11 Şubat 2024

a'ah - Aliyeniñguyu

 

a’ah: hayır, yok, olmaz, istemiyorum anlamına gelen ünlem. Bunu söyleyenlere kaba davranmış nazarıyla bakılır ve ‘A-ah denmez, hayır denir’ diyerek uyarılırlar.

aba: abla

abalı: köylü… Köylülerin fakirliği giyim kuşamına yansıdığı için belli tarzda giyinenler direk köylü sınıfına sokulmuş ve abalı demekle köylülük anlaşılmıştır.

abla: Gelin/görümce veya eltilerin birbirine hitabı. Büyük kız kardeş anlamındaki bu kelime gerçek anlamıyla hiç kullanılmaz. Bunun dışında gelin görümce ve elti kullanımında da büyüklük küçüklük gözetilmez.

abô!: şaşma, panik ve korku ünlemi

acabına: acaba

acabola:  acaba

acamı: toy, tecrübesiz, eli işe alışmamış (acemi)

acanta: yeni, yepeyeni... İkinci el olmayan, kullanılmamış her şey.

acar: 1. Şişman, güçlü kuvvetli, iriyarı kimse; 2. Gelişimi iyi olan ekin, mahsül.

acarlamak/acarleşmek:  Kilo almak, şişmanlamak.

accicik: azıcık, pek az

acı geğrek: Mide ekşimesi, hazımsızlık sonucu oluşan geğirti ve bunun sonucu gelen acı sıvı.

acıgünek: Baharda çıkan ve yaprakları yenen acımsı bir ot, güneyik. Yeşil ve çiğ yenen bu otun damakta bıraktığı acılık, yemenin sürekliliğini ister. Erkeklenene kadar yenilebilen acıgünek, bu döneme girildiğinde kendine has mavi-mor karışımı renkte çiçeklar açar. Çiçekli dönemi çok üzun sürer, kar yere düşene kadar devam eder. Bahar geldiğinde kökünden tekrar yeşeren çok yıllık bir bitkidir. Şifalı olduğu söylenir, ancak bu şifanın hangi rahatsızlıklara karşı tezahür ettiği bilinmez.

acı hamır: Hamur mayası, ekşi maya. Belli aralıklarla herkes mahalle fırınlarında kendi ekmeğini etmek zorundadır. Bu yüzden sürekli maya bulundurmak gereklidir. Bazıları mayasını başkalarıyla paylaşmak istemezken, bunu gözetmeyenler de vardır. Ödünç maya alanlar hamurun ucundan maya ayırmak zorundadır, böyle böyle maya asırlarca devam ettirilebilir.

acık: biraz, azıcık (azcık)

âcık: işte, ahacık

acımarıl: yabani marul, hindiba

acımsak: acı gibi

acısını çıkarmek: İntikam almak

acı soğana değişmek: Bir şeyin değersizliğini anlatan deyim, onun acı soğan kadar bile değeri olmadığını ima eder.

acı soğan guru yavan: Mütevazi sofra için kullanılır, Allah ne verdiyse.

acıyan yer ayrı acığan yer ayrı: Yas tutmak acıkmaya engel değildir anlamında bir söz. Cenaze evinde büyük bir acı ve telaş hakimdir. Öte yandan hayat devam ediyor, insan da biyolojik olarak acıkır, yemek zorundadır. Bu telaş arasında yemek hazırlama ve yemeyi akıl edemez yahut buna fırsat bulamaz. Burada komşular devreye girerek hazırladığı bir tepsiyi bu söz eşliğinde cenaze sahiplerine sunar. Hala devam ettirilen bir adettir.

acı yeşil: koyu yeşil, yaprak yeşili

: yoksul, fakir

açacına: açken, karnı aç olarak, bir şey yemeden

aç barak: Muhtaç ama onursuz, başkasına ait yiyeceğe teklifsizce saldıran. Barak tek başına sündük köpek anlamında kullanılır. Burada anlam pekiştirilerek kullanılınca karşıdaki kişinin fakirliğiyle birlikte onursuzluğu da vurgulanmış olur.

açcek/aşcek: gazoz kapağı açacağı

açıkaraba: Kamyon. Kasasında yolculuk yapmak zorunda kalınınca üstü açık araç oluyor. Yolcu otobüsü veya minibüsün karşılığı olarak bu yüzden kamyona açıkaaraba denilmiş.

açıkdan: Biraz sonra

aç köpek tun deler: Açlık insana her şeyi yaptırır. Tun, mahalle fırınındaki taşın alttaki ısıyı üst bölmeye geçiren deliğidir. Altı kızgın kül ve alevli ateş olan bir delik çevresinde eğlenmek ne kadar tehlikeliyse, işte açlık insana o derece tehlikeli bölgede dolaşma gibi riskler aldırır. Aç insan yiyecek bulmak için ölümü bile göze alabilir.

adâ: Üzüntüyle karışık şaşma bildiren ünlem, haydaa!

adak: 1.Yağlı çörek, bişi; 2.Mübarek gün, kandil; 3.Kandil günlerinde yapılan her tür hamur işi. Bütün bu anlamlar birleşerek Ramazan Bayramı arefesi hariç her kandil ve mübarek güne adak denir.

adam başı: Her kişiye, her birine bir düşecek şekilde.

Ademhoca: Hamzaların Mehmet Ali oğlu Adem Kaya. 1945 Yılında doğdu, erken dönemde İzmir’e yerleşti, halen orada oturuyor.

Ademiñaraba: Bir dönem Afyon – Kütahya arasında çalışan otobüslere Anıtkayalıların verdiği isim. Bayramgazili Adem’in sahibi olduğu bu otobüslerde onun köse eniştesi de muavin olarak çalışır ve herkes tarafından Enişte diye bilinirdi. Zamanla patronu değişmesine rağmen bu otobüsler sonuna kadar Ademiñaraba diye anıldı.

adamın kafasına vurmuşlar da vay arkam demiş: Arkası sağlam olmanın önemini anlatır.

adayedeği: Küçükbaş hayvanlara takılan küçük çan türü.

âdet olmak: Gerekmediği halde, başkaları yaptığı için bir şeyi yapmak.

âdet yerini bulsuñ: Bir şeyi gerekmediği halde, laf olsun diye yapmak; yapmış olmak için yapmak.

adı batasıca: İlenç sözü

adı belli: aşikar, açık, bilinen

adı belli olmek: Bir şeyin fiyatı veya miktarı belli olmak, bilinmek.

adı çıkmek: Bir erkek veya kadınla kötü anlamda dedikodu malzemesi olmak. ‘Falanın filanla adı çıktı’ gibi kullanılır.

adıma vurmek: Bir yeri adımlayarak ölçmek. Genellikle tarla ölçümlerinde başvurulur.

adım sekdirmemek: Gözden kaçırmamak, iyi izlemek.

adına çekmek: İsmini aldığı kişiye huyca benzemek. İsimler genellikle dede/nine torun arasında döndüğü için adına çekme durumu da dede veya nineye benzeme şeklinde ortaya çıkar. Seyrek de olsa akraba çevresinden bir başkasının adını alanlarda da bu deyime yer verilebilir.

adını dekgetirememek: İsmini hatırlayamamak.

adını gomek: Bir şeyin parasal değerini belirlemek. Bu deyim pazarlığın bitip alıverişin sonlandığını da anlatır. Ayrıca adı konulan bir malın satışı da yapılmış demektir, başkasına satılmasına engel olmak için de adını koyalım denilir.

adirese: adres

adiysem: halbuki, oysa ki anlamında az kullanılan bir edattır.

afaganı galkmek: sinirlenmek (hafakan)

âfat: 1.Şiddetli tabiat olayı, afet; genellikle aşırı yağış ve sonrasındaki sel için kullanılır. 2.Çok büyük, aşırı iri anlamında hayvanlar ve mahsül için kullanılır.

âferim: aferin, bravo                

âferim saña höşmerim baña: Somut ödül tercih edilir.

âferim veme höşmerim ve: Kuru kuru lafla teşvik yerine, bir şeyler vererek teşvik etmenin daha uygun olduğunu belirten söz.

afyan: 1.Afyon sakızı, 2.Yaprakları bahar olarak tüketilebilen yeşil haşhaş bitkisi.

: Pantolon veya şalvarın apış arası. ‘Donunuñ ağını toplayamamak’ deyimindeki ağdır.

ağa: 1.ağabey, abi; 2.Bir işte veya malda mal sahibi, iş sahibi, patron; ‘Ağanıñ eli dutulmaz.’

ağadam: Zengin ve cömert; ‘Ağadamıñ hali başga.’ (ağa adam)

ağalık etmek: Bahşiş vermek, ikramda bulunmak, hesabı ödemek.

Ağamehmet: Deliban (İbrahim Dadak)ın ilk hanımından büyük oğlu Mehmet Dadak. 1933 Yılında doğdu. Esnaf olarak çeşitli uğraşları bulunduğu için buna bağlı çok sayıda lakabı oldu. Bunların içinde en bilineni Ağamehmet’tir. 2003 yılında yetmiş yaşında vefat etti.

ağanıñ eli dutulmaz: Cömert insanlar verirken üst sınır olmaz.

ağarmak: 1.Ekinler olgunlaşmaya başlamak, 2.Ahlat meyvesi olgunlaşmak, 3.Yüzü temizlenmek.

ağartı: 1.Sabah güneş doğmadan önceki hafif aydınlık. 2.Uzaktan ancak seçilebilen beyazlık, 3.Peynir, yoğurt, ayran gibi süt ürünleri; ‘Evde ağartı bulunsuñ deye inek aldım.’

ağda: Koyu Antep pekmezi. Gabıcak denilen silindir biçimindeki tahta kutularda satılır, ağda bittikten sonra gabıcak tuz veya uğra kabı olarak kullanılır.

ağdırmak: 1.Kaldırmak, yukarı kaldırmak, yükseltmek; 2.Bibiriyle dengeli iki yükteki dengenin bozulması. ‘Birbirini ağdırmazlar’ sözü karakter ve davranış bakımından birbirinin dengi kişiler için söylenir.

ağeç/ağeş: ağaç

ağgın: Dengesiz, eğik, bir yana devrik yük.

ağı: Tozlarıyla kaşıntıya sebep olan bir tırtıl türü. Genellikle meşe yaprağına musallat olur ve Dağ’da çoğalır.

ağı dağılamek: Zehirli tırtıl bedeni kaşındırmak. Salgıladığı toz bazılarını daha fazla etkilediği için onların derisi çok tahriş olur, buna ağı dağıladı denir.

ağı dağılar gibi dağılamek: Beklenmedik bir ses tonuyla birine çıkışmak.

ağı gomek: Bahçe veya tarladaki mahsulü zehirlemek. Bazıları bunu haklı bulsa da, mal maşat sahibine göre canice bir davranıştır. Sonuçta iki taraf da malını koruma derdinde. Yine de ağı koyan birisi bunu duyurur. Bazı duyuruların aslı çıkmasa da mahsulü koruma açısından etkili olur.

ağıl: Üzeri kapalı ve açık bölümlerden oluşan, koyun keçinin barındırıldığı köy dışındaki yer. Bir dönem sayıları elliyi bulan Ağılların tamamı Dağ çevresindedir.

ağılamak: Ekini veya ağaçları, hayvanlardan koruma amacıyla zehirlemek.

ağılanmak: Hayvanın zehirlenmesi.

ağılda oğlak doğsa gırda otu biter: Herkes rızkıyla gelir.

Ağıllâñaltı: Bir mevki (Ağılların Altı)

ağılı: Çocuk oyunlarında oyun dışı kalmak için izinli olan.

ağılı kele: Kertenkele, zehirli olduğuna inanılan kertenkele.

ağır: 1.Olgun, terbiyeli, aklı başında; 2.yavaş, 3.az (gulağı ağır eşidiyo), 4.tembel, ağırcanlı

ağır ağır: yavaş yavaş, zamanla

ağır canlı: Çok yavaş davranan kimse.

ağır durmek: Hafifmeşreplik yapmamak, ağırbaşlı davranmak.

ağır iş yerinde olur: Yavaş yapılan bir iş eksiksiz olur.

ağırlık: başlık parası

ağırlık çökmek: Uykusu gelir gibi olmak, gevşeklik gelmek.

ağır mübarek gün: Çok kutsal olduğuna inanılan vakitler. Kötü bir davranış hazırlığındayken onu engellemek için söylenir. (Ağır mübarek gün adamı günaha sokmañ!)

ağırsak: Koyunun kuzulamaya yakın şişen memesi.

ağır yemin etmek: Bozulduğunda çok kötü sonuçlara yol açması muhtemel derecede ciddi yemin etmiş olmak. (Gitmen, ağır yemin etdim çünkü.)

ağıynan düyü: Çok acı yahut tuzlu yemek ve yiyecekler için kullanılır.

ağız: 1.Yeni buzulamış ineğin ilk birkaç günde verdiği, koyu ve besin değeri çok yüksek süt. 2.kere, defa, kez. ‘Fırını ilk ağıza yaktım.’ Çok fışgı harcandığı, uzun sürdüğü ve yorucu olduğu için kimse fırını ilk ağız yakmak istemez. Bununla beraber birinin ilk olması zorunludur.

ağız aramek: Birini konuşturup belli etmeden gerekli bilgiyi edinmek.

ağızbağı: Çuvalın ağzını bağlamaya yarayan ip. Her şeyin kıymetli olduğu zamanlarda ele geçen 30-40 santim uzunluğundaki bu ipler lazım olur diye bir yere konulurdu.

ağızbir etmek: Aynı şeyleri söyleme konusunda önceden anlaşmak.

ağızdadı:1.Huzur, esenlik, mutluluk; 2.Tadımlık verilen yiyecek. Bakkallar içinde Yenimısdık (Mustafa Şen) gelen müşteriye böyle ikramda bulunmayı severdi.

ağız değiştirmek: Önce söylediğinin tersini söylemek.

ağız kokusu: Aşağılayıcı söz.

ağızlık: At geminde atın ağzına enlemesine giren demir.

ağız onuñ emme laf onuñ deyi: Başkasına ait bir fikri dillendiren kişiyi anlatır.

ağız öretmek: Akıl vermek.

ağladan gülmez: Yaptığın kötülüğün cezasını çekersin.

ağlamak: Zamansız budanan bağ çubuğunun kesilen yerinden öz suyu akmak.

ağrı saplanmek: Aniden sancı oluşmak.

ağzı açık: Şaşkın, bön, alık.

ağzı gapalı: oruçlu

ağzı hart diye düşmek: Beklentilerin boşa çıkması sonucu hayal kırıklığı yaşamak. Sözün geri planında yemek mazmunu var. İyi bir şeyler yeme umuduyla kendine hazırlayan birinin, hazırlandığı yemeği bulamamaması durumudur.

ağzına almamek: Bir şeyin adını anmamak, söylememek, söz konusu etmemek.

ağzına bakmek: Birinin sözüne göre davranmak.

ağzına gadâ: İçinde boş yer kalmamak üzere, ağzına kadar.

ağzına sürmemek: Bir şeyden hiç yememek, içmemek.

ağzından gaçırmek: Gizlediği bir şeyi boş bulunup söyleyivermek.

ağzıñda tenike mi va?: Çok sıcak içecekleri çabuk içebilene söylenir. Özellikle çay içerken bardağını hemen boşaltan bu söze muhatap olur.

ağzını açmamek: Konuşmamak.

ağzını açmek: Oyalanmak, sebepsiz geç kalmak. Bu sözle tanımlanan kişiye az da olsa ‘salak, sersem’ hakaret anlamını içerir.

ağzını aramek: Konuşturarak konu hakkında ipucu yakalamak.

ağzını mezlenmek:  Söylediklerini taklit ederek dalga geçmek, aşağılamak.

ağzınıñ çalımı: Söylemeye çalışıp imalarda bulunup bir türlü net olarak belirtilmeyen ifade, meram.

ağzınıñ tasarı yok: Düşünmeden ağzına geleni söyleme durumu.

ağmek: Dengesi bozulup bir tarafa meyletmek.

ah almek: Birinin bedduasını almak.

ahar: 1.kuyu, çeşme yalağı; 2.hayvanların yem yediği ağaç kap

ah demek: Çocuk dilinde vurmak, dövmek. Birkaç ah deme biçiminin içinde en çok bilinen; çocuğu üzdüğü düşünülen biri yalandan dövülür gibi yapılarak, onun sevinmesini sağlamadır. 

ahı çıkmek: Zulme uğrayan birinin ilenci etkisini göstermek.

Ahmetçavuş: Omarcıkların Hasan oğlu Ahmet. 1864 Yılında doğdu, Hasan Hamdi Arslan ve Sağırmahmut Mahmut Arslan’ın babasıdır. Geçkin yaşına rağmen halkı işgalci Yunam’a karşı örgüylemeye çalışmış, ancak bir yakınının ihbarı üzerine Yunanlar tarafından şehit edilmiştir. Ahmetçavuşun 1922 yılında Olucak yakınlarında çarmıha gerilir gibi çivilenerek şehit edildiği belirtiliyor.

Ahmetçavuş: Dervişoğlu Eyüp'ün büyük oğlu Ahmet Dirlik. 1888 Yılında doğdu. Eyüp Dirlik, Ortaköylü Mustafa Dirlik ve Kokulu Mehmet Dirlik'in babalarıdır. 1951 Yılında vefat etti.

Ahmetçavuş: Şeherlioğlu Kedimehmetin oğlu Ahmet Şık. 1903 Yılında doğdu. Gadıngız Zehra Hanımın kocası, Alaattin ve Muzaffer Şık'ın babalarıdır. 1964 Yılında vefat etti.

Ahmethoca: Guycuların Süleyman oğlu Ahmet Mola 1930 yılında doğdu. Uzun yıllar vazife yaptığı İmaret Camii kayyımlığından emekli oldu. 2018 Yılında vefat etti.

Ahmethoca: Ümmünün Seydi'nin oğlu Ahmet Selman 1940 yılında doğdu. Yurtiçi ve yurtdışında imamlık yaptı ve Diyanet'ten emekli oldu. Fıkhi konularda başvuru kaynağı kitabını güncelleyerek bir kaç kez yayınladı. 2024 Yılında vefat etti.

akar kokar: (i)kusur, eksiklik.

akarı kokarı olmamek: Gözle görülür herhangi bir kusuru olmamak. Ticarette satılan malın kusuru olmadığını belirtmek için bu söze başvurulur.

akaş: Sütlaç. Süt rengine atıf yapılarak oluşturulmuş bir sıfat tamlaması yemek adı olmuştur. Düğün ve bayramların gedikl tatlısıdır. Arefe günü ağartısı olmayan komşulara dağıtılan süt sayesinde herkesin evinde çıkan bayram yemekleri arasında yerini alırdı.

Akbaş: Akörenli 1904 doğumlu Ömer Karakaya. Babası ölünce Eğretli olan annesi diğer kardeşi Çañlı Hüseyin ile onu Eğret’e getirmiş. Saçları erken ağardığı için böyle lakaplanan Ömer, Mehmethocanın babasıdır. 1957 Yılında vefat etti.

akbaşçiçeği: Papatya. Dambeşlerden Dağ’a kadar hemen her yerde yetişen çeşitli türleri vardır. Çok bulunan sarı benek çevresindeki beyaz yapraklı papatyalar için bu isim verilmiş; ama sarı yapraklılara da böyle deniyor. Kırlarda yetişenlerinin doğal antibiyotik olduğuna inanılır.

akcıl/akcıllı: beyazımsı, beyaza çalan, beyazımtırak

akdar dönder: (i) alt üst

akdar dönder etmek: Bir şeyi alt üst etmek, karıştırmak, savurmak, boşaltmak, devretmek, çevirmek.

akdarmek: 1.Düvenle biraz sürülen harmanı ters yüz etmek ki buna harman akdarmek denir. 2.Sap yüklü arabayı devirmek. 3.Tarlayı ikinci veya üçüncü defa sürmek. (aktarmak)

akdolma: Göce ve sarımsaklı yoğurttan yapılan yemek.

akdört olmek: Alt üst, karman çorman olmak, karmakarışık hale gelmek. Genellikle iç bulantısını tanımlamada kullanılır. (İçim akdört oluyo.)

akgabak: Uzun, ince, yemeği yapılan kabak (mollaoğlu kabağı)

Akgabak: Arzıların Ahmet’in küçük oğlu Ömer Tüblek. 1944 Yılında doğdu, uzun yıllar İzmir’de yaşadı. Emeklilikten sonra Anıtkaya’da oturuyor.

akgalak: Zabıta görevlisi. Şapkasının siperi beyaz olduğu için böyle adlandırılıyorlar.

akgavak: Kabuğu beyaz ve pürüzsüz bir kavak türü.

Akgaya: Köyün güneybatısında Taşlıtarla ile kır kısmını birbirinden ayıran bölge. Kayalık yapısı sebebiyle böyle adlandırılmış, şimdi bir bölümünde Sanayi bulunuyor.

akgın: akıcı, akışkan

akgın boğaz: Yemesi lezzetli ve kolay yutulan yiyecek.

akgök: İyi kötü, yarı olmuş yarı olmamış sebze veya meyve.

akhaba/akaba: Kendirden dokunmuş açık renkli kaba kilim. Kendir ekiminin serbest olduğu zamanlarda sergi ve yaygı için her evde mutlaka dokunur ve bulundurulurmuş.

akhamırsız: Haşhaşsız sade hamursuz.

Akhava: Gavasın Demircitopalın hanımı Havva Sargın. Kirpitçilerin Körhalilin kızı.

akhelva: Tahin helvası. Turuncu renkli yaz helvasına sarı, kahverengi un helvasına kara, tahin helvasına da ak denilmiş.

akı bokunu ödememek: Yapılan işten zarar etmek.

akıl almek: Birine danışmak, yol göstermesini istemek.

akılbâli olmek: Buluğa ermek, ergenlik dönemine ulaşmak, sorumluluk alacak yaşa varmak.

akılda dutmek: Bir şeyi unutmamak.

akılda galmek: Bir şey hatırlanmak, akılda yer etmek.

akıldan çıkarmek: Bir şeyi unutmak.

akıldan geçirmek: Bir şeyi yapmayı tasarlamak.

akıldan gitmemek: Sürekli hatırlamak, unutmamak.

akıl etmek: Herhangi bir önlem ya da çareyi vaktinde düşünebilmek.

akıllılık etmek: Yerinde ve uygun davranmak.

akılsız başıñ cezasını ayaklâ çekê: Aklını kullanmazsan kendini yorarsın.

akıl tokmağı: Bir şeyi hatırlatacak nokta, ibret vesilesi.

akıl ôretmek: Danışılan konuda bir kimseye yol göstermek.

akım derken bokum demek: Sözünü yolunca söyleyememek.

akınan gareyi seçmek: Çok zorlanmak, zahmet çekmek.

akıntı: yağmur ve kar suyu

akıntılı: 1.Meyilli, kolay akan; 2.Çabuk ilerleyen iş.

akıtmek: büyük abdestini yapmak

akilik: beyaz düğme

Akkiprik: Ümmetlerin İbrahim oğlu Hasan Yet. 1944’te doğdu. Kaşı, saçı, kipriği açık sarı olması sebebiyle böyle lakaplandı. Kooperatifte çalışıp emekli oldu, 2010 yılında vefat etti.

aklı başında: Olgun ve akıllı davranan.

aklı başından gitmek: Korkudan ne yapacağını şaşırmak.

aklı çıkmek: Çok korkmak.

aklı ermek: Hayatın gerçeklerini kavrayabilecek yaşta olmak.

aklı gitmek: Çok korkmak.

aklı kesmek/aklı yatmek: Bir şeyin olabileceğine, yapılabileceğine inanmak.

Aklımda durcene garnımda dursuñ: Akla takılan bir yiyeceği yemek daha doğrudur.

aklına dakılmek: Bir şey sürekli kafasını meşgul etmek.

aklına esmek: Birdenbire bir şey yapmaya karar vermek.

aklına girmek: Birini bir konuda etkilemek.

aklına gomek: Bir şeyi yapmaya kesin karar vermek.

aklına sokmek: Bir düşünce doğrultusunda birini yönlendirmek.

aklına uymek: Birinin hiç de akıllıca olmayan görüşüne göre iş yapmak.

aklına yatmek: Uygun bulmak.

aklında galmek: Unutmamak, hatırlamak.

aklından çıkmek: Unutmak, hatırlamamak.

aklını aldırmek: Deli gibi olmak. Aşırı korku sonucu oluşur.

aklı sonadan gelmek: Yaptığı bir şeyin yanlışlığını anlayıp geri dönmek.

akma: 1.ağaçlardan sızan reçine, 2.Erkeklerde uykuda gelen sıvı, meni

akmasa da damlamek: Esnafın ticarette az ama sürekli geliri.

Akömer: Körüslüoğlu Ali’nin tek oğlu Ömer Kök. 1912 Yılında doğdu, babası şehit olduğunda üç yaşındaydı. Gobaklar/Körüslerin Veysel Kök ve Terzi İzzet Kök’ün babasıdır. 1982 Yılında yetmiş yaşında vefat etti.

akren: yaşıt, akran

aksi: İnatçı ve dikine hareket eden, ters. Genellikle çocuk ve gençler için söylenen bu sözde biraz yaramazlık anlamı da vardır.

aksi gibi: maalesef, yazık ki

aksiliği dutmek: Güçlük çıkarmak, inadında direnmek.

aktoprak: Badana yapmak için kireç yerine kullanılan beyaz renkli toprak. Akgaya’nın ötesindeki Topraklık’tan çıkarılır.

aküzüm: Çekirdekli veya çekirdeksiz her türlü beyaz, sarı üzüm.

akyaşmak: Dört köşe, beyaz renkli başörtüsü.

Akyokuş: Bir mevki adı. Çatalüyük hizasında, Aşağı Dandır yolu üzerindedir. Yokuş bağrındaki kayaların ufalanıp beyaz toprağa dönüşmesi sebebiyle böyle adlandırılmış. Eskiden dik olması sebebiyle yüklü arabaların devrilmesine sebep olurmuş.

al abdesiñi gıl namazıñı: Sadece ibadet et, başka şeylere karışma. İbadet tavsiyesi gibi dursa da insanları pasifliğe iten bir sözdür.

alaca: 1.Siyahla beyaz karışık renk, 2.Meyvenin hamlıktan çıkıp olgunlaşmaya başlamış hali.

alacaaş: aşure

alaca basma: Çok renkli kumaş

alaca belece: 1.(s) Belli belirsiz, az çok, yarım yamalak; 2.(z) Eksik, düzensiz ve yarım yapılan iş.

alaca belece görmek: Az görmek, bulanık görmek.

alaca düşmek: Meyve olgunlaşmaya başlamak.

alacagarga: saksağan

Alacalâ: Bir mevki adı, Alacalar

alacalanma: 1.Siyah üzümün olgunlaşmaya başlaması. 2.Yerdeki karın yer yer erimeye başlaması.

alacalı bulacalı: Karmakarışık renkli.

alacalık: İlkbaharda karların eriyerek tarlanın biraz toprak biraz kar görünen yerleri.

alada gitmek: Ahlat toplayıp getirmeye gitmek.

aladı: Acele, ivedi. Genellikle telaşlı ve hızlı yürüyüş böyle tanımlanır.

alaf: sıcaklık, hararet, alev

alaf alaf: (z) Şiddetli yanma (alev alev). Mahalle fırınının yanması ve çok sıcak havalardan hararetin şiddetini ifade etmede başvurulan bir ikilemedir.

alaflanmak: 1.Yanmaya başlamak, alev almak. 2.Vücut ısısının yükselmesi, ateşlenmek.

alaflı: ateşli, alevli

alagabak: 1.Çocukları korkutmak için uydurulmuş, korkunç, hayali kuş; 2.Karga büyüklüğünde, sesleri yansıtan bir kuş.

Alagır: Bir mevki adı. Zamanla Anıtkaya’nın o bölümünü ifade eden semt adına dönüşmüştür.

alagomak: 1.Alıkoymak, bırakmamak; 2.Kendine saklamak, ilerde kullanmak üzere ayırmak; 3.Hakkı olmadığı halde ve beklenmedik bir anda bir şeyi alıp sahiplenmek.

alalusul: Gelişigüzel, özensiz.

alañ: alan, açık alan, meydan

alañlık: Orman içindeki düz ve ağaçsız yer.

alan talan etmek: Yağmalamak, dağıtmak.

alargın: Kızarmaya başlamış meyve.

alarmak: 1.Kızarmak, 2.Daldaki meyvenin renk değiştirerek olgunlaşmaya başlaması, 3.Şafak sökmek.

alasulu: 1.Hafif olgunlaşmış meyve. 2.Tam değil hafif pişmiş yemek. Çok aç yahut sabırsız kimseler yemeğin pişmesini bekleyemediği için ala sulu yemeyi sever.

alat: Yabani armut, ahlat.

alat alat: (z) Acele acele

alatav: 1.Henüz tam ve ideal tavında/vaktinde olmayan. 2.Ekim için henüz tam tava gelmemiş toprak.

alatlamak: Acele etmek.

alat semet: yarım yamalak, çok acele, çabucak

alat silkmek: Uzun sırıkla yerden veya ağaca çıkıp silkeleyerek meyvelerin dökülmesini sağlamak.

alavere: (i) alım satım, alış veriş, ticaret

alaye almek: Alay etmek, dalga geçmek.

albasma: 1.Lohusa kadınlarda görülen ruhi hastalık, 2.Lohusa olmayanlarda al denilen görüntünün uyku arasında verdiği boğucu sıkıntı, kabus.

alçecik: Yüksekliği az, yere yakın, pek alçak.

âlem: Herkes, bütün halk.

alemi vâ mı: Yakışık alır mı, uygun düşer mi?

alemi yok: Yakışıksız davranışları kınama sözü.

âlem yemenisi: Çoğunluğun giydiği basit, yüzsüz lastik ayakkabı.

alengirli: Karışık, anlaşılmaz iş.

alerim: alarm, uyarı

Alessan: Ali İhsan

alge: getir (al gel)

algı: Çizilmiş haşhaş kapsülünden afyon sakızını alma aleti.

algıçıñı: Koşum hayvanlarının koşum takımından dışarı çıkan ayağını yerine bastırmak için verilen komut. Ayrıca bileğinden tutulan hayvanın ayağını kaldırması için verilen komuttur. Eğitimi verilen hayvan bu komuta alışıktır.

algısı vergisi: (i)1.Tüm masrafıyla birlikte 2.Belirleen miktar paradan yapılan kesintiler toplamı.

algit: götür

alık: Kuzu kırkılırken, süs amacıyla kesilmeden bırakılan tüy.

alıklı: Vücudunun belli yerlerinde özellikle tüy bırakılarak kırkılan kuzu.

Alıklımahmut: Gedikoğlu/Hassönlerin Mahmut. Gulizosman’ın dedesidir. Ne zaman doğduğu bilinmiyor. Alıklı diye lakaplanmasının sebebi; kuzular kırkılırken orasında burasında tutam tutam tüyler bırakılırmış. Süs olsun, hayvan güzel görünsün diye yapılan bu kırkım tekniğinde bırakılan tüylere 'alık' deniyor. Mahmut'un kuzular hep alıklı olduğundan böyle bir lakap uygun görülmüş. 20. Yüzyıl başlarında gittiği Hicaz’dan dönemedi.

alımkar: Talip, müşteri, satın almaya istekli, teklif vermeye hazır kişi.

alındırış etmek: İlgi göstermek, ilgilenmek.

alındırış etmemek: Aldırmamak, dikkate almamak, aldırış etmemek.

alınmak: Dişi hayvan gebe kalmak, döl almak.

alışdırmek: 1.Çamuru karıştırarak kıvamlandırmak, 2.Acemi hayvanı koşum için çalıştırmak. (alıştırmak)

alışmadık götde don durmaz: Zorlamayla kimseye bir şeyi düzgün yaptıramazsın.

Aliefe: Yörüğuğlu Ahmet’in büyük oğlu Ali Tüplek. 1901 Yılında doğdu, 1946-54 arası Eğret Muhtarıdır. Bu dönemde çok çeşitli hizmetleri oldu, bunların en önemlisi ilk planlı okul binasıdır. 1982 Yılında vefat etti.

Aliguru: Çorbecilerin Hüseyin oğlu Ali Dadak. 1907 Yılında doğdu. Matematik zekası ve güçlü hafızasıyla öne çıktığı söyleniyor. 1970 Yılında vefat etti.

Alimeniñguyu: Buñar ile Gayalar arasında, susayolu kenarında sereñli bir kuyu. Hangi Alime’nin hayratı olduğu bilinmiyor. 1990’lı yıllarda kapatıldı.

alimiyon: 1.Aliminyum, 2. Aliminyum tencere, tepsi.

Ali okulu: Yetişkinlere okuma yazma öğretme kursu.

Aliyelerinoda: Veyislerin kızı, Hacıahmetlerin gelini Aliye Hanımın adıyla anılan, halen faal bulunan oda.

Aliyenine: Hacıahmetlerin Ahmet oğlu Veli eşi Aliye Varlı. Veyisoğlu Ramazan kızıdır, 1885 yılında doğdu. Çocuğu olmadan kocası vefat etti, sonra Hassönlerin Hacıefeye vardı. Onun da ölümünden sonra Macuraliyi evlat edindi. 1951 Yılında vefat etti.

Aliyeniñguyu: Eski susayolu kenarında, Atmezarı’ndan gelen Añyol göpçüğündeki sereñli kuyu. Yol güzergahı değiştikten sonra o da körelip kullanılmaz oldu. Veyisler kızı, Hacıahmetler gelini Aliye Hanımın hayratıdır.


04 Şubat 2024

Medrese


         Gocacami yapıldıktan sonra onun batı tarafına bir takım eklentiler inşa edilmiş. Bunların en bilineni, yıllarca Kuran öğretimi için kullanılan ve Eğretlilerce Medrese olarak adlandırılan kısımlardı. 1970’li yılların başına kadar ayakta kalan bu binalar herhalde caminin tamiri sırasında yıkıldı, görevini de yeni yapılacak Kuran Kursu’na devretti.

         İşgal yıllarında caminin hastaneye çevrildiği hep anlatılır.  Bu durumda, yakınlarındaki bazı binaların da muayenehane yahut klinik gibi kullanılmış olması gayet muhtemeldir. Nitekim o yıllarda Yunanlarca çekilen bazı fotoğraflarda bunun böyle olduğu açıkça görülüyor. Kollarını sıvatıp sıraya geçirilen Eğretli çocukların aşı için bekleyişleri fotoğraflanmış mesela. Oradaki binanın Medrese binası olduğu, aklı erenlerce teşhis edildi.

         Aynı yerde çekilmiş bir başka fotoğrafta açı değiştirilmiş, bu kez sırada bekleyen çocuklar görünmüyor. Belki çekim zamanı farklıdır, başka bir güne ait fotoğraftır; ama aynı yer olduğu kesin, açı değiştiği için medrese binasının uzantısı kareye girmiş… Önceki fotoğraf ile ortak noktada bir muayene masası ve beyaz önlüklü görevliler yine yerinde… Muayene sandalyesinde oturan yalınayak çocuklardan biri değil, sakallı bir ihtiyar…

         Fotoğrafın başka bir gün veya zamanda çekildiğini bütün bu ayrıntılardan başka, çok belirgin gölgelerden anlıyoruz. Kişi gölgelerinin kısa, saçak gölgelerinin alabildiğine uzunluğundan yola çıkarak güneşin tam tepede olduğu anlaşılıyor. Yine gölge yönünden, bu binaların güneye baktığı net bir şekilde çıkarılabilir…

         Yaşım itibariyle binayı çok net hatırlayamıyorum. Çok küçükken birilerinin peşine takılıp gitmişliğim var, fakat hafızamdaki görüntüler net değil. Nereye girdiğimi, içeride olanları, binanın konumunu tam olarak bilemeyeceğim. Orada okuyanlardan sordum soruşturdum, büyük ve küçük medrese dedikleri yan yana iki derslik ve onun yanında lojman gibi kullanılan bir bina daha varmış. Israrla birkaç kez sordum ve hep aynı cevabı aldım; medrese binası camiye doğru, yani doğuya bakıyormuş. Camiye paralel medresenin işleyişi de Akbaşlar tarafındaki aralıktan sağlanırmış…

         Sonuç olarak, fotoğrafta klinik olarak kullanıldığı görülen bina zannedildiği gibi medrese binası değil. Bu bilgi açığa çıkınca Gocacami’nin görüldüğü başka fotoğrafları dikkatle yeniden inceledim. Üyük’ten çekilen fotoğraf büyütülünce ilginç ayrıntılar beliriyor.

         Cami kuzey duvarı denginden batıya doğru bir sıra küçük bina yapılmış. Güneye eğimli tek kırım çatılı dört beş odalık bu basit binalar sonra güneye dönüyor. Bu yöndeki bir veya iki odalık uzantının çatısı da tek kırım ve akıntı içeriye doğru. Onların da ucunu teşkil eden köşeye çift kırım çatılı nispeten büyük bir bina oturtulmuş. Çok ilginçtir bu bina, caminin dörtte bir oranında küçültülmüş hali gibi görünüyor. Çatının yönü de aynı, hatta cami batı duvarındaki meşhur kertik bile unutulmayıp bu küçük binaya eklenmiş…

         Dikkatli bakınca anlıyorsunuz ki Gocacami’ye ek olarak yan tarafında bir kompleks inşa edilmiş. Küçük bir avluyu çevreleyen bu eklentiler bloğuyla cami binası arasında birkaç metrelik aralık var. Aşağı köşedeki caminin kopyası olan nispeten büyük eklenti, hoca evi niyetiyle yapılmış olabilir. Avluyu çevreleyen büyüklü küçüklü, farklı yükseklikleri olan odalar da derslik/medrese amaçlı yapılmış olabilir. 

    1950-60'larda Güdük Mehmet ve daha bir kaç kişi, küçük odalarda Ramazan'da itikafa girerlermiş. Belki de oraların inşa amaçlarından biri bu idi. İtikafın dışında çilehane, zikirhane olarak tasarlanmış da olabilirler. Böyle düşünmemize sebep oranın Hacı İbrahim Zaviyesine yakınlığıdır. Gacacami ve külliyesini bu tekke/zaviye ile ilişkilendirmek bile mantıklı gelebilir. Tabi işgal sırasında her şey darmaduman olmuş…

         Yunan gittikten sonra bütün bu eklentiler yıkılmış olmalıdır. Zaten cami gibi taş duvarlar yok bunlarda, kerpiçten yapılmışlar; daha o yıllarda bile yer yer yıkılan kısımları görülüyor. 1950-60’lardan hatırlanan medrese binası ise; olsa olsa avlunun batı kısmındaki birkaç odalık eklentidir. Fotoğrafta görülen ve arkada kaldığı için görünmeyen kısımlar o yıllarda çoktan yıkılmıştı… Ya da kabul edeceğimiz ikinci ihtimale göre; 1922’de görülen eklentilerin tamamı yıkılıp yeniden medrese inşa edildi…

         Yunan’dan sonra bu eklentilerin başına neler geldi, bazı bölümler ne zaman yıkıldı, ne amaçla ve nasıl kullanıldı… bu gibi konularda şimdilik bilgi sahibi değiliz. Bir dönem sessizliğe büründüğü kesin… Bu dönemden sonra 1950’lerde tekrar Kuran öğretimine medrese olmuş. Bugün hayatta olanların işlevsel olarak hatırlayabildikleri en eski dönem bu dönemdir… Daha öncesini bilenler çoktan göçüp gittiler. Buna göre Yunan'dan sonra toparlanan millet hemen binaları asıl amacına uygun doldurmuşlar. Fakat 1924 Tevhidi Tedrisat Kanunundan sonra sıkıntılı günler başlamış. 1928 Harf inkılabıyla kısa bir süre tamamen işlevsiz kalmış. Fakat bu boşluk uzun sürmemiş yeni harflerle eğitime başlanması için Eğret'e Başmuallimlik tesis edilmiş. Üç yıllık eğitim verilen dönemin derslikleri işte bu medrese oluyor. 1948 Yılında eski Ortaokul binası, İlk Mektep olarak yapılana kadar yaklaşık yirmi yıl burası Eğret Mektebi'dir...

        Medrese odaları böyleyken kompleksin aşağı köşesindeki büyük bina (hani caminin kopyası dediğim) 1940 yılından Demokrat Parti iktidarına kadar Halkevi olarak kullanılmış. Hükümet resmen 'Halk Odası' adıyla şube açmış, bununla beraber Eğretliler orayı hep Halkevi diye adlandırmışlar. Daha sonraları ebe lojmanı olarak da kullanılan bu bina çoğu Anıtkayalı tarafından hala hatırlanıyor.

         Aktif olduğu dönemde çok hocalar gelmiş geçmiştir medreseden, ancak bir isim var ki orası adeta onunla bütünleşmiş; Terlemez Hoca… Medreseyi sorduğum birisi, ‘Terlemez Hocanın çok dayağını yedim orada’ diye söze başladı. O günün geçerli eğitim metodlarından biriymiş dayak. Terlemez Hoca ve falakası ile ilgili başka hikayeler de işitmiştim. Oysa Hoca merhum, Hafız Mehmet Öztürk ile birlikte Eğret’in ilk resmi tahsillilerindendir. Tevhidi Tedrisat Kanunu çıktığında öğrenim gördükleri medrese kapatılınca, kayıtları Afyon Lisesi’ne aktarıldı. 1930’ların Eğret’inde mebus olma yetkinliğine sahip iki kişi vardı; biri Hafız Mehmet Öztürk, diğeri Ali Osman Terlemez… Böyle birinin Kuran hizmetiyle değil dayakla hatırlanması…

        Yine dayaklarıyla meşhur olan Körhoca da ders okutmuş, ama Terlemez kadar medrese ile anılmıyor. Koca Medrese denilen büyük derslikte, mevcudu fazla küçük çocuklar okutulurmuş. Küçük olanda ise yaşı büyük olanlara hafızlık talimi yaptırırlarmış. İşte Körhoca, hafızlık çalışanlar kısmında Laz Abdullah Hoca ile birlikte bulunurmuş. Akbaşların Mehmet Karakaya, Sarasanın Ahmet Dadak, Daldalların Garaiban İbrahim Honça ise meşhur talebelerden bazıları... Körhoca burada, talebelerin dışında arkadaşı Laz Hoca'yı da dövmüş. Öğretimle ilgili bir lakaytlık sebebiyle yediği dayağın acısını on beş gün duyduğunu Laz Hoca kendisi yıllar sonra Akbaş Mehmet Hoca'nın evde anlatmış...

         Orada yıllar yılı neler neler yaşandı... Bir asır önceki Gocacami eklentilerinin son kalıntısı olan Medrese binası da elli yıl önce yıkıldı. Sınıra duvar çekilerek orası ağaçlandırılmış. Caminin günbatısı tarafındaki serin gölgeli küçük parkta oturanlar, acaba geçmişe dair fısıltılar işitirler mi?...

    Fotoğraf Kaynak ERT Arşivi



03 Şubat 2024

Eğret Sülaleleri

 
    Eğretiköy’e başlarken akılda Eğret sülaleleri ile ilgili bir çalışma yoktu. Sadece bazı sülale adları ve lakapların anlamına dair düşüncelerimi dile getirdiğim birkaç yazı yazdım. Yazıları bir arada tutma amacıyla oluşturduğum Eğretiköy’de bu birkaç yazı birilerinin dikkatini çekmiş. Konu bir şekilde Ömer Kayır Bey’e ulaştırılmış. Beni aradığında onları yazan kişiyle konuştuğunu biliyordu. O görüşmede 1904 tarihili Eğret Kütüğünden haberdar oldum, hemen ardından sağolsun, bana ulaştırdı. Böylece belgeye dayalı sağlam bir sülaleler araştırması fikri doğdu.

    2021 Yılı sonlarına doğru kütük üzerine çalışmaya başladık. Her şey açık gibi görünse de kütüğe çözmesi kolay olmayan bir karmaşa hakimdi. Kütükteki sülalelerin bugünkü adı farklıydı, bir çoğunun da karşılığı bulunmuyordu. Ancak görüşmeler ve başka destekleyici yan belgelerle üstesinden gelinebilecek bir durumdu. Sürecin sonuna kadar bu karmaşanın tamamen giderildiği söylenemez.

    Daha önceden açık kaynakları tarayarak, Üniversitelerin Tarih bölümü bitirme tezlerinde Eğret ile ilgili paragrafları toplamıştım. Bu bilgilerin çoğunluğu Şer’iyye Sicilleri, yani mahkeme kararlarının incelenmesinden elde edilmişti. Benzer bir çalışmayı Selami Kurt Bey de yapıp bulduklarını Ömer Bey’e vermiş; O da bana aktardı. Aynılarını ayıkladıktan sonra elde, konusunu Eğretlilerin oluşturduğu önemli miktarda mahkeme kararı birikti. Yaklaşık iki asırlık aralığa yayılan bu belgeler çok düğüm çözdü.

    Planlı plansız, yüz yüze veya telefonla yaptığımız görüşmelerde hem bugüne hem düne dair çok bilgi elde etmiştik. Mahkeme kararları ve birkaç bireysel nüfus kaydı da yeni bilgiler getirdi. Bütün bunları 1904 kütüğüyle birleştirip geniş, ama düzenli bir data oluşturduk. Artık geriye bu bilgileri metne dönüştürmek kalıyordu.

    O dönemdeki yazılarda sülale geçmişlerini ortalama 150 yıl geriye götürebiliyorduk. Eldeki bilgiler ancak bu kadarına izin veriyordu. Benim de içime sinmeyen yazıları kaleme alırken Ömer Bey’den önemli bir kaynak daha geldi. 1831 Eğret erkek nüfusunu gösteren bu belge, ele aldığımız hususta bir asır daha geriye gitmemizi sağlayacaktı. Bu sevindirici bir durumdu, ama diğer yandan bütün yazılanları sil baştan yapmak gerekecekti. Öyle yaptık, zenginleşen bilgi bankası ve geriye çekilen başlangıç noktasıyla daha sağlam temelli yazılar oluşmaya başladı.

    Araştırma kayıtları bir asır kadar geriye çekildi, geçmiş bir nebze daha sağlamlaştırılmış oldu. Bununla beraber yakın geçmiş konusunda o kadar rahat değildik. 1904 Kütükleri 1904-1910 arasını gösteriyordu, sonrasındaki boşluğu görüşmelerden elde ettiğimiz bilgilerle doldurmak zorundaydık. Tabi ki bu mümkün olmuyor. Doğal olarak özellikle Cumhuriyet döneminin cahiliydik.

    Bu dönemin bir kısmını çözmemizi sağlayan Seydi Değer (Bacı Dede)nin ölüm defteridir. Ölenleri günü gününe kaydederlen, bazılarının mensubiyeti ve akrabalık bağlarını da belirtmesinin çok faydasını gördük. Bir dönem aydınlandı, fakat Bacıdede merhum bu defteri 1942’den itibaren tutmuş. Öncesindeki yirmi otuz yıllık dönemi yine aydınlatmıyordu, üstelik bu dönem Eğret’te fazla hareketliliğin olduğu yıllardı.

    Eldekilere göre yazmak zorundaydık, boşluklar tahminlerle dolacaktı. Biz böyle ilerlerken Allah bir kere daha yüzümüze güldü. Öteden beri bu konuda bir çalışma yapan Mehmet Ali Seçen Bey, derlediklerini paylaşma nezaketinde bulundu. Onun gönderdikleriyle Bacıdedenin gedikleri kapatıldığı gibi, hiç ümit etmediğimiz kayıp sülale ve aileler de gün ışığına çıkarıldı.

    Eğret sülaleri, nesli tükenenler, sonradan gelenler ve son dönemde terk edenleriyle birlikte tamamen belirginleşmişti. 2023 Yılı sonuna kadar onları düzenlemekle uğraştık. Böylece iki yılı alan hummalı bir çalışmanın sonuna geldik. Hesapta olmayan Eğret Sülaleri, sonradan gelip başka projelerin önüne kaynak yaptı ve sonuçlanan ilk Eğretiköy projesi oldu.

    Sülale sıralamasında bir hiyerarşi veya kıdem gözetilmedi. Elde bulunan 1831 ve 1904 belgelerindeki sıralama esas alındı. 1840 İle 20. yüzyıl arasında Eğret’e gelenler eklenip en sona ise daha sonrakiler yazıldı.

    Metinde imla hatası gibi görülebilecek bir husus, lakap ve sülalelerin yazımıyla ilgilidir. Özellikle lakapların yazımında hem imla kurallarına uygun hem de Anıtkaya’da söylendiği şeklini bir arada vermeye özen gösterildi. Sülale ve lakapların yazımında aynı paragraf içinde birden fazla biçim kullanılmasının sebebi budur.

    İki yıl içinde yüzlerce kişiyle görüştük. Bütün görüşme taleplerimiz olumlu karşılandı, her görüşmede ufuk açıcı bilgiler elde ettik. Herkes teşekkürü hak ediyor, Berberahmet Ahmet Kabadayı ile Candırmahalil Halil Omak’ın şahsında bu teşekkürü etmiş olalım. Yüzlerce Anıtkayalının katkısıyla hazırlanan bu çalışmayı sahiplenmek herkesin hakkıdır.



26 Ocak 2024

Arap Nine Davası

     
    Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşında Osmanlının bu kadar çok şehit verdiği hemen anlaşılamadı. Çünkü devletin kayıplarının bilançosunu tutmaya bile mecali kalmamıştı. Her şeyin anlaşılması çok sonra, Cumhuriyet döneminde olmuştur. 

    Onca şehidin ismen tespiti de yıllar almış, bu da ancak şahitliklere dayandırılarak yapılabilmiş. Çanakkale ise Cihan Harbi cepheleri içinde şehit ve şehitliklerin sembolü olmuş. Bize en yakın ve en çok şehit verilen cephe olmasının bunda payı bulunabilir. Çanakkale'nin bile bilinirliğinin 1990'lı yıllarda oluştuğu düşünülürse şehitlerin tespitindeki yavaşlık normal karşılanmalı.

    Öte yandan harp sonrasında hayat devam ediyordu; cephede kalanlar kaldı, memleketine dönebilen döndü. Asıl zorluklar geride kalanlaraydı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldığını bilseler de henüz zorluklarla tam yüzleşmiş değillerdi. Bunun için az daha zaman geçmeliydi...  O süre geçtikten sonra hayat mücadelesi başlıyor...

    Bugün olduğu gibi emeklilik, yaşlılık, dulluk, malulluk, fakirlik vs. gibi gelir kaynakları yoktu; Eğret'te karnını doyurmak için ekip biçmeliydin. Kocan harpten dönmediyse nasıl olacak bu iş?.. Bu yüzden çok geçmeden şehit dulu kadınların evlenmeleri gerekti...

    İşte yukarıda söylediğimiz sebepten, yani şehitlerin hemen belirlenememiş olmasından dolayı dul kadınların tekrar evlenebilmesi o kadar da kolay olmadı. Önce kocasının öldüğünü ispatlama gibi başka bir mücadeleye girişmesi gerekiyordu...

    Bazı mahkeme kararlarını görünce çok şaşırmıştım. İnsanlar üç kuruşluk alacakları için dava açmışlar; bunun için duruşma, davacı, davalı, şahit, ispat vb. bir sürü prosedür yerine getirilmiş. Sonunda alacakları o üç beş kuruşa ne kadar muhtaçtılar ki böyle bir yola girdiler; o vakitler işte böyle fakirlik, sefalet varmış... diye düşünmüştüm. Ömer Kayır Bey, onların alacak davası değil 'gaiplik' davası olduğunu söyleyip işin gerçeğini anlattı. Dr. Selami Kurt Bey bu konuda bir çalışma yapmış ve Eğretli kadınlarca açılmış çok sayıda gaiplik davası tespit etmiş. Osmanlının son dönemindeki bu davaların açılması, görülmesi ve sonuçlanması süreci de ilginç işliyor...

    Dul kadın mahkemeye başvurup 'Falanca kişinin kocama şu kadar borcu vardı, kocam şurada asker iken vefat etti, onun varisi olarak huzurunuzdaki kişiden kocamın alacağını talep ediyorum' diyor. Kadı Efendi usulen borçlu davalıya durumu soruyor, o da 'Tamam benim borcum borç, ama borçlu olduğum kişinin öldüğünü nerden bileyim, belki yaşıyor' diye karşı argüman geliştiriyor. Böylece mevzu asıl istenen noktaya gelmiş oluyor. Kadın, kocasıyla aynı birlikte bulunan asker arkadaşlarını şahit olarak gösteriyor. Şahitler devreye girip, bahsi geçen kişinin hangi gün, nerede, nasıl şehit olduğunu, nasıl ve nereye defnettiklerini bütün ayrıntısıyla anlatıyorlar. Bütün bunlardan sonra karar veriliyor.

    Burada davalı kişinin herhangi birisi olabileceği, hatta gerçekten merhuma borçlu bile olmayabileceği, esasında davanın başka bir amaçla açıldığını da öğrenmiş oldum. Asıl amaç kadının alacağı temsili şu kadar para değil; kocasının 'gaip' olduğunu, öldüğünü, kendisinin ise dul olduğunu resmen kayda geçirmektir. Bu yüzden bu tip davalara gaiplik davası deniliyor.

    İşte Arapkızı Kezban Hanımın açtığı dava da tam anlamıyla bir gaiplik davası oluyor...

    Babası Hacımahmutlardan, anası ise Arapselimlerden olduğu için Arapkızı diye lakaplandı. Himmetoğlu Hasan ile evlendi. Kocası Çanakkale'ye harbe giderken Kadir ve Ömer adlarında iki oğulları vardı. Kelhasan, biraz zayıf yapılı hasdacak olan Kadir için endişeliydi; bu yüzden vedalaşırken çocuklarını karısına emanet etti, Kadir'e iyi bak diye de özellikle tembihledi. Himmetoğlu Kelhasan kendisi harpten dönemedi, orada şehit olduğu haberi geldi. Yetimlerinden Kadir de fazla dayanamadı, öldü... Tek oğlu, düzen takan ve malı maşadıyla tek başına kalan Arapkızının da kocaya varması lazımdı... Tam da o sırada Bolvadinli Çakallardan Kelbekir, karısının ölümüyle dul kalmıştı. Arapkızına talip oldu. Kezban Hanım bu işe olumlu bakıyordu; ama resmen, dinen ve hukuken kocasının ölmüş olduğu tespit edilmeliydi. Oysa 1920 yılında bütün bunları netleştirecek bir 'devlet' yoktu artık, bu işle kendisi ilgilenmeliydi.

    Dava açıldı, prosedür aynı kalıp üzerinde ilerledi. Kezban Hanım özetle diyordu ki 'Kocam Himmetoğlu Hasan emsalleriyle birlikte askere alındı ve vazife başındayken vefat etti. Zevcesi olarak ben ve iki küçük oğlumuz Kadir ile Ömer'den başka varisi yoktu, Kadir'in de vefatı üzerine ben ve oğlum Ömer kaldık. Zevcimin sağlığında Genelioğlu Hacı Emin Efendi'den 192 kuruş alacağı vardı, onu tarafımıza ödemesini talep ederim.'

    Genelioğlu Hacı Emin'e söz verilince Eğretli Himmetoğlu Hasan'a o kadar borcu olduğunu ikrar ve itiraf etmekle birlikte, adı geçen kişinin vefatına beyyine gösterilmesini istedi. O vakit Eğretli Selimoğlulardan Ömer oğlu Halil Çavuş (Şampayanın babası) ile Müdüroğlulardan Ahmet oğlu Halil Çavuş şahit olarak dinlenildiler. Onlar da özetle, 1914 yılında Himmetoğlu Hasan ile birlikte askere alındıklarını, aynı birlikte bulunduklarını, Çanakkale/Seddülbahir'de muharebe ederken bir şarapnelin Hasan'ın sol omzuna isabet ettiğini, bundan iki saat sonra 11 Temmuz 1915 günü şehiden vefat ettiğini, cenazesini oraya defnettiklerini anlattılar. Ayrıca Kezban Hanım ile küçük Ömer'in onun varisi oldukları hususunda da Kezban Hanımın beyanını doğruladılar.

    İki Halil Çavuşun yalan söylemeyecek dürüst insanlar olduğu da Eğret İmamı ile Muhtarı ve ayrıca köy halkından iki şahitçe ikrar edildikten sonra, bahsedilen miktar paranın borçludan alınıp ana oğula verilmesine karar verildi. 

    Maksat hasıl olmuştu, Himmetoğlu Hasan'ın vefatıyla Kezban Hanımın dul kaldığı kayıtlara geçirilmiş oldu. Böylece Çakaloğlu Bekir ile evlenmesinin de önü açıldı...

    Evlendiklerinde ikisinin de birer oğulları vardı. Arapkızının oğlu Ömer, Kelbekirin oğlu ise Mustafa... Kendilerinin de ayrıca iki oğulları oldu; 1922'de Ali Osman ve 1924'te Halil doğdu. Lakin iki yıl sonra Kezban Hanımın ikinci eşi Çakaloğlu Kelbekir de vefat etti... 

    Yeniden dul kalan Arapkızının artık üç oğlu ve bir de oğulluğu vardı. Oğulluğu Mustafa, Şaşdımoğlu Mustafa'dan dul kalan Ümmühan Hanım'a içgüveyisi olacak ve bundan sonra Yenimısdık olarak bilinecektir. 1998'de vefat etti... Kelbekirden olan büyük oğlu Ali Osman'ı da kendi yeğeninden dul kalan Çullugızı Şerife ile everdi. Köralosman yahut Alosmançavuş olarak tanınan Ali Osman Haykır, 1985'te öldü... Küçük oğlu Halil ise Bokuşağın kızı Fatma ile evlendi ve erken dönemde İzmir'e yerleşti; 2003'te vefat etti...

    Himmetoğlu Kelhasandan yadigar olan tek oğlu sakatlandıktan sonra Gambırömer diye bilindi. Gocagulizin kızı Hafize ile evlendi, bir oğulları olunca küçükken ölen kardeşinin adını koydu. 1950 Doğumlu Kadir Haykır 'İncegadir' olarak tanınmaktadır... Gambırömer de 1974'te vefat etti...

    Arapkızı Kezban Hanıma geri dönelim... Çakaloğlu Kelbekirden sonra bir daha evlenmedi. Oğullarını everdikten sonra Kuyuderesi bayırındaki evinde yalnız yaşadı. Bu dönemde kendisine Arap Nine derlerdi... Kelhasanın öldüğünü belgelemek için açtığı gaiplik davası kararını ölene kadar saklamış. Onu şehitlik belgesi gibi görür, gözü gibi bakarmış. Kaliteli ve büyük bir kağıda yazılmış olan bu belge, katlanan yerinden yırtılınca orayı iğne iplikle dikmiş... 1970 Yılında kendisi vefat ettikten sonra geride kalanlar, belgenin değerini fark edememişler. Büyük ve karton gibi kaliteli olduğu için tuz gabıcağına kapak gibi filan kullanmışlar. Ne olduğunu öğrendikten sonra ise muhafaza altına almışlar...

    Bu maceranın kahramanları çoktan tarih oldular. Adı geçenlerden ikisi hayatta; biri Himmetoğlu Kelhasanın şehadet belgesi, diğeri de onu saklayıp bizim haberdar olmamızı sağlayan Kadir Haykır... 

  


25 Ocak 2024

Köyümüz Namına Yapılan Yeni Hamam


    1955-1957 Arasındaki Eğret İhtiyar Heyetinin bir kısım kararlarının yazılı olduğu defterden bahsetmiştik. Konu dağılımı oldukça geniş olan kararlar incelendiğinde o döneme ait çok kıymetli bilgiler elde edilebiliyor. Ancak sayısal üstünlük hamam inşaatıyla ilgili kararlarda olduğu için, deftere bakarak başlı başına bu olayın hikayesi yazılabilir. Bunu deneyeceğiz...

    Şimdi Misginin evin bulunduğu yerde eski hamam varmış. Elde bir fotoğraf olmadığından eski binanın konumunu, yönünü, biçimini bilemiyoruz. Tam olarak zamanı anlaşılamasa da, orası 1954-55 gibi yıkılmış. 

    O günün şartlarında Eğret halkının olduğu kadar çevre köyleri için de özellikle düğünlerde büyük ihtiyaç duyulan hamam inşaatına hemen başlamak istemişler. Elde bulunan defter bölümünde buna dair alınan kararlar görünmüyor, önceki Muhtar döneminde yahut Tırakanın ilk günlerinde bu karar alınmış olabilir. Belki de alınan karar deftere kaydedilmedi; iş bitimine yakın bir zamanda akılları başlarına geldi, 1956 sonunda şöyle bir karar yazmışlar: "Köyümüzde hamam bulunmadığından yeni bir hamam yapılmasına ve bu hamam için lazım gelen malzeme ustalık ve sair bütün masrafların sarfı için senet karşılığı olarak Muhtarın yeteri kadar sarf etmesi hususunda kendisine yetki verildiğine söz birliği ile karar verildi. 17.11.956" Bu kararın en az bir yıl önce alınıp inşaata başlandığı kesindir...

    Eksiltme usulüyle yapılan ihaleyi 'Paşaköylü Müteahhit İbrahim Yanar' yükleniyor ve 1750 lira depozito/teminat yatırarak işe başlıyor. Nisan - Ekim 1956 aralığında bir çok kere istihkakından ödeme yapılıyor. Belki ödemeler daha önceden başladı, orasını bilemeyiz... 

    Bu durumdayken köylünün angaryaya koşulmuş olması gibi tuhaf bir durum karar tutanaklarına yansımış. Özellikle taş, kum gibi malzemelerin temini konusunda uygulanan bu angarya (tutanakta imece denilmiş, ama onda gönüllülük esastır) yetmiş yıl sonra bile Eğretlinin hafızasından silinmemiş. Çünkü katılmayanlara ceza kesilmiş, ikinci ve üçüncü tekerrüründe katlanan cezaların en nihayetinde 'haczen' tahsiline karar verilmiş.

    Kendisine ceza kesilen hane reislerinin bazıları; Aliefe, Halilefe, Hafız, Mollaosman, Urganlı, Coruk, Tatıresil, Cavanınibram, Müdüroğlu, Tellilerin Gocahasan, Hassönlerin Gocaömer, Hacellerin Mısdık, Çatalların Kırtümmet, Hacızekeriya, Hacıların Kelidiriz, Sıntırların Kelhasan, Sıntırırmızan, Yarımçakmak...

    Yörük Kerim Demir İhtiyar Heyeti, yani Tırakanın azalarından biri olduğu halde onun hakkında da tutanak tutulmuş. Ceza vermemişler, ama bir daha vazifesine gitmezse azalıktan azledileceğiyle tehdit etmişler. Meğer İhtiyar Kurulu aralarında işbölümü yapmışlar, nöbetleşe angarecilerin başında bulunma konusunda anlaşmışlar.  Bu, nöbetine gitmeyince olan olmuş...

    Angare işinden başka ücret karşılığında çalıştırılan köylüler de var. Sonradan okul bahçesine doğru düşen taraf Bilallerin Apil'e kazdırılıyor; yine ona ocaktan taş çıkarma işi veriliyor. Turabilerin Salih ve Ahmet Külte, Teke Hüseyin Öncül, Takgasların Mahmut Öncül, Garahmet Özdemir (Halis'in babası), Cıldır Abdurrahman Keleş, Halil Keleş, Dönelerin Hasan Çalışır, Delibayram Ali Aydın, Potuk Mevlüt Gülen, Gıllıoğlu Kazım Yavuz, Galgancıların Osman Aytar, Terlemezlerin Memiş Ahmet Terlemez, Irafanın Hasan Dalgalı gibi isimler de çeşitli zamanlarda inşaatta çalıştırılıp kendilerine ödeme yapılmış.

    Bundan başka Yeniceli duvarcı ustası ve biri Karacahmetli diğeri Ürgüplü iki sıvacı ustasına uzun süren işler verilip ciddi ödemeler yapılıyor. Daha başka boya badana, yalıtım gibi bir sürü Müteahhidin yüklendiği işleri, birilerine vererek hep İhtiyar Heyeti yaptırıyor...

    Müteahhidin işini köylüye yaptırma gibi bu tuhaf durumun sebebi 1956 Kasım ayında anlaşılıyor. O karar şu: "Köyümüze yeni yapılan hamamın eksiltmesinde Müteahhitliği üstünde kalıp kati teminat olarak 1750 lira yatıran İbrahim Yanar’ın şimdi hamam bitmiş olduğundan ve zaten bütçesi zayıf olup da hamam inşasını yarıda bıraktığından sonra Köyümüz emaneten Nafia Müdürünün nezareti altında yaptırdığından hamamın yanışından sonra yani bugün bu teminatın Müteahhide ödenmesine oy birliğiyle karar verildi. 17.11.1956"

    İbrahim Yanar işi yarım bırakınca Tıraka ne yapsın, Valilik ve Bayındırlık'a gidip akıl danışıyor, onlar da köyün imkanlarıyla yapmalarını söylüyor. Bütün o huzursuzluk sebebi angare ve cezaların kaynağı bu... 

    Karardan anlaşıldığına göre Köyümüz namına yapılan yeni hamamın test ateşlemesi 17 Kasım'da yapılmış. Halkın hizmetine açılması o kadar kolay olmayacak. Yenisi dursun, eskisine bakalım...

    Eski hamam tarihi filan, ama orası da büsbütün köhne değildi. Yıkıntısından çıkan malzemeler büyük ölçüde sağlam olup tekrar kullanılabilecek durumdaydılar.

    Beylik söğütleri ve kavakların yanında eski hamamdan çıkan kiriş, döşme, direk, tahta, kapı, pencere, çerçeve ne varsa satışa çıkarıldı. 26 Adet çam döşme Ömer Tüblek, bir çerçeve Sıhhıye Memuru Fevzi Kesecik, bir kapı Halil Keleş, bir sövesiz kapı Ahmet Asan, bir kapı Mustafa Şen, dört kapak tahtası Kadir Taşkın, üç kiriş ve altı öz döşme Kazım Kaçmaz, iki kanatlı bir dış kapı Arif Varlı, 16 hamlama direk Mehmet Kök, 54 çam döşme Hamdi Honça, 30 çam döşme Ali Çalışır'a Eylül ayı içinde satıldılar. Bu malzemelerin çoğu belki de yeniden kullanıldıkları yerde hala yaşıyorlardır...

    Yalnız kullanıma yaramayan ancak yakacak olarak değerlendirilebilecek parçalara ilgi olmayınca şu karar yazılıyor: "Köyümüz şahsına ait Eski Hamamdan çıkan tahta ve ağaçlar 956 Yılı Köyümüz namına yapılan yeni hamama sarf edilip de kesinti ve kırıntı tahta ve ağaç parçaları ihale gününde sahip çıkan bulunmadığından Afyon Nafia Müdürüne yakmak için kilosu dört kuruşa verilmesine karar verildi. 21.9.956"

    Yeni hamama dönelim... İnşaat bitti, tesisat düzenek tamamlandı, 4 ton çam odunu ve 12 ton kömür alındı, test kızdırması yakıldı... Bundan sonrası kararda şöyle ifade edilmiş: "Köyümüze yeni yaptırmış olduğumuz hamama bir çok zamanlar Köyümüz Muhtarı Abdurrahman Zenger tarafından Cuma günleri köylünün en toplu bulunduğu Cuma namazında köylüye duyurulmuş ve tellal ile de mahalle aralarında etraflıca izah edildiği halde talip çıkmadığı, iki ay kadar bir müddet Afyon’da hamam hususlarından anlar kimselerle temas edildi ise de Köy hamamı olduğundan zarar çekerizcesine cesaret edip de talip çıkmadığı, emanet gelmek isteyenler Köyde şüphe hasıl edeceği nazara alınarak..."

     İhtiyar Heyetinin ızdırabını anladınız mı? Âlâyıvâlâ ile yapılan hamamı işletecek kimse bulamıyorlar... Yukarıdaki ifadeler 1 Ocak 1957 tarihli karardan... Yalnız durum o kadar da kötü değil; aynı karardan anlaşıldığına göre mesele hallolmuş... Olay şöyle gelişmiş; Tıraka Eyüpçetine demiş ki; 

    'Yav sen bunca yıllık esnafsın, işletmeden anlarsın, ne diye fellik fellik adam arıyoruz ki!'  Eyüpçetin kabul etmiş bu teklifi... Yalnız Müteahhit kaçalıdan beri Vali ve Bayındırlık Müdürü ile istişare halindeler ya, onlar; 

    - 'Olmaz o iş' demişler, 'İhtiyar Kurulu üyesine iş verilmesine kanun engeldir!' Ama oğlu İbrahim'in hamamı yakmasına yasal engel yok diye de bir yol göstermişler. Bunun üzerine 'Köyümüz namına yapılan yeni hamamın' ilk işletmecisi olarak malum kararla İbrahim Çetin ile bir sözleşme imzalanmış oluyor. 

    "...Valimiz Nedim Evliya ve Nafia Müdürümüz Bedri Tuna şifahi müracatla istişarede bulunup düşünülüp başka çare bulunmadığından Köyümüzün azasından olup eskiden beri esnaflıkla iştigal eden Eyüp Çetin’in kendine Kanun müsaade etmediğinden oğlu İbrahim almak istemiş oğlu hakkında Kanunda bir madde bulunmadığından aşağıdaki şartlar altında Köyümüzden Eyüp oğlu İbrahim Çetin’e verilmesine oy birliği ile karar verildi."
            1.  Sene mukabili ikidir 1.1.1957 – 1.1.1959 arasına kadar yakma tarzı
            2. Hamamın sıva ve boyası senede bir defa olarak Nafia Müdürünün kontrolü altında olmak üzere alan adama aittir,
            3. Yüz liraya kadar olan ufak tefek tamiratlar kırık ve çatlakları yine alan adama aittir.    
            4. Hamamda iki lüküs bulunacak birisi içeride birisi (dış kapı önünde) bulunması şart,
            5. Beş yüz lira para ve tarla ipotek yapılacak,
            6. Hamamın çalışma tarzı kış ve yaz fasılasız sönmemek üzere çalıştırılması 
            7. Yıykanma tarzı 3 yaşından 10 yaşına kadar olanlardan 25 kuruş, 10 yaşından yukarı olanlardan 40 kuruş yıykanma ücreti alınması muhtemeldir,
            8. Yalnız hamam takımı takunya bulunması,
            9. Hamamcı tarafından hamam takımı verilecek olursa 60 kuruş ücret alınması,
            10. Hamamın senelik ücreti 365 lira olup her ay başında 50 lira Köy Sandığına irat etmesi Köyümüz halkına Eyüp oğlu İbrahim Çetin bu şartları kabul ederek Köyümüz İhtiyar Kurulu da muvafık görerek İbrahim Çetin’e verilmesine oy birliği ile karar verildi. 1.1.957"

    Şimdi biz eski hamam hakkında bir şey bilmiyoruz. Yıkılırken çocuk olanlar şimdi ihtiyarlık dönemindeler. 1956 Yılında 'Köyümüz namına yaptırılan yeni hamam' yıkılalı da bir kaç sene oldu. İlerideki kuşaklar ondan ve bizden nasıl bahsedecek acaba?



23 Ocak 2024

Bir Garip Merasim

                           
    Bıgalı Sabri Kocausta, karısının köyü Eğret'e yerleştikten sonra değişik işler tutmuş. Zahire ağırlıklı ticaret ve cambazlık gibi... Bunu genellikle Çakırlarla ortaklık biçiminde yürütmüşler. Sıfırdan başladığı Eğret macerasında neredeyse kısa sürede belini doğrultmuş. Şeker çuvalıyla para taşıdığı günler olmuş; tarla, bahçe gibi arazi satın almış. 1956 yılında bir de arsa alıp ev dam yapmış, her ne kadar Bıgalı diye anılsa da artık Eğretli olmuş...

    Bugün Resul Karakaya'nın oturduğu Akbaşların ev, Bıgalı tarafından o dönemde yapılmış. Sonra Afyon'a taşınma kararı alınca, kaynı Hacıiresilin damadı olan Akbaşların Mustafa'ya satıyor. Anlatacağım olay işte bu evde yaşanmış...

    Yine Çakırlarla ortak büyükbaş hayvan işine giriyorlar. Çakırosman bu işte var mı emin değilim, ama Çakırmehmet ile ortaklar... Küçük bir köy sığırı gibi sürüleri var, yaylıma çıkarıyorlar...

    Olur ya, hayvanlardan biri hastalanmış; fakat kesip yemeye izin yok. Nasıl olduysa yetkililerin haberi olmuş bundan, yasak koymuşlar. Ya biri bildirmiştir, ya da kendileri söylemiştir, yoksa kimin nereden haberi olacak... Muayene edince hayvanın kuduz lduğunu söylüyorlar, işler iyice karışıyor. Çünkü bu insanlara da bulaşabilen ölümcül bir hastalık...

    Mesele kuduz olunca karantinaya alma gibi bir tedbir de uygulanıyor. Çakırmehmetin ve Bıgalının avluda yirmişer otuzar mal öylece kalıyor; yaylıma çıkamıyor, suya gidemiyorlar... İş bununla kalsa iyi, Hükümet adamları bu mallarla kim ilgilendi diye isim istiyorlar, onlara da aşı yapılacak... Çakırmehmet ile Bıgalının Ahmet'in adını veriyorlar, hadi bakalım aşıya... Aslında herkes mallarla içli dışlı, ama iğne ve kısıtlılık korkusuyla diğerlerinin adını vermemişler; böylece iki hasarla kurtuluyorlar...

    Belanın kesin olarak defedilmesi o kadar kolay olmuyor. Sürü iki evde mahpus hayatı yaşıyor, dışarıya çıkmalarına izin yok. Buna bir çare bulmak lazım, aynı zamanda masum hayvanları tedavi etmek lazım; ama nasıl? 

    Bugünün imkanları ekseninde düşünürseniz durumun vehametini anlamayabilirsiniz. Baytar, iğne, ilaç bugünkü gibi yaygın değil... Daha önce kayıp koyunları canavar yemesin diye kurt ağzı bağlatıldığından bahsetmiştim size. Çekirge afetiyle mücadele için Sandıklı taraflarından okuya okuya nasıl sığırcık sürüsü getirdiklerini de... Vakti gelince kayıp koyunları kimin çaldığını bulmak için neler yapıldığını da anlatırım... O zaman işler böyle hallediliyor...

    Duymuşlar ki Seyitgazi'de bir Hoca var, dertlerinin devası onda... Üşenmeyip gidiyorlar... Hoca ile birlikte okunmuş tuz da getirmişler, mallara bir güzel yalattırıyorlar tuzu. Asıl keramet tuzda değil elbet, öyle olsa Hocayı getirmeye ne gerek vardı değil mi...

    Canları sıkkın hayvanlar Bıgalının avluda... Hoca orta yere çıkıp bayrağını dikiyor. Evet, bir bayrak, ayyıldızlı değil belki sancağa benzer bir şey... Onun yanında başlıyor okumaya... Kezban Hanımla evin kızı Şaziye de ellerine birer değnek alıp hayvanları sürüyorlar... Zaten küçük avlu, nereye gidecek sürülen mallar; başlıyorlar Hoca'nın etrafında dönmeye... 

    Vaziyet şu; ortaya bayrağını dikmiş sürekli bir şeyler okuyan Hoca, malları süren iki gariban ve bayrağın etrafında dönüp duran hayvanlar... Dışarıdan bakan birine tuhaf görünen bu merasimin böyle olmasını belki de Hoca istedi... Belki de o zat Hoca filan değildi, sadece o duayı bildiği için bu şekilde adlandırılmıştı... 

    Aynı merasim Çakırmehmetin avluda tekrarlanmış... Şaziye Hanımın söylediğine göre, bir müddet sonra büyük bir meydanda köyün bütün malları da okunmuş. Galiba herkes aşağıdaki Sığıreğleği'ne getirmiş, okutup döndürüp götürmüşler. Döndürme işleminin Uyuşak Dede türbesi etrafında yapıldığını ayrıca söylediler. Köyün bütün hayvanlarına genişletilen bu seramoniye sebep şap hastalığı olabilir...

    1960'lı Yılların başında yaşandığı düşünülen bu garip okuma merasiminin neticesi ne olduğunu bilmiyoruz, çok da önemli değil zaten...