20 Mayıs 2024

Çarpık Hoca

     
    Hasan Dayım ben kendimi bildim bileli hastadır. Onun rahatsızlığı psikolojik, ama o zamanlar psikolojiyi nörolojiyi bilen mi var; hoca hastası deyip geçiliyor. Dayımın çocuklar ufak, bir şey olduğunda Yengem hemen beni çağırırdı. Çünkü berber olduğum için yerim belli ve onlara çok yakındı...

    Çaresizce Yengem beni çağırdığı yıllarda onbeş onaltı yaşlarındayım. Yaşım küçük olmasına rağmen, çok insanla muhatap olduğum için girişik biri olduğumu düşünürler, yol yordam bildiğime inanırlardı. Bir kaç kere böyle çağırıp doktora götürmemi istedi, götürdük de... Lakin çare olmadı... Bunun üzerine 'Falanca yerde hoca varmış, okutup muska yazdır.' dediler gittik... Memlekette hoca denilen ne kadar üfürükçü varsa  gittim, bir fayda yok...

    'Sinanpaşa'nın Saraycık köyünde Arif Hoca var' dediler. Attım at arabasına, götürürken Dayım yolda rahatsızlandı. Zaptedilmesi mümkün değil. Yarım saat kadar uğraştım, sonra şoktan çıktı. O çıktı, lakin ben çıkamadım. İkimizin de aklı başına gelince;

    - 'Dayı seni zaptedemeyince korktum' dedim. 

    - 'Yeğenim, öyle bir şey olduğu zaman belindeki kemerle beni bağla' diye akıl verdi. Amma ben dayanamıyor, ağlıyorum... Dayım da öyle, hem ağlıyor hem beni sakinleştirmeye çalışıyor. Hem de bana çok güvendiğini söyleyerek gururumu okşuyor...

    Saraycık'a varıp Arif Hoca'yı bulduk. Adam aldı bizi evine, onbeş gün misafir etti. Çok iyi ilgilendi, hakkını yemeyelim... Döndük köye, Dayım moral olarak bir ay kadar iyileşti. Bu onun için uzun bir süreydi. Durumu köyde duyuldu, 'Hacı Hocadan iyi oldu' denildi. Böylece Arif Hoca hikayesi noktalandı...

    Yeni hoca hikayesi nasıl başladı hatırlamıyorum. Nereden duydular bilmem, 'Aydın'ın Yamalak Kasabasında bir Hoca var' dediler. Bize yol göründü... Yamalak'a vardım, Hoca'yı buldum. Hastayı ve hastalığını anlattım. Hoca,

    - 'Ben onun hakından gelemem' dedi. 'Sen madem buraya kadar gelmişsin, Nazilli'de bir Hoca var, Dayının derdinden O daha iyi anlar.' Nasıl bulacağımı sordum, sevk ettiği Hoca'nın Nazilli adresini tarif etti;

    - 'Nazilli Emniyetinde gece bekçisi Nail var, O seni Hoca'ya götürür.'

    Nazilli'de Bekçi Nail'i buldum, dediği gibi O da bana Hoca'yı buluverdi ve ayrıldı. Hoca ile başbaşa kaldık. Tabi hangisine varsak, hocalar 'Pazarlık yok, Allah rızası için ne verirsen ver' diyor. Paranın kıymetli olduğu o vakitlerde utancımızdan on lira, yirmi lirayı eline sıkıştırıyoruz. Neyse, ben maruzatımı arzettim. Hasta ve rahatsızlığını ayrıntısıyla anlattım. Memleketimi sordu, söyledim. Adam galiba halime acıdı... Kimsenin görmediği bir şeyler okurmuş gibi avucuna baktı, sonra başını ağır ağır kaldırıp bana döndü;

    - 'Dayını buraya getirmen zor. Eskişehir size daha yakın, oraya götür. Çarpık Hoca diye bilinen biri var, iyi bir hocadır.' İyi de, Çarpık Hoca'yı nasıl bulacağım, koca şehirde... Aklımdan geçeni okumuş gibi devam etti;

    - 'Eskişehir'e vardığında bir taksi durağında Hoca'ya gideceğini söylersen, ufak bir çocuk bile seni ona götürür.'

    Bu kısa Ege turundan sonra köye avdet ettim. Oradan oraya derken, en son Eskişehir'e sevk edilmiştik. Dayımı aldım, doğru Eskişehir'e... Kıbrıs Taksi durağında Çarpık Hoca'ya gitmek istediğimi söyler söylemez taksici 'Atlayın!' dedi. Atladık... Aldı götürdü bizi bir sokağın başına;

    - 'Bu sokakta oturuyor, ama Hoca'nın evini bilmiyorum' dedi, indik. Yolcularını indiren taksi uzaklaşırken biz danışacak birileri var mı diye bakınıyoruz. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yaklaştı 'Amca, Hoca'yı mı arıyorsunuz?' diye sordu. O anda Nazilli'deki Hoca'nın dediklerini hatırladım; bir çocuk bile Hoca'yı gösterecekti... Demek ki biliyormuş... İnanır gibi oldum...

    O çocuk bizi Hoca'nın evine götürdü. Burası ofis gibi düzenlenmiş bir daireydi. İçerisi tıklım tıklım hasta ve yakınları doluydu. Merdiven başına konulmuş bir masada sekreter oturuyor, herhalde hasta kabul bölümü burasıydı. Yaklaşarak sekretere;

- 'Ben İzmir'den geliyorum, randevu verebilir misiniz' diye rica ettim. Böyle durumlara alışık olduğunu belli eden sahte bir bezginlikle Hoca'ya sormaya gitti. Bir kaç dakika sonra geri döndü. Yine o sahte ifadeyle müjdeyi verdi;

    - 'Bakacak. Biraz bekleyin de sizi öne alayım.' Sevindik tabi, beklemeye başladık. Bu arada, herkese sorduğu belli olan sıradan sorular sormaya başladı. Hastalığın geçmişi, belirtileri, nüksetme aralığı gibi şeyler. Hastanın girdiği durumları biraz ayrıntılı şekilde anlattım, zaten o kısmı benden iyi bilen yoktu.

    Nihayet çağrılıp içeriye girdik. İsmini bilmediğimiz Hoca, lakabının hakkını verircesine tuhaf görünüyordu. Düzgün ve normal görünen bir uzvu yok gibiydi, Bu yüzden normal insanlar gibi hareket edemiyor, yürüyemiyor, konuşamıyordu. Dişlerinin arasından tısıltı gibi çıkan kelimeler zar zor anlaşılıyordu. Biraz dikkatli dinleyince anladık, Dayımın rahatsızlığını tarif ediyordu. Fakat bu kadar ayrıntıyı nereden bilecekti. O vakitlerde zaptedilmesi güç hastayı bağladığımızı filan sadece biz biliyoruz... 'Görünüşe aldanmamak lazım, çarpık çurpuk, adam derin hocaymış' diye içimden geçirmeye başladım ki, Dayım coştu;

    - 'Len Yeğenim, bu bilmemnetdiğim iyileşdircek olsa ilkin kendini iyi ederdi!' diye söylenip duruyor. Daha ağıza alınmayacak neler neler söyleyip, sövüp sayıyor. Ben susturmaya çalıştıkça O yeni küfürlerle geliyor... 

    Meğersem Dayım meseleyi çözmüş. Sekreterin yanında ve içeriye girdiğimizde olanları, dışarıdan bir gözle izlemiş. Dışarıda konuşulanları olduğu gibi Hoca'ya aktaran bir ses sistemi kurmuşlar. Sekreter hasta yakınına mümkün olduğunca çok soru sorarak konuşturuyor, böylece içeride her şeyi dinleyen Çarpık Hoca bize keramet(!) gösteriyormuş.

    Neyse, Dayım kendisine küfürler savuruyor ben de onu susturmaya çalışıyorken Çarpık Hoca bir şeyler yazdı. Reçete gibi yazdığı şeyleri göstererek;

    - 'Bunları okuyun, bu sırada şu kağıdı da bir kapta ıslatın. On gün süreyle gün doğarken ve gün inerken okuyup, hazırlanan suyla banyo yaptırın.' dedi...

    Geldik köye... Kim okur bunları her akşam, sabah... Sağırların Hilmi Hoca'ya vardım, o sırada Yeşilcami'nin imamıydı. Durumu anlattım. Okunacaklar listesini gösterip bunların gündoğumu ve batımında okunması gerektiğini söyledim. Lafın sonunda da ezilip büzülüp kendisinin okumasını rica ettim... Uzun listeyi şöyle bir süzen Hilmi Hoca;

    - 'Len arkıdeş bunun hakından nasıl gelinecek, hem bir hatim kadar, hem de sabah akşam kerahat vaktinde?'...

    Hilmi Hoca'nın dediği kadar vardı, ama O da okumazsa kime okuturduk. Duygu sömürüsü yaptım. Dayımın durumu malum olduğunu, bunu kendisinden başka kimsenin yapamayacağını, Allah rızasını,  Dayımın hatırını falan ileri sürerek ricada ısrar ettim. Dayımın hatırı derken, bunu biraz açmam lazım. Maddi yönden fakir birisi olmasına rağmen Dayım köyde hatırlı biridir. İkramı boldur, gönlü geniştir. Büyükle büyük, küçükle küçük olduğu için herkes onu sever, sayar. 

    Dayımın hatırını öne sürmem işe yaradı. Allah razı olsun Hilmi Hoca okudu ve bu arada Dayım iyileşir gibi oldu. Haber hemen yayıldı, 'Berber Dayısını Hocaya götürmüş, iyi olmuş' diye konuşulmaya başladılar.  Dolayısıyla etrafta hasta çoğalmaya başladı. 'İlle Dayını götürdüğün Hocaya bizi de götür' diyorlardı. Öte yandan gitmeye can attıkları hocanın her yönden çarpık olduğunu bilmiyorlar. Geçiştirmeye çalışıyorum, ama o dönemde başımı alamaz oldum...

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder