22 Eylül 2025

Onyedinci Fotoğraf

 
    Sakallı (Derviş Mehmet Aydın)ın ev, köyde mimari estetik açıdan en dikkat çekicilerden biriydi. Daha başka yerlere serpiştirilmiş bir kaç bina daha vardı, ama hiç birinden bundaki göz okşayan bütüncül güzellik hissini alamazdınız.

    Kendi içinde üç kat olarak tasarlanmış binalara şimdilerde tripleks deniliyor. Sakallı'nın ev böyleydi işte. Galipbey caddesinden göründüğüne göre alt katta kapıları caddeye açılan iki (veya üç) dükkan; ikinci katta ortada bir küçük oda kadar gömme balkon, iki yanında büyükçe iki odanın pencereleri; üst katta ise koca bir kuş yuvasını andıran tek bir oda... 

    Kuş yuvası odanın da iki küçük penceresi var ve üstü çift kırım bir çatı ile kiremitlenmiş. Onun iki yanındaki eteklerde bulunan orta kat odalarının çatıları ise üç kırım... Anlattığım manzarayı Galipbey caddesinden fotoğraflarsanız simetrik bir bina ile karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Fotoğrafı yandan ikiye katladığınızda her bir kanadın diğeriyle örtüştüğünü göreceksiniz, simetri bu demek. Ve binanın göze hoş görünmesindeki ana etken bu simetrik yapısı olsa gerektir.

    Hatırladığım zamanlarda Sakallı'nın ev mavi boyalıydı. Fotoğraf siyah beyaz çekildiği için rengi anlaşılmıyor. Aslında bu fotoğrafta o eve odaklanılmış değil, hatta karenin ucunda denilebilir. Yine de en dikkat çekici nesne olduğu için bu evden başlamak istedim.

    Hava açık, gökte bir parça bulut var, tipik bir ilk yaz günü... Saçak gölgelerinin yönü ve uzunluğuna bakılırsa güneş tam tepedeyken çekilmiş. Evin önünde ve yanında iki akasya ağacı görünüyor, hayret bunlar hiç aklımda kalmamış. Fakat hemen üst tarafındaki meydan ambarını iyi biliyorum, uzun zaman yalnız ve kimsesiz yaşayıp bir anda hayatımızdan çekildi. Nasıl ortadan kalktığını bile hatırlamıyorum, fotoğrafını çekmek gerekince hayatta olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiştik. Acaba kimindi bu ambar? Fotoğraftaki haline bakılırsa hala kullanılıyor ve çatısına yenilerde kiremit döşenmiş. Çok muntazam kiremitler, kırık yarık, eğilip bükülme, göçme çökme yok gibi...

    Ambara bitişik tek katlı dükkanı bilemedim. Galiba cumartesi günleri buğday alınıp depolanan bir dükkan vardı oralarda, fakat o iki katlı değil miydi? Binanın tamamı ve Gocacami'ye doğru üst tarafı görünseydi bir şeyler söyleyebilirdik, bu kadarla yetinelim...

    Galipbey caddesi henüz düzenlenmemiş, bildiğin selyolağı... Belli ki iki yanındaki binalar yeni yapılıyor. Lakin ambar ve Sakallı'nın ev pek de yeni gibi görünmüyorlar... Fotoğrafın çekildiği nokta caddenin biraz daha gerisinde olduğu anlaşılıyor. Şen Kardeşler Bakkaliyesi'nin önü gibi... Şimdi aynı noktadan şu açıklığı yakalayamazsın, zira Ramazan Şen'in dükkan açıyı kapatmış durumda. 

    Galipbey caddesinin güney tarafındaki binalar diğer tarafa göre daha geç yapılmış. Toprak ve kayalık caddenin bu tarafındaki kenarından, iki örtmeli kadının alad alad aşağı yürüdüğü görülüyor. Kim bu kadınlar ve nereye gidiyorlar? Biz ne bilelim...

    Kadınların köşesinden geçmek üzere oldukları kulübe gibi küçük bir yapı var, her halinden meydan helası olduğu anlaşılıyor. Demek ki bugün caddenin karşı tarafındaki köşede bulunan tuvaletlerin eski yeri burasıymış. Bu noktayı tarif gerekirse, Belediye kahvesinin merdivenlerinin ucu diye tahmin yürütebiliriz... Çatısının kiremitli, taş ve çamurdan ibaret duvarlarının kireçli olması o günün şartlarında meydan helasının bakımlı olduğunu gösterir...

    Belediye kahvesi yapılmadan önce burada metruk bir bina, daha doğrusu ören vardı. Orası eskiden beri köy tüzel kişiliğine aitmiş ve eskiden Karakol binası olarak kullanılıyormuş. Bir çok kişiden bu karakolla ilgili iyi kötü anılarını dinledim. Belediye kahvesi niyetiyle yapılan asfalt üzerindeki yeni binaya taşınınca, eski karakolun yerine yeni belediye kahvesi yapılması da ayrıca ilginçtir... Neyse, bu örenin en arkasında, kocaman dallarında oyunlar oynadığımız cüsseli bir dut ağacı vardı, benim hatırladığım bu kadar...

    1969 İmar Planı albümünde 17. sırada bulunan fotoğrafa bakıp bunları düşündüm. Bu küçük karede bulunan objelerin hiç biri şimdi bulunmuyor. Yarım asırda bu kadar değişiklik... çok hızlı...


21 Eylül 2025

Dünya Bir Eğreti Köydür

    
    Sözlüklerde boşuna aramayın, bulamazsınız. Eğreti köy kavramı sosyal bilimlerde de kullanılmıyor. Benzer şekilde 'eğreti yerleşim'e bazı yazılarda rastlanıyor, ama isimleşecek kadar kendine yer bulamamış. Hasılı kelam 'Eğretiköy' tamamıyla benim uydurmam...

    Bizim köyün eski adıyla ilgili bir kaç rivayet var. Bunlardan biri çok ilginçtir. Bir kaç Türkmen obası gözüne kestirdikleri bir yere konmuşlar. Germiyanoğullarının kolluk güçleri de gelip burada izinsiz konaklayamayacaklarını bildirmiş ve en kısa sürede beylik mülkünü terk etmelerini istemişler. Bu bildirim üzerine Türkmenler 'Biz zaten burada kalıcı değil eğretiyiz' deyip muhafızları savuşturmuşlar. Onlar gittikten sonra tamamen yerleştikleri bu küçük köyün adı Eğreti olarak kalmış. Bu kelime daha sonra Eğret oluyor. 1961'de Anıtkaya ile değiştirilmiş olsa bile eskiler ve çevre köylerce Eğret adından hala vazgeçilemiyor.

    Köy ile ilgili yazıları toplayacağım blogun adını çok düşünmedim, daha doğmadan Eğretiköy adı konulmuştu. Küçük bir yanılsamayla gözler 'Eğret köyü' okuyup, zihinler de öyle anlıyor. Anıtkayalılarda böyle bir göz ve zihin yanılsaması olurken, aslen bizim köylü olmayan arkadaşlar bloga bakarak köyün adı Eğretiköy zannediyor. Bu vesileyle Anıtkaya'nın eski adı Eğret köyü, bloğun adı ise Eğretiköy olduğunu hatırlatalım.

    Köyün adı ile ilgili yukarıda naklettiğim ve başka rivayetlerde, ilk yerleşilen yerin geçici olduğu eğreti kelimesiyle vurgulanmaktadır. Burada bizi ilgilendiren işte bu anlam... Bloga ad olacak kadar derin bir kelime...

    Eğretiköy kelimesiyle şüphesiz Eğret köyünün kuruluşuyla ilgili hikayelere telmihte bulunuluyor. Bununla beraber o isme gerekçe olabilecek başka şeyler de aklımdan geçmedi değil. Evvela blog kalıcı olmayacaktı, bu yüzden kimse bilmeyecek, sadece yazıları biriktirdiğim bir klasör gibi bir köşede duracak, işi bitince kapatacaktım. Geçici bir yer, eğreti bir mekandı yani...

    Diğer husus biraz daha felsefik... Yazılar her ne kadar dünü bugünüyle Anıtkaya; tarih, dil, kültür, günlük yaşam, coğrafya bakımından Eğret olsa da, her yazının gerisinde mutlaka yazarın dünya görüşüne dair izler bulunur. Bu izler varır, bu dünyanın yalanlığına, sanallığına, geçiciliğine, faniliğine; asıl ebedi hayatın öteki tarafta olduğu gerçeğine çıkar. Bu hususu biraz açmak gerek...

    "Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada, bir ağaç altında gölgelenip de sonra onu bırakıp giden bir yolcu gibiyim." 

    Ayet, hadis, menkıbe, türkü... bu konuda sayısız örnek verilebilir. Ben yukarıdakini tercih ettim, eminim siz de defalarca işitip bu hadis hakkında düşünmüşsünüzdür. Kısa bir uykudan uyandığında yüzünde hasır izlerini görmüşler de, bir yatak yapmayı teklif etmişler. Onun üzerine böyle demiş Peygamberimiz...

    Bu veciz sözde dünya hayatı bir ağaç altında gölgelenmeye benzetilmiş. Biz köylüler ağaç altında mola verme olayına yabancı değiliz. Yolculuğa veya işe ara verir, ağaç altında dinlendikten sonra devam edersin. Burada asıl olan gördüğün iştir veya gittiğin yoldur. Ağaç altında karnını doyurmak, dinlenmek, soluklanmak, gölgelenmek için kısa süreliğine bulunursun. Oraya yerleşmezsin. Bilirsin ki yolcuysan varılacak bir menzilin, çalışıyorsan bitirilecek bir işin vardır. Kalkıp ona devam edersin. 

    Vazifen ağaç altında değil, yolda veya tarladadır. Asıl hedefin ve mekanın oralardır. Ağaç gölgesi kısa süreliğinedir, geçicidir, eğretidir... 

    Ağaç gölgesi ne kadar kalıcıysa, dünya ve hayatı da o kadar kalıcı... 

    Ayrıyeten insanın kendisi için yazdığı yazılar da vardır, olmalıdır. İşte Eğretiköy'deki bu yazılar satır aralarında 'Bu dünya bir eğreti köydür' diye sessizce(!) haykırmaktadır...


18 Eylül 2025

2. Tümen Harp Ceridesinde 28 Ağustos 1922

    [Bu metin Süvari Kolordusu II. Tümeni Harp Ceridesinin 28 Ağustos 1922 gününe ait bölümünden alıntıdır.] *

    ...
    Tümen akşama doğru yürüyüşe geçti. 2’nci Alayın gelmesi beklenirken Başkimse’de birbuçuk saat kadar istirahat edildi. 2’nci Alayla, Sıçanlı Ovası’nda 57’nci Tümenle irtibat sağlanmak üzere kalan 20’nci Alay 1’inci Bölük de burada Tümene iltihak ettiler. Geceyarısına doğru Olucak’a varıldı. Yürüyüş, uykusuzluktan ve yorgunluktan güçlükle yapılıyordu. Köye her ihtimale karşı tertibatla girildi. Düşman yoktu. Alınan bilgiye göre, Eğret’te yalnız jandarmalar varmış. Fakat o civarda düşmanın daha bir tümeni bulunuyormuş, diğerleri güneye gitmişler. Olucak’ta Kolordu Karargâhı, Tümene yetişti. Kolordu Komutanı, geriden Kolordu sahra toplarının geldiğini, sabah yardım edebileceğini ve sol kanadımıza 14’üncü Tümenin sürüleceğini bildirdi.

    Gece Eğret’teki jandarmalarla bir kargaşaya meydan vermemek amacıyla daha güneyden geçildi ve bir an evvel mühim hedeflere baskın yapabilmek için köyden alınan kılavuzla sabah olmadan Çatalçeşme’nin 3-4 km kuzeyine varıldı. 13’üncü Alay öncü oldu. Arkasından da sırayla 20’nci ve 4’üncü Alaylarla, Topçu, 2’nci Alay ve bağlı birlikler geliyordu. Eğret köyü hizalarında kolun toplanması için kolbaşı durduruldu. Bir saatten fazla istirahat edildi. Aynı zamanda ufak bir uyku molası verilmiş oldu. Yolda, yalnız bir yerde duyulan ufak bir sesten başka düşmanın varlığına dair bir şey hissedilmedi. Sabah olunca Hasanköy’ün batısında Altıntaş yolu üzerinde düzensiz bir yürüyüş kolunun kuzeye doğru gittiği, Eğret civarında birtakım ordugâhların olduğu görüldü. Kuzeye gidenler, binek ve yük otomobilleriyle grup grup yaya askerlerdi. Bu durum karşısında artık demir yolunu tahrip etmekte bir fayda görülmedi. Derhâl bu akın üzerine hücum ile düşmanın tam göbeğinde bir kargaşa yaratmaya ve düşmanın, henüz açığa kavuşmayan durumunu meydana çıkarmaya karar verildi.

    Saat 05.00’ti. 13’üncü Alaya, cephesine hücum emri verildi. 20’nci Alay ileriye getirildi. Diğer birliklerin yanaşarak aralarındaki mesafeyi kısaltmaları emir subaylarıyla emredildi. Geride kalan batarya komutanı çağrıldı. 13’üncü Alayın baştaki bölüğü, düşmanın yanına geldiği sırada yaya muharebeleri için düzen aldı. Alay Komutanına bir bölükle yaya muharebesi değil, bütün alayla hücum edilmesi tekrar tebliğ edildi. Alay başarıyla hücum etti. Eğret tarafından da tüfek sesleri duyulmaya başlandı. Birçok otomobilin güneye doğru kaçtığı görüldü. Başlangıçta Eğret tarafındaki çarpışmanın, 14’üncü Tümen tarafından yapıldığı zannedildi. 20’nci Alay da 13’üncü Alayın sağına, Hasanköy istikametine hücuma iştirak ettirildi. Geride, alaylara giden subaylar dönmedi.

    Eğret tarafında da mühim faaliyet olduğu anlaşılıyordu. 13’üncü Alay, cephesindeki otomobilleri tahrip ettikten ve karşılık veren düşman askerlerini etkisiz hâle getirdikten sonra Eğret’in yaklaşık 2 km güneydoğusundaki sırtlara çıktı. Yani yolun doğusuna geçti. 20’nci Alay da cephesindeki otomobilleri tahrip ettikten ve bu otomobillerden çıkıp müdafaaya çalışanları etkisiz hâle getirdikten sonra demiryoluna hakim sırtlara hareket etti. Bu sırada Hasanköy’ün 2 km batısındaki tepeye çıkan düşman piyadelerinin yoğun ateşi karşısında durarak muharebeye başladı.

    Eğret’te bazı kuvvetlerin de güneye sarkmaya başlamasının ve Tümen’in diğer birliklerinin Eğret’e sarkarak muherebeye tutuştuklarının anlaşılması üzerine, yeni bir karar alındı. Bu sırada Tümen bataryası Eğret istikametinde ateşe başladı. Eğret’teki düşman bataryası bu ateşe karşılık verdi. Tümen, birinci amacına ulaşmıştı. Yol kesildi. Otomobiller yığın hâlinde kaldılar. Bazı perakende askerler perişan hâlde küçük otomobillerle çeşitli istikametlere kaçtılar. 4-5 subayla, 30 kadar asker esir alındı, 100 kadarı da etkisiz hâle getirildi. Bunlar herkesin Afyon’dan kaçtığını ve ne olduğunun farkına varamadıklarını söylediler. Bazı kamyonlarda da 4’üncü Tümen firarileri vardı. Bu durumda düşman kuvvetlerinin büyük kısmının bu istikamette çekilmediği anlaşıldı. Giden keşif kollarından henüz bir bilgi alınamamasına ve mühim bir şey gözetlenememesine rağmen Resulbaba sırtlarının önem kazandığı anlaşıldı. 20’nci Alay keşif kollarından gelen raporlar, dikkati Resulbaba bölgesine çekiyordu. Eğret bölgesindeki durumun anlaşılamaması üzerine bulunduğumuz bölgenin durumuna göre işi idare etmek amacıyla Tümen Kurmay Başkanlığından Yüzbaşı Tevfik, bölgeye gönderildi. 13’üncü Alayın, kademeli kademeli 20’nci Alayın gerisinde toplanarak, ihtiyata geçmesi emredildi. Resulbaba’nın yukarı hattından bazı süvari ve piyade kuvvetlerinin batıya doğru gittiği ve Eğret’teki düşman piyadelerinin Olucak istikametinde bırakıldıkları görüldü. Resulbaba istikametine gönderilen bölüğümüze karşı düşmanın bir teşebbüsü olmadı. 13’üncü ve 20’nci Alaya, Resulbaba’ya karşı çok dikkatli bulunulması bildirildi. Şiddetli piyade ateşi gören 20’nci Alaya baskının artması hâlinde geriye çekilmesi emredildi. 13’üncü Alay da 20’nci Alay Komutanı emrine verildi.

    Henüz bir haber alınamayan sol kanat grubunun yanına hareket ettim. Maksadımı izah ederek Tümen Kurmay Başkanını karargâhtan bir subayla 20’nci Alay Komutanı nezdine gönderdim. Bu grup, özellikle Resulbaba’yı kontrol altında tutacak ve sıkışınca Olucak istikametinde çekilecekti. Sol kanat grubuna yaklaşıldığında, bu grubun Olucak istikametinde kademeli olarak çekildiği görüldü. Bu sırada 2’nci Alay Komutanının raporu alındı. Saat 09.30 sularıydı.


2’nci Süvari Tümen Komutanlığına

    1. 20’nci Alay 1’inci Bölük, irtibatı kaybetmiş ve alaylar Tümeni takip edememiştir. Hava aydınlanınca, Eğret’in 600 m yakınından öncü bölüğüne ateş edildi. Sonra düşmanın bir tabur piyadesi yayılarak bize yöneldi. Başlangıçta 4’üncü Alay uç bölüğü ve makineli tüfekle, bu düşman piyade taburlarıyla iki saat kadar ateş muharebesi yapmıştır. Düşman yürüyüş kollarının sol kanadımıza sarkmaya başlaması üzerine sola açılmış ve yine sol kanadını himaye etmiştir. Düşman topçu ve piyadelerinin yoğun ve etkili ateşi karşısında mevzinin güneyindeki sırtlara çekilmiştir. Alayımızdan iki bölükle himaye edildi. Bu sırada düşmanın ayrıca bir kuvveti sağımızı çevirmek teşebbüsünde bulunduysa da ateşimizle durduruldu. Saat 07.45’te ateş kesildi. Alaylar Eğret’in 2,5 km güneyindeki sırtlarda bekleme mevzisindedir. Eğret ve kuzeybatı istikametleri keşfettirilmektedir.

    2. Düşmanın bir alay kadar piyadesinin saat 07.30’da Eğret’in batısından güneybatı istikametinden çıktığı görüldü. Bu yürüyüş kolunun hareket istikameti takip edilmektedir.

    3. Topçular ve Tümenin bağlı birlikleri Olucak köyü yolu üzerinde ve 1 km mesafededir. Batarya yürüyüş sırasında alayların hareketini oldukça geciktirmektedir. Bu sabahki muharebeye de çok geç iştirak etmiş, birkaç mermi attıktan sonra ateş kesilmiştir.

    4. Bu rapor 28 Ağustos 1922 günü saat 08.30’da Eğret’in 2,5 km güneyindeki sırttan yazılmıştır. Kolordu Komutanı Olucak’tadır. Bugünkü durumumuz Kolorduya da arz edilmiştir.

2’nci Süvari Alay Komutanı
Binbaşı Ahmet Kemal


    Bunu müteakip, Kolordu Kurmay Başkanlığı 2’nci Şube Müdürü, aşağıdaki Kolordu emrini getirdi:


Olucak’tan
28 Ağustos 1922
Saat 08.20

2’nci Süvari Tümen Komutanlığına

    1. Düşmanın 7’nci Tümeninden bu sabah alınan bir esir, dün yani, 27 Ağustos 1922 günü öğleden sonra düşmanın Balmahmut civarında bulunan 7’nci ve 9’uncu Tümenlerinin Dumlupınar’a çekilme emri aldıklarını söylemiştir. Bu sabah Başkimse ile Çatkuyu arasında batıya doğru hareket eden düşman kolları da görülmüştür. 14’üncü Tümen bu düşman kuvvetlerine karşı Kozluca Tepesi’ni tutmaktadır.

    2. Düşmanın bir tümen kadar taze kuvveti Eğret’e doğru ilerlemektedir.

    3. Tümeniniz Eğret istikametinde ilerlemekte olan düşmanı mümkün mertebe oyalayacak ve Olucak’ın kuzeyinde, Batak köyü (Haritada Ören yazılmıştır.) civarında toplanacaktır.

5’inci Kolordu Komutanı
Fahrettin

    2’nci Alayın raporu üzerine, öncelikle Sol Kanat Grubundan gelen Kurmay Yüzbaşı Tevfik’le sağ kanada şifahi emir gönderildi. Sağ Kanat Grubu Olucak istikametine çekilecekti. Resulbaba sırtlarının durumunu yandan en iyi şekilde gören 20’nci Alay Komutanı, sol kanat hakkında Yüzbaşı Tevfik’ten bilgi alarak çekilecekti. Sol kanadımızda aradığımız 14’üncü Tümen, Kozluca Tepesi’nde ortaya çıktı. Gerektiğinde yardım edecek olan Kolordu Topçu Taburu ise meydanda yoktu. Kısa süre sonra sol kanat alaylarının Olucak istikametinde ricat ettiği görüldü. Tümen Karargâhına gelen Batarya Komutanı Yüzbaşı Cavit’e, Kolordudan tebliğ edilmiş olan emre göre Olucak’ta Kolordu Karargâhında bulunduğu sırtlarda (Harman yerinde) hemen mevzi alması ve bataryanın yanına gitmesi emredildi. Batarya Komutanı, bataryanın bu istikamete harekete geçtiğini söyledi. Bu emri 4’üncü Alaydan Teğmen Ali Rıza tebliğ etmişti. 4’üncü Alay Olucak istikametinde hareket hâlindeyken düşmanın şiddetli topçu ateşine maruz kaldı. 4’üncü Alay, Olucak köyünün batısındaki derelere yöneldi, sonra Olucak istikametine döndü.

    Tümen Karargâhı 4’üncü Alayı takiben ilerliyordu. Bu sırada Adem Tepe bölgesinde ve Resulbaba sırtlarında arttıkları görülen piyade ve atlıların, 1’inci Süvari Tümenine mi yoksa düşmana mı ait olduğunu anlamak için Tümen Muhafız Takımından kuvvetli bir keşif kolu bölgeye gönderildi. 4’üncü Alay Olucak köyüne girdi. Bu sırada Adem Tepe istikametinden Olucak’a bakan sırtlara sarkan bazı perakendeler tarafından birkaç el ateş edildi. Bunların düşman kuvvetleri olduğuna hükmedilerek, durum Kolordu Karargâhına bildirildi. Olucak’ın durumunu tespit etmek üzere Tümen Karargâhıyla ve dört araçla köye gelindiğinde, 4’üncü Alayın köyü geçtiği ve köydeki perakendelerden Kolordu Karargâhının gittiği anlaşıldı. Karargâhtan birkaç subay ve bazı ağırlık döküntüleri görüldü.

    Saat 10.00 sularıydı. Henüz bir muharebe faaliyeti olmamasına rağmen Kozluca Tepelerinden çekilme belirtileri vardı. Düşmanın topçu ateşi de geniş bir sahayı, özellikle Olucak köyü civarını vuruyordu. Bu sırada Kolordu Personel Şube Müdürü Yüzbaşı Şükrü’ye rastlandı. Eğret’ten gelen 2’nci ve 4’üncü Alayların Olucak’ın kuzey sırtlarında mevzi alacaklarını ve Kolordu Komutanının bu konudaki emirlerini tebliğ ettiğini söyledi. Mevzileri gösterdi. Belirtilen sırtlara gidildi, kimseye rastlanmadı. Olucak’ta da nizami bir birlik kalmamıştı.

    Saat 10.00’u geçmişti. 4’üncü Alayın Kolordu Karargâhını takip ettiği, 2’nci Alayın büyük ihtimalle Olucak’ın batısından 13’üncü ve 20’nci Alayın ilk kısımlarıyla geriye gittiği, 14’üncü Tümenin Kozluca Tepesi’ndeki bazı birliklerle Olucak’a uğrayarak geriye gittiği ve düşmanın topçu ateşi altında yalnız kalan Tümen bataryasının önemli kısımlarını alamayarak Beşkarış istikametine giden akını takip ettiği anlaşıldı. Yakından temas edilmesi ve doğrudan doğruya emirler verilmesi sebebiyle burada cereyan eden olaylar 5’inci Kolordunun harp ceridesinde daha iyi açıklanacaktır. Birlik komutanlarının bu konudaki harp cerideleri de öneminden dolayı sırayla aynen yazılmıştır. 

    [Bu sırada Kolordu Karargâhı Olucak köyünün 1 km kuzeyindeki sırttaydı.]


20’nci Alayın Harp Ceridesi

2’nci Süvari Tümen Komutanlığına

    28 Ağustos 1922 tarihine ait rapor:

    1. 28 Ağustos 1922 günü saat 05.00’te 13’üncü Alay, otomobillerin üzerine hareket ederek ateş açtı. “Otomobiller kaçacak, derhâl bir bölüğünüzü yola sevk ederek otomobillere hücum ettirin.” emri verildi. Öncü 2’nci Bölük, dört araçla hareket ettirildi. Bu sırada emir subayı “Bütün alayla hücum edilecektir.” emrini getirdi. Alay hemen seri yürüyüşe geçerek bölüğü takip etti. Otomobiller duruduruldu. Üç şoför yaralı olarak esir alındı ve geriye sevk edildi. (Diğer şoförler ölü olarak ele geçirildi.) 10 otomobil yakıldı. Resulbaba’nın doğusu istikametinde keşif kolları gönderildi. Bu keşif kollarından alınan haberde, bir tümen olduğu tahmin edilen ve birçok yük hayvanı bulunan kuvvetin, Resulbaba istikametinde yürüyüşe geçmek üzere olduğu bildiriliyordu. Otomobillerle meşgul olduğumuz için o istikamete bir bölük sevk ettim. Bölük Komutanından, Eğret yoluna hâkim olan ve toplu hâlde bulunan düşman tümenini gizlemekle görevli bir düşman piyade taburunun kara sırtlara ilerlediğine ve ateşe maruz kalındığına dair haber geldi. Bölük, derhâl yaya muharebeye geçerek karşılık vermeye başladı. Otomobillerin yakılmasıyla meşgulken içi askerle dolu 20-30 kadar otomobil Eğret’ten çıkarak bize doğru gelmeye ve ateş etmeye başladı. Bu otomobillerin üzerine makineli tüfek ve piyade ateşi açtırıldı. Otomobiller durdu, içindekiler yere atlayarak yol kenarında mevzi almaya ve ateş etmeye başladılar. Düşman taburunun, bölüğe hakim olmak ve otomobilleri kurtarmak üzere ilerleyen ateşi bizi etkilediğinden, Alayı, bölük bölük yolun batısındaki sırtlara çektirdim. Üzerlerine ateş ettiğimiz otomobillerden 4-5 tanesi, arkalarında 100 kadar ölü ve 13’üncü Alay tarafından esir alınan 30 kadar asker ve subayı bırakarak, düşman piyade taburu muharebe ederken güneye firar ettiler. Geriye çekildiğimiz sırtlarda düşmanın bu piyade taburuyla muharebeye başladık.

    2. Saat 08.30’da, düşman piyadesinin kara sırtları tamamıyla tuttuğunu, bizi fazlaca sıkıştırdığını, fazla olan cephane sarfiyatı nedeniyle cephane ikmali yapılmasını ve 2’nci Bölük Komutanı Yüzbaşı İhsan’ın yaralandığını raporla bildirdim. Sonra şifahen de arz etmek üzere Alay Yaverini Tümen Karargâhına gönderdim. Fazla cephane sarfiyatını önlemek için mümkün mertebe az ateş edilmesi, gözetleme ile yetinilmesi ve ciddi bir tehlikeye maruz kalındığı takdirde Tümen ihtiyatında bulunan 13’üncü Alayın yanına çekilme emrini, Alay Yaveri vasıtasıyla şifahen tebliğ ettim. 13’üncü Alay, Tümen ihtiyatını teşkil etmek üzere saat 08.35’te solumuzdan yani Eğret istikametinden geriye çekildi. Bunun üzerine soldaki 2’nci Bölükten, 13’üncü Alayın bulunduğu yere bir subay postası gönderildi. Saat 08.40’ta Resulbaba istikametine gönderilen subay keşif kolundan alınan rapora atfen Bölük Komutanı tarafından Alaya yazılan raporda, düşmanın bir bölük süvarisinin Resulbaba yukarı hattından geçtiği, ardından yük hayvanlarıyla ve arkasında düzenli birliğiyle bu hattı takiben Adem Tepe istikametinde yürüdüğü, bu yürüyüş kolunun 3,5 km derinliğinde olduğu anlatılıyordu. Raporun ayrıca bir suretinin de Tümene takdim edildiği arz ediliyordu.

    3. Saat 08.50’de 2’nci Süvari Tümen Kurmayı Cevdet bulunduğumuz mevkiye geldi. Düşmandan bir tehlike hissedinceye kadar kalmamızı; Tümen Komutanının düşüncesinin, 2’nci ve 4’üncü Alayların yanına giderek oradan Resulbaba yukarı hattından ricat eden düşman tümenine taarruz etmek ve bu tümeni perişan hâlde bırakmak olduğunu, 13’üncü Alayı emrimize alıp geride toplayarak düşmanla teması kesmeden Tümen gelinceye kadar Resulbaba istikametine keşif kolları sevk etmemizi içeren emri getirdi.

    Bu sırada saat 08.55’te 2’nci Bölük Komutanı yaralanınca bölüğün komutasını üstlenen Alay Komutan Muavini Yüzbaşı Yusuf Nasuhi’den alınan raporda, düşmanın bir tabur kadar piyadesinin Eğret’ten çıkarak yanımıza düşmek istediği bildiriliyordu. Bunun üzerine Resulbaba yukarı hattından ricat eden tümenin yürüdüğünü, Yüzbaşı Yusuf Nasuhi’nin raporundaki bilgileri, cephemizde kara sırtlarda bulunan düşmanın bizi sıkıştırdığını, Alayı, muharebeyi keserek 13’üncü Alayın bulunduğu mevkide toplayıp, Resulbaba yukarı hattından yürüyen düşmanla teması muhafaza etmek ve Tümenin emrine göre hareket etmek kararını verdiğimi bildiren raporu saat 09.10’da gönderdim. 09.15’te düşmanı oyalamak üzere bir bölük artçı bırakarak, 13’üncü Alayın bulunduğu mevkiye hareket edildi ve 09.30’da toplanıldı.

    20’nci ve 13’üncü Alaylardan, Resulbaba ve daha güneye keşif kolları sevk edileceği sırada (saat 09.35) Kurmay Yüzbaşı Tevfik bir emir gönderdi. Emirde; düşmanın bir alayının Olucak istikametinde 2’nci ve 4’üncü Alaylarımıza taarruz ederek Olucak’ın 1 km doğusuna kadar ilerleyerek soldan da bir kolla Olucak’ı kuşatmaya çalıştığını, Olucak’ın da düşman tarafından işgal edilmek üzre olduğu bildirilerek, 20’nci ve 13’üncü Alayın emrimizde olarak Olucak’ın güneyindeki sırtlar üzerinden Olucak’ın kuzeybatısındaki fundalıklı tepelere çekilmemiz belirtiliyordu. Hemen yürüyüşe geçildi. Eğret ve güneyimize yancı olarak birer subay keşif kolu çıkarılarak açık yürüyüşe başlandı. Eğret’in batı, Olucak’ın doğu sırtlarında bulunan düşman topçusu yol kolumuza ateş etmeye başladı. Olucak’ın güney istikametine keşif kolu sürüldü. Alay da bu istikameti takip ediyordu. Sırtlara hareket ettiğimiz anda düşman altı topuyla üzerimize seri ve etkili bir ateş açtı. Yukarı hatta çıktığımızda ise düşman tümeninin yük hayvanlarını takip eden birliklerinin ateşine maruz kaldık. Bunun üzerine hücuma geçmek ve topçu ateşinden kurtulmak için geride bulunan 13’üncü Alay kılıç çekti. Hücum başladıysa da şiddetli piyade ateşiyle önde bulunan bölük kayıp verince hedefi bırakarak kayalıklar ve yarlardan birden bire geriye çark etti ve bütün kılıç çekmiş olan kitleye bu ani geriye çark ediliş yayıldı.

    Topçu, piyade ateşi etkili olduğundan yukarı hattan aşağıya bir akın başladı ve Olucak köyüne yöneldi. Olucak’a ilerleyen düşman piyadesinin tutmuş olduğu sırtlardan şiddetli topçu ateşine ek olarak makineli ve otomatik tüfek ile piyade ateşi de başlayınca, ateşten kurtulmak için bu akın Olucak’ı geçerek fundalıklı tepelere doğru yöneldi. Subayların devamlı ikazı neticesinde fundalıklı tepelerde durdurulan, bu akın toplandı. 13’üncü Alaydan bir bölük ve makineli tüfek bölüğü alayla beraber asker takviyesi aldıktan sonra Beşkarış köyüne geldi. Bir kısım asker de Olucak kuzeybatı sırtlarına çıkarak gözden kayboldu.

    4. Düşmanın Olucak istikametine ve tek geçit bölgemize doğru uzanan piyade kuşatma kolu Tümenin diğer kısımları tarafından durdurularak, ricat hattımızın elde tutulması ve himayesi mümkün olsaydı, komuta ettiğim grup için böyle bir felaketin söz konusu olmayacağı kanaatimi arz ederim.

20’nci Süvari Alay Komutanı
Binbaşı Kâzım


2’nci Alayın Muharebe Raporu

11 Eylül 1922

2’nci Süvari Tümen Komutanlığına

    1. 28 Ağustos 1922 günü arz edilen raporla Tümenin kolbaşında bulunan 13’üncü Alay ve 20’nci Alay ile irtibatın kaybedilmesi üzerine 2’nci Süvari Alayı 4’üncü Alayı takip ederek Olucak - Eğret istikametinde yürüyüşüne devam etti. Çünkü Tümen tarafından bu istikamete gece yürüyüşü ile gidileceği emredilmişti. 20’nci Alayın 1’inci Bölüğü ve 4’üncü Alay ile Tümen birliklerini emrime aldım. 4’üncü Alaydan bir bölük öncü bölüğe ayrıldı. Öncü bölüğünün ucu Eğret’in tahminen 600 m güneyine ulaştığında, alınan haberde Eğret’te düşman ordugâhının görüldüğü ve köy içerisinde düşman piyadelerinin dolaştığı bildiriliyordu. Bunun üzerine buradaki düşmana ateş baskını yapmaya karar verdim. Derhâl 4’üncü Alayı öncü bölüğüne yaklaştırdım. Tümen bataryasının süratle 2 km güneybatısındaki mevziye girmesi emrini verdim. Tümen bataryası ise yürüyüşteki eksikliğinden dolayı, ağırlık ve bağlı birliklerinden geride kalarak, arzu edilen zamanda emredilen mevziye giremedi.

    20’nci Alayın 1’inci Bölüğü, bu alayın soluna taşkın olarak sol kanadın muhafazasıyla görevlendirildi. Saat 05.30’da öncü bölüğünün işgal ettiği bağlara doğru 30 kadar düşman piyadesi ilerleyince bölük derhâl ateş açtı. 2’nci Alay, 4’üncü Alayın gerisindeki tepede bekleme mevzisindeydi. Öncü bölüğü saat 05.30’da ateşe başlayınca 30 kadar tahmin edilen düşman piyadesi köye çekildi. Ardından köyün güney çıkışında bir bölük kadar düşman piyadesi ateşe başladı. Ayrıca iki piyade bölüğünün de sağ kanadımıza taşkın bir şekilde yayıldığını gördük. 4’üncü Alay Komutan Muavini Atıf Bey iki bölükle düşmanın kanadımıza yapacağı tesiri engellemek üzere görevlendirildi.

    Bu sırada Eğret’te bulunan düşman otomobilleri Afyon istikametine süratle kaçtılar. Eğret’teki telsiz istasyonu sökülmeye başlandı ve düşmanın iki tabur kadar piyadesi Eğret’in batısından Çerkezköy istikametine yürüyüşe geçti. Aynı zamanda köyün kuzeyindeki tepelerde mevziye giren düşman topçusu, iki topuyla alayları ve nihayet avcı hattını etkili bir şekilde dövmeye başladı. 4’üncü Alayın iki bölüğü ile makineli tüfek bölüğü ve 20’nci Alay 1’inci Bölük cephesinden karşılıklı ateş edildi. Düşmanın iki bölüğünün sağa taşkın olarak yayılması ve ayrıca iki piyade taburunun Çerkezköy’e yürümesi düşmanın kuvvetinin bir alaydan fazla olduğunu gösteriyordu. Düşman 4’üncü Alay cephesinde şiddetli taarruza başladı. 27 Ağustos 1922 akşamı verilen emirde 14’üncü Süvari Tümeninin, Tümenimizle beraber hareket edeceği bildirilmişti. 14’üncü Tümenin yürüyüşünü geciktirmemek amacıyla düşmanın inatçı taarruzu karşısında 4’üncü Alay, kademeli olarak 2’nci Alayın himayesinde çekilmeye başladı.

    Saat 06.45 olmuştu ve 5’inci Kolordu Komutanının Olucak’ta bulunduğunu haber aldım. Taarruz eden düşman birliği ve Tümene katılamamam hakkındaki sebepleri, düşmanın durumu hakkında bilgi verdim. Düşman taarruzunu, ateşimizle bir müddet ertelettik ise de saat 08.10’da düşman cephemizdeki taburunu iki taburla takviye ederek bölük kolları düzeninde aralıklarla ilerlemeye başladı. Eğret yolunun yaklaşık 1,5 km güneyindeki vadide durdular. Daha sonra öndeki düşman taburunun zayıf avcı hatları ilerlemeye başladı. Yine ateşlerimizle durdurduk. Gözetleme yerinden karşımızdaki düşman kuvvetlerini iyi gören ve alaydan takdim edilen rapor üzerine düşman kuvvetleri hakkında bilgi sahibi olan komutan, Alayın kademeli olarak Olucak köyü sırtlarına çekilmesini, orada muharebeye devam etmesini, 13’üncü ve 20’nci Alayın Olucak’a ulaşmalarının sağlanmasını ayrıca 14’üncü Süvari Tümeninin Olucak’ın hemen doğu sırtlarında ricat eden düşman alayıyla muharebe ettiklerini, 4’üncü Alaydan İrtibat Subayı Celal ile şifahen saat 10.00’da tebliğ etmiştir.

    Komutan, Olucak köyünün doğu ve batı sırtlarına da kuvvetli bir keşif kolunun gönderilmesini emretmiştir. 4’üncü Alaydan derhâl bir takım kuvvetinde bir keşif kolu emredilen bölgeye doğru saat 10.20’de hareket etti. Bu sırada Eğret’in kuzeyinde düşmanın bazı yürüyüş kolları görülüyordu. Saat 11.00’de düşman tekrar cephemize yaklaşmaya başladı. 4’üncü Alayın Olucak köyünün kuzeydoğusundaki sırtlarda mevziye girmesini emrettim. Düşman topçusu da ateşe başladı. 2’nci Alay kademeli olarak muharebe ederek çekilirken 5’inci Kolordu 2’nci Şube Müdürü Yüzbaşı Şükrü, Komutanın şifahi emrini tebliğ etti. Düşmanın Çerkezköy’deki taburu Olucak’a yürümeye başladı. Bu Taburu 2’nci Alay bütün mevcuduyla durdurmaya çalışacaktır. Bu sırada 4’üncü Alay ve bağlı birliklerinin Kolordu Komutanının emriyle Olucak köyünün batısına geçerek sırt eteklerinden yürüdükleri görüldü.

    Saat 11.45’te kuzeydoğudan Olucak istikametine giden iki alay süvarinin 13’üncü ve 20’nci Alay olduğunu anladık. Bu alaylar Eğret’in doğu sırtlarına çıktılar. (Tam 4’üncü Alaydan gönderilen keşif kolunun bulunduğu yer.) Eğret’in güneyinde mevziye giren düşman topçusu bu iki alayımıza şiddetle ateş ediyordu. Bir müddet sonra alayların sırtlardan gayet dağınık bir şekilde indiklerini görünce Alay yaverini o tarafa gönderdim. Döndüğünde yukarı hat üzerinde, yani bulunduğum ateş mevzisinin 1,5 km güneydoğusundaki sırtlarda düşman piyadesinin yoğun ateşlerine maruz kalan alayların büyük zayiata uğradıklarını söyledi. Düşmanın diğer iki obüs topu da 13’üncü ve 20’nci Alay yürüyüş kollarını dövmeye başladı. Alay, 14’üncü Süvari Tümeninin bu sırtlarda düşman piyadesiyle muharebe ettiğini ve oralarda bulunduğunu bildiği hâlde bu iki alayımızın yukarı hatta bulunandüşman piyadelerinin toplanma hattı içerisinde şiddetli ateşlerine maruz kalacağını tahmin etmemişti. 13’üncü ve 20’nci Alayın dağınık şekilde Olucak köyünden geçer geçmez düşman piyade avcıları Olucak’a 1 km kadar yaklaşmıştı.

    28 Ağustos günü tam öğle vakti bu iki alayın Olucak’tan batıya doğru yürüdüğü, köyün haricinde Olucak sırtlarında 14’üncü Tümenin olduğu bildirilmiş iken, 13’üncü ve 20’nci Alaydan düşman piyadesinin bu sırtlarda bulunduğu haber alınınca 4’üncü Alay ile Tümene bağlı birliklerin haberim olmadığı hâlde batıya doğru çekildiklerini görünce, 2’nci Alay da o istikamette yürüyüşüne devam etti. (Beşkarış’ta 4’üncü Alay Komutanına bunun sebebini sordum. O da 5’inci Kolordu Komutanından aldıkları emir üzerine Beşkarış’a çekildiğini söyledi.)

    Olucak’ın kuzeyinde muharebe eden Alayım, 14’üncü Tümenin ve 4’üncü Alayın çekilmesi ve yürüyüş istikametleri hakkında kesinlikle haberdar edilmemiştir. Olucak’tan batıya doğru yürüyüşümüzde düşman topçusu obüs ve cebel toplarıyla takip ateşi yapmışsa da muharebede bineğim ile alaydan iki binek hafif yaralanmıştır. 2’nci Bölükten de Antalyalı Pehlivan Mehmet ağır şekilde yaralanmıştır. Zayiat cetvelleri 28 Ağustos 1922 günü saat 21.00’de Tümene takdim edilmiştir. Eğret’te ilerlemek isteyen düşmanın, harbe girmemiş bir piyade tümeni olduğu anlaşılmıştır. Bu düşman tümeninin hareketini, ateşimizle 6 saat durdurduk. Olucak’a da akşama kadar gelemedi. Bu durumda bir günlük yürüyüşü sonuçsuz kaldı. Bundan dolayı düşmanın bu tümeninin, Dumlupınar Muharebesinde bozguna uğrayarak Murat Vadisi’ni takiben çekildiği arz olunur.

2’nci Süvari Alay Komutanı
Binbaşı Ahmet Kemal


    [4’üncü Alay Komutanı Kolordudan bir emir alınca ve bu emir önceden aldığı herhangi bir emri bozuyorsa Kolorduya bilgi vermesi gerektiği gibi yeni aldığı emir hakkında öncelikle emrinde bulunduğu komutanı haberdar etmelidir.]

4’üncü Alayın Harp Raporu

    27 Ağustos 1922 günü saat 19.00’da 13’üncü Alay öncü olmak üzere, 20’nci Alay, 4’üncü Alay, 2’nci Alay, batarya, bağlı birlikleri olmak üzere yürüyüşe geçildi. Yolların bozuk olması sebebiyle alaylar arasında çoğu zaman irtibat kayboluyordu. Bu nedenle 20’nci Alayın sonunda bulunan 1’inci Bölüğünü 4’üncü Alay sıkı bir irtibat ile takip ediyordu. Tümen, Olucak köyünde bir süre durdu ve yürüyüşe geçildikten bir müddet sonra da önümüzde giden 20’nci Alayın 1’inci Bölüğünün, Alayıyla irtibatını kaybettiği anlaşıldı. Tümen emriyle, gece yürüyüşüyle Eğret istikametinde gidileceği öğrenilince, 4’üncü Alay, 2’nci Alay Komutanının emrine girdi. 3’üncü Bölüğü öncü bölüğü çıkararak Eğret istikametinde yürüyüşe devam etti. Güneşin doğuşuyla beraber Eğret’in tahminen 600 m kadar güneyine varıldığında Eğret’te düşman ordugâhının bulunduğu ve köy içerisinde düşman piyadelerinin dolaştığı, köy harmanlıklarında da bir telsiz istasyonunun bulunduğu görüldü ve hemen Müfreze Komutanlığına bilgi verildi.

    Müfreze Komutanından aldığım emir, bataryanın da katılmasıyla düşmana Alayla ateş baskını yapmaktı. Bunun üzerine öncü bölüğü bulunduğu bağlarda mevziye sokuldu ve Alay da öncü bölüğüne yaklaştırıldı. 30 kadar düşman piyadesinin Eğret’ten 3’üncü Bölüğün işgal ettiği bağlara doğru yürüdüğünü gören sağ kanattaki bir asker ya emri işitmemiş olmasından veya elinde olmayarak emir verilmeden ateş edivermesinden dolayı mecburen bölük de ateşe iştirak ettirildi. Saat 05.30’da Bölüğü derhâl 4’üncü Bölük ve Makineli Tüfek Bölüğü ile takviye ettim. Sol kanadın korunması için 20’nci Alayın 1’inci Bölüğü görevlendirildi. 2’nci Alay, 4’üncü Alayın gerisindeki tepede gözetleme mevzisindeydi. Öncü bölüğü ateşe başlayınca 30 kadar tahmin edilen düşman piyadesi Eğret’e çekildi. Köyün güney çıkışında bir bölük kadar düşman piyadesi ateşe başladı. Bundan başka iki bölük kadar piyadesinin de sağ kanatta taşkın bir şekilde yayıldığını gördüm.

    4’üncü Alay Komutan Muavini Atıf Bey Komutasında iki bölüğü, düşmanın yandan yapacağı baskıyı engellemekle görevlendirdim. Aynı zamanda Eğret’te bulunan düşman otomobillerinin Afyonkarahisar istikametine süratle kaçtıkları ve Eğret’teki telsiz istasyonunun sökülmeye başlanıldığı gözlendi. Düşmanın iki tabur kadar piyadesi Eğret’in batısında Çerkezköy istikametinde yürüyüşe başladı. iki bölük, makineli tüfek ve 20’nci Alayın 1’inci Bölüğü de emrimde olarak cepheden ateş ediliyordu. Düşmanın iki bölüğünün sağa taşkın olarak yayılması ve ayrıca iki piyade taburunun Çerkezköy’e yürümesi ile düşmanın bir alaydan fazla kuvvette bulunduğu anlaşılmıştı. Düşman şiddetle cephemize taarruza ve sağ kanattan ilerlemeye, topçusu ile de avcı hatlarımız üzerinde etkili olmaya başlamıştı. 4’üncü Alay, aldığı emir gereğince 2’nci Alayın himayesinde kademeli olarak çekilmeye başladı. Saat 06.45 idi. Tümen ile henüz irtibat kurulamamıştı.

    Burada cereyan eden muharebeye ait rapor 2’nci Alay Komutanı Kemal Bey tarafından Olucak’ta bulunan Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’ya takdim edilmişti. Düşmanla muharebe devam ediyordu. Müfreze Komutanı Kemal’den Alayın Olucak köyünün kuzeydoğusundaki sırtlarda mevziye girmesi ve bundan başka Olucak köyünün doğu sırtlarına kuvvetli bir keşif kolunun gönderilmesi emrini aldım. Hemen 1’inci Bölükten Teğmen Ziya komutasında bir takım kuvvetinde bir keşif kolunu saat 10.20’de emredilen yere gönderdim. Saat 10.45’te Alay, emir gereğince, Olucak köyünün kuzeydoğusundaki sırtlara çekilmeye başladı. Bu sırta gelir gelmez Kolordu 2’nci Şube Müdürü Yüzbaşı Şükrü, Kolordu Komutanının, “2’nci Alay, batarya Olucak’a ilerleyen düşmanı durduracak Alay da süratle köyden geçecektir.” şifahi emrini bildirdi.

    Bu sırada Tümen Komutanına rastladım ve aldığım emri arz ettim. Alay, düşman topçu ateşi altında köyden geçti. Birlikler karmakarışık bir şekilde gidiyorlardı. Topçu Yüzbaşı Sabri, Alaya yetişti. Kolordu Komutanının, Alayın durması emrini tebliğ etti. Alayı topçu ateşi altında muntazam bir şekilde bölük kollarında topladım. Ardından da bir bölük ve iki makineli tüfek ile Beşkarış köyünün 3-4 km doğusundaki tepenin işgali, alayın kalan kısmıyla da Beşkarış köyünün 1 km kadar hemen doğusunda bekleme mevzisinde kalması emrini aldım. 2 saat sonra da Tümenden aldığım diğer bir emirle Beşkarış köyüne geldim. Askerleri ve binekleri bir süre istirahat ettirdim. Saat 15.00’te Tümen öncüsü olarak Kurtköy’e hareket ettik. Bugünkü muharebede dört binek yaralanmış; bir binek, altı kılıç ve beş matara kayıp olmuştur.

    29 Ağustos günü saat 06.30’da Kurtköy’e geldik. Geceyi açık ordugâhta geçirdik. 4’üncü Alay Ordugâh emniyetiyle görevlendirildi. 29 Ağustos 1922 günü Kurtköy’de geçirildi.

4’üncü Süvari Alay Komutanı
Ali Reşat


Batarya Raporu

    27 Ağustos 1922 gecesi 2’nci Alayı takiben Olucak köyünden geçilerek, Tümenle irtibatımız olmadığından, 4’üncü Alayla beraber Eğret sırtlarında 2’nci Alayın gerisinde mevziye girilip düşman ordugâhına ateş açılmış ve 2’nci Alayın mevzisini terk edip geriye çekilmesi üzerine batarya da mevziden çıkarak geriye korunaklı bölgeye çekilmişti. Tümen Komutanı, beni çağırttığı için bataryadan ayrıldım. İlerimizde bulunan 2’nci Alay dört nakil ile geriye çekilmekte iken Alay Komutanı, “Topçular durmayın. Hemen geriye boğaz istikametine gidin.” diye söyleyince batarya da köy istikametine hareket etti. Köyde Kolordu Komutanı tarafından gönderilen Topçu Yüzbaşı Sabri’nin bataryanın köyün gerisinde telsiz istikametinde yürüyüşe devam etmesini şifahen söyleyince de bu istikamette hareket edildi.

    Tümen Komutanından, bataryanın köyün yanındaki düzlükte, ovayı ateş altına alabilecek bir mevziye girmesi emrini aldım. Bataryayı ayrıldığım yerde bulamadım. Ancak köyde bataryaya ulaşabildim. Derenin dik olması sebebiyle topla ittirilerek karşı sırta çıkarılmıştı. Birlikler önceden geçmiş olduklarından batarya yalnız, korumasız olarak kalmıştı. Topları sökmekte iken yanımızdan 4’üncü Alay 1’inci Bölükten Teğmen Osman 5-6 askerle gelip geçmiştir. Karşı sırta çıktığımızda sol gerimizdeki sırtlardan piyade ateşine tutulduk. Bataryanın takip edeceği yol, düşman süvarisi tarafından kesilmiş olduğundan doğru gitmek üzere top yükletilirken düşman topçusu ateşini üzerimize çevirdi. Hayvanlar yükletilirken patlamadan ürktüklerinden hemen hepsi kaçmışlar ve kısmen yüklenen parçaları da devirmişlerdi. Tümen toplandıktan sonra arazi üzerinden ve alaylardan bataryanın 48 hayvanı toplanmış, dört hayvanı bulunamamıştır.

    Bu durumda daha fazla beklemek mümkün olamayacağından kalan asker ve hayvanlarla, kamalar alınarak dağdan Tümenin ricat istikametine çekilmiştir. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa köyün kesin işgal edilip edilmediğini keşif için 4’üncü Alaydan bir keşif kolu gitmesini emretti. Bu keşif kolu köyün önündeki sırtların da düşman tarafından işgal edilmiş olduğunu bildirdi. Topları almak için 29 Ağustos 1922 günü akşamüzeri piyadenin köyü işgal etmesiyle beraber köye girilmiş, topların aksamı düşman tarafından toplanarak yerli yerine takılmış namlular ile beşikler tahrip edilmiş yalnız bir topun namlusu düşman tarafından görülemediğinden sağlam olarak kalmıştır. Arz ederim.

Batarya Komutanı
Yüzbaşı Cavit

    ...


    *Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, sayı 121, Aralık 2007, s.26-38


 

16 Eylül 2025

Girişimci Kadınlar

 
    Zaman hızlandıkça dünya küçülüyor. O kadar küçüldü, şimdilik cebimizde; sıkılınca alıyoruz elimize telefonu, bir dokunuşla anında istediğimiz yerdeyiz. Bundan şikayetçi olanlarımız da var, lakin her şeyde olduğu gibi hayra kullanırsan hayır, şerre kullanırsan şer oluyor. 

    İşte sosyal medya denilen yeni dünya böyle bir şey, onun sayesinde her türlü bilgi elinin altında. Seçici olursan hayra kullanıyorsun. Oradaki başarı hikayeleri öteden beri ilgimi çeker. Yeni birisini gönderen arkadaşımın beklentisi, bizim köyde de böyle girişimin yapılabileceğiydi. Videoyu izlemeye vakti olmayanlar için içeriğini özetleyeyim.

    Çanakkale'de bir kaç köyde arazide çok bulunan yabani ağaçlara antepfıstığı aşılamışlar, tutmuş. Güzel ürün almışlar. Antepfıstığı adını kullanarak kadınların öncülüğünde bir kooperatif kurmuşlar. Fıstığın işlenmesi ve pazarlanması başta olmak üzere daha aklınıza gelebilecek bir sürü şeyi de üretiyor, işliyor, ambalajlıyor ve satıyorlar. Kadın girişimcilere devletçe sağlanan imkanlardan yararlanmışlar, ayrıca AB projelerinden destek almışlar. Mesela inşa edilen ve bünyesinde çeşitli üretimler, sosyal aktiviteler ve satış yapılabilen tesisin finansmanı % 95 Avrupa Birliği, % 5 yerli fonlarla sağlanmış. Bir antepfıstığından yola çıkıp işin çapını genişletmişler. Bunu gören bir işadamı küçük bir fıstık işleme fabrikası kurmuş, çünkü çevre köylerde üretilenleri de düşününce yörede ciddi anlamda potansiyel olduğunu görmüş. Fabrika dedikleri bu küçük tesis fıstık soyma, eleme, çıtlatma, kırma, iç ayırma gibi makinelerden oluşuyor. Böylece sezonunda az da olsa istihdam alanı oluşuyormuş.

    İzlemeye başladığımda aklıma hemen bizim dağın meşesi geldi. Meşeye kestane aşılanması fikrini çok eskiden beri düşünürdüm. Tabi önce meşeyi köy içine nakletmek gerekiyordu. Bir fırsat doğdu. 2000 yılında Ortaokulu yeni binasına taşıdığımızda büyük bahçesiyle gözümüze çok çıplak göründü, acilen ağaç dikmek lazım geldi. Fakat bu kadar fidanı nereden buluruz. Ormaniyenin bedelsiz verdikleri çok küçük, tutturamayız... Ekim ayıydı galiba, köylünün elbirliğiyle duvarı yaptırdığı sene dağdan bir çuval pelit topladık. Bunları duvar kenarına ekecek, bir kaç yıl sonra okulu çevreleyen yeşil bir meşe duvarına sahip olacaktık. Malesef çimlenmesi için bıraktığımız karanlık odada unutunca bir çuval pelit berbat oldu, o yıl ekemedik. Sonra da işi çama çevirdik. Nihai amacım bir kaç yıllık olunca meşe fidanlarına kestane aşılamaktı...

    Peki dağdaki meşelere kestane aşılansa... Karasal iklime, yani bizim köye uygun kestane türleri mutlaka vardır, onlar seçilir. Zaten böyle işler başına buyruk yapılmaz, Orman Müdürlüğünün izni ve Tarım Müdürlüğünün bilgisi dahilinde olmalıdır... Yıllar önce ahlatlara nasıl armut aşılandıysa öyle... Bütün aşılar tutmak zorunda değil, olanı yeter... Bir zaman sonra meyve vermeye başlarlar, belki bizler göremeyiz, önemli değil... 

    Meşeye kestane aşısı sadece bir örnek... Sen bunu çoğaltabilirsin, misal alıca döngel de olabilir. Önemli olan insanları etrafında toplayacak bir ürün ortaya koymaktır. Öyle bir şey ki, adını kullanarak Anıtkayalılar birlik oluşturabilsinler. Artık kooperatif mi olur, dernek mi, yoksa başka bir organizasyon mu, neyse ne...

    Küçük bir işletmeyle birlik sağlanırsa artık gerisi gelir. Çünkü bize ait günyüzü görmemiş bir sürü değerimiz var, oluşturulacak birlik sayesinde onlar da değerlendirilecektir. Bunlardan İlbulak dağıyla ilgili bir kaçını örnek olarak dikkatlere sunayım.

    Eskilerce çok bilinen yakı otumuz var, dağın en alçak eteklerinden doruklara kadar her bölgesinde yetişiyor. Üstelik kışın da yaprağını dökmeyen çok yıllık bir bitki. Genellikle yaprağını kurutarak köyde ve başka yerlerde de mide rahatsızlıkları için çiğnerlermiş. Zaten adı yakıleşmek fiilinden geliyor. Eğret yaşlıları iyi tanırmış, ama şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş. Neyse ki Anıtkayalı öğrenciler yine Anıtkayalı hocalarının önderliğinde Kocatepe Üniversitesi'nde otu incelemişler. Tübitak destekli bir projeyle laboratuvar ortamında araştırmışlar. Sonuç olarak yüksek düzeyde yara iyileştirici özelliğini keşfetmişler. Buna bağlı olarak ağrı kesici etkisi de varmış. Bir asır önce yalnız ABD'de yapılan araştırma dışında yakı otu ile ilgili araştırma yokmuş. Böylece literatüre bu bitki 'yakı otu' adıyla sokulmuş ve üstelik İlbulak dağının Anıtkaya yüzünde yetiştiği özellikle belirtilmiş. 

    Kekik aroması, kokusu ve şifasıyla herkesçe bilinen bir ottur. Fakat İlbulak kekiğinin ayırıcı özelliklerini fark ettiniz mi bilmem. Ben onun methini aslen Turgutlulu bir ihtiyardan ta Azerbaycan'da işittiğimde çok şaşırmıştım. Gençliğinde buralarda deri ve yapağı tüccarı olarak çok dolaşmış 'Sizin dağın kekiğini yiyen hayvanın eti öyle lezzetli olur ki, başka etlerden onu alamazsın' demişti. Covid döneminde bu hastalığı kekik çayı ve suyu içerek atlattım, diğer ilaçları ve aşıyı reddettim. Sonra bizim çocuklar elden düşme bir imbik düzeneği almışlar kekiğin suyunu kendileri çıkardılar. Daha önce topladığımız kuru kekik, taze kekik; kekik kökü, yaprağı ve çiçeği olmak üzere değişik formlarda suyunu çıkarmayı denediler. Bu suyu soğuk algınlığında ve gripte, boğaz enfeksiyonunda şurup gibi içerek kullandık, şifasına yakından tanık olduk. Üstelik yan etkisi de yok... Aynı suyu sprey olarak açık yaralarda kullandık, kollarımıza ayaklarımıza sıkarak sivrisinekleri savuşturduk, üzerimize parfüm gibi sıkıp güzel kokusundan yararlandık, hep olumlu sonuç aldık. Kekik çayını ve minik yapraklarının baharat olarak kullanılmasını söylemeye bile gerek duymuyorum.

    Yine bizim dağın yüksek kesimlerinde yetişen ve eski çobanların çay otu olarak bildiği funda çiçeği, nadir o de olsa sarı ve kırmızı kantaron otları var. Her derde deva kantaron yağını sarı çiçeklilerinden çıkarabilirsin. 

    Dağın her tarafında zebil gibi bulunan dağ eriğini de düşünmek lazım. Marmelatsa marmelat, pestilse pestil. Biraz şeker ilavesi yahut başka işlemlerle bu yabani meyve cazibeli hale getirilebilir.

    Alıç sadece mayhoş tadıyla öne çıkan bir yaban meyvesi olarak kalmamalı, sirkesini çıkararak değerlendirmenin yollarını aramalıyız. Aynı şekilde göğem yalnız Göğemderesi ve Çatalüyük'te kalmasın, neler yapılabileceği üzerinde düşünelim. İpburnu/itburnu dediğimiz kuşburnu meyvelerini heba etmeyelim; marmelatı ve çayı bizim köy hariç her yerde revaçta.

    Bir de Otantik Lezzetler başlığıyla incelediğimiz bize has yemekler, atıştırmalıklar vardı. Onların da bir şekilde değerlendirilmesi lazım. Külde hamırsız unutuldu gitti mesela. Herkes özeniyor, ama külde sucuk Anıtkaya'daki gibi hiç bir yerde yapılamıyor. Eski düğünlerde kalan tepsi tepsi börekler yeniden yapılamaz mı, uçlarından kenar sarılamaz mı? Ellerin eriştesiyle bizim köyün hamıraşı farklı olduğunu göstermeliyiz. Parafa nedir, bilmiyorlar; öğretmeliyiz. Eğret höşmerimiyle Balıkesir höşmeriminin ayrı olduğunu, bizimkinin çok daha güzel göründüğünü ve çok daha lezzetli olduğunu bir şekilde duyurmalıyız. Cızdırmanın Karadeniz'deki mısır ekmeği gibi taze yoğurtla yenildiğini; sürtülmüş haşhaş sürülerek iki dakikada lezzetli ve doyurucu cingenböreği yapılabildiğini; toklubaşının gözlemeye başka yerlerde bulunmayacak bir lezzet kattığını ve daha başka bir sürü lezzeti modern ve hijyenik sunumlarla ambalajlamalıyız...

    Bütün bunları yaparken Anıtkaya'nın İstanbul yolu üzerinde bulunduğu gibi önemli bir avantajı da göz ardı etmemeliyiz.

    Şimdi hayal aleminden çıkıp ayaklarımızı yere basalım. 'Hayırlı işlerin muzır manisi çok olur' denilmiş. Gerçek dünyaya döndüğümüzde, böyle bir işe girişirken çok engel çıkacaktır. Evvela zihinleri hazırlamak güç. 'Olmaz o iş!.. Aşılı dalları hemen kırarlar!... Dağdaki kestaneyi sana bırakırlar mı!... Bizim köyde birlik yok!... Kim uğraşacak böyle şeylerle!... Ölme eşşeğim ölme!... İpburnunun içi tüylü, dalı dikenli!... Hiç mi işiniz yok!...' Buna benzer çok tepkiler geleceği hepimizin malumu... 

    Ama zaten tepkilere göre hareket edersen hiç bir şey yapamazsın. Bir noktadan sonra 'Amaan, kim ne derse desin' kayıtsızlığını takınmak lazım... 

    Bu konuda ümitvar olmamızı sağlayan en önemli husus, yukarıdan beri saydığımız şeyler Anıtkayalı kadınların önderliğinde gerçekleştirileceği varsayımıdır. Çünkü günümüzde kadın girişimcilere öncelik tanınıyor, onlar daha çok teşvik ediliyorlar. Ve tabiatı itibarıyle kadın daha yılmaz, azimli ve mücadeleci oluyor. 

    Köyümüzde girişimci, cesur kardeşlerimizin olduğuna inanıyorum. Ayrıca yukarıda saydığımızın büyük çoğunluğu kadın işi olarak görülür. Bunun yanında yemek hususunda el lezzeti üst düzey ablalar bulunduğunu hatırlıyorum. Bir araya gelip bu hususu değerlendireceklerini ümit ediyorum.

    İlimizin bir kadın Vali ve Belediye Başkanı tarafından yönetiliyor olması, Anıtkayalı girişimci kadınlara bazı kapıların açılmasında ayrıca bir fırsattır; değerlendirilmeli...

    Evet, zaman hızlandıkça dünya küçülüyor. Dün köyümüzü ve değerlerini tanıtmak için televizyon peşinde koşardık. Artık hedef kitlemiz TV seyircisi değil, sosyal medya kullanıcısı. Siz Bismillah deyip bir adım atın, basit paylaşımlarla milyonlara ulaşırsınız. İzlediğimiz son başarı videosundan sonra bizde böyle beklenti oluştu...



15 Eylül 2025

İki Fotoğrafın Hikayesi

 
    1969 İmar Planı albümündeki fotoğrafların her biri konuşulmayı, analiz edilmeyi hak ediyor. Bunlardan ikisi yeni biçimlenmeye başlayan Galipbey caddesinden bir dakika arayla çekilmiş olanlardır.


    Caddenin güney yanında, Eyüp Çetin'in ev hizasından çekilmiş ilk fotoğraf. Tahminen şimdi fırın bulunan binanın olduğu yerler... Üç fotoğraf karesi birleştirilerek bir görüntü elde edilmiş. Zira dediğim yere sabitlenmiş bir makineyle böyle geniş bir açıyı yakalamak o günün teknolojisiyle mümkün değil. 

    Birinci karenin merkezinde PTT binası olmak üzere iki yanında Belediye binası ile Göçmen Süleyman Sancak'ın evin küçük bir kısmı görülüyor. Belediye binasının kalan kısmı ikinci karede ve Gıvık Şükrü Aydın evi ile yeni Karakol binası son karede yer alıyor. Bu üç kare, makine sabitlendiği yerde yaklaşık onar derecelik açıyla batıya doğru çevirmek suretiyle çekilmiş. Üç ayrı karenin birleştirme noktalarındaki isabet oranı şaşırtıcı derecede yüksek. Sadece Belediye ve PTT önündeki duvar kenarına uzatılan telgraf direklerinde hafif bir sapma dışında objeler başarıyla birleştirilmiş. Baktığında, insana tek fotoğrafmış izlenimi veriyor.

    Bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bütün yüzlerin Belediye'ye dönük olduğu dikkat çekiyor. Orada Başkan Mustafa Erdem ile meşhur Mühendis olduğunu düşündüğümüz şık görünümlü bir zat bulunuyor. Çocukların ve büyüklerin ilgisi onlara mı, yoksa Belediye önüne park etmiş otomobile mi olduğu tartışılır. O arabayı bir kaç karede daha göreceğiz. Mühendislik firmasına ait olduğu besbelli....

    Sıvasız Göçmen Süleyman'ın evin hemen alt tarafında bulunan PTT ve Belediye binaları hemen hemen aynı tarihte yapılmış gibi görünüyor.  Yalnız PTT duvarlarının henüz küpeştesi atılmamış ve Belediye bahçe duvarlarının alt tarafı biraz kırılmış olduğu gözönüne alınırsa PTT'nin daha yeni olduğu da düşünülebilir. Ayrıca önündeki sarmaşığın çatıya tırmandığını da hesaba katarsak Belediye'nin daha eski olduğu fikri pekişir.

    Belediyenin aşağı ucunda eğri uzun bir sırık dikili olduğu dikkatli bakınca görülüyor. Önce onu bayrak direği olarak düşünmüştüm, tepede makara filan var çünkü. Sonra binanın hemen önünde çok düzgün demir direğin asıl bayrak direği olduğunu fark edince, o eğri sırığın sokak lambası olduğunu anladım. İlk defa Çakır Osman Erdem döneminde köyün belli noktalarına bu direklerden dikilerek geceleri lüks lambasıyla aydınlatıldığını söylüyorlar. Acaba Belediye binasıyla bu direğin yaşı aynı olabilir mi? Yaklaşık dört yıl sonra, Anıtkaya'ya elektrik gelmesiyle bu direkler tamamen tarih olacak...

    Fotoğraftaki insanlara gelince... Belediye önündekilere dikkatle bakan meraklı çocukları söylemiştik. Aynı merkeze doğru bir kaç büyük köylünün de yürüdüğü görülüyor. Yalnız daha aşağıdan, sol köşeden dönüp gelmekte olan okul alayı önemli. Belli ki İlkokulun öğle paydosu vakti gelmiş. Arkadaki yedi sekiz kişilik grubun öğretmenler olduğunu tahmin ediyorum. Daha gerilerde ikişer üçer kişilik öğrenci siluetleri de var. Coşkuyla evlerine dağılan asıl öğrencilerin Han'ın arası ve pazaryerinden yukarı doğru, çeşme arasından da Mezerböğrü'ne doğru çoktan uzaklaştıklarını tahmin etmek güç değil. Yalnız bir çocuğun elinden tutmuş yukarı çıkmakta olan şık beyefendiye dikkatinizi çekerim.



    Çocuğun elinden tutmuş yukarı doğru adımlayan şık beyefendinin öğretmen olduğunu düşünüyorum. İkinci fotoğrafta oldukça yol alıp Göçmen Süleyman'ın ev hizasını geçmiş görünüyor ve ilginç bir şekilde baba oğul fotoğrafçıya bakıyorlar. Onların aldığı yolu düşünerek ikinci fotoğrafın daha yukarıdan ve geriden çekildiğini düşünüyorum. O zaman var mıydı bilmiyorum, belki Tuna'nın ev denginden filan...

    İkinci görüntümüz de yine üç fotoğrafın birleştirilmesinden oluşmuş. Açı değiştiği için olsa gerek, ilk fotoğraf parçasında bu sefer Göçmen Süleyman'ın ev ile PTT'nin tamamı ve Belediye'nin yarısı; ikinci parçada Belediye'nin diğer yarısı ile Gıvık Şükrü'nün evin tamamı ve Keliban'ın evin yarısı; son parçada da Keliban'ın evin diğer yarısı, Karakol, Atatürk büstünün bulunduğu anıt köşesi ve Kooperatif binasının duvarları bulunuyor. Görüldüğü üzere açı çok genişlemiş. Şimdinin imkanlarıyla bile aynı noktadan bu açıyı yakalamak mümkün mü bilemiyorum...

    Bu kadar geniş açılı bir manzarada ister istemez obje zenginliği göze çarpıyor. Belediye önünde bir dakika önceki manzara değişmemiş, meraklı çocuklar hala oradalar, çünkü otomobil ve yolcuları hala orada, daha hareket etmemişler... 

    Yalnız tam karşılarındaki Kooperatif önüne bir traktör römorkuyla yanaşmış görülüyor. Römorkta bir kişi bir şeyler indiriyor besbelli. Hemen arkasında biri askılı pantolon ve başına büyük gelen şapkasıyla iki çocuk, elleri ceplerinde bütün bu manzarayı uzaktan seyrediyorlar. Yolun daha  ortasında kooperatife doğru yürümekte olan kişi ise yetişkin birine benziyor. Kendinden emin bir şekilde adım atarken her şeyin farkındaymış gibi, dönüp makineye bakarken yakalanmış.

    Ve öğretmen kalabalığına bir dakika içinde yenileri eklenmiş. Asıl dikkat çekici olan ise yeni fotoğrafta görülen Göçmen Süleyman'ın gocagapı... Bir kanadı aralanmış bu kapının hemen önünde bir kadın görülüyor, sanki kucağında bebek var... Kucağındakini ve kendisine bakmakta olan önlüklü kız öğrencinin kim olduğunu bilemeyiz, ama bu kadın Göçmen Süleyman'ın hanımı Emine Sancak olmalıdır...


13 Eylül 2025

İlbulak Ve Tarih Turizmi


    Bu yazı dağlarda geçirdik. Nisan ayında daha meşeler göğermeden başladık İblak yürüyüşlerine. Zeminde her tür yeşillik ictimadaydı; beyaz çiğdemlerin son demi, sarı pambırpap çiçeklerinin en tozlu zamanıydı. Tek tük lale ve sümbüller uyanıyordu... Şimdi meşe yaprakları sararmaya durdu, yakında her yanı bakır rengi ağır bir manzara kaplar. Kart ve sert yapraklar arasında gobaklar yumruldu, pelitler şapkasına dar geliyor. Kısaca İlbulak kışa hazırlanıyorken biz de yürüyüşleri bitirdik.

    Dağ yürüyüşlerinin amacı, bütün yönleriyle İlbulak dağını tanımaktı. Deretepe Eğret serisiyle belli başlı mevkileri tanıtıcı yazılar yazıyoruz. Başkalarından dinlemekle bir yeri öğrenip tanıyamıyorsun. E kendin bilmediğin bir şeyi nasıl anlatacaksın. Bu yüzden mümkün olduğunca gidip gördükten sonra dinlediklerinle birleştirip sonuca varmak gerekiyordu. Dağı karış karış dolaşalım dedik...

    Amacımıza hemen hemen ulaştık, doğuda Resulbaba tepesinden batıda Sivrikaya'ya kadar uzandık. Bu hatta üzerinde dolaşmadığımız çok az yer kaldı. Vaktini bekleyen yazılar var...

    Yalnız bu dönemdeki yürüyüşlerimiz dağın zirvesinde kaldı. Bir türlü eteklere inemedik, hep göğe yakın yerlerde, ortalama 1500 rakımdaydık. Diğer bölümleri gelecek yıla bırakarak dorukları değerlendirelim.

    İlbulak dağlarının askeri açıdan stratejik önemini ilk defa Fahrettin Altay anılarında okumuştum. Paşa bu dağ sırasının Altıntaş ovası, Sincanlı ovası ve Afyon ovasını hakim bir konumda olduğu için gözlem ve keşif için çok önemli olduğunu söylüyor. Nitekim 27 Ağustos 1922 günü ikindiye doğru keşif kollarını bu yüzden İlbulak'a göndermiş. 

    İşte bu bilgiyi yürüyüşler esnasında yerinde pekiştirme imkanı buldum. Gerçekten de her yer ayaklarının altında görünüyor. Gerçi eskiden beri işitirdik, dağdan baktığında Eğret'e bağlı kırk küsür köyü sayabilirlermiş. Gece karanlığında titreyen ışık kümelerini sayarak biz de bunu denerdik. 

    Fakat işte şimdi bunun haricinde başka noktaları da gözlemleyebiliyordum. Özellikle Büyük Taarruzun ilk dört günü müthiş hareketlilik vardı şu dağlar ortasındaki ovada. Okuduğum hatıra, ceride, rapor, tutanak ve benzeri yazılardan; izlediğim, dinlediğim anılardan öğrendiğime göre bir asır önceki savaş hareketlerini mevki, yön ve nokta olarak görebiliyordum. Adeta Büyük Türk Taarruzu gözümün önünde yeniden canlandı. Yunan ihtiyatının bozuluşunu, can havliyle batıya doğru kopuşunu, Eğret baskınını, Çirçir saldırısını, Olucak yangınını ve daha neleri bir bir izledim.  Böylece yakın tarihi daha iyi anladığımı gördüm.

    Sadece üç tarafındaki geniş ovaların hakimi olduğu için önemli değil İlbulak... İşgalciler bekledikleri Türk hücumu sırasında ikinci direnek hattı olarak düşünmüşlerdi bu dağ sırasını. Bu yüzden 1922 baharında savunma mevzileri hazırladılar. Resulbaba'dan Demirce sırtlarına kadar uzanan bu mevzilerin batı ucu, 15 yıl önceki ağaçlandırma sırasında bozulmuş. Fakat Almalı denginden Resulbaba'ya kadarki kısımları hala belirgin. Tam tepedeki kendini korumuş bu mevzi çizgisinde yakın zamanlara kadar mermi ve kapsul gibi kalıntılara rastlanırmış. Bütün bunlar sizi ister istemez bir asır evvele götürüyor...

    Mevzilerin sağlam kaldığı kısımdan Afyon istikameti de çok net görülüyor. Altay Paşa'nın tarif ettiği yer tam da buralar olmalı. Ayrıca Resul Baba'nın asırlar önce tam da bu noktaya gözetleme kulesi gibi bir makam yaptırmasının birinci sebebi stratejik konum olabilir. İşte bu tepedeki mevzilerin zirveyi tamamen çevrelediğini de ayrıca belirtmek lazım...

    Aşağıdaki ovada yüzyıl önceki çarpışma ve hareket noktalarını belirlemeye çalışırken, kendimi bir anda Büyük Taarruzu anlatırken buldum. İşte süvari alayları gece karanlığında şurada birbirinden koptular. Yanlış tarafa yönelen birlikler, şurada kuzeye kaçan Trikopis kamyon koluna saldırdı. Bir sürü kamyonu tahrip edip bir o kadar esir aldılar. Bu esirler arasında bir Yunan kızı da vardı... Bak Prens Diyenis'in  Tümeni şu meydanda gecelemişti. Sabahın köründe kendilerinin onda biri büyüklüğünde Türk süvarisinden öyle bir baskın yediler ki, uzun süre ne olduğunu anlayamadılar. Diyenis'in çadırı da bu saldırıdan isabet aldı, ilk şoku atlattıktan sonra apar topar kaçışa başladılar...

    Ben kendi kendime böyle kah konuşarak, kah susarak anlattım; ama sonradan aklıma geldi, bunun tam da burada başkalarına anlatılması lazım. Bizde tarih öğretimi tamamiyle soyut olduğu için öğrenciye sevimsiz gelir. Bu yüzden tarihimizi ne öğretir ne de sevdirebiliriz. Ben burada görüp somutlaştırarak daha iyi öğrendiğime göre aynı uygulamayı kendi çocuklarımıza neden yapmayalım. Şimdiki aklım ve imkanlarım olsaydı, Anıtkayalılarla birlikte Olucak, Yenice, Bayramgazi, Çatalçeşme ve Saadet öğrencilerini buraya getirip kendi yerel tarihimizi göstere göstere anlatırdım...

    Ve hatta göstererek tarih anlatımı yöntemini öğrencilerle sınırlı bırakmayıp, meraklı ve istekli yetişkinlerle sürdürmek gerekir bence... Hem bu esnada herkes bildiğini anlatarak katkıda bulunur, böylece yeni bilgilere ulaşılır. Etkileşimli öğrenme denilen bu yöntem ders havasında olmayacağından sıkıcılıktan uzak, eğlenceli bir kültürel etkinlik gibi düşünülebilir. Adına ister dağ yürüyüşü de, ister piknik, istersen tarih turizmi, fark etmez...

    Bizde tarih turizmi, özellikle savaş tarihine dair turizm, 90'ların başında Çanakkale gezileriyle başladı. Kısa sürede o kadar ilgi gördü ki, Çanakkale gezileri adıyla bir sektöre dönüştü. İnsanlar hem geziyor hem tarihini öğreniyordu. Bundan on yıl kadar sonra, 2000'lerin başında Kocatepe gezileri başladı. Son yıllardaki artan ivmeyle Kocatepe de layık olduğu ilgiye mazhar oldu...

    Kanaatimce artık sıra İlbulak'a geldi... Kocatepe'den anlatım, taarruzun ilk iki günü için idare eder; ama bütün bir Büyük Taarruz anlatımı için daha geniş perspektif sunan bir yer lazım. O yer, yukarıda açıklandığı üzere İlbulak dağlarıdır... Oradan doğuya baktığında Eskişehir sınırını, kuzeyde Altıntaş ovasını, güneyde taarruzun başladığı Kocatepe'yi ve nihayet batıda Dumlupınar'ı aynı anda görebilirsin...

    Benimki de bir hayal işte... Lakin unutulmamalı ki her şey hayalle başlar...



11 Eylül 2025

İnsan Unsuru

    
    Kahvenin önünde beş altı kişiden oluşan küçük bir halkaydık. Yine her zamanki sohbet konusu kuraklık, bereketsizlik, verimsizlik ve yanlış hükümet politikaları sonucu tarım ve hayvancılıktaki açmazlardı. İleşberliğin gittikçe zengin uğraşı haline geldiğini, fukara kısmının gerekli yatırımı yapamadığı için tarladan bir şey kaldıramadığını, en karlı ileşberliğin hiç bir şey ekmemek olduğunu filan söylüyorlar, hep birlikte gülüşüyorduk.

    Birisi basit bir hesap yaptı ve günaşık ekildiğinde tarlayı kaç kez traktörle elden geçirmek zorunda kaldığını mazot fiyatına endeksleyerek maliyet çıkardı. Buna tohum ve biçer parasını da ekleyince, bu seneki günaşıktan ettiği masrafı çıkarırsa kendini karlı sayacağını söyledi. Yıl yıl ekin ve nohutta da benzer durumlar yaşanıyormuş.

    Çok örnekler verildi, her birinin sonunda ağlanacak halimize güldük. Anlatılan bir güncel olay çok ilginçti. Daha önce kahramanından bizzat duyduğum olaya göre, işin içine insan unsuru da giriyordu. Yani ileşberin şu halinde tek etken sadece kuraklık, bereketsizlik, yağmur yağmaması, pahalılık filan değildi. İleşberin kendisi de bu sonucun müsebbibi gibi görünüyordu.

    İleşberlik ve koyunculuk yapan bir ailede baba bir nohut tarlasının biçerdöğerle hasat edildiğini görmüş. Akşama doğru oğluna tüyoyu vermiş ki gece taze biçilmiş o tarlaya soksun koyunları... Babasının tavsiyesi üzerine yatsı gibi sürmüş koyunları... Ziyan derdi de olmadığı için kafası rahat, sürüyü çevirme gereği duymamış... Mal kütür kütür yayılırken ayın aydınlığında fark etmiş veya bir başkasının uyarısıyla ayıkmış; meğer tarlanın ortasında kalan büyük bir kısmı henüz biçilmemişmiş. Sürüyü çevirip çıkarmış, ama iş işten geçmişmiş, bu vakte kadar basbayağı yaymış elin nohudunu. Bir iki dolaşımdan sonra biçimin yarım bırakıldığını nereden bilsin, ilk bakışta tarla tamamen biçilmiş gibi görünüyormuş. Neyse, olan oldu artık... Durumu anlatınca babası da şaşırmış, çünkü biçerin tarlaya girip biçmeye başladığını kendi gözleriyle görmüştü...

    - "Yapacak bir şey yok, tarla sahibi falancaya git, vaziyeti anlat, zararını karşılayarak helalleş" demiş. 

    Oğlan gittiğinde nohut sahibi de olgunlukla karşılamış ve;
    - "Olur böyle şeyler. Bizim tarlanın biçilen kısmından şu kadar nohut geldi, kalanından da bu kadar bekliyorduk, onu verin yeter." demiş. Demiş ama, istediği miktar çok fazlaymış çünkü o kadar nohudu kimse kaldırmamış. Bu yüzden itiraz edecek gibi olunca;

    - "Madem helalleşmek istiyorsun, şartım budur!" deyip kestirip atmış... Dediği miktarı ödemek zorunda kalmışlar... Yalnız benim bu halkada öğrendiğime göre, olay tam da çobanın düşündüğü ve bize anlattığı gibi değilmiş. Hikayenin yeni versiyonunu anlatayım, okurlarsa çoban tarafı da eksik kalan bu kısımdan haberdar olsun...

    Biçer aynen babasının gördüğü gibi tarlaya girmiş. Bir veya iki kez tarla çevresini dolaşarak biçmiş de... Yalnız biçerci dene çıkmadığını fark edip hemen tarla sahibini aramış, 'Böyle böyle, ne yapalım?' diye... O da 'Madem dene yok, biçme, boşuna biçer parası vermeyeyim' deyince tarlayı öylece terk etmiş. Yani bizim çobanın ziyan yaydığı filan yokmuş...

    Bu olay anlatıldıktan sonra tarla sahibini koro halinde ayıpladık. Çaylarımızı yudumlarken biri, herkesin böyle olmadığını, harama helala, haklı haksız kazanca dikkat eden nicelerinin de toplumda hala varlığını sürdürdüğünü bir örnekle anlattı, içimize su serpti...

    Olay yine güncel... Yenilerde yaşanmış yani... Malum köyümüzde çok patatesçi var şu sıralar... Tarlaya bir tesis kurarken çevresindeki mahsullere zarar verilmiş. Direk mi dikiyorlarmış, öyle bir şey... Patates eken yabancıya öncülük eden Anıtkayalı demiş ki "Madem komşu tarlalara zarar verildi, o halde bu zararı karşılamak gerekir." Böylece zarar gören tarla sahiplerine makul bir miktar nakit ödemesi yapılmış. Buraya kadar her şey normal... Bizim köylüler bu ödemeyi almış kabul etmişler, bu da gayet normal... Yalnız içlerinden birinin hanımı, kocasını uyarmış;
    - "Len Herif, biz tarladan bu gadâ gazanamıyoz. Bu para fazla, git yarısnı geri ve bâli..." Sonuçta parayı iade edip etmediklerini bilmiyoruz, bu önemli değil zaten... Önemli olan böyle bir hassasiyet gösterilmiş olmasıdır...

    Erdemli davranış hepimizin takdirini kazandı. Derken halkamızın büyüğünün aklına daha eskilerden bir olay gelmiş, onu anlattı. Yine bizim köyde yaşanmış. Elektrik direklerine tel çekildiği dönem olduğuna göre galiba 1972-73... Daha yenilerde, bir kaç yıl önce yaşanmış da olabilir, emin değilim... Direklere tel çekiyorar. Kamuya ait işlerdeki laubalilik bunlarda da var... İki kişi çekiyor, biri onların başında ne yaptığı belli değil... İki kişi iki direk tepesinde, yedi kişi direkler arasında, kim kime dum duma... Şoförü sorarsan minibüste uyukluyor ve daha buna benzer manzaralar... Yemek molasından sonra bir saat çalıştılar mı çalışmadılar mı belli değil, boşta gezenlerden birisi 'Teyze bir çay demlesen...' demiş... Anıtkayalılar oldum olası misafire ikramda cömerttirler. Kadın, işçilerin ricasını ikiletmemiş, hemen demlediği çayı yollamış. Kalabalık ekip, daha mesai bitimine iki saat varken o vakti çayın başında geçirmişler. Sonra eyvallah... 

    Beride bu olanları gözleyen ve kocası da benzer bir kuruluşta çalışan kadın dizini dövmüş;
    - "Heyvaak! Yoosam benim herif de mi eve bööne ekmek getiriyo!" diye kendi kendine hayıflanmış...

    İki Anıtkayalı kadının hak terazisinde hassas tartımları gerçekten sevindirici ve gıpta edilmesi gereken bir husustu. Ne yazık ki böyle insan tipinin azınlıkta olması, sadece Anıtkaya'nın değil bütün ülkenin genel sorunu olduğunda hemfikirdik. Birisi dedi ki;

    - "Ne zaman köyde böyle insanlar çoğalır, işte o zaman başta söylediğimiz kuraklık veya diğer doğal afetlere dayalı verimsizlik, bereketsizlik, genel ekonomik çöküntü gibi kötü gidişler düzelme yoluna girer. Çünkü asıl sebep insan unsurundaki bozulmadır..." Sohbet halkasındaki bir başkası lafa girdi;

    - "İnsan karakterindeki bozulma önemlidir, ama iyi ve dürüst insanlar hiç bir toplumda hiç bir zaman çoğunluk olmamışlar, hep azınlıkta kalmışlardır. Buna örnek olarak bütün Peygamberlerin ortaya çıkışı gösterilebilir. İnananları hep toplumun alt tabakasından bir avuç insandır... Dolayısıyla boşuna iyi insanların çoğalmasını beklemek yerine iyi insan olmaya bakmalıdır. O bir kaç iyinin yüzü ve gözü suyuna Allah bütün toplumu abad eder."

    İsim vermedim, naklettiğim olayların kahramanları Anıtkayalı gerçek kişilerdir. Yine isim vermediğim halkadaki gerçek kişilerle işte bunları konuştuk...



09 Eylül 2025

O Güdüyo Ben Çeviriyon

 
    Dün küçük çobanlar mevzusunu yazdık, sohbet konusu koyun ortakçılığıydı, bugün Hacapo (Abdullah Erdem)den benzer bir hikaye dinledik. Hacı'nın küçük yaşlardayken inek, dana çobanlığını biliyorduk. Bu kez koyun çobanlığına nasıl başladığını anlattı.

    Çakırmehmet bu bölgede çok etkin ve itibarlıymış. Çevre köylerin hemen hepsinde ticari faaliyetleri var, alıyor satıyor sürekli... Bu arada köylerde en az bir ortakçısı da bulunurmuş. Koyun, keçi fark etmiyor; ağalık edip birine sürüyü teslim ediyor... Mütemadiyen bu köyleri dolaşarak hem alavere yapıyor hem de ortakçıların takibini yapıyor, böyle hareketli bir hayatı var...

    Babası 1961 yılının Ekim-Kasımında Osmanköy'deki ortakçısından sürüyü alıp getirdiğinde Abdullah 12-13  yaşlarındadır. Yüz civarında koyundan ibaret küçük sürü artık ona emanet... Daha önce hiç deneyimli bir çobanın yanında çeltiklik filan da yapmamış. Bu, ilk koyun çobanlığı olacak... Ancak içindeki hevesle pek de zorlanmamış.

    Daha o dönemde köyün geniş arazisi, asfaltın iki yanında dönüşümlü ekilir, bir taraf ekin ise diğer taraf nadas olurmuş. O senenin durumuna göre, koyunlar batı tarafında güdülüyor. Abdullah da önüne kattığı sürüsünü herkesin güttüğü yerlerde dolaştırıp geliyor. Bu iş hoşuna gittiği için zorluk çekmemiş, tabi kendisine yardımcı olanlar da bulunmuştur. Buna ihtiyaç duyup duymadığı belli değil, kendi halinde dört beş ayı sorunsuz geçirmiş...

    Sonraki günlerde bazı koyunlardaki tuhaflığı fark etmiş. Nihayet bir gün o koyunlardan birinin kuzulama vakti erişmiş. Daha önce böyle bir tecrübesi yoktu, dolayısıyla kuzulatmanın acemisi... Burada imdadına Yumrukların Ahmet Ağa yetişmiş... 'Hayvanı şööne devircen, şurasını şööne galdırıp burasını böönece basdırcen. Guzuyu çıkardıkdan soona emzirip yalatcen...' filan diye hem göstermiş hem kuzulatmış. Gözlemlediği bu ilk olay ile bizimki aslında kuzulatmayı kavramış, kendine de güveniyor. Fakat Ahmet Ağa;
    - "Bubana de de 150 lire vesin, dölünüzü alıveren" diye teklifini yapmış. Döl almak bir koyuncu terimi, mevsimi geldiğinde guzuleci koyunların hepsini kuzulatana kadar sürüyü gütmek oluyor. Bizim Hacı bir görüşte kuzulatma işini kapmış, ama Ahmet Ağa onun bir çocuk ve tecrübesiz olduğunu düşünerek bu işin üstesinden gelemeyeceğini hesap ediyor.

    Madem bunlara bir çoban lazım ve madem hep buralardayız bari o kişi ben olayım, diye düşünmüş olabilir Ahmet Ağa... Çakırmehmet bu teklifi kabul etmemiş. Belki istediği ücreti yüksek buldu, belki  ona güvenmedi, yahut başka bir gerekçesi var... Dedik ya, her köyde tanıdıkları var, çevresi geniş... Gitmiş, döl alması için Beyköy'den bir çoban getirmiş; adam yetmiş yaşında...

    Beyköylü ihtiyar çobanla yıldızı pek barışmamış. Aliyeninguyu civarında güdüyorlar mesela, yolun öbür tarafına bölündü sürü... 'Git çevir şunnarı' diyormuş, sonra yolun kendi tarafındakileri de çevirmesini istiyormuş. Hacı'nın tepesi atmaya başlamış, zira adam oturduğu yerden çobanlık yapıyormuş. İlginç bir tabirle 'sürüyü o güdüyo, ben çeviryodum' diyor... Nihayet dayanamamış ve;
    - "Le galkıp o yandekileri de kendin çevirsen ya!" diye gürlemiş... 

    Çakırmehmet erken uyurmuş zaten, o gece de ilk akşamdan yatmış. Odada kalan çoban, Ağa uyuduktan sonra usulcecik eşyasını toplamış ve çekip gitmiş. Abdullah Abi bu gidişten memnun, ama sabah olayı öğrenen babası 'Çoban buluyoz adamı gaçırıyonuz, ne haliniz varsa görün!' diye çıkışmış... Yine bir başına kalan oğlu halinden şikayetçi değil ki, mutlu mesut ve başına buyruk çobanlığına devam etmiş.

    Ahmet Ağa'dan öğrendiği teknikle çoğu koyunu kuzulatmış. Bu arada fırsatını buldukça tecrübeli çobanlardan yardım istemekten çekinmemiş. Mesela Eselerin Hüseyin Eminç o sırada Gobaklarda çobanmış, sürüsüne ve kendisine gözkulak olmasını rica etmiş. Kabul etmiş bunu Hüseyin enişte... Hatta ertesi gün sürüyü ağıla getirmesi konusunda da sözleşmişler...

    Tabi Çakırmehmet de boş durmuyor, onun da planı var:
    - "Yarin sürüyü Beyköy'e sürün" demiş. Orada yeni bir ortakçı bulmuş meğer... Oysa, o vakte kadar 80 kadar koyunu kuzulattığını söylüyor Hacı... İşi hemen hemen öğrenmişmiş yani.

    Çaresiz götürüp teslim etmişler Beyköy'deki ortakçıya... Sonrasının önemi yok... Köye döndükten sonra gözü bir şey görmemiş; koyunu güttüğü, çevirdiği, suladığı vb. sürüyle vakit geçirdiği her yer zindan olmuş. O kadar alıştığı ve sevdiği koyun çobanlığında ilk ve son deneyimi böyleymiş...



07 Eylül 2025

Alagabaklar

 
    Çocuklar eskiden çok erken hayata atılırlarmış. Kız çocukları ev işlerini, fırın işlerini daha oyun çağları bitmeden öğrenir, ayrıca aynı dönemde çeyizlerini hazırlamaya da başlarlarmış. Oğlan çocukları ise hem oynar hem çobanlık yapar, hem oynar hem ileşberlik öğrenir, hem oynar hem büyürlermiş. Şimdiki gibi el bebek gül bebek değiller yani...

    1976 veya 77 Haziran ayı idi, son haftasındayız, okullar tatile girecek. Rahmetli Kemik Mehmet Patlar okula gelmiyor. Ali Zafer Durna öğretmenimiz... Neden gelmediğini sordu, bilen yok... Derken eski asfalttan gürültülü bir kalabalık geçtiğini gördük. Sağlık ocağı inşaatına giden ustalar, işçiler... Aralarında bizim Mehmet de var ve bir gözü bizim sınıf penceresinde... Galiba abisinin de bulunduğu kalabalığın arasından bizim sınıfa bakarken 'Ben büyüdüm, işe gidiyorum, ne işim var sınıfta!' der gibiydi...

    Geçen gün birisi anlatırken duydum. 'Üç veya dördüncü sınıftayken öğretmen beni çifte giderken gördü, çok korkmuştum.' diyor... Korkusunun sebebi, okulda olması gereken bir saatte onu dışarıda gördüğü için kızacağını düşünmesiymiş. Ertesi gün okula vardığında hiç de kızmamış öğretmeni. O kadar küçük bir çocuğun çifte yollanmasındaki acınası durumu fark etmiştir öğretmeni, çocuğun kızılacak bir yanı kalmamış ki... Dediğine göre bırak pulluk kaldırmayı, öküz koşmayı; o yıllarda an tümseğine veya bir taşa yanaştırmadan eşeğe bile binemezmiş...

    Benzer hikayeleri Dayımdan da dinlemiştim. İçlerinde o yaşta çift sürme, mal gütme, bol bol korku, biraz ürperti, ara ara komedi ve her şeyiyle buram buram çocuk saflığı bulunduran hikayeler...

    Öküz gütmeye tek başına göndermezmiş Dedem... Geceleri de kırda kaldıkları için, bir büyüğe teslim eder onun yanından ayrılmamasını tembihlermiş. Bir keresinde Aşşağılıların Osman Öncül emminin yanındaymış. Demiş ki 'Ha yiyenim, sen gündüz çevir, ben gece güden!..' Böyle  adil(!) bir işbölümü yapmış rahmetli... Dediğini uygulamışlar; Dayım gündüz akşama kadar büylek ile dellenen malların peşinde koşturur durur, gece olduğu zaman da Osman emmiye nöbeti devredermiş. Emmi de herkesle birlikte uykusu gelince vurur kafayı yatar, sabah gündüz saatlerine dahil olduğu için malları toplamak yine Dayıma düşermiş...

    Bir gece Hacıahmedinguyu civarındalar... Hangi büyüklerin yanındalar, başka hangi küçükler var hatırlamıyor. 'Alagabaklar gelir sizi yer, sakın uyumayın' diye korkutmuşlar. Gelecek olan bu korkunç şeylerin neye benzediğini bilmiyorlar; hayalet mi, hayvan mı, yoksa başka bir mahluk mu ondan da haberleri yok. Korkuyorlar ama, çocukluk işte, bir ara dalmışlar uykuya... Sonra kuş sesine mi uyandılar, kabus mu gördüler, başka bir şey sebebiyle mi silkindiler, ne olduysa uyanmışlar ki bir de ne görsünler... Uzun, kocaman bir yaratık kollarını açmış üzerlerine abanacak... Korkmaya, bağırmaya, çığlık atmaya bile dermanları yok o haldeler... Gördükleri şeyin kuyunun gövdesi ile sereni olduğunu anlayana kadar canları çıkacak gibi olmuş...

    Alagabak numarasını her çocuğa yaparlarmış. Gelip sizi yiyecekler, çocukları sevmezler, gözünüzü oyarlar, gagalayıp giderler, çok küçük olanları yanlarında götürürler... gibi türlü hurafelerle belki ilk defa kırda geceleyen çocukların kafasını karıştırırlarmış...

    Dayım biraz daha büyüyünce, belki bir iki sene sonra sadece mal gütmekle kalmamış, gündüzleri çift sürmekle de görevlendirilmiş. Lakin mesela öküzleri boyunduruğa koşamazmış. Dedem sabah koşuverir gidermiş, kazara öküz zevleden fırtarsa filan birinin gelip tekrar koşması lazım, ne kadar büyüdüyse artık... Mesela Gaklık'ta böyle bir şey olmuş, öküzün biri boyunduruktan boşanmış, aksi gibi oradan kimse geçmeyince iş öylece kalmış. Akşama Dedem gelip bakmış, tarla evlek kestiği gibi duruyor...

    Galiba 1965 filan... Dayım 12-13 yaşında... Azatardı mevkiindeler, yalnız değil, ortalık şenlik... Hatırladığı kadarıyla Bilallerin ÖmerAğa, Böbülerin Hasan Hüseyin Emmi, Patırın Bekir Dayı filan varlar... Daha başkaları da vardır belki, olayın içinde bizzat bulundukları için bunları unutmamış...

    Dedem sabahları ekmek getiriyor, evlek kesip gidiyor. Evlek kesmek o günkü hedefi belirlemektir, şuraya kadar tarlayı sür diye işaretlemiş oluyorsun. Onun dediği yeri sürene kadar da hemen hemen ikindi oluyor, öküzler acıkıp yoruluyorlar. Bu yüzden akşama doğru çift sürmeyi paydos edip hayvanları Çatalınguyu'dan suluyorlar,  sonra ver elini Dağ... Hayvanları yayarken kendileri de orada geceliyorlar. Sabah kalkınca tarlaya varıp çifte devam. Birbirine benzeyen günler böyle akıp gidiyor...

    Bekir Yırgal'ın Azatardı'nda bulunma sebebi de aynı, O da gündüz çift sürüp gece dağda malları doyuruyor. Yalnız o sırada Gödeşlerde bekar, Gödeşlerin de o mevkide tarlası var. Hatta Gödecin Mısdık Ağa her sabah bekarı kontrol amacıyla tarlaya geliyor, Dedem gibi...

    Bilallerin Ömer Ağa ve Böbülerin Hasan Hüseyin emmi de herhalde çift sürüyorlarmıştır. Ömer Ağa ile Salih Kabadayı emmi sağdıçlar, Hasan Hüseyin emmi o yaşta Gocabubasına emanet edilmiş olabilir. Gerçi ne kadar küçük olsa, yine de Bekir ve Bahtiyar'dan büyüktür, kendi başına da çift sürebilirdi herhalde...

    Aralarındaki dört beş yaşın ne kadar önemli olduğunu anla; Dayım, Hasan Hüseyin emminin yanından ayrılmaz, O da Dayımı her şeye karşı korur gözetirmiş... Hasan Hüseyin, Bekir ve Bahtiyar'ın doğum tarihleri sırasıyla 1948, 50 ve 52'dir. Yani olay sırasında 17, 15 ve 13 yaşındalar; anlatacağım olayı o yaşlardaki çocukların ruh halini de göz önüne alarak değerlendirmek lazım...

    Mutad olduğu üzere o gün de ikindiye doğru çifti bırakıyorlar. Kuyudan öküzleri suladıkları  sırada Hasan Hüseyin emmi Dayımı yine çağırmış 'yanımızdan ayrılmayın' diye... Esasında aynı bölgede çalışıp, aynı bölgede yemeklerini filan beraber yedikleri için sürekli bir arada bulunuyorlar. Fakat o gün nedense Bekir dayı 'A-ah!' diye diretmiş, Dayıma 'biz ayrı gidem' demiş.

    Yine de Balaban'a kadar hep beraber malları sürmüşler. Bekir kafaya koymuş, orada ayrı kamp kuracaklar. Tabi kamp dediğim kepineğe bürünüp yatmaktır... Dağda normalde açık alanlarda yatarlarmış. Bizimkilerin kafası tersine çalıştığı için Bekir 'ille de orman içinde yatam' diye tutturmuş. Öyle yapmışlar...

    Eşekleri yularlarından çalıya bağlamışlar. Öküzler için tedbir almaya gerek duymamışlar. Herhalde onların kaçmasına ihtimal vermemişler. Yahut her ne düşündülerse, eşekleri bağlayıp öküzleri salıvermişler. Uyumadan önce yaptıkları en önemli şey bu...

    Gecenin bir yarısında uyanıp bakmışlar ki öküzler yok. Eşekler bağlandığı yerde tîsırıyorlar, toynaklarıyla yeri döğüyorlar filan; ama öküzlerden eser yok... Gayet doğal olan bu durum bizim uyku semesi çocuklara şaşırtmış olmalı. Telaşlanmışlar, arayan gözlerle sağa sola bakınmaya başlamışlar... Derken o gri karanlıkta Bekir, Gödeşlerin ak öküzü görmüş. Bu hayvan çok gösterişli, iri yarı bir şeymiş, orman arasında bile fark edilmemesi mümkün değil... 

    Goca öküzü bulduğuna sevinmiş Bekir, demek ki diğerleri de buralarda diye düşünmüş. Gelvelakin hayvana kızmış da biraz... Kızgınlığını belli etmek ve yakınlarda yayıldıklarından kuşku duymadığı diğer öküzlere gözdağı vermek istemiş. Büyük kütümekli değneği iki eliyle kaldırıp hayvanın sırtına indirirken 'Bilmemnetdimin malı!' diye bir küfür savurmuş... Fakat... O kadar gerinip küfürle de destekleyerek indirdiği değnek öküzün sırtını değil doğrudan yeri dövmüş. Sanki o anda goca ak öküz maddesi, cismi olmayan şeffaf bir şeye dönüşmüş de değnek içinden geçmiş gibi...

    Bu durum, bizim iki küçük kafadarı her şeyden çok korkutmuş. Gözlerinin önündeki goca öküz nereye gitti de değnek yeri dövüyor... Yoksa öküz olarak gördükleri öküz değil mi?.. Değilse ne?.. Alagabak?!!... 

    Korku ve panik arasında besmele çekmeyi akıl etmişler. İşte o anda, ne olduğunu anlayamadıkları goca ak öküz ortadan kayboluvermiş. Artık yok... Rahatladılar mı, daha çok mu korktular orası belli değil... Bir nebze sakinleşmiş olabilirler...Tekrar yatıyorlar, ama uyudular mı uyumadılar mı, sabahı nasıl ettiler, hiç sorma...

    Sabah yine telaştalar, çünkü öküzler hala kayıp... Hayret bir şey, eşekler bağladıkları yerde, ama öküzler yok... İkisi birden gün aydınlığında kayıpları aramaya çıkıyorlar... Nihayet buldular... Buldular, ama bu kez de eşekleri bağladıkları yeri bulamıyorlar... Bekir demiş ki 'Sen öküzleri tarlaya götür, ben eşekleri bulup getiren...'

    Dayım iki çift öküzü sürmüş Azatardı'na doğru... Lakin her zamanki mevkiden yola çıkmadığı ve de yalnız olduğu için yanlış tarafa yönelmiş ve vara vara Gambırarifinguyu'ya varmış. Hadi bakalım, oradan dön tekrar Azatardı'na doğru...

    Bütün bunlar olurken vakit de kuşluğa yaklaşmış. Gödecin Mısdık Ağa her zamanki saatte tarlasının başına varmış ki ne bekar var, ne öküzler... Dedem de aynı şekilde tarlayı boş görünce, elindeki ekmek çıkısını azada asıp dağın yolunu tutmuş. Tahmin etmiş çocukların başına bir şey geldiğini... Ormana girdiğinde anırtıları takip ederek eşekleri bulmuş. Meğer geceyi aç susuz geçiren bu hayvancıklar dertlerini anırarak anlatmaya çalışıyormuş. Az sonra aynı sese Bekir de gelmiş, hep beraber tarlaların yolunu tutmuşlar. Bu arada öküzlerle yolunu kaybeden Dayım da Azatardı'na ulaşmış. O gün bir kaç saatlik gecikmeyle çifte başlayabilmişler...

    Çocukların biri Ağa'ya, diğeri babasına durumu nasıl açıkladıklarını bilemiyoruz. Büyüklerin bütün bu macerayı yaşayanların nihayetinde çocuk olduğunu hesaba kattıklarını zannetmem. Burada daha korkunç olan şey ise 15 yaşındaki Bekir Yırgal'ın bekar durabildiğidir. O yıllarda çocuk bekarlar sıradan ve çok yaygınmış...