21 Kasım 2024

Asker Gezmeleri

     
    19. Yüzyılda Eğret'ten geçen bir gezgin, köydeki evlerin çoğunun boş olduğunu söyler ve bunu o yıllarda uygulanan redif askerlik sistemine bağlar. Dört yıl temel ve sekiz yıl yedek olmak üzere 12 yıla kadar uzayabilen askerlik boyunca insanlar köylerine pek seyrek uğruyorlardı. 

    Batılı gezginin abartılı bir şekilde anlattığı köyleri boşaltan askerlik sistemi Eğret'e mahsus olmayıp bütün ülkede uygulanıyordu. Aslında Osmanlı'da askerlik bir vergi çeşidiydi. Köyün büyüklüğüne göre belirlenen sayıda genç askere alınarak devlete borcunu ödemiş olurlardı. Eğret, 17. ve 18. yüzyıllarda en az 1,5 nefer vergiye tabiymiş. 1 Nefer 15-25 arasında değişen kişiyi ifade eden birimdir. 1,5 Nefer demek 25-40 arasında asker demek oluyor, yani köy olarak bu kadar sayıda yiğidi yaşı geldikçe askere göndereceksin. 

    Arada Eğret'e 2 Nefer asker tahsisi yazıldığı da var, sayıyı siz düşünün artık. Köy İstanbul'un tahıl ambarıymış, ama bu rakamlara bakınca aynı zamanda asker kaynağı gibi... 19. Yüzyılda redif sistemine geçilmiş, ama bu dönemde de asker sayısında azalma yok; 1831 kayıtlarında yirminin üzerinde asker kaydı var. Bu sayı yanıltmasın, redif sisteminde sırası gelen askere çağrılıyor; temel askerlik bittikten sonraki rediflik dönemi para yatırılarak bir kaç kez ertelenebiliyor, ama kurtuluş yok, geriye kalan 8 yılı da tamamlayacaksın. Sık kullanılan izinlerle filan rediflik dönemi gevşetilse de askerlik, askerliktir. Eskilere dair duyduğunuz 'Dedem 12 yıl askerlik yapmış' türü şeyler, masal değil gerçektir.

    Cumhuriyetle birlikte TSK ve askere alma hususunda yeni düzenlemeye gidilmiş, rediflik kaldırılmış, süre kısaltılmış. 2. Dünya savaşı sırasındaki beklenmeyen durum haricinde yeni düzenlemelere riayet edilmiş. Askere alma konusunda da yeni düzenlemeler yapılmış. Yılda dört defa olmak üzere belli bir düzen/tertipte alımlar yapılmış. Askere alma dönemleri numaralandırılarak 1. 2. 3. ve 4. Tertip olmak üzere Mart, Haziran, Eylül ve Aralık aylarında gerçekleştirilmiş. Bazı yıllarda 6 tertip olarak alıyor, o zaman celp aralığı iki ayda bire düşüyormuş.

    Gerek Osmanlı zamanında olsun gerekse Cumhuriyet döneminde, çocuklarını askere göndermek hiç bir zaman Eğret'i ıssızlığa bürümemiş. Şartlar zor olsa da kardeşlerin aynı anda silah altına alınmaması, tek erkek çocuğun istisna tutulması, fiziksel engellilere kolaylık tanınması gibi hususlar bu şartlarda hafifletici olmuş. Bir de vazifenin kutsallığını biliyor köylü, hem de Batılı gezginin anlayamayacağı kadar. Bu yüzden askere gidişler eğlenceye çevrilmiş. Tanık olduğum bu eğlenceleri nakledeceğim.

    Başka tertiplerde de alımlar olmuş, ama nedense benim aklımda Eğret askerlerinin Mart ayında 1. tertip olarak alındıkları kalmış. Olaylar Mart ayında geçiyormuş gibi düşünülsün...

    Bir ay öncesinden muayene, şube, yol, sülüs, devre, tertip gibi sözleri duymaya başlardık. Hazır asker adayları bir araya gelir, araya böyle anlamadığımız kelimeleri sıkıştırarak konuşur, eğlenirlerdi. Aslında düzenli toplanmalar da bu günlerde başlardı.

    İlk günlerde tam kadro toplanmak güçtür, zira Anıtkaya'nın çoğu daha o yıllarda İzmir'i boylamıştı. Muhtara asker kağıdı geldiğini öğrendikten sonra, hazırlıklarını tamamlayıp oradaki işi ve eviyle ilişiğini kesecek, köye dedesi ninesinin yanına gelecek... Bu biraz zaman alır. Bu yüzden yabandakiler de gelene kadar, Anıtkaya askerleri olduğu kadar, bir araya gelirler. Diğerleri gelmese bile bu işe hevesli olan heyecanlı askerler toplanır, dağılır; toplanır, dağılırlar... Yıllardır bunun özenciyle yanıp tutuşanlar vardır çünkü...

    Askere gitmeden önce asker toplanmalarına özenmeyi bugünün gençlerine anlatmak zor olabilir. Yine de deneyelim. Şimdiki gibi internet, telefon, sosyal medya filan yok. Televizyon denen şey yeni çıkmış, bir kaç dükkan ve evde bulunuyor, yaygınlaşmamış. Telefon da öyle... Köyün dış dünya ile bağlantısı yalnız radyo ile kuruluyor, bir de arada Afyon'a gidişlerle... Askere gidene kadar köyden dışarı çıkmamış kimseleri bile duymuşsunuzdur... İşte askerlik böyleleri için dış dünya ile kurulan ilk bağdır, bu yüzden önemlidir. Elbette asker gezmelerini özlemle bekleyecek...

    Tam teşekküllü toplandıklarında ne kadar kalabalık oldukları hakkında bir fikir versin diye örneklendireyim. 1941/6 Tertip Eğret askerleri tam 41 kişiymiş. O yıllarda dışarıya göç tam başlamadığı için 41 kişinin tamamı asker gezmeleri için tam kadro toplanabilmiş. On yıl sonrasında bizim tanık olabildiğimiz dönemlerde bu sayı biraz düşüyordu, ama son on onbeş günde hepsi toplanırmış...

    Bu kadar asker aşağı yukarı bir takım demek, nereye gitseler şamatalarıyla, gürültüleriyle, harala güreleleriyle birlkte gidiyorlar. Dolayısıyla daha uzaktan kendilerini belli ederler. Coşkunun sebebi askerlik heyecanıyla birlikte, bazılarının kalabalıkta başka kimliğe bürünmeleri olabilir. Her ne sebeple olursa olsun askerler neşeli bir topluluktur. Yeni çıktığı zamanlarda, nerden buldularsa boynuna taktıkları bir teypten oyun havası çalarlar, kafalarına estikleri yerde durur, ceplerinden çıkardıkları kaşıkları tıkırdatarak oynarlardı.

    Şar şor derecesine varmadığı sürece onlardaki coşku hoş karşılanırdı. Birilerinin önünde oynuyorlarsa seyircilerin para çevirmesi beklenir, onlar da çevirirdi. Bazen dükkanlar, kahveler, belediye, okul, oda gibi yerler de ziyaret edilir ve bahşişler alınırdı. Ziyaret ettikleri yerlerde bu hareketleri ayıplanmaz, hatta bazıları bana niye gelmiyorlar diye yakındığı bile olurdu.

    Coşku ve sevinci ölçülü bir şekilde yaşarlardı. Buna müstakbel asker vakarı denilebilir, kışlaya dahil olmalarına günler kala bu atmosferi yakalamaya çalışmaları bana ilginç gelmiştir. Her toplulukta olduğu gibi asker gezmelerinde de çatlak sesler çıkabilir, ancak arada eritilebilecek cinsten cılız şeylerdir bunlar. Çünkü askeri disiplin ve otorite havası, aralarından birinin sivrilip çavuş seçilmesiyle kendini göstermeye başlamıştır. Onun emir/kararlarına uyulacak, direktiflerine göre hareket edilecektir. Lider tabiatlı çavuş, çatlak cırtlak sesleri bastırarak otoritesini göstermelidir.

    Oyunlar haricinde kendilerince talimler yaparlar, ne kadar olursa o kadar uygun adım yürürlerdi. O vakitler köyün içinden geçen asfalt yoldaki bu talim ve yürüyüşler, zaten seyrek olan kamyon geçişleri sırasında duraklar, askerler kenara çekilirdi. Sonra kaldığı yerden devam...

    Asfalt kenarındaki Karakoldan sair zamanlarda alabildiğince ürken bu gençler, şimdi onun önünden alayıvala ile geçmesi de şaşırtıcıdır. Bunun sebebi, tabi ki gençlere köylünün gösterdiği hoşgörüyü, görevli jandarmanın da göstermesidir. 'Bilemedin bir hafta on gün sonra bu neşelerinden eser kalmayacak gençler, bırakalım da eğlensin' diye düşünürlerdi belki de...

    On onbeş gün boyunca Anıtkaya'da bu coşkulu kalabalığın adım atmadığı sokak, cadde kalmaz. Her yere uğradıkları için olsa gerek buna biz asker gezmesi diyoruz. Sürekli gezer dolaşır; duraklar oyun oynar; canı sıkılır, asker talimi yapar; rastladığı birini oynatır, olmazsa ceza keser. Kesilen cezalar anında tahsil edilir. Toplanan parayla oturdukları odanın çay kahve masrafı karşılanır. Evet, sürekli toplanıp oturacakları bir oda belirler, orayı merkez üssü olarak kullanırlar. Haliyle oranın masraflarını da karşılamaları gerekir ki bu da kesilen cezalardan oluşan asker bütçesinden sağlanır. Bazen bu cezaları abartırlar, o zaman ortaya harcamayla bitmeyecek bir miktar çıkarmış. Hayır Cemiyeti veya Hoca ile işbirliği sağlanıp biriken parayla bir caminin ihtiyacını gören askerleri anlatıyorlar..

    Asker gezmeleri deyince, ev davetleri için ayrı bir bölüm açmak gerekir. Köy yerinde böyle kalabalık bir grupta her evden bir fert var demektir. Değilse bile mutlaka her haneyle akraba olan birisi bulunur. Onu yemeğe davet etmek adettendir, grup bölünemeyeceğine göre her davete birlikte giderler. Beşyüz haneli bir köyde en az üçyüz haneye böylece girilmiş olunur. Bu kadar kısa süre için büyük bir rakam... Son günlerde günlük on onbeş öğün yemek yerlermiş, mecburiyetten. Davetlerin menüsü klasiktir, bükme börek... Yağadı yemekten askerlerin içi dışına çıkıyormuş... Gitmesen de olmaz... Çavuş sıraya koyuyor, haydin şuraya, haydin buraya...

    Davetlerin bir handikapı da takımın kalabalık olmasıdır. O kadar kişiyi sıradan bir eve nasıl oturtacaksın. Buna da dahiyane bir çözüm bulmuşlar, iki bazen üç gruba bölünen askerler hem daha fazla eve uğrayıp onları gönüllüyor, hem de daracık evlere sığışma sorununu çözüyorlarmış. Her şeye rağmen yine sorun olduğunda en yakın köy odasına gidip orada yerlermiş. Böylece bütün odalar da ziyaret edilmiş oluyor.

    Askere gidiş sürecinin köyde geçirilen son cumasında Gocacami'de asker mevlüdü okutuluyor. Böylece askerler Peygamber Ocağına dualarla uğurlanmış oluyor. Bu süreç 1990'lara kadar küçük değişikliklerle aşağı yukarı böyle işledi. Şimdilerde yine asker eğlenceleri düzenleniyor, ama galiba içerikteki vakar biraz kaybedildi. Toplanma, birlikte hareket etme ve asker gezmeleri ise tamamen terkedildi...



19 Kasım 2024

Hayvansal Lakaplar

    16. Yüzyıl defterlerinde Eğret köyündeki çiftliklerden biri Toy Halil adıyla kaydedilmiş. Buradaki Toy kelimesinin lakap olarak kullanıldığına şüphe yok, yalnız iri kuş anlamındaki toy mu, yoksa acemi tecrübesiz manasındaki toy mu kastediliyor, tam anlaşılamadı. İnsanlara yakıştırma yoluyla lakap takmada çok farklı etkenler olabilir. Toy Halil'de olduğu gibi hayvansal özelliklere göre lakaplamayı inceleyeceğiz.

    Lakaplama hususunda izlenen yollardan biri de kişiyi hayvana benzetmektir. Teşbihte hata olmaz derler, ama hayvan benzetmelerinde kendisine benzetilen herhangi bir hayvan olmamalıdır. En azından öne çıkan bir özelliği, benzetilen kişi üzerinde bulundurmalıdır. İriliği, boyu, gücü, sesi, hızı, zarafeti vb. özelliklerinden biri veya bir kaçı mevzubahis kişide bulunuyorsa böyle bir benzetme yoluna gidilir. Aksi takdirde teşbihte hata olur, halk bunu benimsemediği için lakap yakıştırma gerçekleşmez...

    Hacımahmutların fertleri genelde iri yapılı olduğundan sülalenin diğer bir adı Ayımahmutlar olarak yerleşmiş. Bununla beraber onların içinde Mevlüt Öztürk özel olarak Ayımevlüt diye bilinirdi. İş delisi biriydi. Aklımda elinde atkı, içdonuyla saman eşmeye giriştiği manzarayla kalmış. Bu manzara her yıl defalarca tekrar ederdi, 1998 yılında vefat etti.

    Ayımevlüt'ün Ahmet abisini de mandaya benzetmişler. Bunun hikayesini oğlu Ali Öztürk'ten dinlemiştim. Bekarları mı yoksa yevmiyeli orakçıları mı ne, toplamış işin nasıl yapılacağını gösteriyor. Bakmışlar adam deli gibi çalışıyor. İçlerinden biri itiraz etmiş:"Manda gücü gibi kuvvet var sende, biz insanız öyle çalışamayız." gibisinden bir şeyler söylemiş. O günden sonra lakabı Manda, ailesinin adı da Mandalar olmuş. Manda da 2000'de vefat etti...

    Hacımahmutların bir başka kolundan Gocahasan diye anılan Hasan Öztürk'ün az bilinen başka bir lakabının Aygırhasan olduğunu sonradan öğrendim. Yine güç kuvvetle ilgili olduğu anlaşılıyor bu benzetmenin. 1980 Yılında vefat eden Gocasan'ın oğlu Mevlüt Öztürk de 'Gocaguş' olarak bilinirdi. O da babası gibi iri yarı biriydi, 2000 yılında vefat etti.

    Gocaguş demişken, kuş benzetmesiyle yapılan lakaplar parantezini açalım. Akla ilk gelen Suguşu oldu. Buruşakmehmet'in ikinci oğlu Halil 1921 yılında doğdu. Daha gençliğinde uluk biri olarak tanınan Halil Omak, Söğütaltı'nda filan aylak aylak dolaşırmış. Bu yüzden öyle lakaplanmış. Sonradan da köyde pek durmaz, oradan oraya dolaşır dururdu, 1987'de vefat etti.

    Hacımahmutların Sakızcının oğlu Veli Öztürk'ün aslında Takguş diye bir lakabı yokmuş. Rahmetli Kelhoca, onun oğlu Mehmet Ali Öztürk'e hitaben tekerleme gibi anlamsız bir şeyler söylemiş. Tabi içinde Takguş kelimesi de geçiyor. Hiç bir şeyden haberi olmayan Sakızcının Veli'ye böylece Takguş demeye başlamışlar. Ayrıca bu kelimenin içindeki 'guş' hecesinin kuş ile alakası olup olmadığı da bilinmiyor. Buna rağmen bazıları o sözcüğü 'Tekguş' diye de telaffuz ediyor. Onların yorumuna göre, bu sözle Veli Öztürk'ün başka erkek kardeşi olmadığına işaret ediliyormuş.

    Gademlerin Sarımehmet'in de hayatta kalan tek oğlu var. 1891 Doğumlu Osman, Cihan harbinin her cevrini yaşamış; vuruşmuş, esir düşmüş, çeşitli işkencelere maruz kalmış, fakat sağ salim köyüne dönebilen şanslı kişilerden. Kendisine neden ve ne zaman Banguş denildiği bilinmiyor. Bu kelime baykuşun Eğret'teki telaffuzudur. Banguş Osman Çatak 1972'de ölene kadar bu lakabıyla anıldı, oğulları da kendisine izafe edilerek Banguşun İbram ve Mevlüt diye bilinirlerdi.

    Devrimbeşlerin Godalömer'in büyük oğluna da Gödemehmet diyorlarmış. Gök renkli yaban güvercinlerine Eğret'te göde denilmesinden yola çıkarsak, yakıştırmanın bu kuşla alakalı olduğu sonucuna varılır. Godalömer'e tekrar döneceğiz...

    Velicikler Mehmet kolu Tahtalı, Hasan kolu Guguklar diye ikiye ayrılmış durumda. Gugukların bu isimlendirmesinde bir kuş ismi yok, ama yine onunla ilişkilidir. Guguk kuşu diye adlandırılan ayrıca bir kuş var, bununla beraber Anıtkaya'da bu sesi çıkaran kuş yusufcuk/kumru diye düşünülür. Velciklerin bu koluna neden Guguklar denildiği konusunda dişe dokunur bir şey bulamadım. Mecburen çocukluğumda kurduğum, kendimce mantıklı bir bağ ile izah edeceğiz. Bunların evin pencere altında, direkten buraya uzanan elektrik kablolarının bağlandığı fincanlar vardı. Yusufçuk kuşu bu iki fincanın arasına yuva yapmış, bir kaç yıl o yuva öylece kalmıştı. Kuşun çıkardığı gu guuuk guk, gu guuuk guk sesinden dolayı Guguklar diye lakaplandıklarını zannetmiştim. Çocukluk işte...

    Manavların Turabi Ahmet Öztürk Dayının hanımına Çilayşa derlerdi. Bekçiali'nin ablası olan Ayşe Yengeye zaman zaman Çilgarga dediklerini de hatırlıyorum. 

    Güzellikleriyle ünlü iki güzel kuşla devam edeceğiz. İlki keklik... Alemdaroğluların yeğeni Ali, aslında Türkmenlerdendir; bu yüzden dayılarının soyadı Kızılyer'i değil, Tül soyadını almış. Eğretliler de onu anasının sülalesiyle değil Keklikler adıyla bilmişler. Aynı zamanda sülale adı olan bu lakap, Türkmen babası tarafının lakabı olabilir. Meşhur Çanakkale Gazisi Kekliklerin Kel Ali, oğulları Hacıiresil Resul Tül, Kelırmızan Ramazan Tül, Haro Ahmet Tül sülalenin en bilinen isimleridir...

    Tureş/Turaç Hanımın hikayesi de önemli... Tingildekler ile Gödeşlerin ortak atası Tureşoğlu Mustafa diye geçiyor, ama Eğretliler bunlara Tureşler dermiş. Tabi Tingildekler ile Gödeşler kendi lakaplarını bulunca Tureş de Tureşler de unutuluyor. Sonradan öğrendik ki tureş sözcüğü turaç adlı bir kuşun Eğret ağzındaki telaffuzudur. Neyse ki bu söz ve lakabın unutulmamasını sağlayan Tureşoğlu Mustafa'nın bir kızı var, Ayşe; yani Tureş Hanım... Adıyla değil lakabıyla tanınan Tureş Hanım önce Ayanoğlu Halil ile evlenip ondan çocuksuz dul kalıyor. Sonra Ayanoğlu Derviş Ahmet'e varıyor, bir oğlu oluyor; ama kocasıyla oğlu kısa sürede ölünce yine dul kalıyor. O sırada iki çocuğuyla dul kalan Ayanoğlu Hacı Hüseyin'e varıyor. İki öksüzden biri ileride kendisine Kölgeci denilecek olan Ömer Kayır'dır. Kendisine anası gibi hürmet ettiği Tureş Hanım ile sülalesi o kadar bütünleşir ki Kölgecilere arada Tureşler dedikleri de olurmuş. Soyadı kanunu sırasında kocası Hacı Hüseyin vefat ettiği ve ondan çocuğu da bulunmadığı için Tureş Hanım, o sırada hayattaki kardeşi Gödeş Ahmet'in hanesine kaydedildi. 1946'da Ayşe Seviş olarak vefat eden Tureş Hanımın lakabı gibi çok güzel olduğunu söylüyorlar.

    Son olarak yine Hacımahmutlardan Tellilerin Mustafa Öztürk hala Guşcu olarak tanınır...

    Bize göre kuş sayılmasa da kanatlı kümes hayvanları zoolojik olarak kuştur, ördek de öyle... Ayanoğluların Galgancılar kolundan Mehmet, Han'ın aşağısını, şimdi İlkokul bulunan alan civarını Muhtarlıktan kiralayıp bir şeyler ekmiş. Yalnız şunu belirtmek lazım, Eğret çayı için kanal açılmadığı o yıllarda dere geniş bir yatak üzerinde akar, etrafını çayırlaştırırmış. Nispeten kaya uzantısı bulunan mevzubahis yerde çayır söz konusu olmayabilir, ama bildiğin bataklık gibiymiş. Öyle bir yerde bir şey yetiştirilemeyeceğini düşünen köylüler Ayanoğlu Mehmet ile 'Le olum ördek misin sen, suyun içinde ne işin va? Vak! Vak! Vak!' benzeri sözlerle dalga geçmeye başlamışlar. Ne zaman yaşandığı bilinmeyen bu olaydan sonra Ayanoğlu Mehmet'in lakabı bazen Ördek, bazen de Vakvak olarak kalıplaşmış. Vakvak Mehmet Aytar 1938 yılında vefat ettikten sonra çocukları Vakvaklar/Ördekler diye bilinmiş.

    Apdıramanların Hacı Emrullah Ağa'nın çocuğu olmamış. Zığla'da öksüz ve yetim kalan ikinci dereceden yeğeni Abdullah'ı evlatlık almış. Sürekli kaz güderken veya kovalarken görülen Abdullah'a Gazcı lakabını takmış köylü. 1920 Gibi vefat ettiği düşünülen Gazcı Abdullah'ın adını şimdi Hacemirlahların Abdullah Onay taşıyor. Bir de Kelibanın Misgin Abdullah Dalgıç... Zira Gazcı Abdullah'ın kızına da Gazcıgızı derlerdi. Gazcıgızı Dananın İsmail'le evlenince Dalmış ve Keliban doğdu. İşte Keliban da bir oğluna Gazcı dedesinin hatırasına Abdullah adını koydu...

    Sırası gelmişken Danalardan devam edelim. Bu adla bir sülale 1831 kayıtlarında bulunmuyor, oysa 70 yıl sonraki 1904 kütüğünde bir kaç Danaoğlu hanesi göze çarpıyor. Bundan yola çıkarak ilk kayıtlara 'Köyün Buzağı Çobanı İsmail' hanesi olarak kaydedilen hanenin şimdiki Dalgıç/Dalmışlı/Duran soyadlı Danalar olduğu sonucuna varabiliriz. 

    Sülaleyle ilişkilendirilip ona izafe edilen yeni lakaplar da oluşmuş, bunlardan biri Dananın Çolak'tır. Konyalı Çolak diye bilinen Mehmet Kurt, küçükken geldiği Eğret'te Dumanların kızı Emine ile evlendi. Emine'nin anası Danalardan olduğu için Konyalı Mehmet'e Dananın Mehmet dediler, sonra Cihan harbinde kopan kolu sebebiyle Dananın Çolak oldu. 

    Bir de Danagızı var. Bu, Dananın Çolak eşi Emine'nin teyzesi Şerife'den başkası değildir. Çocukluğundan itibaren Danagızı diye lakaplanan Şerife bir kaç evlilik yaptı. Halimeninmehmet diye bilinen Mehmet Kıy'ın anneannesidir. En son Ösüzömer Ömer Acar'ın dedesi olan Hasan Dadak'ın hanımıydı, onun soyismi altında 1947'de vefat etti... Bu iki Danagızının bir de erkek kardeşleri var, adı İbrahim... Yani Kelibanın dedesi...

    Danalar sülalesiyle alakası olmayan Danagafa'yı da burada zikretmeliyiz. Tekelilerin Hüseyin Temel'e aslında Gocagafa diyorlar. İkinci bir lakap olarak neden buna başvurdukları tahmin edilebiliyor. Danagafa 2004 yılında 77 yaşında vefat etti.

    Kilci Ahmet Sağlam, Yörükkerim'in Mehmet Demir'e Danamusgası diye bir lakap takmış. Ondan başka kimsenin kullanmadığı bu lakabın zamanı ve sebebi hakkında bir şey öğrenemedim. Oysa Daldalların Ömer Honça'ya İtömer lakabındaki motivasyon az çok tahmin edilebilir. Rahmetlinin diğer bir lakabı Gıdakömer idi ve bunu İdirizlerin Ömer İdis ile ortak kullanırlardı. Yumurtlarken çıkardığı ses nedeniyle tavuklara işaret eden yansıma bir kelime gıdak...

    Köpeklerin sevimliliğini anlatan yansıma sesler gıdi ve gıdik'tir. İlk kelime bir sülaleye ad olmuş, Gıdiler deyince soyadı Asan olan sülale akla geliyor.

    Zağar da aslında bir köpek cinsidir, fakat kısa boylu bir cins. Zamanla bazı kısa boylulara bu kelime lakap olarak yakıştırılmış. Daha doğrusu benzet mi yapıldı, lakap mı takıldı, yoksa yakıştırma mı tam belli değil... Zağarayşa Gocaosman'ın ikinci hanımı Ayşe İdis; Zağarferide Buydeycigadir'in hanımı Feride Dadak; Zağarhalil ise Faddiklerin Halil İleri'dir...

    Şeherlioğlu Mehmet'e neden Kedimehmet dediklerini bilemiyoruz. Ahmetçavuş Ahmet Şık'ın babasıdır. Asker dönüşü tipide tersi devrilip köyü bulamayınca, orman kenarındaki bir azada çıkıp orada vefat ediyor. Bu ağaca hala Kedimehmedinazat diyorlar...

    Hacımahmutların Veli'ye de Kediveli diyorlar. Sonradan bu onun sülalesine lakap olup Kedivelilere dönüşüyor. Kediveli'nin oğulları Çolakhüseyin ve İbrahim Ildız, oğullarına babalarının adını vermiş; Çolaküseyin'in Veli Ildız halen ayrıyeten bir Kediveli gibi anılıyor.

    Kuzular kırkılırken bazıları hayvanın orasında burasında tutam tutam yün bırakırmış, gösteriş olsun, güzel görünsün diye... Kırkmadan bırakılan bu tutam tutam yünlere alık deniliyor. En çok ve en güzel alıklı kırkımı Hassönlerin Mahmut yaparmış. Guliz Osman Koç'un dedesi olan bu zata Alıklımahmut lakabı takılmasının hikayesi böyle... Alıklımahmut gittiği Hicaz'dan geriye dönememiş, ama onunla birlikte alık kelimesi de tarihten silinmiş. Çünkü kelimeyi Eğret'te başka hiç bir yerde kullandıklarına rastlamadım...

    Kuzu deyince Sakanın Kelbekir'in İsmail Atay'ı hatırlamadan olmaz; zira lakabı Guzuguzu idi... Çocuklara hitaben guzu kelimesini çokça kullandığı için böyle lakaplandığı sanılıyor. Dayıların Hasan Yola'ya Gocagoyun yakıştırması yapıldığını işittim, ama bu çok yaygınlık kazanmayan bir lakap olmuş...

    Keçilere geçmeden önce Doğvellere uğramalıyız. Bağlantı doğu kelimesinde gizli, bir manası koyun ve keçilerde bir kulak biçimiymiş. Tam ayrıntısına vakıf olmadığım bu mana galiba arkaya yatık kulakları ifade ediyor. Veyisoğlu Veli'nin kulakları biraz böyleymiş, bu sebepten kendisine Doğuveli demişler. Sonra bu lakap çocuklarına ve özellikle torunu Halil İbrahim Varlı'ya miras kalmış. Yanlışlıkla Doğveli bilinen Halil İbrahim Varlı 1964'te vefat etti, sülaleye Doğveller diyorlar.

    İki asır evvel erkek çocuk bakımından Eğret'in en kalabalık hanesi Selimler'dir. Her bir oğlan öyle bir dallanıp budaklanıyor ki bugün Selimler menşeli 15 civarında sülale var. Bunlardan biri de Selimoğlu Mehmet'tir ki Keçi diye lakaplanmış. Sonra iki oğlu Ahmet ile Arif Keçioğlu, bir kızı Ümmühan da Keçigızı diye bilinmişler. Ahmet çocuklarına Melezler, Arif çocuklarına Guldurlar denilecek, ama ikisinin ortak adı Keçiler olarak kalacaktır. Seçen/Seçan soyismiyle maruf bu sülalelerde lakabıyla bütünleşen isimler Keçininali ve Keçimehmet'tir. Keçigızı Ümmühan ise ileride Gırali'nin ninesi olacaktır...

    Bu kez sondan gidelim... Bugün Göcen diye bilinen Asım ve Ahmet Gülen kardeşlerdir... Bu lakabı almalarına sebep önceki soyadlarıdır. Göcen kelimesi Eğret'te tavşan yavrusu demek oluyor. Babaları Çatalların Mevlüt'e Göcen diyorlar. Belki de bu sebepten dolayı soyismini Gülen olarak değiştirmişler. Ne olursa olsun lakaptan bir türlü kurtulamamışlar. Gerçi Mevlüt Gülen'in bir başka ve yaygın lakabı da Potuk idi ve bu lakap da ölene kadar peşini bırakmadı. İki farklı hayvanın yavruları aynı anda aynı kişiye neden yakıştırılır ki? Potuk da deve yavrusu demek... Bunun sırrı sonradan anlaşıldı. Meğer Potuğun anası Hatice Hanıma Devenine derlermiş. Tığlıların kızı olan Hatice Hanıma neden bu yakıştırma yapıldığı bilinmiyor, ama oğluna Potuk denilmesi belli...

    Arapların Şahismail'in bir diğer lakabı da Deveci idi. Hatta bu lakabı diğerine göre daha yaygın bir kullanıma sahipti. Eğlenceli bir kişiliği olan Deveci İsmail Sargın, Çanakkale'deki askerliği sırasında birliğe ait develerin bakımından sorumluymuş.

    Çakalların lakabı tam bir muamma... Şu sebepten, çakal kelimesinin iki anlamı bulunuyor. Birincisi hayvanın anlındaki beyaz benek, diğeri de malum yırtıcı bir hayvan... Soyadı Yet olan Ümmetlerin Çakalların lakabı kelimenin ilk anlamıyla ilgili olduğu söyleniyor. Bilindiği gibi sülalenin saç, sakal hatta kiprik rengi beyaza çalar. Hatta ve hatta Akkiprik Hasan Yet hatırlansın... Soyadı Eren olan Eminlerin Çakalhüseyin sülalesinin lakap sebebini bulamadım.

    Bu arada Bolvadinli Çakalları da unutmamak gerek. Yalnız onların Çakallar lakabı Eğret'te pek bilinmiyor, ben de kayıtlardan öğrendim. Bilinen iki kardeşten büyük olan Bekir, Yenimısdık Mustafa Haykır, Alosmançavuş Ali Osman Haykır ve Halil Haykır'ın babalarıdır. Küçük olan Hüseyin ise Dalgalıoğlu soyadını almış, ama Irafan olarak bilinen kişidir. Sakin sakin ama hızlı iş görmesi, sebebiyle kendisine bu lakap layık görülmüş olabilir, çünkü ırafan atın rahat ve seri yürüyüşü demek olan rahvanın Eğret ağzındaki telaffuzudur.

    Eski Eğret'te ileşberlikte çiftçıbık işlerinde kele, öküz, celep, manda, camız diye adlandırılan hayvanlar kullanılıyor. At ve eşek ise daha çok ulaştırma amaçlı kullanılıyor. Atı çifte koşmaya 20. yüzyılda geçilmiş. İlk geçenlerden biri olarak Arzıların Mehmet Tüblek gösteriliyor. Bu yüzden kendisine Beygirli lakabı uygun görülmüş.

    İşofun Mehmet Okutan'a neden Dombeyli denildiği bilinmiyor; ama Gocamatların Ali Tektaş'a Sinekli denilmesinin sebebi futbol oynarken topu ayağında çok tutup bir türlü pas atmamasıydı. İzmir'e göçtükten sonra lakabını sürdürdüler mi bilmem. Aynı şekilde İzmir'e gitmeden, köydeyken Çulluların Adem Azbay'a Balık derlerdi.

    Patlakların İhsan Patlar'a Celepessan veya kısaca Celep derlerdi. Cambaz anlamında kullanılmaz bizde bu kelime, yerleşik manası öküz demektir. Siçanali'yi tarife ne hacet; fakat lakabının hikmetini bilemiyorum, dişlerinin yapısından dolayı olabilir. Aynı şekilde Yörüğoğlularun Gurtluahmet... Eğret'te kurt, küçük kurtçuk anlamında kullanılır, meyve kurdu gibi. Yani Gurtluahmet'in lakabının canavar olan kurtla ilgisi yok...

    O halde canavara geçelim. Gavasın Ramazan Sargın'a Canavarcı denmesinin tek faili, eniştesi Gocagulağın Ahmet Kalkan imiş... Dediklerine göre Ramazan Sargın avdan gelirken çeşme başında eniştesiyle karşılaşmış. Vurduğu tavşanı istemiş, ama beriki vermeye yanaşmamış. Bunun üzerine enişte 'Ben de sana öyle bir lakap takarım ki...' diye kinlenmiş ve neticede Canavarcı yakıştırması ortaya çıkmış. Rahmetlinin çocukları hala kendine izafe olarak Canavarcının Ömer, Aziz, Mehmet diye anılırlar...

    İlk duyduğumda bana çok ilginç gelen yakıştırmaya geldik... Bizim sülalede (Veyisler) Gurbağı Hala diye bahsedilen biri var, sordum soruşturdum nokta atışı bir kişiliğe ulaşamadım. El yordamıyla da olsa bulduğum halayı tarif edeyim. Deliban İbrahim Dadak'ın babasıyla hala-dayı çocuğu olan Fadime... Kiminle evlendiği bilinmiyor, Ayşe adında bir kızı Tongulların (Soyadı Yiğit olan eski Tongullar bunlar) Mehmet'e varıyor. Dudu adını verdikleri bir kızları oluyor ama o kızcağız daha küçükken yetim kalıyor. Dudu vakti geldiğinde Devrimbeşlerin Godalömer'e varıyor, orada Gödemehmet, Gıvık ve Kirtyusuf'un anası olacaktır... Gençken dul kalan anası Ayşe Hanım ise Gasapların Ömer'e varacak ve Arapüseyin, Bidakge ve Gasaplarınibram'ın anası olacaktır... Saydığımız tüm bu isimler hep Gurbağı Halanın torunları oluyor...

    Mardakların Mehmet Saki'ye neden Geneli dediklerini bilmiyorum, fakat Arzıların Çavuş Mehmet Tüblek'e Piremehmet denilmesi, minyon tipli ve zıp zıp hareketli yapısından olsa gerektir. Delibanın Mehmet Dadak'a, sayısız lakabının yanında eriyip giden Böcekçimehmet yakıştırması yapılması, bir zamanlar gurtlugucak/salyangoz alımı yapmasından dolayıdır...

    Soyadı Atay olan Sakalardaki saka kelimesi kuş adı değil. Askerde su taşımakla görevli kimselere saka derlermiş, buradaki saka odur. Tekirgızıların tekirinde zannedildiği gibi kedi manası yok, Tekirdağ kökenli olduklarına işaret ediyor. Aynı şekilde Tekelilerin tekesi de keçi değil, Tekeli Yörükleriyle ilgili. Fakat Tekeli Yörükleri adını o hayvandan aldığı da malumdur. Bu arada Urganlıların Teke Hüseyin Öncül'ü zikretmek lazım...


18 Kasım 2024

Renkli İsimler

 
    Peşin peşin söyleyeyim, başlıktaki kelimelerde mecaz yoktur, en gerçek anlamlarıyla kullanılmışlardır. Renk içeren sıfatlarla lakaplanmış gerçek kişilerin ele alındığı bir yazının başlığıdır.

    'Bizim köyde her renkte Ömer var; akı, karası, yeşili, sarısı...' dediklerinde bu konuda bir şeyler karalamayı kafaya koymuştum. Çok önceden tasarlanmış yazıyı kaleme almak bugüne nasipmiş.

    Köy yerinde en yaygın lakaplama sebebi insanın ten rengidir. Fiziki görünüm, saç sakal göz rengi, bazı karakteristik özellikler, çok başvurulan bazı sözler gibi başka etkenler de vardır; ama iş birine lakap takmaya gelince, en çok derisinin rengine bakılıyor. İşte o vakit renk ifade eden sıfatlar ismin önüne gelip lakap olarak kalıplaşıyor. 

    Yazmaya kışkırtan Dört Ömer'lerle başlayalım. Yaşa göre bir sıralamaya gidilirse, ilk sırayı Emiralioğlu Ömer alır. 1884 Yılında doğmuş. Gözleri keskin yeşil olduğundan Yeşilömer diye lakaplanmış. Emiralilerin en önemli kolunu teşkil eden çocukları da Yeşilömerler sülalesi diye bilinecektir. İyi cura çaldığı söylenen Yeşil Ömer Fidan 1935'te vefat etmiş.

    Renkli Ömer'lerin ikincisi İdirizlerin Ömer'dir. 1910 Yılında doğdu. Sarıömer diye lakaplandı. Yeşilömer'in damadı olan Sarı Ömer İbili'nin iki hanımından dokuz çocuğu oldu ve 2008 yılında vefat etti.

    Ak ve Gara Ömer'ler emmioğlu oluyorlar. Körüslüoğlu Ömer'in torunları olan Ömer'lerin ikisi de 1912 doğumlular. Babaları Cihan Harbi şehidi. Ali oğlu Ömer Kök'e Akömer, Mustafa oğlu Ömer Kök'e ise Garaömer denmesinin sebebi malumdur. Birbirinin zıddı iki renle lakaplanmalarına sebep anneleri olabilir. Çocuklarını evererek dünür de olan bu iki emmioğlundan ilk vefat eden Garaömer'dir, 1979'da öldü. Akömer ise ondan üç yıl sonra, 1982'de vefat etti.

    Köyde soyadı Zenger olan geniş Arapselimler sülalesi, resmi kayıtlarda Zenciselimoğulları diye kayıtlı. Bu tabirin ikisi de doğrudur, çünkü Eğretliler Afrika kökenli insanlara Arap diyorlar. Haliyle bu kelime ırk tanımlamasından ziyade ten rengiyle alakalıdır. Sülalenin ilk atası Selim daha küçük çocukken, Veyislerden bir hacının yanında getirildiği anlatılır. Yaklaşık iki asır önceki bu gelişten günümüze aile mensupları Arap veya Gara sıfatıyla anılmışlardır. Arap Arif, Gara Selim, Arabın Ali, Arap Irmızan, Arap Şükrü gibi... Arabınali oğlu Arap Irmızan, babasının soyadı yerine Şekerali abisinin soyadı olan Tetik'i almış...

    Anası Arapselimler, babası Hacımahmutlardan olan Gambırömer ve Köralosman'ın anaları Kezban Haykır (1888-1970) Arapnine/Arapgızı diye bilinirdi.

    Yine çok kalabalık bir sülale olan Araplar var... Esmer olmadıkları halde böyle lakaplanmış olmaları çok anlamlı. Sülalenin geçmişi ne kadar eskiye götürülebilir, bilemiyorum; ancak en eski Eğret belgesi kabul edilen belgelerde hem isim olarak Arap kelimesine hem de Arap oğlu tabirine rastlanıyor. Bugün Tok, Sargın, Kurt soyadlarını taşıyan Araplar sülalesinin yakın tarihteki bilinen atasının Sarı İsmail olduğunu da belirtmek lazım. Bir de yine bu sülaleye mensup 'Gara Ayşe oğlu Arap Ali' ailesi var ki Kıcır soyadını almışlar, ama ailenin son ferdi 20. yüzyıl ortasını göremeden vefat etmiş. Onlar kadar şanslı olmayan 'Arap oğlu Ahmet Hasan' ailesi ise soyadı bile alamamış. Dolayısıyla geniş Araplar sülalesinden yalnız Sarı İsmail torunları kalmış.

    Gasapların Ömer oğlu Hüseyin'e Arapüseyin denilmesinin Araplar veya Arapselimler sülalesiyle bir ilgisi bulunmuyor. Kendisine Gocaüseyin de denilen Hüseyin Eser (1908-1979) garayağız biriymiş, lakabının tek sebebi budur. Aynı şekilde Berberüseyin'in babası Omarcıkların Halil İbrahim Sağlam da (1901-1975) Arap diye anılırmış.

    En çok lakaplama sıfatı olarak kullanılan kara/gara kelimesiyle devam edelim. Bu sıfatın çok kullanılmasının sebebi gayet anlaşılırdır. Biraz esmer olan herkes bu kelimeye layık görülmüş. Doğuştan bu özelliği taşımasa bile güneşin altında herkes birazcık kararabilir. 

    Bununla beraber sülale adına yansımış haliyle en eski yakıştırma Garamusalar olarak karşımıza çıkıyor. 1831 Yılı kayıtlarına 'Kara Musa oğlu Ali' reisliğinde yazılan hanede hiç erkek evlat bulunmuyor. Beş kızı olan Garamusaoğlu'nun nesli onlardan devam edecek. Bir kızını Gocamat (Ahmet Tektaş)ın büyük dedesine, diğerini de Tureşoğlu Mustafa'ya veriyor. Tureşoğlu da Tingildekler ve Gödeşlerin atasıdır... Kayıtta adı geçen Garamusa'nın ne kadar kara olduğu bilinmiyor; ama adı Tingildekler'in Musa Kasal dede ve onun torunu, Gözeliban'ın Musa Tok yoluyla yaşatılmış...

    Dikkat çeken diğer sülale de Garamehmetler'dir. Afyonlu Karamehmetler sülalesi ile bağlantılı olduğu söylenen Eğretli Garamehmetlerin köye gelişine dair ilginç hikaye şöyle: Afyon'da bir asayiş vukuatına karıştıktan sonra şehirde duramayıp bir gecede terketmişler. Nereye gideceğini bilmiyorlarmış, ama dört kardeş ilk durak Eğret köyüne yerleşip bir daha da oradan ayrılmamışlar. 19. Yüzyılın ilk çeyreğindeki bu yerleşmeden bu yana Eğret'teki Garamehmetlerin Ali çocuklarına Alicikler denilmiş, bugünkü Kırbaç ve Ata soyadını taşıyan Naymeler ve Kelçakır aileleri Aliciklerin devamıdır. 1950'lerde vefat eden Garamehmet de lakabın son temsilcisi denilebilir... Dört kardeşten ikincisi olan Garamehmetoğlu İbiş'in soyu üç kız torunundan bugüne ulaşmış. Birincisi Kamerşah yoluyla Guycular ve Danalar irtibatı sağlanmış, ikincisi Kezban İbiş Tür'ün anası olmakla İbişler sülalesine kaynaklık etmiş ve en küçüğü Satı da Demirdelenoğlu Yahya'ya vararak Şaval Kadir Özdemir'in analığı olmuştur... Üçüncü kardeş Garamehmetlerin Halil, bugün Kanat soyadlı Haliloğluların; en küçükleri Hüseyin de Çetin soyadlı Garapaçaların atasıdır...

    Bir de Yahyaların Garamehmet var ki, aslen Eyüplerdendir; yukarıdaki Garamehmetlerle alakası yok. Onun çocukları Yahyalar sülalesini oluşturur ve Diril soyadını almışlardır.

    Garahmetler sülalesi ise aslında Ayanoğluların bir kolu olup Hacıahmetler olarak da bilinir. Gara Ahmet Patlar (1887-1968)dan başka 20. yüzyıl ortalarında İblak'a her yıl konan Aşiret Yörüğü Gara Ahmet de Eğretli gibi meşhur ve sevilen biriymiş. Halis'in babası Osmanköylü Ahmet Özdemir de, Patlakların İsmail oğlu Ahmet Patlar da Garahmet diye bilinenlerden...

    Emiralilerin Mustafa'nın lakabı bir belgede Karakuzu oğlu biçiminde geçiyor. Köyde onlara Garaguzular derlermiş. Şimdi de aynı lakapla anılan Önkal soyadlı sülale, onların devamıdır.

    Süleyman Yavuz (1904-1973) aslında kumral biridir. Garaca lakabı ona, Karacabey diye bilinen Olucaklı babası Halil'den miras kalmış. Kendisi vefat ettikten sonra eşi Hatice Hanım da Garacagarısı diye anılırdı... Alakasız bir bilgi olarak şunu da belirtelim, 1572 tarihli tahrir defterinde Eğret'te Karacaoğlu diye biri var...

    Alemdaroğlu Ahmet yaşasaydı soyadı kanunuyla Kızılyel soyismini alacaktı, onun yerine oğulları aldı. Çocuklarına bir de lakabını miras olarak bıraktı; zira kendisine Garadeli derlerdi, çocukları da Garadeller olarak anılıyor.

    Kara kelimesinin lakap olduğu kişisel olaylara geçebiliriz. Garapaça'dan yukarıda söz etmiştik, Garamehmet kardeşlerden gelen bir kolun adı. Yamalı veya ekli bir çorap/tozluk/şalvardan dolayı böyle lakaplanan kişi, Garamehmetoğlu Hüseyin'in kendisi veya çocuklarından biri olabilir.

    Gobakların Garabacak İsmail Kaçmaz (1889-1943), Hacımahmutların Gocahasan eşi Garabacak Emine Öztürk (1903-1984), Hacımahmutların Garaçaylı Kazım Öztürk (1918-2002) ve Guycuların Garaburun Seydi Ahmet Mola'ya (1932-2023) neden böyle bir lakap takıldığı az çok tahmin edilebilir. Keza Gobakların Salih Kaçmaz ile Urganlının Adem Öncül'e Garagaş denilmesi de öyle... Bir de isminin önüne kara sıfatı getirilerek lakap kazandırılanlar var. 

    Hacımahmutlar kızı, Kelsalek anası Ayşe Azbay'a (ö.1959) Garayşa diyorlar. Eyüplerin kızı, Şekerali ve Arapırmızan'ın anaları Satı Tetik (1879-1959) Garasatı idi. Gobakların Garabacak kızı, Mardakların Kelmısdıfa eşi Halime Saki (ö.1994) Garahalime olarak bilinirdi. Tekelilerin kızı, Haydar'ın hanımı Sabire Acar (1930-1979) Garasabire; İşof'un kızı ve Garaçaylı'nın hanımı Emine Öztürk (ö.2012) Garaemine diye anılırlardı. Ayrıca Sıntırların Garakazım (1930-1963) ve Yahyaların Garaüseyin (1932-2016) de zikredilmesi gereken kişilerdir.

    Nispeten daha yakın tarihe denk gelen Garaiban'lar var. Hece yutulmasıyla gariban gibi anlaşılan bu lakapların ilki Kipil'in İbrahim Honça'ya, ikincisi Gobakların İbrahim Kopan'a ve sonuncusu Güçcükahmet'in İbrahim İleri'ye verildi. Esmerliğinden dolayı İbrahim İleri'ye böyle seslenirdik, zamanla bunun yerine sadece 'Böcek' dediler ki aynı şeyi ifade eder.

    Lakaplaşan kara maddesini kapatmadan önce Bacıdede Seydi Değer tarafından 25 Eylül 1944 tarihinde vefat ettiği 'Garagız ninenin ölümü' ifadesiyle kaydedilen kişinin kim olduğu belirlenemediğini de söylemeliyiz.

    Kara olur da ak olmaz mı, elbette bütün renklerin aslı olan ak ile yapılmış lakaplara da rastlanır; ancak bu kara kadar yaygın değildir. İlki Ayanoğlu İbrahim'in oğlu Halil çocuklarıdır ki bunlara Akgaşlar deniliyor. Aslında çok da ten rengiyle alakası yok gibi duruyor. Çünkü bu sülale adı 1934'te Akkaş soyismi alınmasından sonra oluşmuş. Yine de kaydedilmesi gereken bir lakaptır.

    İkinci olarak zikredilmesi gereken Akbaşlar ailesidir. Ömer ile kardeşi Hüseyin (Çanlı) daha küçüklerken anaları ile birlikte Akören'den gelmişler. Buraya gelmelerinin sebebi, analarının Eğretli olmasıdır. Soyadı kanunuyla birlikte Karakaya soyismini almışlar, burada ak-kara tezatı gözden kaçmıyor. Akbaş lakabına sebep olarak Ömer'in başındaki bir tutam beyazlık gösteriliyor.

    Hacımahmutların Sakızcılar koluna bazıları Akgızlar da dermiş. Bu lakabın tam olarak ailedeki hangi kadına verildiği konusunda bilgi bulamadım.

    Bireysel ak lakabıyla anılanlar da sülaledeki gibi çok değil. Körüslerin Akömer Kök'ten başta söz etmiştim. Ümmetler/Çakalların Hasan Yet'e de Akkiprik derlerdi. Kiprikleri dikkat çekici biçimde beyaza yakın sarıydı Rahmetlinin... Gavasın Topal'ın hanımı, Körhalil kızı Havva Sargın'a Akhava diyorlar... Arzıların Ömer Tüblek Akgabak diye bilinir. Delibanın Hasan oğlu İbrahim Dadak'a da eskiden Akgabak derlerdi, unutuldu gitti... Bu konuda denilecekler bu kadar...

    Yalnız ak kelimesi geçmese de o renge işaret bulunan bir lakap var ki o da kır/gır rengiyle ifade edilir. Genellikle beyaz atlara kır at denildiği malumdur. Aynı tabiri insanları tanımlamaya da uygulayıp, saçlarında göze batacak derecede ağartı bulunan kimselere gırgafa deniliyor. Bunların en bilineni Kelahmetlerin Bahattin Azbay'dır...

    Bu kelimenin bir sülale adında kalıplaşmış haline de rastlanıyor. Tomanlar/Kelhaliller diye bilinen sülalenin 1904 kayıtlarındaki resmi adı 'Kır Hasan oğlu' diye geçiyor. Şimdi Köz ve Göz soyadlarını kullanan bu sülaleye Eğretliler Gırasanlar dermiş... Ayrıyeten Omarcıkların küçük bir kolu da hala Gıraliler olarak biliniyor...

    Bembeyaz sakallarından dolayı Berberoğlu Osman'a Pambık Dede derlermiş. 1930 Yılında 61 yaşındayken vefat ettiğinde çocuklarına ve torunlarına lakabını miras bırakmış. Gözalıcı soyadını taşıyan Pambıklar sülalesinin kısaca hikayesi de böyle...

    Hayat siyah-beyaz, ak-karadan ibaret değil, onun gri alanları da çok fazla. Bununla beraber insanı tanımlamada bu renge çok fazla yer verilmiyor. Gri zaten olamaz, belki boz kelimesi kullanılabilirdi; ama onu da göremedik. Yalnız gümüş kelimesi var ki yüzde oluşan kavlaklıkları ifade için bu yola başvurulmuş gibi hissettim. Çünkü hem Şavalın Gümüş Dursun Özdemir'de hem de Gocayörüğün Gümüş İbrahim Honça'da benzer özellikler var...

    Sarıya geçelim. Bu kelime karadan sonra en çok başvurulan renktir. Ne de olsa esmerler kadar sarışınlara da çok rastlanan bir toplumuz. O kadar olmasa bile kumrallar da bu kategoriye sokuluverir. 

    İlginç bir isimle başlayalım, 'Yolcu oğlu Sarı' 1572'deki kayıtlarda görülüyor. Bir kaç asır sonraki belgelerde ise Eğret hanelerinden birine Sarıoğlu deniliyor ki, bunun halk arasındaki adı Sarılar'dır... Sarılar sülalesi aslında Külcülerin bir kolu oluyor ve kızlarından birini Tomanlara diğerini Turabilere vererek onlarla yeniden sıkı bir bağ kuruluyor. Üç oğlanın üçü de Cihan harbi yıllarında vefat edince sülalenin nesli kesiliyor. Fakat unutulmasın, Toman'ın anası ile Capbak'ın anası Sarılar kızıdır...

    Garamehmetlerin İbiş torunu, Eyüp kızı Sarısatı'yı tekrar hatırlamanın vaktidir. Demirdelenoğlu Yahya'nın ilk hanımı olup Şavalgadir'in analığıdır. Üvey oğlu olmasına rağmen Şaval'ın giyim kuşamına dikkat eden çok titiz bir kadın diye anlatılıyor. Bu kelime ile sıfatlanan başka bir Eğretli kadın duymadım.

    Erkeklere gelince ilk akla gelen olarak İdirizlerin Sarımehmet İdis söylenebilir. Dedemısdık, Gambırtevfik, Sarıalosman, Gıdakömer ve Yalamaşükrü'nün babaları olan Sarımehmet 1947 yılında öldü. Onun torunları olan Mehmet İdis'lerin de her biri kendi gibi az çok Sarımehmet idiler... 

    Diğer bir Sarımehmet de Gademlerin Sarı Mehmet olup Gadıngız'ın babası, Tırılhasan'ın ise dedesidir. 1926 Yılında vefat etti...

    Daldalların Sarasan (Hasan Dadak), Hacahmetlerin Sarışükrü Patlar unutulmasın. İdirizlerin Saralosman (Ali Osman İdis)in adı yukarıda anılmıştı. Ve son zamanların meşhur sarısı Guycuların Sarali (Ali Mola)... Bunlardan başka yalnız sarı kelimesiyle vasıflandırılan, öyle ki bu renk söylendiğinde hemen akla gelen bazı isimler var. Bunlar Tingildeklerin Sarı (Halit Akyol) ve Bacıların Sarı (Ramazan Değer)dir...

    Sarının her tonu, koyusuyla açığıyla sarı içinde değerlendirildiğini söylemiştik. Onun kalabalık olmasına sebep bu olabilir. Bununla beraber koyu sarı, hatta kızıla çalan yüzler özel bir sıfatla tanımlanır: çapar... Eğret'in bilinen iki Çapar'ı var; biri Dedelerin Akgalak Çapar Mehmet Dadak (1925-1999) ve diğeri Müdüroğlunun Çapar Mustafa Eşiyok'tur (1935-1993)... Bunların dışında kırmızı rengi ifade eden bir lakap bulunmuyor, Gızılgız Kezban Eşiyok müstesna... Ayrıyeten Gödeşlerin Ramazan Seviş'e gençliğinde 'Gırmızı' denildiğini şöyle böyle hatırlıyorum, demek ki bu tutmayan bir lakap olmuş...

    Sarının tonlarında bir de kahverengi meselesi var. Bilindiği gibi yüzdeki kahverengi lekelere çil deniliyor. Böylelerine çilli demek yerine kısaca çil der geçerlermiş. Hüseyin ve Resul Hocaların babası Mehmet Ayas Çilefe/Çiloğlan, Hassönlerin Hacıefe'nin oğlu Çil Mahmut Omak, Manavların Turabi Ahmet Öztürk'ün hanımı Çil Ayşa bunlara örnek gösterilebilir. Bir de Hacı Resul Tül kızı, Garmenlerin Ahmet hanımı Rabia Geçer var... Kendisine Çinigız denilmesine sebep bu olabilir...

    Çok yaygın bir tondan sadece birer örneği olan iki renge geçiyoruz. Mollahmetler/Müdüroğluların kızı olan Ayşe, Çolömerin Halil'e varıyor; Şampaya İdris Salman'ın anasıdır. Yüzünün rengi dolayısıyla Mor Eşe diye anıldığını söylüyorlar. 

    Alemdaroğlu Mehmet Kızılyer de Kalecikli Hacı'nın kızı Fadime ile evleniyor. Fadime Hanımı herkes Mavı olarak tanıyor. Adının önüne geçen bu lakabın sebebi anlaşılamadan Mavı Hanım 2010'da vefat etti...

    Yeşil kelimesi de yalnız iki kişiye lakap olmuş. Bunlardan en yaygını ve sülalesinin de adına dönüşen Yeşilömer'den bahsetmiştik. Diğeri Güdükmehmet'in kardeşi Abdurrahman Işılak'tır. Yeşilhafız'ın çocuğu yok, bu vaziyette 1957'de vefat etmiş.

    Finali yine çok kullanılan bir kelimeyle yapalım; çakır... Bilindiği gibi yeşilden maviye, renkli gözleri tanımlamada bu kelimeye başvurulur. Ayrıca gözleri renkli olanlara da kısaca çakır denir. Anıtkaya'da bu adla koca bir sülale var. Hatiboğlu Mustafa çocuklarına Çakırlar deniliyor. Aslında bu lakabı kazanmalarının gerçek müsebbibi Hatiboğlu değil, eşi Fatma Hanımdır. Muhacir Osman kızı olan Fatma Hanıma Macur Nine de diyorlar, Çakır Nine de; çünkü çakır gözlü biri. Kendisinden sonra oğullarına Çakırmehmet ve Çakırosman denildikten başka, Erdem soyadını alan sülalenin tamamı da Çakırlar'a dönüşüyor.

    Mardakların Hüseyin Saki'ye, Naymelerin Ahmet Kırbaç'a, Bacıların İbrahim Değer'e yalnızca Çakır deniliyor veya başına sülale adı eklenerek Mardakların/Naymelerin/Bacıların Çakır dendiğinde bunlar anlaşılıyor.

    Aliciklerin Kelçakır var, adı Ahmet Ata... Onun oğlu İbrahim Ata'ya Deliçakır veya Çakıriban diyorlardı... Bütün bu saydıklarımızın renkli gözlü olduklarına şüphe yok...

    Unuttuklarımız veya bilmediklerimiz mutlaka vardır. Her şeye rağmen Eğret/Anıtkaya'da renk bildiren kelimelerin lakaba dönüşme durumu çok fazla olduğu görülüyor.



12 Kasım 2024

Ağıl Hayatı

    Çoğu tarih olsa da bir kısmı yenilenmiş haliyle hayatiyetini devam ettiren ağılları listelemiştik. Yirminci yüzyılın ortası itibariyle bilinen Eğret ağılları hep dağda bulunuyor, bazıları da ormana yakın arazi civarında yer alıyordu. En az 300 koyun mevcutlu ellinin üzerinde koyun sürüsü ve otuzdan fazla ağılın bulunduğu o listeye bakılırsa İblak/İlbulak dağı ikinci bir Eğret köyü gibiydi. Haliyle her bir ağıldaki bireysel hayatın yanında, İblak'ta bir sosyal hayatın varlığını kabul etmeliyiz. Mümkün olduğunca İblak'taki bu ağıl hayatını inceleyeceğiz.

    Her yanı yaylım olan İblak'ın otu, gündönümünden sonra pek yağış olmadığı için bir anda kurur, sürüyü eğleyemeyecek hale gelirdi. Bu anda onların imdadına anız yetişir. Temmuz ayından itibaren ekinler biçilir, koca arazi mallara kalır. Artık kış gelene, kar yere düşene kadar koyun sürülerinin yaylım alanı buralardır.

    Tekrar dağa, ağıllara dönüş kış geldiğinde başlıyor. Fakat oraya gelene kadar bir takım hazırlıklar eşzamanlı halledilir. Misal ağılın bakımı yapılır, dambeş sıvanır filan... Lazım olacak saman, yem, kuru ot gibi hayvanın erzağı çekilir. Yani daha koyun ağıla taşınmadan, onun konforu için her şey düşünülür.

    Bununla beraber ağılda ve anızda eğlenme dönemlerini kesin ve net çizgilerle belirlemek doğru olmaz. Duruma göre bu dönemler uzayıp kısalabilir, mesela bazıları kışı beklemeden sonbaharda ağıla taşınabilirler. Tam tersine kışı köyde geçiren sürüler de bulanabilir. Şubat sonu, Mart gibi kuzulama dönemi başlar. Bu dönemi köyiçinde geçirenleri de hatırlıyorum. Yani kışın ortasında bize ilginç gelen yeni doğmuş kuzularla oynardık. Demek ki kuzulama dönemini ağıl yerine köyde geçiren sürüler de bulunuyordu. Belki ağılı olmayanlar böyle yapıyordu, belki de kuzuleci koyunlara köyde bakıyorlardı; bundan pek emin değilim.

    Her nasıl ve ne zaman yapılırsa yapılsın, ağıla çıkmak büyük bir vaveylayla gerçekleşiyor. Hayvanı sürüp götürmek tamam... Bir de geç çıkılacaksa kuzu var, başka şeyleri de götürmek lazım, hatta tavuk civciv filan... Bu bakımdan ağıla çıkmak bir bakıma yarım yayla göçü gibi düşünülmelidir...

    Dağda yaylım bitmiyor, yeter ki kar yorgan gibi her yeri kapatmasın. İşte böyle zamanlar için kış hazırlığı yapılmıştı. Saman, ot takviyesi bugünler için... Sair zamanlarda hayvanlar İblak'ın her yanına serpiştirilmiş şırıl şırıl çeşmelerden sulanıyorlar. Kar depdirdiğinde ağılda yediriliyor, ama sulama işi zora giriyor. Çeşmelere ulaşım zorlaşıyor çünkü...

    Bazı ağıl yakınlarında göletler oluşurmuş. Kar ve yağmur sularının biriktiği bu küçük göletler zaruret halinde çok iş görürmüş. Daldalların ve Dombeylinin ağıl göletleri gibi... Yalnız kış sertleştiğinde bu göletler donduğu için işe yaramaz hale geliyor. O zaman müdahaleyle buzları kırmak gerekiyor. Candırma Halil Omak öyle yaparmış...

    Kış günlerinde, mal kapalıyken onların bakımının dışında yapılması elzem bazı işler var, çoban onlarla uğraşıyor. Bunlar köyde yapılması gerekenlerden farklı değil; odun kesmek, gar kakmek vs. Dambeşi kar ağırlığından kurtarmanın adı olan gar kakmek önemli tabi, ihmal edilmez.

    Köyde olsan odaya kahveye gidersin, burada o imkan yok; ama sosyal hayat büsbütün sıfır değil. Komşu bir ağılda toplanıp eğleniyor, vakit geçiriyorlar. Zaten ağıl bir kampüs olarak düşünülürse, çobanın kaldığı yere oda deniliyor. Birinin odada toplanıldığında orası köyodasına dönüşüyor.

    Tipik bir ağıl odasını tasvir edelim. Tek göz bir ev düşünelim. İkiye bölünen bu odanın bir bölümü seki olarak yükseltilmiş. Sekinin üstündeki duvarda küçük bir pencere var, onunla hem aydınlatma sağlanıyor hem de dışarıyı gözetliyorsun. Yün yer yatağın da bu sekinin diğer ucuna dürülmüş. Genellikle sekide oturup yemek yiyor ve misafir ağırlıyorsun. Odanın diğer bölümünde bir ocak var. Antika şömine diye tarif edilen duvara gömülü bu ocak aslında ateşhanedir. Burada yakılan ateşle odayı ısıtır, yemeğini yapar, çayını demlersin. Ocağın mutfak görevi bittikten sonra oradan aldığın bir közle sigaranı yakar keyfine bakarsın. Ocaklar çok işlevseldir... Ocağın ortasına kurulan üç bacaklı sacırak (sacayağı)ndan başka bir odanın demirbaşları şunlardır: Bir dığan, isli bir çaydanlık, üç beş kaşık, üç beş bardak, bir kara tepsi, bir saç, bir ocak güğümü, bir kandil ki çoğunlukla körgandil denilen idare lambasıdır... 

    Ağıl odasının planı ve orada bulunması gereken eşyalar aşağı yukarı böyledir, ancak zaman ve şartların gereği bazı değişiklikler olabilir. Mesela odanın bitişiğine bir hayat, eşyalara el feneri, radyo gibi yenilikler eklenebilir.

    Yeri gelmişken odadan başka ağılın hangi bölümlerden oluştuğuna da bakalım. Çünkü ağıl esas olarak hayvanların barınması için inşa edilen yerdir. Dolayısıyla onlara yönelik bölümler bulunmalıdır. Öncelikle büyük bir sürüyü barındırabilecek, hatta kuzular için bir kısmı bölünebilecek büyüklükte bir dam olmalıdır. Onun yanında samanlık, otluk, yem konulan kapalı bir bölüm de bulunmalıdır. Bütün bu bölümleri gaş veya çitle çevreleyen geniş bir avlu da olmazsa olmazlardan...

    Koyunun yaylıma çıkamayacağı kış gecelerinde münasip bir komşu ağılda toplanılıyor. Mahmut Omak, çobanlığı zamanında genelde Kemiklerin Bekir Öter'de toplandıklarını söylüyor. Rahmetli kaval çalar, bunlar oynarmış.

    Çobanların genellikle kaval çalarak vaktini geçirdikleri malum... Hem vakit geçirip hem de  o sesle koyunları yönlendiriyorlarmış, bu yüzden eski çobanlarda kaval çok yaygın. Gavalcıların (bu lakap da manidardır) Havva Nine de çok yanık kaval çaldığını söylüyorlar.  Bazı çoban hanımlarının da ağılda bulunduğunu bu münasebetle söylemiş olalım.

    Kaval dışında bir çobanın en sık başvurduğu arkadaşı bıçağıdır. Onunla bir şeyler yontup durur. Meşeden kütümekli değnek yapar, çöğürden baston büker, ardıçtan kirman yontar. Kemiklerin meşhur çobanları var ya, her biri muazzam baston yaparlarmış. Mahmut Omak ise kirman yaparmış. Yontup meydana çıkardıktan sonra kızgın tel ile süslemeler yaptığını ise unutamıyor.

    Tabi avcılık... Her çobanda az çok avcılık damarı vardır... Özellikle mevsiminde vurduğu tavşanı komşularıyla toplaşıp yemenin tadına doyum olmasa gerektir. Ayrıyeten canavara ateş etmek için bile olsa çobanlar tüfek bulundururlar...

    Bir köy hayatından farkı bulunmuyor, ağıldaki yaşamın. Al işte bir örnek daha... Cihan Harbinden döndükten sonra birine çoban duran Kekliklerin Kelali Ali Tül'ün de ağıl hayatı var. Öyle normal seyrinde ilerliyor ki bu hayat... Adam üçüncü evliliğini burada yapıyor. Yani Bıgalı Sabri Kocausta'nın kayınvalidesi olan Ayşe Hanım ile ağılda evleniyor... Mutlaka doğumlar da ölümler de olmuştur, köyde ne olursa ağıllarda da onlar var çünkü...

    Birinin tabiriyle söyleyeyim; otuz civarında ağıl düşünülünce, Mılıklar'dan daha büyük bir yerleşim akla geliyor. Bu işin Ramazan'ı var, teravihi var... 1940 ve 50'lerde yaza denk gelen Ramazan'larda oradaki ahali teravih için imam tutarlarmış. Hatta Bahçecik tarafına ayrı, Almalı tarafına ayrı imamlar. O dönemlerdeki Aşiret/Çadır yörüklerinin de dağda bulunduklarını unutmayalım...

    Komşu ağıllardaki çobanlarla doğal olarak iletişim halinde oluyorlar, birlikte vakit geçiriyorlar. Yalnız ağıllardaki sosyal hayat bununla sınırlı değildir, komşu köylerin çobanlarıyla da sohbet, eğlence ağırlıklı ortamlar paylaşılıyor. Böbülerin Hasan Kabadayı'ya Gocasan, Çilmahmudun Hasan Omak'a Güçcükhasan lakaplarının etraf köy çobanlarınca verildiği belirtiliyor. Onlarla ne kadar içli dışlı yaşandığı anlaşılsın diye bu örneği verdim.

    Bir de komşu köylerle sınır tartışmaları yapılıyor ki bunun kahramanları hep çobanlardır. Yirminci yüzyıl başlarında, sonradan Bursa mahkemelerine akseden bir tartışma da çobanlar arasında başlamış ve daha sonra bütün köyü içine almış. Bödü Mehmet Sağlam'ın Mılıklar köylüleriyle kavgaya varan mücadelesi hep anlatılır. Sonraları Mılıklar ve Olucaklı çobanlarla yapılan tartışmalar muhabbetli takılma seviyesinde kalmış. Amma İblak'ı sahiplenme konusunda Eğretli çobanların canhıraş mücadelesi kayda değer...

    Günler ağılda böylece akıp geçiyor... Kuzulama dönemiyle yavaş yavaş bahar kendini gösteriyor. Köyden sağıma geliş gidişler hareketliliği artırıyor. Öğleye doğru gelen kadınlar sağıma kadar yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, biriken işleri hallediyor; hava açılıyor, çobanın yükü bir açıdan hafiflerken, başka bir açıdan artıyor.

    Kırkım da önemli işlerden birisi... Zahmetli bir iş olduğundan tek başına hakkından gelinecek gibi değil. Bu yüzden imece usulü kırkılıyor koyun keçi... Zahmetinden daha çok zamanlamasının iyi yapılması gerekiyor kırkımın. Hayvanın üşümesi, bir anda kırılması anlamına geliyor ki, bütün emeklerin heba olması demek...

    Zamanlama hatasıyla literatüre giren kırkımlar var. İdirizlerin Hamsinci Mustafa İdi'ye bu lakap verilmesinin sebebi, hamsinde kırktığı koyunların üşüme sonucu hepsinin ölmesiymiş. Yerel takvimde Garaburun kışı diye anılan dönem de bununla ilgili. Kelsalek Salih Azbay dayısıyla ortak keçi almış Garaburun Seydi Ahmet Mola. Kırktığı keçiler kar yağışına maruz kalıp üşümüş ve tamamı kırılmış.

    Koyunu üşütmek sadece kırkıma bağlı bir durum değil. Hatta çoban tecrübesinden de bağımsız bir durum ki bu bazen kaçınılmaz oluyor. Gocasan'ın ne kadar tecrübeli ve usta bir çoban olduğu hep anlatılır. Buna rağmen koyunu özürlendirmekten kurtaramamış, abisine koyunu dağda üşüttüğünü, bü yüzden elden çıkarmaları gerektiğini söylemiş; ama dinletememiş. O sene koyunlar kışı çıkaramamış ve böylece Böbülerin koyunun kökü kesilmiş...

    Eskileri bırakalım, nispeten daha yenilerde yaşadığı bir olayı Mahmut Omak şöyle anlatıyor: "Tiftik keçileri yeni kırkmışız. Yaşım 13, ağılda tek başımayım. Keçileri ağıldan çıkardım, gidiyorum Guyuderesi'nin ağzına doğru. Rahmetli Kel Ahmet Ağa bana Çalca'nın yamadan bağırıyor 'Keçiyi ağıla kapa!' diye... Ben tınlamıyorum, rahmetli sürekli bağırıyor bana doğru geliyor. Yanıma gelene kadar tınlamadım. Geldi, beni hem azarlıyor hem keçileri topluyor, 'Kat keçiyi önüne, çabuk ağıla kapat!..'  Daha ağıla varmadan yağmur başladı. Tiftik keçi çok hassas, kırkıldıkdan sonra yağmuru yerse çoğu ya hastalanır, ya da ölür. Tabi çocuğuz biz, bunun farkında değiliz. Ama zamanla ne kadar koruyucu kollayıcı insan olduğunu öğreniyoruz."

    Çobanlığa küçük yaşta başlamanın bir kader gibi görüldüğü bu anlayışı, tecrübesiz bir çoban olarak Mahmut'tan dinlemek daha etkileyici: "Okuldan çıktı mı defteri kalemi heybeye sıkıştırır, doğru ağıla... Bazıları der, 'Ne o len, okuyup da katip mi olcen!' kimisi der, 'Oku da çoban ol!'  Okulun kıymetlini şeytanlar bizi kandırdıktan sonra öğrendik."

    Bu duygularla ağıla giden çocuk çobanın duyguları da çocukça olacak elbet: "Odalarda bayramın ilk günü bayram yemeği kaçırılır mı... Bayram sabahı erkenden koyunları Bahçecik'ten suladım, çevirdim yönü ağıla. Bi topuk, köye bayram yemeğine yetiştim. Rahmetli kızsa da bişey demedi. Yemeği yedi, bindi eşeğe doğru ağıla... Tabi bizim koyun sabah erken ağıla gider mi... Guyuderesi'nden İncegeriş'e geçerken Kel Ahmet Ağa gene devrede... Çeviriyor ağıla, benim gittiğimi görmüş..."

    Birbirine destek olma, işinde yardım etme, eksiğini gediğini kapatma ağıllardaki çobanlar için sıradan şeyler. Küçük bir çobanın tecrübesizliğinden faydalanıp sürüsüne zarar verme gibi düşüncelerden çok uzak geniş, gönüllü insanlar... Belki de 'eskinin acısı kayboldu, lezzeti kaldı' esasınca akıllarda kalan sadece bu güzelliklerdir, bilemeyiz; ama kendisini hep koruyup kollayan Kel Ahmet Bar ve Yörüğoğluların Musa Tüplek'i rahmetle yad ediyor küçük çoban...

    13 Yaşındaki çocuk çobanın İblak'taki bazı gözlemleri de bana değerli geldi. Ona göre dağda türkü söylemek hamamda söylemek kadar güzelmiş. Bazı yerlerdeki doğal eko, insanda türkü söyleme hevesi uyandırırmış. Gavuryatağı buna bir örnek... Burada türkü söylemek, iki türkücünün düeti gibi olurmuş. Garip bir tecrübeyle keşfetmişler bu doğal sahne özelliğini. Bödü Mehmet taş kırıyormuş balyozla. Belli bir ritimle vurduğu darbelerin sesi aynı anda değil, gecikmeli olarak gelirmiş bunların kulağına... Bödü balyozu indirdiğinde, bir önceki vuruşun sesini duyarlarmış. Böyle bir yerde asıl bir türkü, sonra kendi türkünü dinle...

    Büyük olsun, küçük olsun her sürünün yaylım programı ve güzergahı da hemen hemen hiç değişmezmiş. "Koyun sürüleri genelde kalabalık, bizim gibi az olanların da katımcıları olur. İlk bakışta ağıllar karışık gibi görünse de bir ahenk içinde sürüler yaylıma çıkar. Hemen hemen herkesin otlak bölgesi, kendisine ait olmasa bile, gittiği yerler  üç aşağı beş yukarı bellidir. Bizimki yaylıma çıktı mı ormanın içinden İşofun süzek, Keçiyatakları, Yukarı Bahçecik'ten sulanır, karşıya Gılığin altı, Tunanıntarla, Guyuderesi Ağzı ve ağıl  güzergahını izler. Bu demek değil her gün bu güzergah, ama genel olarak böyle..."

    Bütün bunlar kırk yıl öncesinin değerlendirmeleri... Bu arada neler neler oldu...

    Bahçecik tarafında sayısız ağılın kürünüp yerine yabancılarca heyula gibi bir bina dikilmesi oradaki eski ağıl sahiplerinin içine kötü oturmuş. 'Yıkılan sadece ağıllarımız değil, onunla birlikte hatıralarımızın da kökü kazındı' diyorlar. Doğrudur, yalnız ondan önce koyunculuk ve ağıl hayatı bitme noktasına gelmişti...

    Çobanlık damarlarına işlemiş kıdemli çobanlar mesleği bırakmak istemedi. Lakin zaman ve onun getirdiği şartlar buna elvermiyordu. Çoğu koyunsuz sürüsüz sudan çıkmış balığa döndü... Dağ havasına alışmış bazıları köyde hiç yapamadılar, çobanlığı bıraktıktan kısa bir süre sonra bu dünyaya veda ettiler. Kemiklerin İbrahim Öter gibi, Yörüğoğluların Musa Tüplek gibi... Her şeye rağmen krizini kırmak için bile olsa çobanlık ve ağıl hayatını sürdürmekte kararlı olanlar da bulunuyor, Ayımevlüdün Ahmet Öztürk gibi...


11 Kasım 2024

1979 5/A Sınıfı

 



    Anıtkaya İlkokulu 

    1978-79 Öğretim Yılı 5/A Sınıfı, 4 Mayıs 1979

    Öğretmen, Şakir Şenol

    Karışık olarak öğrenciler; Ali Dirlik, Salih Kaynar, Arif Seçen

    Fotoğraf kaynak, Arif Seçen



1977 3/A Sınıfı

 




    Anıtkaya İlkokulu

    1976-77 Öğretim Yılı 3/A Sınıfı

    Öğretmen, Kezban Budan

    Soldan sağa ayaktakiler; Ahmet Sevinç, Arif Öztürk, Yalçın (Eren) Öztürk, Arif Seçen, İbrahim Aydın, Selami Şen, Yusuf Patlar, Şevket Yıldız, Ahmet Sancak, Ali Tetik

    Oturanlar; Nursel Kopan, Ümmühan Azbay, Neriman Tok, Gülsüm Aykaç, Hatice Patlar

    Fotoğraf kaynak, Arif Seçen



1978 4/A Sınıfı

 



    Anıtkaya İlkokulu

    1977-78 Öğretim Yılı 4/A Sınıfı

    Öğretmen, Kezban Budan

    Karışık olarak; Yalçın (Eren) Öztürk, Ahmet Sancak, Arif Öztürk, Arif Seçen, İbrahim Aydın, Selami Şen, Yusuf Patlar, Ahmet Sevinç, Süleyman Patlar, Ali Tetik

    Fotoğraf kaynak, Arif Seçen




09 Kasım 2024

Yiyiciler


    Bu bölümün hangi kategoride değerlendirileceği hususunda epeyce düşündüm. En sonunda yeme muhabbetlerinin daha çok oda sohbetlerine konu olduğundan yola çıkarak, köyodasına almaya karar verdim.

    Konuya nereden gireceğimi bilemiyorum, iyisi mi kahramanların yaşına göre en kıdemlisinden başlayalım. Tongulların Satı Ninenin bir kaç pideyi ağıla varana kadar bitirdiğini torunundan dinlemiştim. Sağıma mı gidiyor, yoksa ekmek mi ne götürüyormuş. Eşeğin sırtında yola düşmüş... Açlıktan veya can sıkıntısından heybedeki pidenin bir ucundan başlamış yemeye, varana kadar pideleri bitirmiş...

    Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok'tan naklediliyor. Eniştesi Gambır Tevfik İdis ile dağdalar, yahut arazinin dağa yakın bölümündeler. Herhalde sürünün peşinde koyun güdüyorlar. Bir koyun kesip yemişler, Müdüroğlu'nun dediğine göre kendisi 'az bişey' yemiş, koca koyunun geri kalanını Eniştesi tek başına götürmüş. Bir heybe mısır hazır bekliyormuş, üstüne de onu yemişler. Onun içinden 'bir iki denesini' Müdüroğlu, geri kalanını Gambır halletmiş. Tabi bu kadar yemenin üzerine su lazım, oysa bardaklar boş... En yakın yer Hacıların Kuyu... Buranın suyu derin tabanından bülkmüyor, bileziğin iki üç metre altındaki duvardan çağlıyor. Doldurmak için oraya kadar inip çağlağa su kabını tutman gerekiyor. Bu riskli dolduruşa herkes cesaret edemiyor o zamanlar. Dediklerine göre Tevfik Ağa'nın ayakları normalden biraz büyük olduğundan taş oyuklarını filan iyi kavrarmış. Bu yüzden hiç çekinmeden inip bardaklara suyu doldurup çıkmış. 'Müdüroğlu'nun anlatısına ne kadar güvenilir orasını bilemem' dedi olayı bana nakleden, o kadar yedikten sonra yangınını Hacıların kuyudan böyle söndürmüş...

    Hatiplerin Deli Ahmet Aykaç bir bütün ekmek kadayıfını tek başına yermiş. Geniş zaman kipiyle ifade edildiğine göre bu olay bir kaç kere tekrar etmiş görünüyor...

    Yeme ve boğazına düşkünlüğü konusunda Bödü Mehmet Sağlam hakkında çok bilgi yok. Sadece torunu Nail Sağlam'dan bir rivayet geldi. Bizzat şahit olmuş, bükme tepsisiyle (burada büyük kara tepsi kastediliyor) bir tepsi arap aşını tek başına yutmuş...

    Hacıların Kel Ömer Azbay da yanındakiyle dağda bir koyunu yemişler. O zamanlar meşhurmuş birbirinin koyununu araklamak... Yedikleri de öyle bir şey... İki kişiler, ama kim ne kadar yediğine dair bir tespit yok... Yine de Ömer Ağa'nın biraz fazla yediğini söylüyorlar, en azından yarıdan fazlasını o yemiş... Yemiş ama sabahı edememiş, çıkmış dağda şifa otu aramaya başlamış. Önüne gelen her ota saldırmış... Karanlıkta acı bir otu yedikten sonra iyileştiğini söylemiş... Sabah bu ne otuymuş diye bakıp böylece yakı otunu keşfettiği anlatılıyor...

    Başka kanallardan da çok dinledim, ancak Macur Ali Öncül dedemden bizzat duyduğum bir olayı da zikretmek isterim. 1940'lı yıllar, annem daha çocuk, belki apıleci yürüyemiyor. Dedemle Ninem bu tek çocuklarını da alıp orağa gidiyorlar Tekgeyeri'ne... Çocuğu arabanın altına gölgeye yatırıp işlerine güçlerine bakıyorlar; biri biçiyor, diğeri deste dırmıkla paklıyor. Çocuk uyanınca uzaklaşıp gitmesin diye, ayağından tekere bağlıyorlar. Tabi tamamen kaderine terkedilmiş değil, arada gelip bakıyor Ninem... İkindiye kadar bu şekilde çalışmışlar, ikindi sonrası Nineme demiş ki "Git hem çocuğa bak, gelirken de ekmek geti, iki üç dıkım yiyem." Ninem arabaya doğru yönelirken ekmeğin bittiğini söylemiş. Tabi Dedem celallenecek olmuş, niye az ekmek aldın gibisinden çıkışınca "Nebilen, sekiz dene guyduydum" diye cevaplamış. O vakit anlamış Dedem ikindiye kadar iki kişi sekiz ekmek yediklerini. Olsaymış herhalde akşama kadar 10 ekmeği bitirirlermiş...

    Berberlerin Ali Öztürk'ün dediğine göre, Şaval Kadir Özdemir bir kasa lokumu tek başına yemiş. Lokumların kasaya ambalajlandığı o yıllarda bir kasada, yanlış hatırlamıyorsam, 3 kilo güllü lokum bulunurdu. Bu sade lokumlarda fındık, fıstık, ceviz gibi iç bulunmadığından daha ağır olurdu. Her şeye rağmen 3 kilo lokum büyük bir miktar... 

    Bunun ırsi olabileceğini düşündüren şey Şaval'ın Yahya Özdemir vakasıdır. Çok yemesiyle meşhur olan Yahya Abi hakkında sayısız olay duyabilirsiniz. 14 Tane bükme, bilmem kaç tepsi düğün pilavı, şu kadar pide filan... Bir ziyafet sonrası içtiği 17 maden suyunun kar etmediğini yakınlarda kendisinden işittim. Fakat daha şaşırtıcısı var... 

    Bunlar yeğeni Kadir Özdemir'le birlikte İzmir'e gidiyorlar, yıl 1998... Ford kamyonla serbest seyir halindeler, yanlarında hediyelik 11 tane öğme var. Açlığa dayanamayıp ucundan kıyısından başladıkları öğmelerin sekizini İzmir'e varana kadar bitirmişler. Gece saat 2'de indikleri evde sofra kurmuşlar bunlara, kalan üç öğmeyi de sofrada yemişler. Kadir hala o günü unutamıyor ve 11 öğmeyi yediklerini anlayamıyormuş. Tabi o sırada 13-14 yaşlarında bulunan Kadir'in bunca yiyeceğin ne kadarını yediği de soru işaretidir, çünkü asıl başrol oyuncusu Yahya Emmisi...

    Bununla beraber Torun Şaval Kadir Özdemir'i de tamamen yabana atmamak gerekir. Karacahmet'te bir nine, onun tok karnına bir köy ekmeği yediğini iddia ediyormuş. Bu kadar yiyebilmenin ırsi olabileceğini düşünmemiz boşuna değil...

    ***

    Araya giren Şavalgadir ailesi kronolojiyi biraz bozmuş olsa da geleceğimiz yere geldik. Burası yeme konusunda ayrı ve özel bir başlığı hak eden birine, Böbülerin Gocahasan'a ayrıldı.

    İriliğinden dolayı Goca Hasan diye lakaplanan Hasan Kabadayı'nın yeme ile imtihanı daha çocukluğunda başlamış. Lakin tersinden... Et yiyemediği fark edilince, Neslihan Ninesi bizim dağda bulunan yakı otu yedirilirse çocuğun derdine derman bulacağını söylemiş. Gerçekten bahsedilen acı otu yedikten sonra Hasan'ın yeme konusunda hiç bir problemi kalmamış, hatta doymamacasına yemeye başlamış. Bundan sonra okuyacağınız örnekler hep bu yakı otunun eseri olduğu söyleniyor.

    Gocahasan'ın anası ile Hoca Dedem (İbrahim Varlı) emmi çocukları oluyor, hem akrabalık hem komşuluk olduğundan birbirinin evlerine yabancı gibi değil de kendilerininmiş gibi girip çıkıyorlar. Veyislerin meşhur bağdan çok üzüm kaldırırlarmış o vakitler. Bağbozumunda gerilerle getirdikleri üzümleri pekmez yaparak değerlendiriyorlar. Küplere doldurmuşlar belki yüz litre pekmez... Kışın ortasında Dedem demiş ki Nineme;
    - 'Gız hele şu bekmezden geti de dadına bakam bi...'  Ninem pekmezin bittiğini söyleyince de hem şaşırmış, hem inanmamış, hem de öfkelenmiş. Sonra Ninem izah etmiş;
    - 'Gocasan girdikçe çıkdıkça içdi, bi de bakdık küp boşalmış...' Çocukluktan çıkıp delikanlılığa terfi eden Hasan bu dönemde onca pekmezi hüpletmiş. Delikanlılığından itibaren koyun çobanlığı da başlamış. Ona dair anlatılanların çoğu dağda, ağılda yaşadıklarıdır, fakat evde yediklerine şahit olunan da az değil.

    Babamdan 11 yaş büyüktür, yani delikanlılığında babam daha çocuktu. 'Bizim evde et va' diye babamı da yanına alıp götürmüş. Kazandaki eti kaldırıp dörtgulpluya devirmişler. Bu et en azından bir koyundur. Babamın dediğine göre, kendisi bir kemiği sıyırmakla oylanırken Gocasan teknedekini yalayıp yutmuş. Anası yetiştiğinde ancak köşede küçük bir parça et kalmışmış, bağırıp çağırıp azarlamış da o küçük parçayı kurtarabilmişler. Bu yaşlarda artık Gocasan durdurulamıyor.

    Aslında Gocahasan lakabını Dağda vermişler; Çilmahmut'un Hasan Omak'a Güçcükhasan, buna da Gocahasan derlermiş. Küçük kardeşi Veli Kabadayı ile Babam gitmişler bunun yanına. O gün üç koyunu kesip kancalara asmış... Üç kişiler ya, o yüzden üç koyun; adam başı birer tane... Yalnız ikisi çocuk sayılır, Gocahasan'daki hesabı anla artık... Herkes canının istediği yerden kesip közleyip yemiş. Vakit ilerleyip uyku gelince 'gafaları gömün' diyor, 'kim yicek' diye itiraz ediyorlar. Onlara bakmayıp kendisi güzelce ocaktaki meşe külüne gömüyor... Gecenin bir yarısında Babam uyanmış, kalkmadan etrafı seyrediyor. Gocasan kalkmış, bir çft gözün kendisini izlediğini fark edince üç kelleyi 'daha bişmemiş' diyerek geri gömüp yatmış. Kısa bir süre sonra tekrar kalkıp üç kelleyi tek başına tısıl tısıl sıyırıp kemikleri yığdıragomuş. Babamın hala uyanık olduğunu görmüş ve 'Aha böne bakagalırsın' deyip yerine yatmış.

    Bazıları onda yemenin bir tutkuya dönüştüğünü söylerken, bazılarına göre onun yemek yemesi ihtiyaçtan değil alışkanlık eseriydi. Bir koçu kesip yüzerken, boş durmamak için hayvanın yağlarını atıştırdığını görenler var. Bununla beraber daha o vakitlerde Gocasanın yemesini bir hastalık belirtisi olarak da görürlermiş. Adam günde üç paket sigara içmesine rağmen iştahında bir gerileme görülmüyor. Bunu sadece başlangıçtaki yakı otu tedavisine bağlamak doğru olmayabilir, fakat otun yeme isteğindeki etkisi de meydanda. Zira yakı otundan ölünceye kadar vazgeçmemiş, dağda zaten elinin altında bulunan bu otu köyde de cebinden eksik etmez, ihtiyaç hasıl olduğunda bir tutam çiğneyip midesindeki fesadı ortadan kaldırırmış.

    Köyde bulunduğu günlerden birinde yeğeni Ramazan Tektaş evde tepsi ettiklerini söyleyip akşam yemeğine davet etmiş. 'Evde bi tencire pilav yidim ya, hadi gidem bakam' demiş. Davetliler arasında bulunan Bahtiyar Dayımın dediğine göre, tok karnına oturduğu o sofrada tam 13 tane bükme yemiş.

    Aynı zamanda ehlikeyif biri... Yediği zaman yemenin, çalıştığı zaman işin, daldığı zaman da keyfin hakkını veriyor. Kalabalık olduğu için sürüyü bölerler, bir kısmını da bizim avluya koyarlarmış. Gocasan uyuyup dinlenirken koyunlar da iki avluda pinekliyor. Bir keresinde  bizimkiler koyun ölüyor diye telaşla uyarmışlar. Kafasını bile kaldırmadan mırıldanmış: 'Ölüyosa kesin yiyin, beni ne uyarıyonuz!...'

    Gocahasan lakabının hakkını verircesine güçlü kuvvetli... Bazı zamanlarda herkes gibi el işine de gidiyor. Çatalçeşme'ye orağa gitmiş, Dıbış'ın ekini biçiyorlar. Çalışan başkaları da var, ama gözler bunun üzerinde. İşin arasında bir koyunu yemiş, diğer çalışanlarla birlikte üç tepsi börek yinmiş. Kimin ne kadar yediği tahmin edilebilir...

    Ova köylerine Çorca'ya filan gittiğinde hemen farkı hissediliyor. Hem yer, hem de yediği kadar çalışırmış. Oralarda Gociban (İbrahim Özen) ile bunu Döyerbiçer diye lakaplamışlar...

    Böyle bir adamın bir kuzu, koyun hatta koç yediğine dair hikayeyi çok kişiden duyabilirsiniz. Yeğeni Berber Ahmet Kabadayı'dan dinlediğim başka bir hikaye anlatayım size. O da Hafız Mehmet Öztürk'ten bizzat duymuş. Hafız'ın dükkanın üst katında 1960'ların sonunda Karahallılı iki terzi varmış. Osman ve Necati adındaki bu ustaların yanında zaman zaman toplanır ferfine yaparlarmış. Hafız ve Gocasan'ın da bulunduğu bir gün için kaz ve tirit ferfinesi kararlaştırılmış. Buna göre Gocasan evden bir kaz pişittirip 30 şepit ettirecek, parası ortak karşılanacak. Günü gelince Gocasan kaz ve şepitlerle çıkıp gelmiş, ama sofrayı hazırlarken söylenmiş;
    - 'Bu bana bile yetmez, keşge iki dene kesydik.' Onun böyle mırıldanmasına dayanamayan Hafız sonunda patlamış;
    - 'Ha hayvan ha! Sen bunu yi parasını ben vecen, ne gonuşup duryon!' Biraz da yiyemezsin demeye getirmiş. Yirdin, yiyemezdin derken iş ciddiye binmiş ve Gocasan işe girişmiş. Otuz şepidi ıslatıp ıslatıp yemiş. Etin sonuna doğru biraz zorlanır gibi olunca 'gaybettin' diye eğlenecek olmuşlar. Gocasan ise pek oralı değil, eti bitirmiş ve zorlanmasının sebebini açıklamış;
    - 'Evde de gazınan tirit vardı. Len ben orda aç galırın deye açık atışdıren dedim, bi gazınan 15 şepit yidim de öne geldim. Yosa burda oguda zorlanmazdım...' Hafız İzmir'de ameliyat için hastanede yatarken bu olayı yemin billah ederek Berberahmet'e böylece anlatmış...

    Devran hep aynı minvalde dönmez. Tökezlemeler, duraklamalar, aksamalar vb. her ne olduysa düzen bozuluyor. Gocasan İzmir'e göçmek zorunda kalıyor. Mutlaka karakteri ve alışkanlıkları da onunla beraber gitmiştir. İştahı ve yeme arzusunu bırakacak değil elbet... Yalnız yakı otu İblak'ta kaldı... Gelene gidene sipariş verip istetiyor, yakınları da onu otsuz bırakmıyorlar. Yemeye devam yani...

    1994 Yılında Mehmet Tırık, onu Berberahmet'in evinde görmüş. Berber hem yeğeni hem damadı olduğundan çok rahat... Neslihan Hanım babasına 'Şepit va, getiren mi Buba?' diye sorunca 'Haber edeydin garnımı doyurmadan gelirdim a gızım, neyise geti bakam.' diye oturduğu sofrada tam 14 tane şepit yemiş. Mehmet, ölesiye unutmam dediği bu manzarada şepitleri özellikle saydığını söylüyor.

    ***

    Bu hususta anılması gereken isimlerden biri de Gambırmuhtar Ahmet Öncül'dür. Muhtarlığı döneminde büro olarak kullandığı odada geçen çoğu olay fıkra gibi hala anlatılır. Görmedim, ama kendisinden dinlediğim biri manidardır. Güneş almayan odadaki saksıda yetiştirdiği biber fidesi vardı. Çiçek açar, döl verir, kızarır öylece yaşar gider, kimse de varıp dokunmazdı. Çünkü zehir gibi acı olan firenk biberi dediklerindendi, bu yüzden kimse yemeye cesaret edemezdi... Katık bulamadığı bir gün, iki üç tanesiyle karnımı doyururum diye düşünmüş. Koparıp yanına koymuş. Gerisini şöyle anlattı;

    - 'Issırmadım bile le!... Sadece dişledim... Anam! Anam! Anam!... Dilim dudağım davıl gibi şişdi... Bağırcen, bağıramıyon... Ağlıcen, ağliyemiyon... Bi ter basdı beni, sona gözlemden tıpır tıpır yaş boşandı... Emme ağzımın yangını geçmiyo... Onun acısınnan tam bi dene köy ekmeği yidim, hala dilim yanıyodu...'

    Tabi bunu dinlerken onun mübalağa kralı olduğunu unutmamak lazım. Yine de yeme konusunda abartması yoktur. Sevdiği bir şey karşısında gözlerinin parladığına çok şahit oldum. Evliliğinden sonraki en mutlu günü belki de mangal sahibi olduğu gündür...

    Bir keresinde Hisar pide salonuna gittik, oranın tandırı meşhurmuş, benim bildiğim yok. Meğer o çok defa tecrübe etmiş... 'Ben tekli yicen' dedi, aynısından ben de istedim, fakat şaşkınlığımı da gizleyemiyorum. Muhtar bu, tek porsiyonla doyar mı!... Önce dörde bölünmüş soğanlar geldi. Sabırla onların her bir diliminin zarını ayırıp şöyle koydu. Soğan merasiminin bitiminde geldi bizim tekli tandırlar... Ben bir lokma aldım almadım, bir işaret çaktı takviye pide getirdiler. Meğerse kaşla göz arasında pideyi bitirmiş, et öylece duruyor... Böyle böyle işaret ediyor, pide geliyor; işaret, pide... İşaret pide... Ben kaç tane boş pide geldiğini sayamadım... Garsonlar da bıkmış olacak ki bir süre sonra ortadan kayboldular. Son gelen pideyi katık ederek et ile aynı anda bitirdi... Gülüşerek dışarı çıkarken doymadığı belli oluyordu. Herkes kendi yoluna gitmek üzere ayrıldık. Sonradan öğrendim, 'Bi yere oturup gözelcene garnını doyurmuş.'

    Karnı doyduğunda 'Haşşönee!' diyerek avuçlarını birbirine vurur, sigarasını yakmaya dururdu. Katmer yerken kırılan dişini tamir için Dişçi Ali'ye vermiş, onlar gelene kadar geçen zamanda hayat zindan olmuştu...

    Muhtarla aynı dönemin meşhur yiyicilerinden biri de Kalpsiz Hüseyin Tok idi. Bu işe Muhtar gibi sanatsal açıdan yaklaşmaz, harala gürele yalayıp yutmaya bakardı. Yiyecek miktarı çok olsun yeterdi, gerisinin önemi yok. Mesela kanattan nefret ederdi, etten çok kemik var diye... Çolakların Odada bir keresinde yüze yakın yumurta yediklerini anlatmıştı...

    Turabilerin Ahmet Külte'ye kulak verelim : Bu hikayeyi bizzat Takgasların Mahmut Öncül Amcadan dinlemiştim, yıl olarak tam hatırlamıyorum ama Kalpsiz'in kamyonun olduğu yıllar..

    Kalpsiz'le Mahmut Amca Bayramaliler'e taş getirmeye gidiyorlar, taş işiyle uğraşan ortak tanıdıkları birisine varıyorlar. Taşı yükledikten sonra yola çıkmak için hazırlanırlarken galiba lastik patlıyor, arkadaşları da 'Vallaha olmaz, vakit de geç oldu, bugün burda akşamlayacağız. Hem ben keçiyi kestim, hazırlattırıyorum, onu yimeden bırakmam sizi.' diyor. Tamam deyip ocaktan eve doğru yürümüşler. Yalnız Bayramaliler'e gelirken Kalpsiz 'Le Zelo, arada sırada dişim batıyo, ağrıcek heralda' demiş. O da 'Bişey olmaz geçe' diye geçiştirmişimiş. Şimdi söz Zelo'da;

    - Bu ocaktan çıkarkene zıngırdamaya başladı 'Zelo vallaha dişim ağrıyo.' Ben 'Le bişey olmaz geçe le' diye savsakladım. Neyse eve vadık, bizi odaya aldıla; ama Kalpsizin diş de azıttı. Köy fırını evin hemen yakınında, keçiyi tepsilere  hazırlamışla, fırına götürüyola. Bizim Kapsiz gıvranmaya başladı bu sırada. İlaç yok, hap yok, bunnan beraber elektirikler de yok. Tuz koyalım, gargara yapalım... Herşey deniyoruz, bir türlü ağrı kesilmiyo, Kalpsiz yerlerde yuvarlanıyo. Keçi fırından geldi, yeminle nar gibi olmuş. Sofra hazır, Kalpsiz yemeğe dayanamaz, hele ete heç heç... Oturduk... 'Hadi Kalpsiz.'  Nerdeee, Kalpsiz'de yicek durum yok. 'Yav çekelim bali şunu da kurtul yav!' dedik... 'Vallaha da çekin bali.'  'Eee, neyinen çekcez?'  Evsahibi 'Pense olur mu?' deye sordu. 'Olur le, geti...' Derdi diş falan değil Kalpsiz'in, keçi etini yiyemiyecek olması... Getirdi penseyi, netcez kim cekcek? Ev sahibine 'Sen çekersin' dedik. Tamam dedi, aç ağzını Kalpsiz... Hangisi?.. İşte şu... Elektirik yok, el feneri yok, bi dene gandil onun da kendine faydası yok... Gandili yaneşdiriyon, yaneşmiyo,.. 'Ağzının içi görünmüyo' dedim, 'Ben iyice yaneşdiren, sen görünce dutasın...' Tamam, olur... Yaneşdirdim gandili. Nerden görcek, gandil yaneşmiyo... Kalpsiz şu mu le?  Hı! Hı!.. Tamam, çekiyon... Nasıl tutmasınnan bükmesi bir oldu, bilekleri de kuvvetli.. Bizim Kalpsiz penseyle beraber havaya galkıyo... Ihh ıhh... Ne oldu le?... Ağzında o biçim küfürler... Len o diş degil, yanındaki!... Meğer yanlış dişi tutmuş... Ağrısı iyice arttı... Biz otuduk keçinin başına, Kalpsiz kenarda galik... Nispet ede gibi 'Kalpsiz ge bali...' Nerdeeen, yerlerde yuvarlanıyo... Velhasıl o gün Kalpsiz keçiyi yiyemedi, sabaha kadar yuvarlandı. Sabahdan Dişçi Ali'ye gittik, bir çürük bir sağlam diş çektirdik...

    Muhtar'da olduğu gibi Kalpsiz'in de dişle imtihanı var... Bu mevzuda tek ortak noktaları diş değil. Onların nasıl birer yiyici olduğunu gösteren, birlikte yaşadıkları sayısız ziyafet macerasıdır. Onlara bir örnek olması açısından yine Ahmet Külte'ye dönüyoruz. Bu seferkini bizzat Kalpsiz'den duymuş.

    Kalpsizle Muhtar bir gün Afyon'a giderler. Niyetleri pide yemektir, Lale pide salonuna varırlar. Muhtar, 'Şöne bana 5 tekli yap' der. Kalpsiz de aynısından ister. Muhtar, soğumasınlar diye pideleri yavaş yavaş getirmesini söyler. 

    Kalpsiz Amca anlatıyor: Yaveş yaveş  bidele geldikçe biz yidik,  ayran kola da yanında... Beş teklile bitince 'Le Galpsiz yetmedi, Usda 3 tekli daha yap' dedi. Tabi esik  galır mıyın, 'Bana da geti' dedim. Valla ordeki garsonla etrafımızda fır dönüyola... Yidik, hesabı ödedik, çıkdık. Çıkdık ya, Allahalla saki bana yetmedi gibi geliyo. Gambır'a da bişey diyemiyon, çünkü sövcek biliyon... Deyen, demiyen... Ptt'nin önüne geldik... Gambır ben bişey decen, emme söyme... Neymis le?... Valla ben doymadım... Len .... un ayısı, ben de doymadım!... Netcez le?.. 'Netcez len, şurdan Demircile içine gidem.' dedi... Gittik, gasaptan et aldık, fırına vardık, ne çıkarsa hepsine pide yap... O da 10 tekli çıkmış, geldi önümüze, bi de ayran kola, onları da yedik... Çıktıgımızda 'Haşşöne ... mun Gapsizi, şindi lekine girdi...'  Ya le Gambır, valla benimki de dekleşti... 

    Bu olaydan bir müddet sonra yine Afyon'da Ağustos ayında yemekleri yerler. Kapsiz'i ter basar... Len eğri dedim, valla ter basdı, gidem de soğuk bişeyle içem... Eyi madem, hadi parka... Heykelin yanındeki parka gittik. Garsona sen bize soğuk biseyle ve, dondurma kola geti dedim. Gambır 'Sen yi, bana bi demlik çay geti.' dedi... Len eğri, bu ıscakda çay mı içilir!... Geliyo dondurma kola, ben terliyon... Geliyo dondurma soguk su kola, ben terliyon... Gambır'da gıram ter yok... Demlik bitdi, bi daha söyledi... Benim dondurma faslı dört beş oldu, hala ter döküyon... En sonunda '... mun eğrisi, şu tere bak le, sen de hala çay iciyon bu ıscakda!...' En sonunda patladı, '... mun Galpsizi, ıscakda soğuk yiyip içilmez. Iscakda ıscak işcen, terletmez, harareti kese!..'  Ben bilmiyodum, velhasıl bizim Eğri'den onu da öğrendik. Bu hikayeleri ben futbol oynarken Kalpsiz amca da kulüple ilgilenirdi, uzun zaman kulübün içinde oldu. Toplandıgımızda anlatırdı, Allah rahmet eylesin inşallah...

    ***

    Son nesil iyi yiyicilere örnek olarak Yumrukların Ali Tüplek'i sunacağız. Yine Ahmet Külte'nin anlatımıyla verilecek olan Ali, Kalpsiz'in öz yeğeni olduğu akılda tutulsun...

    İyi bir yiyici de Yumrukların Kambur Ali'dir.  Rahmetli gerçekten oturdu mu yemenin hakkını verirdi. Anıtkaya'da gece yemeği malum meşhurdur, bunun başında da sucuk gömme gelir. Rahmetliyle zaman zaman fırınlarda karşılaştığımız olurdu. 50-100 gram sucukla bir, bazen iki ekmeği yediğine şahit olmuşumdur. Ekmeği yarar, sucuğu en önüne koyardı. Biraz geri kakar ısırır, sonra tekrar ittirir ve tekrar ısırırdı. Böyle böyle bir bütün ekmeği yer, kalan sucukla diğer ekmege başlardı. 

    Bir gün evden peynir bidonunu kaptığı gibi soluğu fırında alıyor. Fırıncıya 'Şuna ne kadar çıkarsa pide yapıver' diyor. Peynir dediğim bir avuç değil, birkaç kilo var. Ne kadarının paket, ne kadarının orada yeneceğinden habersiz ustanın şaşkın bakışları arasında pidenin tamamını orada yiyiveriyor. Dediklerine göre ondan fazla pide yemiş, dahası fırına gelirken evden hamıraşı yiyip de çıkmışmış...Allah rahmet eylesin inşallah...

     ***
    Konuyla ilgili bilgi talebimizi belirten duyurunun altına Bünyamin Kırbaç 'Az ye çok yürüyüş yap, sağlıklı kal. Yiyenlerin hepsi asfalttan öteki tarafta.' diye yorum yapmıştı. Sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken bu yorumla bitirmek istedim. Bu vesileyle adı geçenlerden vefat etmişlere rahmet, hayattakilere afiyet dilerim...