Bu bölümün hangi kategoride değerlendirileceği hususunda epeyce düşündüm. En sonunda yeme muhabbetlerinin daha çok oda sohbetlerine konu olduğundan yola çıkarak, köyodasına almaya karar verdim.
Konuya nereden gireceğimi bilemiyorum, iyisi mi kahramanların yaşına göre en kıdemlisinden başlayalım. Tongulların Satı Ninenin bir kaç pideyi ağıla varana kadar bitirdiğini torunundan dinlemiştim. Sağıma mı gidiyor, yoksa ekmek mi ne götürüyormuş. Eşeğin sırtında yola düşmüş... Açlıktan veya can sıkıntısından heybedeki pidenin bir ucundan başlamış yemeye, varana kadar pideleri bitirmiş...
Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok'tan naklediliyor. Eniştesi Gambır Tevfik İdis ile dağdalar, yahut arazinin dağa yakın bölümündeler. Herhalde sürünün peşinde koyun güdüyorlar. Bir koyun kesip yemişler, Müdüroğlu'nun dediğine göre kendisi 'az bişey' yemiş, koca koyunun geri kalanını Eniştesi tek başına götürmüş. Bir heybe mısır hazır bekliyormuş, üstüne de onu yemişler. Onun içinden 'bir iki denesini' Müdüroğlu, geri kalanını Gambır halletmiş. Tabi bu kadar yemenin üzerine su lazım, oysa bardaklar boş... En yakın yer Hacıların Kuyu... Buranın suyu derin tabanından bülkmüyor, bileziğin iki üç metre altındaki duvardan çağlıyor. Doldurmak için oraya kadar inip çağlağa su kabını tutman gerekiyor. Bu riskli dolduruşa herkes cesaret edemiyor o zamanlar. Dediklerine göre Tevfik Ağa'nın ayakları normalden biraz büyük olduğundan taş oyuklarını filan iyi kavrarmış. Bu yüzden hiç çekinmeden inip bardaklara suyu doldurup çıkmış. 'Müdüroğlu'nun anlatısına ne kadar güvenilir orasını bilemem' dedi olayı bana nakleden, o kadar yedikten sonra yangınını Hacıların kuyudan böyle söndürmüş...
Hatiplerin Deli Ahmet Aykaç bir bütün ekmek kadayıfını tek başına yermiş. Geniş zaman kipiyle ifade edildiğine göre bu olay bir kaç kere tekrar etmiş görünüyor...
Yeme ve boğazına düşkünlüğü konusunda Bödü Mehmet Sağlam hakkında çok bilgi yok. Sadece torunu Nail Sağlam'dan bir rivayet geldi. Bizzat şahit olmuş, bükme tepsisiyle (burada büyük kara tepsi kastediliyor) bir tepsi arap aşını tek başına yutmuş...
Hacıların Kel Ömer Azbay da yanındakiyle dağda bir koyunu yemişler. O zamanlar meşhurmuş birbirinin koyununu araklamak... Yedikleri de öyle bir şey... İki kişiler, ama kim ne kadar yediğine dair bir tespit yok... Yine de Ömer Ağa'nın biraz fazla yediğini söylüyorlar, en azından yarıdan fazlasını o yemiş... Yemiş ama sabahı edememiş, çıkmış dağda şifa otu aramaya başlamış. Önüne gelen her ota saldırmış... Karanlıkta acı bir otu yedikten sonra iyileştiğini söylemiş... Sabah bu ne otuymuş diye bakıp böylece yakı otunu keşfettiği anlatılıyor...
Başka kanallardan da çok dinledim, ancak Macur Ali Öncül dedemden bizzat duyduğum bir olayı da zikretmek isterim. 1940'lı yıllar, annem daha çocuk, belki apıleci yürüyemiyor. Dedemle Ninem bu tek çocuklarını da alıp orağa gidiyorlar Tekgeyeri'ne... Çocuğu arabanın altına gölgeye yatırıp işlerine güçlerine bakıyorlar; biri biçiyor, diğeri deste dırmıkla paklıyor. Çocuk uyanınca uzaklaşıp gitmesin diye, ayağından tekere bağlıyorlar. Tabi tamamen kaderine terkedilmiş değil, arada gelip bakıyor Ninem... İkindiye kadar bu şekilde çalışmışlar, ikindi sonrası Nineme demiş ki "Git hem çocuğa bak, gelirken de ekmek geti, iki üç dıkım yiyem." Ninem arabaya doğru yönelirken ekmeğin bittiğini söylemiş. Tabi Dedem celallenecek olmuş, niye az ekmek aldın gibisinden çıkışınca "Nebilen, sekiz dene guyduydum" diye cevaplamış. O vakit anlamış Dedem ikindiye kadar iki kişi sekiz ekmek yediklerini. Olsaymış herhalde akşama kadar 10 ekmeği bitirirlermiş...
Berberlerin Ali Öztürk'ün dediğine göre, Şaval Kadir Özdemir bir kasa lokumu tek başına yemiş. Lokumların kasaya ambalajlandığı o yıllarda bir kasada, yanlış hatırlamıyorsam, 3 kilo güllü lokum bulunurdu. Bu sade lokumlarda fındık, fıstık, ceviz gibi iç bulunmadığından daha ağır olurdu. Her şeye rağmen 3 kilo lokum büyük bir miktar...
Bunun ırsi olabileceğini düşündüren şey Şaval'ın Yahya Özdemir vakasıdır. Çok yemesiyle meşhur olan Yahya Abi hakkında sayısız olay duyabilirsiniz. 14 Tane bükme, bilmem kaç tepsi düğün pilavı, şu kadar pide filan... Bir ziyafet sonrası içtiği 17 maden suyunun kar etmediğini yakınlarda kendisinden işittim. Fakat daha şaşırtıcısı var...
Bunlar yeğeni Kadir Özdemir'le birlikte İzmir'e gidiyorlar, yıl 1998... Ford kamyonla serbest seyir halindeler, yanlarında hediyelik 11 tane öğme var. Açlığa dayanamayıp ucundan kıyısından başladıkları öğmelerin sekizini İzmir'e varana kadar bitirmişler. Gece saat 2'de indikleri evde sofra kurmuşlar bunlara, kalan üç öğmeyi de sofrada yemişler. Kadir hala o günü unutamıyor ve 11 öğmeyi yediklerini anlayamıyormuş. Tabi o sırada 13-14 yaşlarında bulunan Kadir'in bunca yiyeceğin ne kadarını yediği de soru işaretidir, çünkü asıl başrol oyuncusu Yahya Emmisi...
Bununla beraber Torun Şaval Kadir Özdemir'i de tamamen yabana atmamak gerekir. Karacahmet'te bir nine, onun tok karnına bir köy ekmeği yediğini iddia ediyormuş. Bu kadar yiyebilmenin ırsi olabileceğini düşünmemiz boşuna değil...
***
Araya giren Şavalgadir ailesi kronolojiyi biraz bozmuş olsa da geleceğimiz yere geldik. Burası yeme konusunda ayrı ve özel bir başlığı hak eden birine, Böbülerin Gocahasan'a ayrıldı.
İriliğinden dolayı Goca Hasan diye lakaplanan Hasan Kabadayı'nın yeme ile imtihanı daha çocukluğunda başlamış. Lakin tersinden... Et yiyemediği fark edilince, Neslihan Ninesi bizim dağda bulunan yakı otu yedirilirse çocuğun derdine derman bulacağını söylemiş. Gerçekten bahsedilen acı otu yedikten sonra Hasan'ın yeme konusunda hiç bir problemi kalmamış, hatta doymamacasına yemeye başlamış. Bundan sonra okuyacağınız örnekler hep bu yakı otunun eseri olduğu söyleniyor.
Babamdan 11 yaş büyüktür, yani delikanlılığında babam daha çocuktu. 'Bizim evde et va' diye babamı da yanına alıp götürmüş. Kazandaki eti kaldırıp dörtgulpluya devirmişler. Bu et en azından bir koyundur. Babamın dediğine göre, kendisi bir kemiği sıyırmakla oylanırken Gocasan teknedekini yalayıp yutmuş. Anası yetiştiğinde ancak köşede küçük bir parça et kalmışmış, bağırıp çağırıp azarlamış da o küçük parçayı kurtarabilmişler. Bu yaşlarda artık Gocasan durdurulamıyor.
Aslında Gocahasan lakabını Dağda vermişler; Çilmahmut'un Hasan Omak'a Güçcükhasan, buna da Gocahasan derlermiş. Küçük kardeşi Veli Kabadayı ile Babam gitmişler bunun yanına. O gün üç koyunu kesip kancalara asmış... Üç kişiler ya, o yüzden üç koyun; adam başı birer tane... Yalnız ikisi çocuk sayılır, Gocahasan'daki hesabı anla artık... Herkes canının istediği yerden kesip közleyip yemiş. Vakit ilerleyip uyku gelince 'gafaları gömün' diyor, 'kim yicek' diye itiraz ediyorlar. Onlara bakmayıp kendisi güzelce ocaktaki meşe külüne gömüyor... Gecenin bir yarısında Babam uyanmış, kalkmadan etrafı seyrediyor. Gocasan kalkmış, bir çft gözün kendisini izlediğini fark edince üç kelleyi 'daha bişmemiş' diyerek geri gömüp yatmış. Kısa bir süre sonra tekrar kalkıp üç kelleyi tek başına tısıl tısıl sıyırıp kemikleri yığdıragomuş. Babamın hala uyanık olduğunu görmüş ve 'Aha böne bakagalırsın' deyip yerine yatmış.Bazıları onda yemenin bir tutkuya dönüştüğünü söylerken, bazılarına göre onun yemek yemesi ihtiyaçtan değil alışkanlık eseriydi. Bir koçu kesip yüzerken, boş durmamak için hayvanın yağlarını atıştırdığını görenler var. Bununla beraber daha o vakitlerde Gocasanın yemesini bir hastalık belirtisi olarak da görürlermiş. Adam günde üç paket sigara içmesine rağmen iştahında bir gerileme görülmüyor. Bunu sadece başlangıçtaki yakı otu tedavisine bağlamak doğru olmayabilir, fakat otun yeme isteğindeki etkisi de meydanda. Zira yakı otundan ölünceye kadar vazgeçmemiş, dağda zaten elinin altında bulunan bu otu köyde de cebinden eksik etmez, ihtiyaç hasıl olduğunda bir tutam çiğneyip midesindeki fesadı ortadan kaldırırmış.
Köyde bulunduğu günlerden birinde yeğeni Ramazan Tektaş evde tepsi ettiklerini söyleyip akşam yemeğine davet etmiş. 'Evde bi tencire pilav yidim ya, hadi gidem bakam' demiş. Davetliler arasında bulunan Bahtiyar Dayımın dediğine göre, tok karnına oturduğu o sofrada tam 13 tane bükme yemiş.
Aynı zamanda ehlikeyif biri... Yediği zaman yemenin, çalıştığı zaman işin, daldığı zaman da keyfin hakkını veriyor. Kalabalık olduğu için sürüyü bölerler, bir kısmını da bizim avluya koyarlarmış. Gocasan uyuyup dinlenirken koyunlar da iki avluda pinekliyor. Bir keresinde bizimkiler koyun ölüyor diye telaşla uyarmışlar. Kafasını bile kaldırmadan mırıldanmış: 'Ölüyosa kesin yiyin, beni ne uyarıyonuz!...'
Gocahasan lakabının hakkını verircesine güçlü kuvvetli... Bazı zamanlarda herkes gibi el işine de gidiyor. Çatalçeşme'ye orağa gitmiş, Dıbış'ın ekini biçiyorlar. Çalışan başkaları da var, ama gözler bunun üzerinde. İşin arasında bir koyunu yemiş, diğer çalışanlarla birlikte üç tepsi börek yinmiş. Kimin ne kadar yediği tahmin edilebilir...
Ova köylerine Çorca'ya filan gittiğinde hemen farkı hissediliyor. Hem yer, hem de yediği kadar çalışırmış. Oralarda Gociban (İbrahim Özen) ile bunu Döyerbiçer diye lakaplamışlar...
Böyle bir adamın bir kuzu, koyun hatta koç yediğine dair hikayeyi çok kişiden duyabilirsiniz. Yeğeni Berber Ahmet Kabadayı'dan dinlediğim başka bir hikaye anlatayım size. O da Hafız Mehmet Öztürk'ten bizzat duymuş. Hafız'ın dükkanın üst katında 1960'ların sonunda Karahallılı iki terzi varmış. Osman ve Necati adındaki bu ustaların yanında zaman zaman toplanır ferfine yaparlarmış. Hafız ve Gocasan'ın da bulunduğu bir gün için kaz ve tirit ferfinesi kararlaştırılmış. Buna göre Gocasan evden bir kaz pişittirip 30 şepit ettirecek, parası ortak karşılanacak. Günü gelince Gocasan kaz ve şepitlerle çıkıp gelmiş, ama sofrayı hazırlarken söylenmiş;Devran hep aynı minvalde dönmez. Tökezlemeler, duraklamalar, aksamalar vb. her ne olduysa düzen bozuluyor. Gocasan İzmir'e göçmek zorunda kalıyor. Mutlaka karakteri ve alışkanlıkları da onunla beraber gitmiştir. İştahı ve yeme arzusunu bırakacak değil elbet... Yalnız yakı otu İblak'ta kaldı... Gelene gidene sipariş verip istetiyor, yakınları da onu otsuz bırakmıyorlar. Yemeye devam yani...
***
Bu hususta anılması gereken isimlerden biri de Gambırmuhtar Ahmet Öncül'dür. Muhtarlığı döneminde büro olarak kullandığı odada geçen çoğu olay fıkra gibi hala anlatılır. Görmedim, ama kendisinden dinlediğim biri manidardır. Güneş almayan odadaki saksıda yetiştirdiği biber fidesi vardı. Çiçek açar, döl verir, kızarır öylece yaşar gider, kimse de varıp dokunmazdı. Çünkü zehir gibi acı olan firenk biberi dediklerindendi, bu yüzden kimse yemeye cesaret edemezdi... Katık bulamadığı bir gün, iki üç tanesiyle karnımı doyururum diye düşünmüş. Koparıp yanına koymuş. Gerisini şöyle anlattı;
- 'Issırmadım bile le!... Sadece dişledim... Anam! Anam! Anam!... Dilim dudağım davıl gibi şişdi... Bağırcen, bağıramıyon... Ağlıcen, ağliyemiyon... Bi ter basdı beni, sona gözlemden tıpır tıpır yaş boşandı... Emme ağzımın yangını geçmiyo... Onun acısınnan tam bi dene köy ekmeği yidim, hala dilim yanıyodu...'
Tabi bunu dinlerken onun mübalağa kralı olduğunu unutmamak lazım. Yine de yeme konusunda abartması yoktur. Sevdiği bir şey karşısında gözlerinin parladığına çok şahit oldum. Evliliğinden sonraki en mutlu günü belki de mangal sahibi olduğu gündür...
Bir keresinde Hisar pide salonuna gittik, oranın tandırı meşhurmuş, benim bildiğim yok. Meğer o çok defa tecrübe etmiş... 'Ben tekli yicen' dedi, aynısından ben de istedim, fakat şaşkınlığımı da gizleyemiyorum. Muhtar bu, tek porsiyonla doyar mı!... Önce dörde bölünmüş soğanlar geldi. Sabırla onların her bir diliminin zarını ayırıp şöyle koydu. Soğan merasiminin bitiminde geldi bizim tekli tandırlar... Ben bir lokma aldım almadım, bir işaret çaktı takviye pide getirdiler. Meğerse kaşla göz arasında pideyi bitirmiş, et öylece duruyor... Böyle böyle işaret ediyor, pide geliyor; işaret, pide... İşaret pide... Ben kaç tane boş pide geldiğini sayamadım... Garsonlar da bıkmış olacak ki bir süre sonra ortadan kayboldular. Son gelen pideyi katık ederek et ile aynı anda bitirdi... Gülüşerek dışarı çıkarken doymadığı belli oluyordu. Herkes kendi yoluna gitmek üzere ayrıldık. Sonradan öğrendim, 'Bi yere oturup gözelcene garnını doyurmuş.'
Karnı doyduğunda 'Haşşönee!' diyerek avuçlarını birbirine vurur, sigarasını yakmaya dururdu. Katmer yerken kırılan dişini tamir için Dişçi Ali'ye vermiş, onlar gelene kadar geçen zamanda hayat zindan olmuştu...
Muhtarla aynı dönemin meşhur yiyicilerinden biri de Kalpsiz Hüseyin Tok idi. Bu işe Muhtar gibi sanatsal açıdan yaklaşmaz, harala gürele yalayıp yutmaya bakardı. Yiyecek miktarı çok olsun yeterdi, gerisinin önemi yok. Mesela kanattan nefret ederdi, etten çok kemik var diye... Çolakların Odada bir keresinde yüze yakın yumurta yediklerini anlatmıştı...
Turabilerin Ahmet Külte'ye kulak verelim : Bu hikayeyi bizzat Takgasların Mahmut Öncül Amcadan dinlemiştim, yıl olarak tam hatırlamıyorum ama Kalpsiz'in kamyonun olduğu yıllar..
Kalpsiz'le Mahmut Amca Bayramaliler'e taş getirmeye gidiyorlar, taş işiyle uğraşan ortak tanıdıkları birisine varıyorlar. Taşı yükledikten sonra yola çıkmak için hazırlanırlarken galiba lastik patlıyor, arkadaşları da 'Vallaha olmaz, vakit de geç oldu, bugün burda akşamlayacağız. Hem ben keçiyi kestim, hazırlattırıyorum, onu yimeden bırakmam sizi.' diyor. Tamam deyip ocaktan eve doğru yürümüşler. Yalnız Bayramaliler'e gelirken Kalpsiz 'Le Zelo, arada sırada dişim batıyo, ağrıcek heralda' demiş. O da 'Bişey olmaz geçe' diye geçiştirmişimiş. Şimdi söz Zelo'da;
- Bu ocaktan çıkarkene zıngırdamaya başladı 'Zelo vallaha dişim ağrıyo.' Ben 'Le bişey olmaz geçe le' diye savsakladım. Neyse eve vadık, bizi odaya aldıla; ama Kalpsizin diş de azıttı. Köy fırını evin hemen yakınında, keçiyi tepsilere hazırlamışla, fırına götürüyola. Bizim Kapsiz gıvranmaya başladı bu sırada. İlaç yok, hap yok, bunnan beraber elektirikler de yok. Tuz koyalım, gargara yapalım... Herşey deniyoruz, bir türlü ağrı kesilmiyo, Kalpsiz yerlerde yuvarlanıyo. Keçi fırından geldi, yeminle nar gibi olmuş. Sofra hazır, Kalpsiz yemeğe dayanamaz, hele ete heç heç... Oturduk... 'Hadi Kalpsiz.' Nerdeee, Kalpsiz'de yicek durum yok. 'Yav çekelim bali şunu da kurtul yav!' dedik... 'Vallaha da çekin bali.' 'Eee, neyinen çekcez?' Evsahibi 'Pense olur mu?' deye sordu. 'Olur le, geti...' Derdi diş falan değil Kalpsiz'in, keçi etini yiyemiyecek olması... Getirdi penseyi, netcez kim cekcek? Ev sahibine 'Sen çekersin' dedik. Tamam dedi, aç ağzını Kalpsiz... Hangisi?.. İşte şu... Elektirik yok, el feneri yok, bi dene gandil onun da kendine faydası yok... Gandili yaneşdiriyon, yaneşmiyo,.. 'Ağzının içi görünmüyo' dedim, 'Ben iyice yaneşdiren, sen görünce dutasın...' Tamam, olur... Yaneşdirdim gandili. Nerden görcek, gandil yaneşmiyo... Kalpsiz şu mu le? Hı! Hı!.. Tamam, çekiyon... Nasıl tutmasınnan bükmesi bir oldu, bilekleri de kuvvetli.. Bizim Kalpsiz penseyle beraber havaya galkıyo... Ihh ıhh... Ne oldu le?... Ağzında o biçim küfürler... Len o diş degil, yanındaki!... Meğer yanlış dişi tutmuş... Ağrısı iyice arttı... Biz otuduk keçinin başına, Kalpsiz kenarda galik... Nispet ede gibi 'Kalpsiz ge bali...' Nerdeeen, yerlerde yuvarlanıyo... Velhasıl o gün Kalpsiz keçiyi yiyemedi, sabaha kadar yuvarlandı. Sabahdan Dişçi Ali'ye gittik, bir çürük bir sağlam diş çektirdik...
Muhtar'da olduğu gibi Kalpsiz'in de dişle imtihanı var... Bu mevzuda tek ortak noktaları diş değil. Onların nasıl birer yiyici olduğunu gösteren, birlikte yaşadıkları sayısız ziyafet macerasıdır. Onlara bir örnek olması açısından yine Ahmet Külte'ye dönüyoruz. Bu seferkini bizzat Kalpsiz'den duymuş.
Kalpsizle Muhtar bir gün Afyon'a giderler. Niyetleri pide yemektir, Lale pide salonuna varırlar. Muhtar, 'Şöne bana 5 tekli yap' der. Kalpsiz de aynısından ister. Muhtar, soğumasınlar diye pideleri yavaş yavaş getirmesini söyler.
Kalpsiz Amca anlatıyor: Yaveş yaveş bidele geldikçe biz yidik, ayran kola da yanında... Beş teklile bitince 'Le Galpsiz yetmedi, Usda 3 tekli daha yap' dedi. Tabi esik galır mıyın, 'Bana da geti' dedim. Valla ordeki garsonla etrafımızda fır dönüyola... Yidik, hesabı ödedik, çıkdık. Çıkdık ya, Allahalla saki bana yetmedi gibi geliyo. Gambır'a da bişey diyemiyon, çünkü sövcek biliyon... Deyen, demiyen... Ptt'nin önüne geldik... Gambır ben bişey decen, emme söyme... Neymis le?... Valla ben doymadım... Len .... un ayısı, ben de doymadım!... Netcez le?.. 'Netcez len, şurdan Demircile içine gidem.' dedi... Gittik, gasaptan et aldık, fırına vardık, ne çıkarsa hepsine pide yap... O da 10 tekli çıkmış, geldi önümüze, bi de ayran kola, onları da yedik... Çıktıgımızda 'Haşşöne ... mun Gapsizi, şindi lekine girdi...' Ya le Gambır, valla benimki de dekleşti...
Bu olaydan bir müddet sonra yine Afyon'da Ağustos ayında yemekleri yerler. Kapsiz'i ter basar... Len eğri dedim, valla ter basdı, gidem de soğuk bişeyle içem... Eyi madem, hadi parka... Heykelin yanındeki parka gittik. Garsona sen bize soğuk biseyle ve, dondurma kola geti dedim. Gambır 'Sen yi, bana bi demlik çay geti.' dedi... Len eğri, bu ıscakda çay mı içilir!... Geliyo dondurma kola, ben terliyon... Geliyo dondurma soguk su kola, ben terliyon... Gambır'da gıram ter yok... Demlik bitdi, bi daha söyledi... Benim dondurma faslı dört beş oldu, hala ter döküyon... En sonunda '... mun eğrisi, şu tere bak le, sen de hala çay iciyon bu ıscakda!...' En sonunda patladı, '... mun Galpsizi, ıscakda soğuk yiyip içilmez. Iscakda ıscak işcen, terletmez, harareti kese!..' Ben bilmiyodum, velhasıl bizim Eğri'den onu da öğrendik. Bu hikayeleri ben futbol oynarken Kalpsiz amca da kulüple ilgilenirdi, uzun zaman kulübün içinde oldu. Toplandıgımızda anlatırdı, Allah rahmet eylesin inşallah...
***
Son nesil iyi yiyicilere örnek olarak Yumrukların Ali Tüplek'i sunacağız. Yine Ahmet Külte'nin anlatımıyla verilecek olan Ali, Kalpsiz'in öz yeğeni olduğu akılda tutulsun...
İyi bir yiyici de Yumrukların Kambur Ali'dir. Rahmetli gerçekten oturdu mu yemenin hakkını verirdi. Anıtkaya'da gece yemeği malum meşhurdur, bunun başında da sucuk gömme gelir. Rahmetliyle zaman zaman fırınlarda karşılaştığımız olurdu. 50-100 gram sucukla bir, bazen iki ekmeği yediğine şahit olmuşumdur. Ekmeği yarar, sucuğu en önüne koyardı. Biraz geri kakar ısırır, sonra tekrar ittirir ve tekrar ısırırdı. Böyle böyle bir bütün ekmeği yer, kalan sucukla diğer ekmege başlardı.
Bir gün evden peynir bidonunu kaptığı gibi soluğu fırında alıyor. Fırıncıya 'Şuna ne kadar çıkarsa pide yapıver' diyor. Peynir dediğim bir avuç değil, birkaç kilo var. Ne kadarının paket, ne kadarının orada yeneceğinden habersiz ustanın şaşkın bakışları arasında pidenin tamamını orada yiyiveriyor. Dediklerine göre ondan fazla pide yemiş, dahası fırına gelirken evden hamıraşı yiyip de çıkmışmış...Allah rahmet eylesin inşallah...
***Konuyla ilgili bilgi talebimizi belirten duyurunun altına Bünyamin Kırbaç 'Az ye çok yürüyüş yap, sağlıklı kal. Yiyenlerin hepsi asfalttan öteki tarafta.' diye yorum yapmıştı. Sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken bu yorumla bitirmek istedim. Bu vesileyle adı geçenlerden vefat etmişlere rahmet, hayattakilere afiyet dilerim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder