22 Mayıs 2024

Denizin Dibine Kuyu Kazılmaz

    
    Dayım için getirdiğim Ilgınlı Mustafa Hoca, Anıtkaya'daki tıbbi(!) faaliyetlerine devam ettiği günlerde Osmanköylü asker arkadaşım geldi.

    - 'Beş altı yaşında yeğenim var, konuşamıyor. Bir hocaya göster dedilerdi, şu sizin Hoca'yı bizim köye götürsek.' dedi. Anlaşılan Hoca'nın namı almış yürümüş, Anıtkaya'dan taşmıştı. Uzatmadık, ertesi gün Ademinaraba'ya bindik. Sabah saat 10'da bizim köyden geçiyor, akşam dört gibi de Afyon istikametine dönüyordu...

    Osmanköy'e varıp eğlenmeden hasta çocuğun bulunduğu eve gittik. Şöyle bir baktık ki, çocuk resmen nefes alamıyor. Nedendir bilmem, Hoca 'Haftaya buna ilaç getireyim' diye geçiştirdi... He ya diyorduk ki, arkadaşım bir şeyi hatırlamış gibi;

    - 'Yav birisi oğlunu everdi, gerdek gecesi gelinin dili tutulmuş. Adamlar perişan oldular, vaktimiz varsa o zavallıya da bir baksanız.' dedi. Ben olabileceğini söyledim, arkadaşım ilgili eve haber yolladı, 'Hemen' demişler. Alelacele gittik...

    Arkadaşımın bizi götürdüğü evde yaşanan vaka benim çok canımı sıktı. Hocanın davranışlarında işkillendiğim bazı noktalar vardı, ama her birini hayra tevil etmeye çalıştım. Fakat burada olan şeyin açıklanacak bir yanı yoktu...

    Bahsedilen hasta Osmanköylü Guycunun Ahmet'in geliniymiş. Denize düşen yılana sarılır derler ya, bunlar da her yandan çare umuyorlar... Çok şey öğrendim o evde ve uzun yıllar bunları hafızamdan atamadım. Hala gözümün önüne geldikçe ürperirim...

    Bizi en az onbeş kişi karşıladılar. Saf ve temiz kalpli insanlar, bir de berber olarak bana güveniyorlar, bu yüzden böyle karşılanmamızın sebebi biraz da benim... Ayrıyeten çaresiz durumdalar, bizden bir şifa ümidindeler... Bana karşı köylülerin samimi ve hürmetkar tavrından yanımdaki Hoca ürktü mü, yoksa memnun mu oldu bilemedim. Yalnız tuhaf bir jest yaptı;

    - 'Yav beni bekleyene kadar, işte Ahmet Hoca burada. Niye beni buraya kadar emendirdiniz.' dedi. Bu söz karşısında ne edeceğimi bilemedim. Adamlar zaten beni tanıyor ve ne olup olmadığımı da biliyor... Biraz şaşkın biraz bozgun 'Hocam, denizin dibine kuyu kazılmaz' diye hücumu savuşturdum... Ama adam o yılışık tavrında ısrarlı;

    - 'Hadi ağız yapma, gir hastaya bak.' dedi. Bu oldu bitti karşısında ben hala ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten bir şey dememe fırsat bırakmadan devam etti: 'Hastanın adını ve anasının adını verin, Ahmet baksın.' Ben ise şoku atlatabilmiş değilim, o halde hastaya bakmak üzere içeriye nasıl girdiğimi bilmiyorum.

    Hastaya yirmi kere 'Ayşe!' diye sesleniyorum, O bir kere 'eeyy' gibi bir mırıltıyla cevap veriyor. Sanki karşımda bir robot var da onunla konuşmaya çalışıyorum... Ne dersen de, cevap alamıyorsun. Bunaldım... Sağlam girdiğim odadan ben hastalanmış çıkacak gibiyim... Bu iç sıkıntısının sebebi şüphesiz şu hoca bozuntusunun, beni hiç tanımadığım genç bir gelinin evine destursuz teklifsiz sokmuş olmasıydı. Bu zavallı gelin, benim karım veya bacım olabilirdi... Böyle bir adamı biz bir de Dayıma baksın diye evimize damımıza sokuyoruz...

    Ter boşanmış vaziyette kendimi dışarı attım. Bu anda herkes tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor. Farkında değilim, benim rengim de atmış. Öfkeden yüzüm kızarmış da olabilir... Kızgınlığımı saklama gereği duymadan;

- 'Hocam bunda hocalık bir durum yok, hastanın doktora gitmesi lazım.' dedim.  Dedim, ama kime diyorsun. Herif beni bastırırcasına;

    - 'Hah, gördünüz mü... Ben size demedim mi Ahmet hocadır diye... Bakın, benzine bakın... Bunu da sıkıştırmışlar... Ben bunu iyi ederim... İyi ederim, ama bin liranızı alırım.' dedi.  Benim dediklerimi duymamış gibi yapıp söylendi söylendi... Bu arada benim 'oyunbozanlığımı' kendince etkisizleştirdikten sonra, köylüyü hoca olduğuma ikna etti, hiç görmediği hastaya teşhis koydu, tedavi için fiyat biçti, pazarlık bile yaptı... Bütün bunları kaşla göz arasında birkaç kırık sözle becerdi... Üstelik hasta sahipleri bin lirayı vermeye dünden razı görünüyor... Yalnız ben de akıllandım, pes edecek değilim. Hemen araya girdim;

    - 'Bunlarda şimdi para olmaz. Haftaya geliriz, onlar da pazarda hayvan filan satıp parayı denkleştirsinler.' Bunları derken evsahibi köylülere göz işareti verdim. Maksadım bir an önce Osmanköy'den ayrılmak...

    Nihayet köyden çıkıp Harmanyerine geldik. Moralim çok bozuk, adamın iç yüzünü gördüm ya, artık ipleri koparmak istiyorum. Fakat bu durup dururken yapılacak şey değil... Bu arada ikindi okundu. Dedim ki;

    - 'Abdestimiz var, şurada namazımızı kılalım.' Adam hoca olduğu için O imam, bense müezzin-cemaatim... Allahüekber'le namaza durduk. Bu ilk tekbire kadar her şey normaldi de kıraate gelince işler değişti. Bizim imam Fatiha'yı cehren okumaya başladı. Olabilir, insandır yanılır... Rükudan sonra 'Semiallahu limen hamideh' yok... Kıyam kıyam değil, kıraat galat, secde bir acayip... Namazın rükünleri bir şeye benzememeye başladı. Ben uyarı için 'Subhanallah ala Resulullah' diyorum, ama dinleyen kim... Sehv secdesi de etmedik... Hasılı, yattık kalktık, namaz bitti... Biz namazımız olduydu, olmadıydı tartışmaya fırsat bulamadan araba geldi, bindik.

    Otobüste bahsini açtığı konu bambaşkaydı. Buna göre ses tonu da değişmiş, pazar payı canlı bir yerde dükkan açmak isteyen esnaf gibi konuşuyordu;

    - 'Ahmet, bu bölgede çok tanınan ve sevilen bir adamsın. Hasta bul, bakalım. Yüzüğümü de sana vereyim, onunla ayrıca hasta da bakarsın.' Bana bölge temsilciliği teklif ediyordu, ne arsız adamdı yahu! Çok kızgınım, ama işin sonu nereye varacak, merak etmiyor da değilim. Bu yüzden itiraz etmiyormuş gibi davrandım.

    - 'Sen berberlikten ne kazanıyorsun?'

    - 'İyi kazanırım, senede otuz binden aşağı düşmez.' Hakikaten iyi kazanıyordum, en iyi koyunun ikiyüz lira olduğu o dönemde, otuz bin ne demek...

    - 'Dükkanı kapat, ben sana ayda otuz bin lira vereyim; Sen bu işi becereceksin.' diye çıldırtıcı teklifini yaptığında artık benim tepem atmıştı... Parayı uzatıp;

    - 'Şuradan bir Afyon bir de Eğret al!' diye Muavine sertçe seslenmemden kendisini Afyon'a gönderdiğimi anladı. Parayı kırdığı pembe hayallerinden, kapkara gerçeğe uyanmak istemiyordu.

    - 'Ne oluyor Ahmet!' diye kekelemeye başladı. İçinde azıcık itiraz anlamı bulunan bu kekeleme sabrımın son noktası oldu. 'Vay anasını avradını...' diye başlayıp ağzıyla burnunun arasına iki yumruk patlattım... Patırtıya Muavin ile diğer yolcular yetişip araya girdiler. Fakat ben sakinleşecek gibi değildim, günlerdir içimde biriktirdiğim ne varsa boca ettim Sahtekar Deyusa;

    - 'Seni bir daha buralarda görürsem...!'

    ***

    Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bizim köyün hocaları Akbaş Mehmet, Azıraklının Ahmet, Hamzaların Adem, Terlemez Abdullah ve bir kaç da cemaatten katılanlar oldu; bana geldiler. 'Dolmuş ayarla da hamama gidelim' dediler. Hacıpaşa Hamamı yeni açılmıştı, çok güzel diye özellikle orayı istediler.

    Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan)ın dolmuşu ayarladım. On oniki kişi olmuştuk, Yatsıdan sonra bizi götürüp getirecekti. Dolmuşu Kabe Mescidinin yanına park etti. Orada bir kahve var, gözüm takıldı. Öylesine bakarken okey oynayanlardan birini tanıyacak gibi oldum. Daha dikkat kesilince bildim; Ilgınlı Mustafa Hoca idi... 

    - 'Bakın, Dayıma bakan Hoca okey oynuyor.' diye ibretle gösterdim. Ardından yukarıda anlattıklarımı oradakilere de aynısıyla anlatıp 'Böyle bir olay yaşamıştık.' dedim. Azıraklı hemen atıldı;

    - 'Gelin dövelim şunu.' Akbaş Hoca her zamanki ağırbaşlılığıyla devreye girdi;

    - 'Aklınızı başınıza alın. Biz buraya kavgaya değil, temizlenmeye geldik. Hadi, kirlenmeden temizlenelim de gidelim...'

    ***

    Osmanköy'e geri dönerek hikayeyi bitirelim. Orada unuttuğumuz iki hasta vardı. Konuşamayan çocuğu doktora götürdüler, geniz eti varmış... Dili tutulan Ayşe Gelini de Afyon'a doktora götürmüşler. Oradan da Ankara'ya sevk etmişler, beyin tümörü çıkmış. Ameliyat sonrası vefat etmiş, Allah rahmet eylesin...

    Hasan Dayıma gelince... Nice sonra ben Ege Üniversitesi'nde çalışırken, Psikiyatri servisinde muayene ettirdim. 'Eskiden aldığı darbe sebebiyle beyin damarında zedelenme olmuş. Kan basıncı değiştiğinden ara sıra şoka girer ve bu böyle devam eder.' denildi. İlaç yazıldı, 2005'te ölene kadar bu hastalık ona eşlik etti. Allah mekanını cennet etsin. 

    Doktor meseleyi açıklayınca, bulmacayı çözmüşlerin rahatlığıyla hastalık sebebini bize deyivermişti. Meğer gençliğinde Arzıların öküz vurmuş bunu. Düşünce kafasını kayaya çarpmış. Ona göre damar bu darbeyle zedelendi... 

    Kıssadan hisse... Kimse üfürükçü sözde hocalara inanmasın, ilkin hekime başvursun. Bütün bunları böylece yaşamış biri olarak, diyeceğim budur.  Berber Ahmet Kabadayı

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder