24 Temmuz 2023

Hazine Bekçileri

 
    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

     ***

    Böbülerin Gocasan (Hasan Kabadayı) farklı yönleriyle öne çıkan ilginç bir karakter.... Eğret'teki hayatının büyük bölümü koyun peşinde geçtiği için İblak'ı adım adım biliyor. Ağıl hayatına hakim, koyun çobanlığında uzman. Ona 'Goca Hasan' lakabını çevre köylerden çoban arkadaşları takmış. Eğretli iki Hasan'ı birbirinden ayırmak için büyük ve küçük diye lakaplamışlar. 'Güçcük Hasan' da Çilmahmutun Hasan Omak oluyor... Ağıllarda ve Dağda çok renkli, hareketli zamanlar geçirmişler; bu ayrı bir konu...

    Bir gün koyunu sürmüş Resulbaba'ya... Bir kaya çıkıntısına oturup kendi kendine eğlenirken ayağının ucuna doğru otlarda bir tuhaflık olduğunu görmüş. O bölgede bir küçük tepsi kadar yuvarlak bir kısmın otları daha koyu görünüyormuş... Neden böyle acep diye değneğin kütümeği değil de diğer ucuyla eşelemeye başlamış. Biraz kazdıktan sonra gözleri topraktaki çemberimsi şeklin farkına varınca faltaşı gibi açılmış. Çünkü gözünün önündeki şey, basbayağı küpün ağzıymış...

    Küp ağzını görünce delireyazmış. Ürpersin mi, korksun mu, sevinsin mi, üzülsün mü, coşsun mu bilememiş. Bu karışık duygular arasında bocalarken içten içe sakinleşmesi gerektiğini düşünmüş. Düşünmüş; ama sükunete fırsat bulamadan yukarı, tepeye doğru tırmanan iki karaltıyı fark etmiş... İşte ondan sonra aklı başına gelir gibi olmuş. Ucunu gördüğü küpün başına bela olabileceğini sezmiş ve hemen kepineği çemberimsi belirtinin üstüne atmış. Bağdaş kurup kepineğe çöreklenirken ağızlığındaki cigarayı da yenilemiş...

    Gocasan hislerinde haklıymış; adamlar selamdan sonra oturmuşlar hoşbeşi filan bırakıp doğrudan konuya girmişler. Aradıkları küpün bu tepede olduğunu gösteren bir harita varmış ellerinde. Tatavıya çıkmamışlar buraya. İşaretler çok yakınlarında olduğu yönündeymiş. Onu bugün almadan gitmeyeceklermiş... Gömünün tam yerini gösteren bir işaret kayası varmış, Gocasandan öğrenmek istedikleri o kayanın nerede olduğu...

    Kepeneği küp ağzını kapatacak şekilde serince ister istemez bir ucu da o kaya çıkıntısını kapatmış. Yani adamlardan bunları dinlerken Gocasan, hem kayanın hem de küpün üzerinde oturduğuna iyice kanaat getirmiş... Heyecanını bastırıp bütün sükunetini takınmış, gayet ilgisiz bir ses tonuyla;

    - 'Yıllardır buralardayım ben, dediğiniz gibi bir kaya görmedim. İnanmazsanız bakın, var mı tarif ettiğiniz gibi bir şey!...'

    Gerçekten de o bölgede çeşitli büyüklerde çok taş varmış; ama dedikleri gibi kaya çıkıntısına benzer bir şey yokmuş. Adamlardan bir cevap gelmeyince, üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Gocasan, daha rahat ve özgüven yüklü ses tonuyla devam etmiş;

    - 'Kaç kişi geldi buralara sizin gibi, ellerinde uyduruk haritalarla... Hepsi eli boş döndü...'

    Yabancı defineciler sessiz olunca bastırdıkça bastırmış bizimki... Bu sefer daha alaylı;

    - 'Kandırmışlar sizi oğlum, boşuna zahmet ettiniz buralara kadar.' demiş...

    Adamların morali bozulmuş; ama pek de pes etmiş gibi görünmüyorlarmış. Gocasan dönüp gitmelerini sabırsızlıkla bekliyor, bunlar ise daha bir yayılıp yerleşiyorlarmış. Dereden tepeden, koyundan kuzudan filan konuşmaya başlamışlar... Ne yaptıysa başından savamamış adamları... Bu arada vakit geçiyor, koyun uzaklaşıyor; gizemli yabancıların istifini bozduğu yok. Öyle olunca Gocasan da kepinekten gıyneşemiyor. 

    - 'Koyun gidiyor, çevirmeyecek misin?' diyorlar, Gocasan oralı bile değil;

    - 'Koca dağda nereye gidecek!' diye gamsızlığa vurduruyor. Kalkarsa kepineğin altındakini görmelerinden korkuyor... İki taraf da yerinden kıpırdamamakta kararlı... Lakin bu inatlaşma nereye kadar varacak... Gün inmek üzere, sürü iyiden iyiye uzaklaştı, herifler hala burada... Koyunun peşinden gitmemek de fazla dikkat çekeceğinden, Gocasan en sonunda kalkıyor. Arkasından bağırıyorlar;

    - 'Kepineğini unuttun!'... Ardına bile bakmadan cevap veriyor;

    - 'Yarın gelir alırım, bişey olmaz!'... Koyunu Çat'ta yakalıyor, ağıla kapatıyor... Sabahı bekleyemiyor, doğru İresilbobeye... 

    Adamlar gitmiş... Ohh! Kepinek de yerinde duruyor... Kaldırdığında büyük bir hayalkırıklığı... Ağzını kendisinin keşfettiği küpü almışlar... Gocasandaki umut, küpten geriye kalan boşlukta kayboluyor...

    ***

    Başka bir gün yeğeniyle Yataklar'dan geçerken, çevredekilerden daha farklı olduğu besbelli bir taş görüyorlar. İşlenmiş bir mermer olduğuna kanaat getirip antik bir mezar bulduklarını düşünüyorlar. Yanlarında kazma kürek olmadığı için şimdilik nişan olması açısından taşları toplayıp yığıyorlar. Ağıla varıp kazma kürekle döndüklerinde, koydukları nişanı bir türlü bulamıyorlar... Dolayısıyla içi hazine dolu mezar da ortada yok...

    Daha başka bir günde aynı yerden bu kez arabayla geçiyorlar... Aynı taş yine karşılarında... Yine nişan konuluyor... Bu kez doğru köye geliyorlar. Tedarikli gidecekler ve bu sefer kazıp ne varsa alacaklar. Zaten öyle bir taş yığmışlar ki yerini bulamamaları mümkün değil... Gocasan olan biteni ve hazineyi nasıl çıkaracaklarını odada tatlı tatlı anlatırken, babası Mazininömer (Ömer Kabadayı) kulak kabartıyor;

- 'Oğlum o taş tılsımlıdır, bulamazsınız; bulsanız bile kazamazsınız; kazmaya kalktığınızda aklınız başınızda kalmaz. O taş ne canlar yaktı bir bilseniz...' deyip uyarmak istediyse de, Gocasan;

- 'Bak biz nasıl çıkaracağız içindekini!' diye kendince efelenmiş... Bunun üzerine Mazininömer şu olayı anlatmış:

    Terlemezhocanın babası Yusuf Terlemez, Yataklar'daki o taşı görünce işin aslını anlamış; yerinin tam tespit edilemeyeceğini ve kaba kuvvetle çıkarılamayacağını sezinlemiş. Bunun için özel hoca lazım olduğu kanaatine varmış. (Bu tür alengirli işlerle uğraşanlara ta o zamanlardan 'hoca' denilmesi de manidardır.) Uygun bir 'hoca' Kütahya'dan getirilmiş. Kazma, kürek, urgan, solluk ne varsa alıp gitmişler yanlarına... Bu hoca kılıklının bazı gayrımeşru isteklerini de karşılamışlar... Beş on kişi kazmaya başlayınca her biri bir yana savruluyormuş. Kazmayı vuran, vurduğu yerden füze gibi fırlıyormuş... Ne kadar zaman geçtiyse, akılları başlarına gelmiş, bakmışlar ki ortada ne taş var, ne hoca... Topuklamışlar köye...

    Bu olayı babasından dinlemiş; ama Gocasan kararlıymış, yolundan dönmemiş. Kazma kürekleri alıp çıkmışlar yola... Gelgelelim, Yataklar'da daha yeni yığdıkları o taşları yine bulamamışlar... Bundan sonra o cazibeli taş bir daha görünmemiş...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder