O karışıklıkta Güdük İzzet Emmimi fark ettim, eline bıçak almış saplamaya hazır bekliyor. Hasta 'Geliyorlar' diye bağırınca O;
- 'Hani nerde? Göster, keseyim onları!' diye karşılık veriyor. Sonra Dayım titremeye başlıyor, üzerine yorgan örtüyorlar. Bir türlü sakinleşmiyor, buyol da 'Emmi beni boğuyorlar!' diye feryat ediyor. Emmisi de 'Göster, keseyim!'... Bu karışıklıkta yorganın bir ucunu tutarak 'İşte burada!' diye işaret etti. Güdüğizzet Emmi onun gösterdiği yerden yorganı kesti. 'Korkma, aha kestim' deyip sakinleşmesini bekledi...
Dayım sakin sakin gülerek 'Ne kesmesi, aha burada duruyorlar' deyince hiç bir şeyin işe yaramadığını anladık. Bu sefer devreye ben girmeye karar verdim. Çektim tabancayı;
- 'Dayı göster vurayım' dedim. Kesmek işe yaramadıysa kurşun yağmuruna tutacaktık... Dayım hiç beklemediğim bir şey yaptı, Tabancayı kavradığım bilekten tutup elimi bir yöne doğrulttu. Namlunun ucu artık birini gösteriyordu;
- 'Hadi bakalım, erkeksen vur.' dedi. Ben bihoş oldum... Çünkü hedefteki kişi benim hanımdı... Bir müddet sonra Dayım kendine gelince bu sefer Yengem ona çıkıştı;
- 'Len oğlan daha yeni evlendi. Gelini vurduracaktın nerdeyse!'
- 'Ne yapayım, geldi Gelinin önüne oturdu; Bu da göster göster diye tutturduydu...' Bunu dedikten sonra Dayım başladı ağlamaya... Bir süre ağlayıp boşaldıktan sonra tembihledi; 'Oğlum, ben kendimden geçtiğim zamanlarda ne yapacağım belli olmaz. Dikkatli olun... Öyle zamanlarda kendime veya çoluk çocuğa zarar vermeden beni bağlayın...'
Başka hocalara da gittik. Nerede birini duydularsa, hoca hastası diye oraya yolladılar... Tek dayanağı beni görüyor, bana güveniyordu. Ben ne dersem ona inanıyordu, belki de söylediklerim psikolojik olarak onu rahatlatıyordu, bilemiyorum artık. Biz de gönlü kırılmasın diye her dediğini yerine getiriyorduk.
Allah razı olsun Kara Ömer ve çocukları hiç boş bırakmadılar, hep başında durdular. Bir gün Garaömer Emmi 'Berber, Ilgın'da hoca varmış, bir de ona baktırsak' deyince sorduk soruşturduk. Sık sık Afyon'a gelip hasta bakıyormuş, bu yüzden Ilgın'a gitmeye gerek kalmayacaktı.
Geldiğini öğrendiğim bir gün Afyon'a gittim. Otpazarı Camiindeymiş, vardım oraya, durumu anlattım. Hiç itiraz etmeden 'Hadi gidelim' dedi, köye geldik. Sekiz on gün Anıtkaya'da kaldı, okudu üfledi. Bu bir haftada sanki Dayımın rahatsızlığından eser kalmadı, bariz bir iyileşme oldu.
Bir berber o muhitin ajansı gibidir, bütün haberler onda toplanır. Kulağına gelmeyen bilgi yoktur, dense yeridir. Buna rağmen köyde bu kadar çok hasta olduğunu nasıl duymadım, hala şaşarım. Biraz da Dayımdaki iyileşmeden sonra olsa gerek, her köşeden bir hasta çıkmaya başladı. Altındişin Hasan'ı iyi eden Hoca'ya onlar da görünmek istiyordu. Onu köye ben getirdiğim için, hastaların hepsi de bana müracat ediyordu. Kılavuz mu, bilirkişi mi, sekreter mi, asistan mıyım anlayamadım. Bunların hepsi gibiydim, başı ağrıyan bana geliyordu. Bütün bunlarla başa çıkabilirsen çık bakalım...
Hoca bir gün 'Başı ağrıyanlara muska yazalım, sen de yardımcı ol' dedi. Hastaların çoğalması hoşuna gitmişti, ama hepsini okuyarak tedavi uzun sürüyordu. Bununla beraber başağrısı sahasında iyi bir pazar olduğunu da görmüş, orayı ihmal etmek istemiyordu. Ona göre en pratik çözüm muska yazmaktı. Tabi benim yardımım lazımmış. Gelgelelim, be ne anlarım o işlerden;
- 'Ben eski yazı yazamam ki' dedim. Buna da bir çare buldu, işaretlediği ayetleri Kuran'a baka baka yazmamı söyledi. Dediğini yapmaya çalıştıysam da beceremedim. Sonra muska işinden tamamen vazgeçtik.
Muskadan vazgeçtik, ama Hoca başı ağrıyanları geri çevirmeyi göze alamazdı. Yeni bir yöntem geliştirdi. Bir kartonu sigara gibi büküp boru haline getirdi. Toz halindeki ilacı bununla hastanın burnuna üflüyor. Hasta çok olduğu için işin bir kısmını yine bana yıktı. Sırt üstü yatan hastanın burnuna üflemem için kartonu uzatıyor;
- 'Ahmet Efendi, üfle...' Kafası ağrıyanın burnuna üflüyoruz. Biz üfledikçe hasta hapşırıyor, gözleri yaşarıyor, ağzı burnu akmaya başlıyor. Bu sefer Hoca'nın teşhisi gecikmiyor;
- 'Ha sen sinüzitsin'... Hastanın ne olduğu umurunda değil, o baş ağrısından kurtuldum diye dualar ederek uzaklaşıyor. Adamın karton içine koyduğu tozun ilaç değil baharat olduğunu anlamamız biraz uzun sürdü. Bu arada epeyce sinüzit tedavi ettik, ama ben sıkıldım. Çünkü iş yavaş yavaş sahtekarlığa kayıyordu...
O günlerin birinde, yerde on santim filan kar var... Bekçi Ali Boy, 'Berber, Babam çok hasta, Dayına bakan Hocayı bize getir de baktıralım.' dedi. Babası Osmanköylünün Süleyman Ağa'nın uzun zamandır rahatsız olduğunu duyuyorduk... Aldım Hocayı yanıma, vardım evlerine. Hava çok soğuk... Pek yaşlı Süleyman Ağa yatıyor.
İhtiyar hasta üşümesin diye sobayı ateşlemişler. Tek katlı ev güzel ısınmış, ama içerisi pek bunaltıcı ve havasız... Hoca, muayene ve teşhis safhalarını geçip hemen tedaviye atladı. Bana dönüp;
- 'Günahsız iki sabi çocuk bul' dedi. O sırada evde hastanın torunları var; Berberlerin Emin'in oğlu ile kızı, Mehmet ve Ümmühan... Onları göstererek 'İşte sana iki günahsız' dedim...
Hasta yatıyor... Hoca bir çinko tas istedi. Bir kağıda bir şeyler yazıp içi su dolu tasa attı. Çocuklardan kağıda bakmalarını ve söylediklerini tekrar etmelerini istedi. Hoca ne derse onlar tekrarlıyorlar. Birden onları uyarmaya başladı;
- 'Şimdi bir paşa çıkacak, onu gördüğünüzde sakın korkmayın...' Derken Mehmet çığlığı bastı;
- 'Aha geldi! Sırmalı bir Paşa geldi!' Tabi Mehmet'in gördüğünü ondan başka kimse göremiyor... Hoca'ya itiraza benzer bir ses tonuyla;
- 'Hocam ben göremedim, bu yüzden inanasım gelmiyor' gibisinden bir şeyler söyledim. Biraz kızdı galiba bana;
- 'Ben sana göstereyim o zaman' dedi. Mehmet'e döndü, aralarında şu konuşma geçti;
- 'Tebbet'i biliyor musun?'
- 'Biliyorum.
- 'Çık dışarı, korkma. Tebbet'i oku. Paşa'ya selamımı söyle, içeri gelsin. Sakın korkma, tut elinden getir.'
Mehmet dışarı çıktı, bir süre sonra, bir şeyin elinden tutmuş gibi yürüyerek içeri girdi.
- 'Tamam, şimdi Paşa'yı Ahmet Emminin yanı başına otuttur.' Mehmet elinden tuttuğu görmediğimiz Paşa'yı benim yanıma sözde oturtup geri çekildi... Bende de biraz Böbüler inadı var;
- 'Hocam ben yine bir şey anlamadım' diye kaykıldım. Hoca biraz daha hiddetlendi, çocuğa dönüp;
- 'Paşaya Hocamın selamı var de, şu evin havasını değiştirip güzel serin bir esinti versin!' diye sertçe emretti. Saniyeler içinde, içeridekiler birdenbire nasıl ferahladıklarını hatırlayıverdiler... Hemen hepsi;
- 'Oh be! Ne güzel oldu. Evin içi oksijen doldu. Mis gibi koktu canını sevdiğim' gibi sözlerle bir türlü göremedikleri Paşa'ya teşekkürlerini sundular. Tabi ben yine ikna olmadım. Olan şuydu: Mehmet dışarı çıkıp girerken, sıcak ve havasız kalmış odaya temiz ve soğuk hava hücum etti. Bu kısa havalandırmadan kaynaklı ferahlamayı bizimkiler Hoca'nın ve Paşa'nın kerametine yordular...
Ben de duracak gibi değildim, aklıma yeni bir fesatlık geldi. Hastanın kızı Fadik Yenge ve Alçakların Adem Emmi de oradalar. Onları işaret ettim;
- 'Hocam bu kadın benim Yengem, yanındaki de Emmim oluyor. Ondört yıldır Emmim ile Yengemin çocukları olmuyor, onlara da bir baksan?' Baktı... Bakar bakmaz da teşhisi koydu;
- 'Yüzde kırk kadından, yüzde atmış adamdan olmuyor...' Bekçinin maaşı bin lirayı bulmadığı bu dönemde, Adem Emmiden de on lira vizite ücretini aldı... Orada işimizi bitirip çıktık... Olanlara biraz şaşkın, biraz kızgınım. Yürürken sordum;
- 'Hocam, Yengemle Emmimin ikisine de senden olmuyor, senden olmuyor, dedin. İşin aslı nedir, hangisinden olmuyor?' Durdu, yüzüme bir tuhaf baktı ve sertleşti;
- 'Ne deseydim len! Ben haşa Allah mıyım, nereden bileyim! Senden de ondan da olmuyor de, al on liranı git! Yuvayı yıkmadan ikisini de idare et! Bu zamana kadar geçinmişler, ömür boyu geçinsinler!... Sen de böylelikle çorbanı kaynat!...'
Adamın söyledikleri biraz mantıklı geldi. Fakat yine de ters bir şeyler vardı. İçime kurt düşmüştü bir kere...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder