Kırkikindiyle tanışmak için biz o kadar beklememiştik. Galiba 1979/80 öğretim yılıydı, ortaokul ikinci sınıftaydık. Üç derslikli okulumuzun, pencereleri Malbazarı/Sağlık Ocağına bakan sınıfı hep ikinci sınıflara ayrılırdı. Olay orada geçtiği için hangi dönemde olduğumuzu hatırlayabiliyorum. Türkçe ders kitabında sanırım Sait Faik'in bir hikayesinde geçiyordu. Dikkatsizlikten 'kırkindi' biçiminde okumuşum, sonra her okuyuşta (o zaman okuma parçalarını döner döner yeniden okurdum) aynı hatayla bir heceyi yutup 'kırkindi' diye gördüm. Dolayısıyla ses ile anlam arasındaki ilişkiyi hiç düşünmedim. Bunda kelimenin Anıtkaya'da bilinmemesinin de etkisi vardır...
Yanlışımın farkına lise yıllarında vardım. Meğer aslı 'kırkikindi' imiş, o zaman benim kafam dank etti; kırk gün üst üste ikindi vakti yağdığı için adı 'kırk ikindi' olmuş.
Bu kelime Anıtkaya'da kullanılmıyordu, lakin onun işaret ettiği yağmurlar, her yerde olduğu gibi bizde de pek etkili olurdu. Tabi kırk gün denmesi kesretten kinaye; otuz olur, elli olur, bilemezsin. Ortalık günlük güneşlikken öğleden sonra yavaş yavaş bulutların toplandığını farkedemezsin bile. İkindiye doğru hava kararır ve yağmaya başlar... Her yere yağacak değil, çoğunlukla bölgeseldir. Yolun bir yanına yağıp diğer yanının kuru kaldığını bile anlatırlar. Hatta bir tarla göl olurken diğerine tisilemediğini duydum.
Kırkikindi güzel bir isimdi; ama bizde böyle adlandırmamış, 'yaz yağmuru' deyip geçmişler. Oysa bu yağmurlar yaz mevsiminde değil, baharda yağıyor. Ha, şu da var, bizim hesaba göre zaten bahar diye bir şey yok. Yıl, kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden oluşuyor. Hıdrellezden Gasım (8 Kasım)a kadar yaz, sonrası kış oluyor. Hıdrellez (6 Mayıs) yaz mevsiminin başlangıcı... O döneme denk gelen kırkikindilere yazyağmuru denmesi, şu durumda normal karşılanmalıdır...
Sait Faik'in başka bir hikayesinde şöyle bir cümle vardı: 'Bu Anadolu şehrinin ilkbaharı kırkikindi yağmurlarıyla başlardı.' Anıtkaya için de aynısını düşünebiliriz; burada bahar kırkikindilerle başlar... Yok, baharı mevsimden saymıyorsan; yazı kırkikindilerle başlatabilirsin...
Bu seri yağmurlar, Nisan Mayıs aylarına yayılmış geniş bir dönemde etkili oluyorlar. Bu yüzden sık sık bereket kavramıyla bütünleşen 'Nisan yağmuru' ile karıştırılıyor. Belki de nisan yağmurları, kırkikindilerin içinde alt başlık olarak değerlendiriliyor. Ayrıca ilginçtir, nisan yağmurları ikindi vaktine yakın zamanlarda etkili oluyor...
Bereket deyince, ister istemez ileşberlik; ekim dikim hususları akla geliyor. Kırkikindilere rastgelen tarla bahçe işlerinin en önemlisi, o yıllarda, çapa idi... 'Kadın işi' olduğu düşünülen çapaların ne kadar hareketli geçtiğini anlatmıştık. O hareketli dönemin telaşelerinden biri de yağmurdur. O kadar ki yağmura tutulmayan çapacı yok gibi bir şey... Sabah çapaya çıkarken iş sahibi kadınlar, başlarına geleceği bildiğinden tedbir alır; gübre naylonlarını birleştirerek diktiği çadırı almayı ihmal etmezler. Bu çadır, iyi koruyucudur...
Bereket kaynağı olan kırkikindiler, ölçüsüz yağdığında felaket sebebi de olabiliyor. Sel, dolu ve yıldırım tehlikesi zaten malum... Kırkı aşıp elli, atmış ikindiye doğru uzarsa ekin yatıyor, deneyi almıyor; mahsül mantarlanıyor, günışığı eksikliğine bağlı bazı hastalıklar ortaya çıkıyor. Zamansız çıkan başaklar (goltukkellesi) olgunlaşamıyor. Daha benim bilemediğim bir sürü şey... Bu yüzden her şeyde olduğu gibi, kırkikindinin de kararında ve zamanında yağanı makbul...
- 'Bizim bahçeye, bizim bahçeye Yarabbi!' diye yağmuru yönlendirmeye kalkmış... Allah o tarafa doğru vermiş yağmuru... Biraz fazla olduğunu görünce aynı kadın,
- 'Cümle aleme Yarabbi, cümle aleme!' diye duasını güncellediği anlatılıyor...
Eğer bu yağmurlara kırda bayırda yakalandıysan işin kötü. Çünkü saklanacak bir yerin yok. Yıldırımı çektiği için ağaç altlarının tehlikeli olduğunu ilkokulda öğrenmiştik, mecburen ıslanacaksın. Araban varsa altına girer kurtulursun, yoksa zibit olursun. Hayvanlar da öyle tabi... Bir miktar öküz ve eşek gütmüşlüğümüz var, onlarla hep beraber çok ıslandık...
Hayvan deyince aklıma geldi; yağmur sonrası sığır bızağı dağıldığını göreceksin... Hayvanların böğürecek hali kalmamış oluyor, her biri sessizce damının yolunu tutuyor. Sair zamanlarda ortalığı inleten malların bu sessizliği mutlaka yağmurla ilgilidir... Ya yoruluyorlar yahut yağmur hayvana sükunet veriyor...
Şüphesiz kırkikindilerin en şiddetlisi Dağ'a yağıyordu. Yüksek ve kendince ormanlık bir alan olduğu için, orada kararan havanın köy merkezine mutlaka etkisi olurdu. Birdenbire indiği zamanlarda, toprağın kendisini emmesine fırsat vermeden sel olur Anıtkaya'ya akardı. Her bir deresinden büyüyerek iner, selyolaklarını kendine yol beller ve diğer kardeşleriyle hendek arasında buluşarak adını felaket olarak değiştirirdi. Günler sonra kendi gider mili kalır, köylü kum ihtiyacını selyolaklarından giderirdi...
Baktım da kendisinden böyle bahsederek kırkikindilere haksızlık ediyoruz. Daha adını bilmediğim ve bunu düşünecek durumda olmadığım küçük yaşlardayken bizim için eğlence kaynağıydı, bundan da söz etmeliyim... Gerçi her şeyi oyun olarak algıladığımız zamanlardı, yağmuru da öyle görüyormuşuzdur o vakitler. Yine de büyüklerin kendini korumak için saçak altı aradığı zamanlarda, yaz yağmurunda ıslanmak neden bizi bu kadar eğlendirirdi bilemeyeceğim. Dedim ya, çocuk için her şey oyun...
O günün olukları şimdikiler gibi yağmur suyu toprakla buluşana kadar ona refakat etmezdi. Dambeşten, bükülmüş basit teneke oluğa intikal eden yağmur suyu, oradan aşağıya şarlardı. Haliyle oluğaltında bir gölcük oluşurdu. Yazyağmurunda seyretmekten zevk aldığım manzaralardan biri işte bu oluğaltı gölcüğüdür. Yıllar sonra izleyeceğim belgesellerdeki şelale havuzlarına benzer. Orada köpüklü sular yoktur, ama küçük hava kabarcıkları vardır. İçi hava dolu bu minik kubbecikler, bir müddet su üstünde yüzdükten sonra sönüverir. Dert değil, biri sönerken bir başkası oluşmuştur... Denizcifenerinin fanusuna (biz baca derdik) benzediği için; ömrü bir kaç saniye olan bu kabarcıklara 'fener' derdik... İzlemesinden büyük zevk aldığım bu çorak artığı bulanık çamurlu su, kendince bir yol bularak varır, fırının ardındaki göletimizi beslerdi...
Kırkikindiden nerelere geldik...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder