Her yanı yaylım olan İblak'ın otu, gündönümünden sonra pek yağış olmadığı için bir anda kurur, sürüyü eğleyemeyecek hale gelirdi. Bu anda onların imdadına anız yetişir. Temmuz ayından itibaren ekinler biçilir, koca arazi mallara kalır. Artık kış gelene, kar yere düşene kadar koyun sürülerinin yaylım alanı buralardır.
Tekrar dağa, ağıllara dönüş kış geldiğinde başlıyor. Fakat oraya gelene kadar bir takım hazırlıklar eşzamanlı halledilir. Misal ağılın bakımı yapılır, dambeş sıvanır filan... Lazım olacak saman, yem, kuru ot gibi hayvanın erzağı çekilir. Yani daha koyun ağıla taşınmadan, onun konforu için her şey düşünülür.
Bununla beraber ağılda ve anızda eğlenme dönemlerini kesin ve net çizgilerle belirlemek doğru olmaz. Duruma göre bu dönemler uzayıp kısalabilir, mesela bazıları kışı beklemeden sonbaharda ağıla taşınabilirler. Tam tersine kışı köyde geçiren sürüler de bulanabilir. Şubat sonu, Mart gibi kuzulama dönemi başlar. Bu dönemi köyiçinde geçirenleri de hatırlıyorum. Yani kışın ortasında bize ilginç gelen yeni doğmuş kuzularla oynardık. Demek ki kuzulama dönemini ağıl yerine köyde geçiren sürüler de bulunuyordu. Belki ağılı olmayanlar böyle yapıyordu, belki de kuzuleci koyunlara köyde bakıyorlardı; bundan pek emin değilim.
Her nasıl ve ne zaman yapılırsa yapılsın, ağıla çıkmak büyük bir vaveylayla gerçekleşiyor. Hayvanı sürüp götürmek tamam... Bir de geç çıkılacaksa kuzu var, başka şeyleri de götürmek lazım, hatta tavuk civciv filan... Bu bakımdan ağıla çıkmak bir bakıma yarım yayla göçü gibi düşünülmelidir...
Dağda yaylım bitmiyor, yeter ki kar yorgan gibi her yeri kapatmasın. İşte böyle zamanlar için kış hazırlığı yapılmıştı. Saman, ot takviyesi bugünler için... Sair zamanlarda hayvanlar İblak'ın her yanına serpiştirilmiş şırıl şırıl çeşmelerden sulanıyorlar. Kar depdirdiğinde ağılda yediriliyor, ama sulama işi zora giriyor. Çeşmelere ulaşım zorlaşıyor çünkü...
Bazı ağıl yakınlarında göletler oluşurmuş. Kar ve yağmur sularının biriktiği bu küçük göletler zaruret halinde çok iş görürmüş. Daldalların ve Dombeylinin ağıl göletleri gibi... Yalnız kış sertleştiğinde bu göletler donduğu için işe yaramaz hale geliyor. O zaman müdahaleyle buzları kırmak gerekiyor. Candırma Halil Omak öyle yaparmış...
Kış günlerinde, mal kapalıyken onların bakımının dışında yapılması elzem bazı işler var, çoban onlarla uğraşıyor. Bunlar köyde yapılması gerekenlerden farklı değil; odun kesmek, gar kakmek vs. Dambeşi kar ağırlığından kurtarmanın adı olan gar kakmek önemli tabi, ihmal edilmez.
Köyde olsan odaya kahveye gidersin, burada o imkan yok; ama sosyal hayat büsbütün sıfır değil. Komşu bir ağılda toplanıp eğleniyor, vakit geçiriyorlar. Zaten ağıl bir kampüs olarak düşünülürse, çobanın kaldığı yere oda deniliyor. Birinin odada toplanıldığında orası köyodasına dönüşüyor.
Tipik bir ağıl odasını tasvir edelim. Tek göz bir ev düşünelim. İkiye bölünen bu odanın bir bölümü seki olarak yükseltilmiş. Sekinin üstündeki duvarda küçük bir pencere var, onunla hem aydınlatma sağlanıyor hem de dışarıyı gözetliyorsun. Yün yer yatağın da bu sekinin diğer ucuna dürülmüş. Genellikle sekide oturup yemek yiyor ve misafir ağırlıyorsun. Odanın diğer bölümünde bir ocak var. Antika şömine diye tarif edilen duvara gömülü bu ocak aslında ateşhanedir. Burada yakılan ateşle odayı ısıtır, yemeğini yapar, çayını demlersin. Ocağın mutfak görevi bittikten sonra oradan aldığın bir közle sigaranı yakar keyfine bakarsın. Ocaklar çok işlevseldir... Ocağın ortasına kurulan üç bacaklı sacırak (sacayağı)ndan başka bir odanın demirbaşları şunlardır: Bir dığan, isli bir çaydanlık, üç beş kaşık, üç beş bardak, bir kara tepsi, bir saç, bir ocak güğümü, bir kandil ki çoğunlukla körgandil denilen idare lambasıdır...
Ağıl odasının planı ve orada bulunması gereken eşyalar aşağı yukarı böyledir, ancak zaman ve şartların gereği bazı değişiklikler olabilir. Mesela odanın bitişiğine bir hayat, eşyalara el feneri, radyo gibi yenilikler eklenebilir.
Yeri gelmişken odadan başka ağılın hangi bölümlerden oluştuğuna da bakalım. Çünkü ağıl esas olarak hayvanların barınması için inşa edilen yerdir. Dolayısıyla onlara yönelik bölümler bulunmalıdır. Öncelikle büyük bir sürüyü barındırabilecek, hatta kuzular için bir kısmı bölünebilecek büyüklükte bir dam olmalıdır. Onun yanında samanlık, otluk, yem konulan kapalı bir bölüm de bulunmalıdır. Bütün bu bölümleri gaş veya çitle çevreleyen geniş bir avlu da olmazsa olmazlardan...
Koyunun yaylıma çıkamayacağı kış gecelerinde münasip bir komşu ağılda toplanılıyor. Mahmut Omak, çobanlığı zamanında genelde Kemiklerin Bekir Öter'de toplandıklarını söylüyor. Rahmetli kaval çalar, bunlar oynarmış.
Çobanların genellikle kaval çalarak vaktini geçirdikleri malum... Hem vakit geçirip hem de o sesle koyunları yönlendiriyorlarmış, bu yüzden eski çobanlarda kaval çok yaygın. Gavalcıların (bu lakap da manidardır) Havva Nine de çok yanık kaval çaldığını söylüyorlar. Bazı çoban hanımlarının da ağılda bulunduğunu bu münasebetle söylemiş olalım.
Kaval dışında bir çobanın en sık başvurduğu arkadaşı bıçağıdır. Onunla bir şeyler yontup durur. Meşeden kütümekli değnek yapar, çöğürden baston büker, ardıçtan kirman yontar. Kemiklerin meşhur çobanları var ya, her biri muazzam baston yaparlarmış. Mahmut Omak ise kirman yaparmış. Yontup meydana çıkardıktan sonra kızgın tel ile süslemeler yaptığını ise unutamıyor.
Tabi avcılık... Her çobanda az çok avcılık damarı vardır... Özellikle mevsiminde vurduğu tavşanı komşularıyla toplaşıp yemenin tadına doyum olmasa gerektir. Ayrıyeten canavara ateş etmek için bile olsa çobanlar tüfek bulundururlar...
Bir köy hayatından farkı bulunmuyor, ağıldaki yaşamın. Al işte bir örnek daha... Cihan Harbinden döndükten sonra birine çoban duran Kekliklerin Kelali Ali Tül'ün de ağıl hayatı var. Öyle normal seyrinde ilerliyor ki bu hayat... Adam üçüncü evliliğini burada yapıyor. Yani Bıgalı Sabri Kocausta'nın kayınvalidesi olan Ayşe Hanım ile ağılda evleniyor... Mutlaka doğumlar da ölümler de olmuştur, köyde ne olursa ağıllarda da onlar var çünkü...
Birinin tabiriyle söyleyeyim; otuz civarında ağıl düşünülünce, Mılıklar'dan daha büyük bir yerleşim akla geliyor. Bu işin Ramazan'ı var, teravihi var... 1940 ve 50'lerde yaza denk gelen Ramazan'larda oradaki ahali teravih için imam tutarlarmış. Hatta Bahçecik tarafına ayrı, Almalı tarafına ayrı imamlar. O dönemlerdeki Aşiret/Çadır yörüklerinin de dağda bulunduklarını unutmayalım...
Komşu ağıllardaki çobanlarla doğal olarak iletişim halinde oluyorlar, birlikte vakit geçiriyorlar. Yalnız ağıllardaki sosyal hayat bununla sınırlı değildir, komşu köylerin çobanlarıyla da sohbet, eğlence ağırlıklı ortamlar paylaşılıyor. Böbülerin Hasan Kabadayı'ya Gocasan, Çilmahmudun Hasan Omak'a Güçcükhasan lakaplarının etraf köy çobanlarınca verildiği belirtiliyor. Onlarla ne kadar içli dışlı yaşandığı anlaşılsın diye bu örneği verdim.
Bir de komşu köylerle sınır tartışmaları yapılıyor ki bunun kahramanları hep çobanlardır. Yirminci yüzyıl başlarında, sonradan Bursa mahkemelerine akseden bir tartışma da çobanlar arasında başlamış ve daha sonra bütün köyü içine almış. Bödü Mehmet Sağlam'ın Mılıklar köylüleriyle kavgaya varan mücadelesi hep anlatılır. Sonraları Mılıklar ve Olucaklı çobanlarla yapılan tartışmalar muhabbetli takılma seviyesinde kalmış. Amma İblak'ı sahiplenme konusunda Eğretli çobanların canhıraş mücadelesi kayda değer...
Günler ağılda böylece akıp geçiyor... Kuzulama dönemiyle yavaş yavaş bahar kendini gösteriyor. Köyden sağıma geliş gidişler hareketliliği artırıyor. Öğleye doğru gelen kadınlar sağıma kadar yemekti, bulaşıktı, çamaşırdı, biriken işleri hallediyor; hava açılıyor, çobanın yükü bir açıdan hafiflerken, başka bir açıdan artıyor.
Kırkım da önemli işlerden birisi... Zahmetli bir iş olduğundan tek başına hakkından gelinecek gibi değil. Bu yüzden imece usulü kırkılıyor koyun keçi... Zahmetinden daha çok zamanlamasının iyi yapılması gerekiyor kırkımın. Hayvanın üşümesi, bir anda kırılması anlamına geliyor ki, bütün emeklerin heba olması demek...
Zamanlama hatasıyla literatüre giren kırkımlar var. İdirizlerin Hamsinci Mustafa İdi'ye bu lakap verilmesinin sebebi, hamsinde kırktığı koyunların üşüme sonucu hepsinin ölmesiymiş. Yerel takvimde Garaburun kışı diye anılan dönem de bununla ilgili. Kelsalek Salih Azbay dayısıyla ortak keçi almış Garaburun Seydi Ahmet Mola. Kırktığı keçiler kar yağışına maruz kalıp üşümüş ve tamamı kırılmış.
Koyunu üşütmek sadece kırkıma bağlı bir durum değil. Hatta çoban tecrübesinden de bağımsız bir durum ki bu bazen kaçınılmaz oluyor. Gocasan'ın ne kadar tecrübeli ve usta bir çoban olduğu hep anlatılır. Buna rağmen koyunu özürlendirmekten kurtaramamış, abisine koyunu dağda üşüttüğünü, bü yüzden elden çıkarmaları gerektiğini söylemiş; ama dinletememiş. O sene koyunlar kışı çıkaramamış ve böylece Böbülerin koyunun kökü kesilmiş...
Eskileri bırakalım, nispeten daha yenilerde yaşadığı bir olayı Mahmut Omak şöyle anlatıyor: "Tiftik keçileri yeni kırkmışız. Yaşım 13, ağılda tek başımayım. Keçileri ağıldan çıkardım, gidiyorum Guyuderesi'nin ağzına doğru. Rahmetli Kel Ahmet Ağa bana Çalca'nın yamadan bağırıyor 'Keçiyi ağıla kapa!' diye... Ben tınlamıyorum, rahmetli sürekli bağırıyor bana doğru geliyor. Yanıma gelene kadar tınlamadım. Geldi, beni hem azarlıyor hem keçileri topluyor, 'Kat keçiyi önüne, çabuk ağıla kapat!..' Daha ağıla varmadan yağmur başladı. Tiftik keçi çok hassas, kırkıldıkdan sonra yağmuru yerse çoğu ya hastalanır, ya da ölür. Tabi çocuğuz biz, bunun farkında değiliz. Ama zamanla ne kadar koruyucu kollayıcı insan olduğunu öğreniyoruz."
Çobanlığa küçük yaşta başlamanın bir kader gibi görüldüğü bu anlayışı, tecrübesiz bir çoban olarak Mahmut'tan dinlemek daha etkileyici: "Okuldan çıktı mı defteri kalemi heybeye sıkıştırır, doğru ağıla... Bazıları der, 'Ne o len, okuyup da katip mi olcen!' kimisi der, 'Oku da çoban ol!' Okulun kıymetlini şeytanlar bizi kandırdıktan sonra öğrendik."
Bu duygularla ağıla giden çocuk çobanın duyguları da çocukça olacak elbet: "Odalarda bayramın ilk günü bayram yemeği kaçırılır mı... Bayram sabahı erkenden koyunları Bahçecik'ten suladım, çevirdim yönü ağıla. Bi topuk, köye bayram yemeğine yetiştim. Rahmetli kızsa da bişey demedi. Yemeği yedi, bindi eşeğe doğru ağıla... Tabi bizim koyun sabah erken ağıla gider mi... Guyuderesi'nden İncegeriş'e geçerken Kel Ahmet Ağa gene devrede... Çeviriyor ağıla, benim gittiğimi görmüş..."
Birbirine destek olma, işinde yardım etme, eksiğini gediğini kapatma ağıllardaki çobanlar için sıradan şeyler. Küçük bir çobanın tecrübesizliğinden faydalanıp sürüsüne zarar verme gibi düşüncelerden çok uzak geniş, gönüllü insanlar... Belki de 'eskinin acısı kayboldu, lezzeti kaldı' esasınca akıllarda kalan sadece bu güzelliklerdir, bilemeyiz; ama kendisini hep koruyup kollayan Kel Ahmet Bar ve Yörüğoğluların Musa Tüplek'i rahmetle yad ediyor küçük çoban...
13 Yaşındaki çocuk çobanın İblak'taki bazı gözlemleri de bana değerli geldi. Ona göre dağda türkü söylemek hamamda söylemek kadar güzelmiş. Bazı yerlerdeki doğal eko, insanda türkü söyleme hevesi uyandırırmış. Gavuryatağı buna bir örnek... Burada türkü söylemek, iki türkücünün düeti gibi olurmuş. Garip bir tecrübeyle keşfetmişler bu doğal sahne özelliğini. Bödü Mehmet taş kırıyormuş balyozla. Belli bir ritimle vurduğu darbelerin sesi aynı anda değil, gecikmeli olarak gelirmiş bunların kulağına... Bödü balyozu indirdiğinde, bir önceki vuruşun sesini duyarlarmış. Böyle bir yerde asıl bir türkü, sonra kendi türkünü dinle...
Büyük olsun, küçük olsun her sürünün yaylım programı ve güzergahı da hemen hemen hiç değişmezmiş. "Koyun sürüleri genelde kalabalık, bizim gibi az olanların da katımcıları olur. İlk bakışta ağıllar karışık gibi görünse de bir ahenk içinde sürüler yaylıma çıkar. Hemen hemen herkesin otlak bölgesi, kendisine ait olmasa bile, gittiği yerler üç aşağı beş yukarı bellidir. Bizimki yaylıma çıktı mı ormanın içinden İşofun süzek, Keçiyatakları, Yukarı Bahçecik'ten sulanır, karşıya Gılığin altı, Tunanıntarla, Guyuderesi Ağzı ve ağıl güzergahını izler. Bu demek değil her gün bu güzergah, ama genel olarak böyle..."
Bütün bunlar kırk yıl öncesinin değerlendirmeleri... Bu arada neler neler oldu...
Bahçecik tarafında sayısız ağılın kürünüp yerine yabancılarca heyula gibi bir bina dikilmesi oradaki eski ağıl sahiplerinin içine kötü oturmuş. 'Yıkılan sadece ağıllarımız değil, onunla birlikte hatıralarımızın da kökü kazındı' diyorlar. Doğrudur, yalnız ondan önce koyunculuk ve ağıl hayatı bitme noktasına gelmişti...
Çobanlık damarlarına işlemiş kıdemli çobanlar mesleği bırakmak istemedi. Lakin zaman ve onun getirdiği şartlar buna elvermiyordu. Çoğu koyunsuz sürüsüz sudan çıkmış balığa döndü... Dağ havasına alışmış bazıları köyde hiç yapamadılar, çobanlığı bıraktıktan kısa bir süre sonra bu dünyaya veda ettiler. Kemiklerin İbrahim Öter gibi, Yörüğoğluların Musa Tüplek gibi... Her şeye rağmen krizini kırmak için bile olsa çobanlık ve ağıl hayatını sürdürmekte kararlı olanlar da bulunuyor, Ayımevlüdün Ahmet Öztürk gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder