadar isabetli olduğunu adeta haykırıyor. Fakat yolun her etabı aynı değilmiş ki, gezginimiz Gecek hamamını gördükten sonra, oradan Çorca yoluyla Gazlıgöl'e varmış, Dandır üzerinden Eğret'e ulaşmış. Bu dolambaçlı güzergahı keyfinden değil de Araplı boğazı ve rampasını geçemeyeceğinden tercih etmek zorunda kalmış. Dediğine göre kış aylarında bu yoldan geçmek mümkün değilmiş. Dediğim yerlerden geçişin iki üç asır önce ne kadar imkansız olduğunu şimdi bile tahmin edebilirsiniz.

    19. asırda coğrafyacı bir Rus gezginin anılarını okurken şaşırmıştım. Kasım ayı sonları, adam geçtiği yerlerin gece sıcaklığı ve rakım değerlerini ölçe ölçe İstanbul'dan doğru geliyor. Eğret'te bir odada geceliyor, bu arada ölçümlerini yapıyor. Sabah kalkınca tasını tarağını toplayıp yola koyuluyor, ama bildiğimiz Şeheryolu/Uluyol'a doğru değil de Dandır'a doğru yönelip o güzergahtan Afyon'a varıyor. Yolunu değiştirmesinin sebebini şimdi anlayabiliyorum. Bu gezginler yanlarında Rum veya Ermeni bir kılavuz bulunduruyorlardı. Yolları iyi bilen kılavuzu kasım ayında Araplı civarının geçilmez olduğunu bildiği için Gazlıgöl'e doğru yönelmiş demek ki...

    Yalnız Dandır-Gazlıgöl istikametine giden yolu da küçümsememek lazım. Tamam kışın zor şartlarında tercih edilen bir alternatif rota imiş, ama ben antik çağda da orasının işlek bir yol olduğunu düşünüyorum. Hele Çatalüyük civarının antik değeri düşünülürse bu fikir daha sağlam bir temele oturtulabilir. 

    Kapıyeri'ni işlerken burasının çok eski zamanlarda Eğret (veya adı her ne ise) köyüne giriş yeri olduğu için böyle adlandırılmış olabileceğini söylemiştim. Şimdi o kapının uzantısı olan antik yolu da tasavvur çerçevemize almalıyız. Daha İsgileyolu, Üyükyolu gibi kavramlar da var... Eğret ulu ve tali yollarla örümcek ağı gibi örülmüş...

    *Hasan Özpınar, Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar, Afyon, 2019, s.20


06 Temmuz 2025

Boynu Altında Kalsın


    Başlıktaki ifade 17 Temmuz 1971 tarihli Milliyet gazetesinin üçüncü sayfa manşeti olup Anıtkayalı Lütfi Şık'a aittir. Gazeteci Tufan Türenç haşhaş ekimi ile ilgili kendisiyle röportaj yapmış, onun kaçakçılarla ilgili bu serzenişini de manşete çekmiş. Taşlıtarla mevkiindeki haşhaş tarlasında gerçekleştirilen bu röportaj-haber ayrıca dört fotoğrafla ayrıntılanmış. İşte o tam sayfa beş sütunla verilen röportaj metni:


AFYON EKİCİSİ ÜZGÜN
"AH O KAÇAKÇILAR YOK MU TOPUNUN BOYNU ALTINDA KALSIN!"

    *Teknik adamlar, köylüye ödenecek tazminatları para olarak değil de, gübre, tohumluk, araç-gereç olarak verilmesini öngörüyorlar. Onlara göre bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet. Aksi halde para çar-çur olur.

    "Hökümetin yassağına ne denir ki.. Boyun eğcez tabi.. Hadi şu sakızdan vazgeçdik emme ille de dene.. Bildiğin gibi değil, dene bize çok ilazım.. Yağını yiriz.. Hamıra bularız.. Ezip ekmeğimize süreriz.. Daha da darda kalırsak çorbamıza, aşımıza katarız.."

    Bunları Afyon ilinin Anıtkaya köyünden Lütfi Şık avuç içi küçüklüğündeki haşhaş tarlasında afyon sakızını toplarken söylüyordu.

    Afyon ovasına girdiğinizde, aylardan temmuzsa tarlalarda haşhaş kozalarının arasında kadın, erkek, çoluk-çocuk didinen köylüler görürsünüz.. Zorunludurlar buna.. Çünkü bir yıllık umutlarını bir günde toplayacaklardır. Afyon kozası bugün çizilirse, çiziklerden sızan afyon sakızları en geç ertesi gün toplanmalıdır. Biraz ağırdan alınıp da bu süre geçilirse sakız haşhaşın üzerinde kurur kalır. Toplanmaz garı.. Heba olur gider. Emekler de tarlaya gömülür.

    25 BİN AİLE

    Afyon ilinde 65 bin çiftçi ailesi yaşamaktadır. Bunların 25 bini geçimlerini haşhaştan karşılamaktadırlar. Bu ailelerden en az ekeni 1-2 dekar, en fazla ekeni de 10 dekar ekim yapar. Ellerindeki toprak küçük olduğundan onlar için haşhaş başta gelen bir bitkidir. Bir dekardan 1-3 kilo arasında afyon, 80-100 kilo arasında da tohum elde edilir. Haşhaş ekimi ve bakımı güç, güç olduğu kadar uğraştırıcıdır. Hasat zamanı binlerce kozayı çizmek ve çiziklerden sızan afyonu toplamak usandırıcı bir iştir.

    DEKAR BAŞINA 305 LİRA KAZANÇ

Haşhaş ekimi bu kadar uğraştırıcı, bu kadar usandırıcı olmasına karşılık kazancı da pek öyle fazla değildir. Bu yıl ofis birinci kalite afyonun bir kilosunu 165 liraya almaktadır. Tohumun kilosu ise 3 liraya kadar satılmaktadır. Bir haşhaş üreticisi ekimden hasatın sonuna kadar dekar başına 265 lira masraf eder. Oysa dekar başına üreticinin eline afyonu, tohumu, kapçığı, sapı dahil 570 lira para geçer. Böylece üretici bir dekardan net 305 lira kazanç sağlar.. İşte bir köylü ailesinin çoluğu çocuğuyla çalışarak bir yıl boyunca haşhaşa verdiği emeğin sonucu budur. Çizim zamanı yağmur yağar, ya da sert bir rüzgar eserse sakız da vermez haşhaş. Ve emeğin tümü bir anda yok oluverir..

    Bu kadar uğraştırıcı ve kazancı da pek olmamasına rağmen köylünün haşhaştan vaz geçmemesinin nedeni, eldeki ufak topraklara ekilecek başka bir bitkinin haşhaş kadar korutmayacağıdır.

    BİR KONUŞMA

    Hükümetin aldığı yasaklama kararı hakkında köylü ne düşünür, bu konuda ne der?

    İşte Afyon iline 30 kilometre uzaklıktaki Anıtkaya köyünden Lütfi Şık'ın dedikleri:

    "Doğrusunu isdeesen ne etceğimizi daha bilmiyoz.. Hökümet para vecek diyola.. Hökümet ne verise vesin, bizim haşgeşin yerini dutmaz. Bu güçcük tarlada buydey, arpa, günaşığı, pancar, haşgeş gibi gorutmaz. Aslına bakasan haşgeş işi yorucudur. Soona haşgeşden bizim elimize geçen ne ki.. Yöömiyesine değmez valla. Emme dedim ya bizim burda gine en iyisi haşgeşdir. Madem ki Hökümet yassak godu.. Ee ne edem ondan da geçeriz."

    "Sen kaçağa afyon vermez misin?"

    "Yok, vemen.. Hem ben gaçakcıları heç sevmen. Zati bütün bunna onnan başının altından çıkmıyo mu? Afyanını gaçağa veren vadır, vadır emme onnan sayıları pek azdır. Zati onnarı herkeş bilir. Köylü afyanını gaçağa bilem vese eline ööne çok para geçmez. Esas pareyi gaçakcı gazanır."

    "Sizin bu kaçağa giden afyondan yapılan eroin yüzünden Avrupa'da, Amerika'da binlerce insan zehirleniyormuş. Hükümet de işte bu yüzden haşhaşı yasakladı. Bundan haberiniz var mı?"

    "He duyduk.. Hep gençlee alışmışlaa bu merete.. Afyansız edemiyolaamış. İşleenden güçleenden olmuşlaa hep.. Yazık valla.. Çok acıdık, hem de pek çok acıdık.. Emme bizim bunda bi suçumuz yok ki.. Bunun vebali hep o gaçakçılaan. Dedim ya topunun boynu altında galsın. Yazık olmuş, çok yazık olmuş.. Töhh.. Keşgem şu meredin afyanı olmiyeedi.. Bizim elimizden ne gelir ki.."

    Afyon köylerinde konuştuğumuz haşhaş ekicilerinin tümü de aynı şeyleri söylüyorlardı.. "Yazık, çok acıdık.." diyorlardı. Hepsi de kendilerinden çok uzakta olan insanlar için üzülüyorlardı. Ve bu yüzden kendileri için her şey olan haşhaştan bile vazgeçmeyi kabulleniyorlardı. İşte böylesine temiz yürekliydi Türk köylüsü.. Böylesine iyi niyetli ve insancıldı..

    TEKNİK ADAMLAR NE DİYOR?

    Afyon Teknik Ziraat Müdürü İbrahim Sarıcalı, bu yasaklamadan sonra üreticinin yeni bir bitkinin ekimini ve bakımını öğreninceye kadar zorluk çekeceğini, ancak bunun zamanla normale döneceğini söylüyor. Ve şunları ekliyor:

    "Bizim yaptığımız etüdlere göre, ekim ve toprak durumu gözönüne alındığında bu bölge için en uygun ekimin Rus menşeli "Bezostoya" ile Amerikan menşeli "Wanser" buğday çeşitleridir. Her iki çeşit de dekar başına 495 kilo buğday veriyor. Köylü dediğimizi tutarsa hem bölge yüksek verimli bir buğday üretimine kavuşur, hem de köylünün ekonomik durumu oldukça düzelir."

    KÖYLÜYE PARA VERİLMEMELİ

    Teknik adamların kanılarına göre, köylüye tazminat para olarak verilmemeli. Zira köylü bu paraları başka ihtiyaçları için kullanır. Ekonomik yönden yine bir çıkmaza girer. Tazminat köylüye gübre, tohumluk, araç gereç olarak verilmeli ve bunları kendi üretim işinde kullanmaya zorlanmalıdır. Bunun kontrolleri sıkı bir şekilde yapılmalıdır. Bu sağlanırsa hem köylü kazançlı çıkar, hem de devlet.

    KAÇAKÇILIK

    Hükümetin yasaklama kararına sebep olan afyon kaçakçılığı yıllardan beri bu bölgelerde yapılır ve alınan bütün tedbirlere rağmen önüne geçilemez. Oysa her ekici haşhaş ekeceği tarlanın metrekaresini bölge Teknik Ziraat Müdürlüğüne bildirmek zorundadır. Memurlar köylünün beyanname ile bildirdiği tarlaları tek tek kontrolden geçirirler ve haşhaşın durumuna göre tarlanın afyon verimini tesbit ederler. Köylü hasat sonunda memurun tahmin ettiği kadar afyonu ofise satmak zorundadır. Memurlar köylüyü zor durumda bırakmamak için tahminleri düşük tutarlar.

    İklim koşulları iyi gittiği zaman tarla memurun tesbit ettiği tahminlerin üzerinde verim verir. İşte köylü bunu ancak kaçakçıya satar.

    OFİS 165, KAÇAKÇI 500 LİRA VERİYOR

    Kaçakçılar çoğunlukla ofisin verdiği fiyatın iki mislini verir. Örneğin ofis bu sene  en iyi kalite afyonun kilosunu 165 liraya kadar satın alırken, kaçakçılar afyonun kilosuna 500 lira vermektedirler. Üretici için afyonunu kaçağa vermek çok tehlikeli bir iştir. Ancak köylü zor koşullarla karşılaştığı zaman afyonunu zorunlu olarak kaçakçıya satar. Bir de madalyonun öteki yüzü vardır. Kaçakçı sahneye koyduğu akıl almaz oyunlarla köylünün elinden afyonunu zorla alır:

    Kaçakçı ağaları vardır. Bunlar oyuna yalnızca paralarını sokarlar. Köylüyle de karşı karşıya gelmezler. Oyunu perde arkasından, hiçbir tehlikeye girmeden idare ederler. Bu ağaların köylerde adamları vardır. Bunlar köylüyü iyi tanır ve durumunu bilirler. Köylü kış aylarında paraya sıkıştığı zaman afyon ağalarının adamları imdadına yetişirler ve kendisine gereken parayı verirler. Ama karşılığında bir tek şey isterler. O da bu yıl elde edeceği afyondan bir kısmını ofisten kaçırarak, kendilerine satmaktır. Köylü çaresiz bunu kabul eder. Korksa da eder. Yasa dışına çıkmak istemese de.. Üstelik kaçakçının fiyatı yarı yarıya kırmasına da rıza gösterir. Bundan sonra ağanın adamları işlerini sağlama bağlamak için verdikleri para karşılığında köylüye ya senet imzaltırlar, ya da tarlasını ipotek ettirirler. Artık iş bitmiştir. Köylünün eli kolu bağlanmıştır.

    "AFYAN PARASI"

    Halk arasında ağanın ve adamlarını düzenlediği bu oyuna "afyan parası" denir. "Afyan parası"na bağlanan köylünün işi kötü demektir. Ya tarla beklenenden fazlasını vermezse.. Ya havalar çizim zamanı kötü gider de sakızlar telef olursa.. Ya ofisten saklamaya çalıştığı afyon miktarı kontrole gelen memur tarafından ortaya çıkarılırsa.. Ya biri ihbar ediverirse.. İşte bu korku ve kuşkularla köylü temmuzu zor eder. Yüzünün akıyla sıyrılabilirse işin içinden ne alâ, yoksa...

    İşin en acı tarafı, köylünün bu sıkıntısına karşılık kaçakçının verdiği para pek öyle tehlikesine değecek kadar da fazla değildir. Çünkü köylü zor durumdadır. Paraya dardır. Ağanın adamı bunu çok iyi bilir. Çok iyi bildiği bir başka şey de vardır ağanın adamının.. Köylüyü ne kadar ucuza bağlarsa, cebine girecek para o kadar çoğalır.

    Örneğin geçen yıl ofis afyonun kilosunu 90 liraya alırken, kaçakçının ödediği "afyan parası" 100 liradır. Bu yıl ofisin verdiği para 165 liradır. Oysa ağanın adamı köylüyü çok önceden 200 liraya bağlamıştır bile.. Kaçakçının topladığı afyonun kilosu ise Suriye sınırında bin liradır.

    Kaçakçılar üreticiden topladıkları afyonların bir kısmını köylerde kurdukları imalathanelerde işlerler ve morfin haline getirirler. Morfinin imal yerinde kilosu 4 bin lira, büyük şehirlerde ise 6 bin liradır. Bu morfinler çeşitli yollardan özellikle tır kamyonları ile ve Lübnan üzerinden Marsilya'ya kaçırılır. Avrupa'da morfinin kilosu 15-20 bin lira arasındadır. Marsilya'da işlenen morfin, eroin haline getirilir ve Amerika'ya gizlice sokulur. Bir kilo eroinin Amerika'daki değeri 25-40 bin dolar arasındadır.

    TÜRKİYE'DE EROİN İMALI YOK

    Türkiye'de eroin imal edilememektedir. Zira morfini işleyip eroin haline getirmek için modern laboratuvarlar gereklidir. Türkiye'de bir eroin pazarı olmadığı için üreticiden 200 liraya alınan afyon, ya kilosu bin liraya direkt olarak, ya da kilosu 6 bin liraya morfin olarak dışarıya kaçak olarak satılır. 200 lira ve 6 bin lira.. İşte üretici ile kaçakçının kazançları arasındaki fark.. Ve işte yıllardan beri oynanan "Afyon oyunu".. Bu oyun bozulamadığı için Hükümet haşhaş ekimini yasaklamıştır. Kaçakçılar yıllardan beri milyonları, düzenledikleri bu oyunlarla kazanmışlardır. Hem de köylünün elini kolunu üç-beş kuruşa bağlayarak.. Afyonunu kaçağa veren köylü bile yıllardan beri hep aynı köylüdür. Ne bir adım ileri gitmiştir, ne de bir adım geri...

    SONUÇ...

    Yıllardan beri oynanan bu oyun 1972 temmuz ayında sona erecek artık.. Belki ilk yıllarda köylü çeşitli zorluklarla karşılaşacak ama, zamanla yeni savaşının uğraşına dalacak ve "haşgeş"i unutacak. Ve belki de köylünün bu yeni uğraşında, onun sırtından para kazanmaya alışanlar yeni yeni oyunlar sahneye koymaya çalışacaklar. Bunda başarılı olup olmayacaklarını ise zaman gösterecek.


04 Temmuz 2025

Eğret 1891


    'Seyyahların Gözünden Afyonkarahisar'ı okuyorum. Hasan Özpınar 2019'da basılan bu kitabında yolu düşen gezginlerin Afyonkarahisar izlenimlerini bir araya getirmiş. Kronolojik bir sıralama var, biz de ona göre takip ediyoruz.

    Afyonkarahisar'dan geçen Hicaz Demiryolu projesi hayata geçene kadar Afyon'a gelen gezginlerin büyük çoğunluğu Eğret'e de uğramak zorundaydı. Çünkü İstanbul ve Bursa istikametinde burası önemli bir duraktı.

    Demiryolu hizmete girdikten sonra aynı güzergah yolcuları karayolunu değil onu tercih ettiklerinden bu dönem sonrası gezginlerinin notlarında Eğret bulunmuyor. Öncekilerde var ve bu yüzden 20. yüzyıla kadarki gezgin notları bizim açımızdan çok değerli. Yalnız Hasan Bey Afyon merkezli bir çalışma yaptığı için gezginlerin şehre dair notlarına ağırlık vermiş. Diğer ayrıntılara girmeden onlardan tanıtım metninde söz etmiş.

    Eğret hakkında verilmeyen ayrıntıların sebebi de bu... Misal İskoçyalı Agnes Dick Ramsay gezisinin son bölümünü Hasan Bey şöyle bağlıyor: "Bayan Ramsay Afyonkarahisar Mevlevihanesi’nde seyrettiği sema ayinini etraflıca tasvir ettikten sonra ayrılırken Şeyhin buradaki kıymetli şamdanları gösterdiğini belirtir. Ertesi gün 23 Ağustos’ta şehirden ayrılır Kalecik Köyü’ne gider, kuzeydoğu’da Doğanlar Köyü, oradan muhtemelen Heybeli Kaplıcası’nı görür, Çobanlar’da konaklarlar. Sabah tekrar Afyonkarahisar’a gelirler. Şehirde kısa bir tur attıktan sonra Kütahya istikametine doğru yola çıkarak Gecek Hamamı’na girer ve burada Türk kadınlarının hamam keyfini ve hamamı detaylı bir şekilde anlattıktan sonra yola koyularak Eğret’te (Anıtkaya) konaklayarak yollarına devam ederler."

    Bu bir paragrafta özetlediklerini de olduğu gibi alsaydı kitabın hacmi olağanüstü genişleyeceğinden yazara hak vermek zorundayız. Lakin son cümlenin çeyreğinde yer verilen Eğret ayrıntısı zihnime batmaya başladı. Acaba beş kelimelik "... Eğret’te konaklayarak yollarına devam ederler." sözünün gerisinde neler vardı. Hiç bir şey yoksa bile Eğret'te geçirilen bir gece var, bu az bir şey değildir...

    Bu düşüncelerle sanal alemde Agnes Dick Ramsay kitabının peşine düştüm ve nihayet yakaladım. Sabırsızlıkla Hasan Bey'in bir paragrafta özetlediği bölümü buldum. Heyecanımı kaybetmeyeyim diye önce ayrıntılı Gecek hamamı tasvirlerini okudum. Ancak ondan sonra, orada olduğunu bilip de içeriğine vakıf olmadığım Eğret bölümüne geçtim.

    Bayan Ramsay de Eğret'e sadece bir paragraf ayırmış, ancak bu bir paragrafta çok değerli ayrıntılar var. Daha sonra üzerinde çok konuşulacak ve hakkında çıkarımlar yapılacak paragrafı önce aynen alıntılayacağım:

    "Bundan sonra kuzeye doğru yola devam ederek güneş batmadan önce Eyret'e vardık. Çadır, bir Selçuklu hanının kalıntılarına yakın bir nehrin kıyısında kurulmuştu. Burada gelip geçen yolcular tarafından ahır olarak kullanılabilecek yeterli miktarda bina kalıntısı vardı. Çatı kemerliydi ve içerde de bir çift kemer dizisi bulunuyordu.
    28 Ağustos, Perşembe - Eyret'ten ayıldıktan iki saat sonra oldukça verimli ve kalabalık nüfuslu bir ovaya indik..."

    Güneş batmadan önce köye gelmişler, yani akşama doğru... Bununla beraber konakladıkları yeri inceleyecek kadar vakti varmış, öyle anlaşılıyor... 

    Evvela Han/Kervansaraydan bahsetmiş ve onun Selçuklulardan kalma olduğunu kaydetmiş. Bu bilgiyi tecrübesine dayanarak veriyor da olabilir, sorup soruşturmuş da olabilir. Çünkü daha önce buradan geçmiş olması çok muhtemeldir, zira Afyon'a defalarca gelmiş. Mimari eserlerin tarihini çıkarabilecek kadar mesleki tecrübeye sahip bir araştırmacı olduğuna da şüphe yok. Daha sonra han ile ilgili ayrıntıya da girecek ve çatının kemerli yapısıyla içerideki çift kemerli koridordan söz edecektir. Mutlaka içeriye girmiş olmalıdır.

    Han dışında yolcuların ahır olarak kullanabileceği bina kalıntılarını da yazmış. Kalıntı dediğine göre harabe olup o sırada kullanılamayacak durumda olduklarını mı kastediyor, yoksa bina kalıntılarının ancak ahır olarak kullanılabilecek viraneler olduğunu mu kastediyor pek belli değil.

    Son dönem bazı kervansaray fotoğraflarında girişin sağ tarafında garaörtü bir eklenti görülüyor. İşgal günlerinde de bulunan bu eklentiyi 1960'lardaki tamirden önce son haliyle görenler hala hayatta... Acaba bayan Ramsay virane derken bu eklenti ve benzerlerini mi anlatıyordu. Başka bir gezgin de hemen kervansaray yakınında bir odadan bahsetmişti...

    Ramsay'ler kervansarayda kalmamışlar. Son dönem gezginlerindeki benzer davranışlara bakılırsa kervansarayın o dönemde işlevini yitirdiği anlaşılıyor. Eğret'te mola veren yolcular kervansaraydan bahsetseler de geceyi odalarda geçiriyorlar.  Fakat Ramsay ve kocası kamp kurup çadırda geceliyorlar.

    Çadır kurdukları yer, hanın hemen karşısındaki dere kenarıdır. Hepimizin bildiği Bunar'dan doğan Eğret deresini nehir diye adlandırması bana ilginç geldi. Gerçi DSİ marifetiyle ıslah edilip derin bir yatağa kavuşturulmadan önce dere, çevresine yayılarak büyük bir nehir gibi göründüğü olurmuş. Hatta şimdiki İlkokul yeri filan sürekli sular içinde bulunduğundan, oraya Muhtarlık oluruyla bir şeyler ekmeye çalışan Galgancıların Ayanoğlu Mehmet'e Vakvak/Ördek lakabı bu yüzden verilmiş. Oralar sürekli sular altında... Fakat aylardan Ağustos olduğu için bir nebze sular çekilmiş olabilir, işte oralarda uygun bir yere Ramsay'ler çadır kurmuşlar... Yanlarındaki görevli ve yardımcılar yine odada kalmış olmalılar...

    Ertesi gün köyden ayrıldıklarını bildiren notta tarih atılmış: 28 Ağustos... Bu tarihin Eğret için önemi malumdur, yaklaşık 30 yıl sonra uzun süredir burada bulunan işgalcilerden 28 Ağustos 1922'de kurtarılmıştı... İşgalci Yunanlar köyün pek çok binasına yerleşmişler; Gocacami'yi hastane, Kervansaray'ı yemekhane olarak kullandıkları biliniyor. Bunun yanında pek çok yere de çadırlar kurmuşlar; Üyük tepesine, Omarcıkların evlerin alt tarafına, Mumaklık'a... Çadır kurdukları yerlerden biri de Han karşısındaki dere kenarı, yani 30 yıl önce Ramsay'lerin konakladığı nokta...

    28 Ağustos sabahı Eğret'ten ayrılıp kuzeye doğru yollarına devam etmişler. İstanbul'a kadar her gününü ayrıntılı bir şekilde kitabında anlatacaktır...