31 Ağustos 2024

Daştarla

     
    Köyün batı tarafında Gatçayır ile Hendekarası'nda Akkaya'ya kadar uzanan mevkiye eskiden beri Daştarla deniliyor. Hendekarası yolunun öbür tarafında kalan küçük bir uzantı da aynı mevkiye dahil edildiği olur. Oranın yukarısındaki Akkaya bile halk nazarında Daştarla'ya dahil edilmiş. Bu yüzden Daştarla'nın sınırlarını çizmek çok zordur.

    Günümüz açısından bakınca bu mevkiyi yolların belirlediğini söyleyebiliriz. Bir defa eskiden beri Eğret kenarından geçen Afyon-Kütahya şosesi (Susa), resmi karayolu olarak düzenlenince, bu yol Daştarla'nın doğu ucu olmuş. Sonradan DSİ tarafından açılan Eğret Çayı kanalı bu yola paralel seyretti.

    Güney tarafında ise Hendekarası yolu çok eskiden beri vardı. Her yıl alınan hendekler sayesinde tarlalar dağdan gelen sellerden korunuyordu, ama bu kez de orada bulunan yol sele maruz kalıyor, çamurdan geçilmiyordu. Hep Hendekarası diye anılan bu yolun kaderi bugün de aynıdır, sele bir çözüm bulunabilmiş değil. Sadece yol asfaltlandı, eski kronik dertler devam ediyor. 

    Yarım asır önce Afyon-Kütahya karayolu yeniden yapılırken güzergah da yenilendi ve yol Anıtkaya'nın dışına çekildi. Köy için iyi oldu, kötü oldu tartışmalarını bir kenara bırakırsak, bu yeni yol Daştarla'nın batı sınırı oluverdi. Ondan önce hangi adla anılırsa anılsın, artık yola kadar her yer Daştarla'ydı... Yol kenarına yapılan Güdüğizzetler'in evler sebebiyle o küçük kısım 'Üçevler' diye adlandırıldı, fakat orası da zaten Daştarla'nın içinde yer alıyordu.

    Gelelim Daştarla'nın kuzey tarafına... Buradan önceden beri geçen yol zaten Gatçayır ile Daştarla'yı birbirinden ayırıyordu. Bundan 15 yıl önce Remzi Kayır zamanında çift şeritli bir yola çevrildi. Galip Bey caddesinin devamı niteliğindeki bulvar görünümlü bu geniş yol, Anıtkaya'nın yeni girişi olacaktı. Siyasi inatlaşmalar veya başka sebepler yüzünden ana yola çıkış verilmediği için proje akim kaldı, ama Daştarla'nın kuzey sınırı olmayı başardı.

    Tarla denildiğine bakılmasın, köyün hemen dibindeki bu mevki ben kendimi bildim bileli hep bahçedir. Gerek Eğret Çayı onu yalayarak yoluna devam etmiş olmasından, gerekse taban suyunun kuvvetli olmasından dolayı ekilen ıvır zıvır pek susuzluk çekmez. Bir de köye yakın olmasıyla ulaşım kolaydır. Acil patates lazımsa gider kazarsın; fasulyeni, baklanı toplar yemeğini yaparsın; kokulu domates ve hıyarla salata malzemen elinin altındadır. Bir keresinde bükme edenlere yetiştirmek için gidip bir kese ıspanak kazmıştım. Daştarla böyle bir yer...

    Yüz yıl önce çekilen fotoğraflarda Daştarla'nın şimdiki gibi ağaçlık bir bölge olmadığı görülüyor. Eski belediyenin yanından çekilen bir fotoğraf var, Şeytanhasan'ın bahçe civarı çok net seçilebiliyor. Galiba ilk olarak dere kenarındaki söğütler filan dikilmiş. Sonradan söğüde kavak eklenmiş, 1960'larda vişne erik gibi meyve ağaçları dikilmiş. Dipte bir yerlerde, vişnelerin arasında büyük bir ceviz ağacı olduğunu hatırlıyorum, kimindi bilmem. 1980'li yıllarda Dayım Artvin'den fındık fidanı getirmiş, bahçeye dikmiştik. Sonradan çok yer kaplıyor diye Dedem hepsini bir araya toplamış. Her sene meyve veren o fındık ağaçları hala Dedemin topladığı yerde duruyorlar... Daştarla zerzevat kadar meyve yetiştiriciliğine de uygun...

    Bahçe deyince Şeytanhasan'ın bahçeye ayrı bir paragraf açmak lazım. Burası dört yanı yüksek duvarlarla çevrili kale gibi gizemli bir yerdi. Bize ürkütücü görünmesinin sebebi içinde ne olup bittiğini bilemememizdir. Diğer bütün bahçelere giriyor, yiyor içiyor, bozuyor çekip gidiyorsun. Sürekli beklediği halde İncemehmet'in bahçeye girer elma yiyebilirdik mesela. Yine içinde sürekli birilerinin bulunduğu Kumpirhasan'ın bahçeye de girerdik. Gelvelakin Şeytanhasan'ın bu korunaklı bahçeye hiç giremedik. Dediklerine göre sahibi çok zalımmış, içeride yakaladığını fena dövermiş. İkinci kuşaktan yeğeni olduğu halde birini nasıl bağıttırdığını kendisinden duydum... Hasılı kelam bize ancak dışardan bakmak düşerdi. Kahveci'nin Metin Yırgal ile dağdan kuru getiriyorduk. Yüksek duvardan sarkmış kızıl vişneler 'al beni ye' diyordu. Uzaktan dudaklarımızı yalamakla yetindiğimizi unutamam...

    O bahçenin dibindeki serenli kuyu da hep dikkatimi çekmiştir. İş kuyuda değil de bileziğindeydi sanki. Beş altı metrekarelik yekpare bir doğal taş... O kadar doğal ki şimdi parklarda filan dekor olarak kullanılıyor böyle delikli taşlar. Bir kuyu bileziği olarak kullanılmasını sağlayan ise ortasında bir metre çapında muntazam bir büyük delik bulunmasıydı. Bu harika daire tamamen doğal olabileceği gibi, bir kısmına insan eli değmiş olabilir. Kuyu kullanımdan düşünce, bu deliğe bir söğüt kökü tersine kapatılarak insan ve hayvanlar için emniyetli hale getirilmişti. O doğal bileziğe böyle doğal bir kapak da görülmeye değer ilginçlikteydi. Geçmiş zaman kipinde anlatmam kimseyi yanıltmasın, oradan geçerken başını çevirenler manzarayı hala görebilirler.

    Tam karşısındaki meydanda benzer bir serenli kuyu daha vardı. Bunlardan birine 'Gulizinguyu' derlerdi, fakat hangisine emin değilim. Belki ikisi de aynı kişinin hayratıydı. Bahsedilen kişi 'Gocaguliz' olarak bilinen Ali Osman Uysal'dır. İkinci kuyu kapatıldıktan sonra yerine torunu Kadir Haykır bir çeşme yaptırdığına göre orası Gulizinguyu olabilir. Ayrıyeten son zamanlara kadar o dar meydana Gocaguliz'in damadı Bödümehmet harman dökerdi...

    Kuyunun hemen ardında selyolağı başlar, burası ta dağa kadar köylünün kum ihtiyacını karşılardı. Kum deyince akla inşaat gelmesin, o vakitler bu kalın kum avlulardaki çamurun tek ilacı olarak görülür, hemen herkes vakit buldukça evine kum götürürdü; tabi bunun çoğunluğu Akkaya ile Daştarla arasındaki bu selyolağındandı...

    Veyislerin veya Hacıların bahçe olduğunu tahmin ettiğim dere kenarına yakın bir yerde, işgalci Yunanlar hendek kazarken çekilmiş bir fotoğraf var. Tuhaf google çevirisine göre mezar kazıyorlar. Köylüyü angareye getimeyip kendileri kazdığına göre bu bilgi doğru olabilir. Bir küçük araştırmayla oralarda mezar olup olmadığı açığa çıkarılır da... Bunun kimseye faydası yok...

    Gavur mezarlığını bilemem, yalnız bir keresinde çift sürerken pulluğun ucuna bir şey takıldıydı. Benim yaşım küçük, çift süren Arif Emmim... Bir sürü patlamamış mermi cizinin iki yanına dağıldı sonra demirin ucunda koyu kahverengi bir paçavra gördük. Meğer meşin mermi torbasıymış, çürüyüp köhnemiş haliyle pulluğun ucunda parçalanmış. Korktuk tabi, patlarsa filan diye... İlerideki karakoldan jandarmaları çağırdık, toplayıp gittilerdi... Emmim 'Ha köylüden gaspettikleri altınlar olaydı' filan diye hayıflandı. Sonra kanal açılırken atılan toprakla alt üst olmuş olabileceğine yorumladılar... Bütün bunları birleştirdiğimizde işgalcilerin Daştarla civarında da çadır kurmuş olabilecekleri akla geliyor...

    Ben baştan beri Daştarla diyorum da, bu kelimenin aslının 'taşlı tarla' olduğunu cümle alem bilir. Halk ağzında bu hale gelmiş. Söyleyiş kolaylığından Daştarla'ya dönüşümü açıklayabiliriz, lakin Taşlıtarla'nın izahı o kadar kolay değil. Zira sözünü ettiğimiz Daştarla mevki zannedildiği gibi taşlı bir arazi değil. Hatta yukarıda bahsettik, gayet verimli bahçe toprağına sahip. O halde bu isimlendirmenin sebebi ne ola ki?

    Dediklerine göre bu bölgede taş olarak göze batan sadece büyük temel taşları varmış. Onları alıp anlara yığmışlar, çoğunu da ayıklamışlar. Vaktizamanında bölgenin adı Taşlıtarla olarak kalmış, ama bugüne gelene kadar o taşlardan eser kalmamış. Şimdi sadece adında taş kelimesi var, o kadar. 

    Bu basit açıklama bizi daha önemli bir hususa götürür. Herkesçe bilinen Eğreti köyü hikayesine göre, önce bir dere yatağına yerleşen köylüler sel baskınlarından başını alamayınca daha yüksek olan bugünkü yerine taşınmışlar. Bu hikayedeki ilk yerleşim yeri Örenler mevki gösterilir, buna göre oradaki temel taşları da eski bina kalıntılarıdır. Örenler ile Anıtkaya arasında 5-6 kilometrelik uzun bir mesafe olmasa hikaye gayet akla yatkın. Yerleştiğin yeri sel basıyorsa yakınlardaki bir tepeye, mesela Çirçir civarına çıkarsın olur biter. Ta buralara gelmenin mantığı nedir?

    Buradaki olaylarda bir mantıksızlık yok, ayrı ayrı ele alındığında hepsi doğru kabul edilebilir. İlk yerleşilen yeri sel bastığı için bugünkü yere taşınıldığı doğrudur. Örenlere Eğretlilerin yerleştiği de doğrudur, fakat bunlar birbirinden farklı olaylar. Örenler yerleşimi 20. yüzyıl başlarında gerçekleşmiş, belli bir maksada binaen yirmi otuz yıllık geçici bir süreçtir. 1930'lu yıllarda maksat hasıl olunca tekrar Eğret'e dönülmüş.

    Peki sel baskınlarına maruz kalınan yer neresi? Neresi olacak, Daşlıtarla... Evlerini damlarını yapıp yerleşmişler. Bir iki baskın derken, bu böyle olmayacak şu karşı bayıra çıkalım demişler. Yeni evlerini oraya yapmışlar, zamanla eski köylerini de zirai amaçlı kullanmak istemişler. O kadar taşı ayıklamak kolay olmamıştır. Neticede eski köye yeni bir ad bulup Daşlıtarla demişler.

    Daştarla'nın eski Eğret olduğuna dair yeni öğrendiğim bu hikaye bana Örenler hikayesinden daha mantıklı geldi. 



27 Ağustos 2024

28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı


    Eğret-Olucak-Bayramgazi Üçgeninde gerçekleşen 28 Ağustos 1922 Süvari Harekatı
    Dr. Selami Kurt

    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.


    Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.




Binbaşı Galib ve Silah Arkadaşları


    Adını Anıtkaya (Eğret) Şehitliğine Altın Harflerle Yazdıran Türk Süvarisi: Binbaşı Galip ve Silah Arkadaşları
    (Dr. Selami Kurt, 100. Yılında Büyük Taarruz Sempozyumu'nda sunduğumuz yayınlanmış tebliğimizden)

    Öz
    Türk süvarisi, tarih boyunca sayısız destanlar yazmıştır. Bu destanlardan sonuncusu Türk İstiklal Harbi’nde yazılmıştır. Ordusu dağıtılan ve vatanı işgal edilen Türk milleti, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde başlatılan Milli Mücadele ile hiçbir şekilde esaret altına alınamayacağını göstermiştir. Önce Kuvâ-yı Milliye adı verilen yerel güçlerle başlayıp sonra bu güçlerin de içinde yer aldığı düzenli ordu ile devam eden Milli Mücadele’nin kazanılmasında manevra kabiliyeti yüksek süvari birliklerinin büyük rolü olmuştur. Türk insanı, at binmedeki mahareti ve cesareti ile düşmana galip gelmesini bilmiştir. Sayıları sınırlı, eğitim ve techizat yönünden eksik olsalar da Türk süvarisi ilk defa I. İnönü Savaşı’nda düzenli ordu içerisinde yer almış ve başarılı olmuştur. II. İnönü Savaşı’nın kazanılmasından sonra ise Türk süvarisinin Bursa istikametinde düşmanı takiple görevlendirilmesi ve düşman arka bölgelerine akınlar düzenlemesi, kendilerine olan güveni oldukça artırmıştır. Bu iki savaşta yenilgiye uğrayan düşmanın butün cephelerde taaruza geçmesiyle Eskişehir ve Kütahya muharebelerinde düşman taarruzuna dayanamayan Türk birliklerinin zayiat vermeden ve çevrelenmeden geri çekilebilmesi, yeni oluşturulan 5. Grup Süvari birliklerinin örtme harekâtı sayesinde mümkün olmuştur. Türk milleti için dönüm noktası olan Sakarya Meydan Muharebesi’nde düşmanın başlattığı kuşatma taarruzunun başarısız olmasında, Türk süvarisinin düşmanın yan ve arka kısımlarına gerçekleştirdiği taarruzların büyük etkisi olmuştur. Bununla birlikte Türk süvarisi bütün dünyayı şaşkına çeviren imkan ve kabiliyetini 5. Süvari Kolordusu’nun kurulmasından sonra Büyük Taarruz aşamasında göstermiştir. Büyük Taarruz başlarken üç tümenli 5. Süvari Kolordusu’nun düşman gerisine sarkarak düşmanın ikmal ve haberleşme hatlarını kesmesi ve düşman birliklerine baskınlar düzenlemesi, düşmanda büyük korku ve panik havası yaratmıştır. Türk süvarisinin Büyük Taarruz’da giriştiği en kanlı muharebeler, 28 Ağustos günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattında gerçekleşmiştir. Türk süvarisinin yoğun düşman birlikleri arasına dalarak gerçekleştirdiği bu baskınların bedeli ağır olmuş ancak bu baskınlar Büyük Taarruz’unun zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır. Bunun sonucu olarak düşman birlikleri bir araya gelip yeni bir savunma hattı oluşturamamış ve Türk kıskacına düşmek zorunda kalmıştır. Günün kahramanları ve büyük zaferin müjdecileri 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve 200’ü aşkın silah arkadaşı olmuştur. Ruhları şad olsun.
Binbaşı Galib Bey

    28 Ağustos 1922 Süvari Harekâtı
    2. Süvari Tümeni 13. ve 20. Süvari Alaylarının Bayramgazi/Çatalçeşme Yakınlarında Gerçekleştirdiği Harekât: 5. Süvari Kolordusu Komutanı Fahrettin Altay’ın hatıralarında bu baskın şu şekilde aktarılmaktadır: 2. Tümen aldığı emir doğrultusunda karanlık basmadan Başkimse köyünden geçerek dağın boyun noktasını aştı. Kısa bir istirahatten sonra gece yürüyüşüne devam etti. Bataryasını da sabahleyin Eğret istikametine ateş edecek şekilde Olucak ilerisindeki mevziine yerleştirdi. Kolordu karargahı da 2. Tümen’in peşinden Olucak’a ulaştı. Gece yarısı Olucak köyünü geçen 2. Süvari Tümeni, fundalık içinden geçen bir patikadan ilerlerken arkadaki iki alayı (13. ve 20. Alay) sağa ayrılan başka bir patikaya saparak diğer iki alaydan (2. ve 4. Alay) kopmuş, sabah olunca kendilerini tümenden ayrı Bayramgazi-Çatalçeşme istikametinde düşman birliklerinin ortasında bulmuşlardır. Sonradan bu birliklerin Afyon cephesinden çekilmekte olan Cephe Komutanı Trikopis komutasındaki iki veya üç tümenlik bir düşman kuvveti olduğu anlaşılmıştır. Alay komutanları bu karmaşa içerisinde ne yapacaklarını değerlendirmişler ve düşmanın Kütahya istikametinde ilerlemekte olan bir kamyon koluna baskın kararı vermişlerdir. Bu kamyon koluna yapılan baskında araçlar tahrip edilmiş, içindekilerin çoğu kılıçtan geçirilmiştir. Türk Süvarisinin gerçekleştirdiği bu gözü pek baskın Trikopis’i çok sinirlendirmiş ve tümenlere araziye yayılarak bütün ağır silahlarıyla saldırı emri vermiştir. Bu şekilde ağır makineli ve top atışı altında kalan Türk süvarisi zayiat vererek İlbulak Dağı üzerinden Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak’a çekilmiştir. İki Türk süvari alayının Yunan Cephe komutanı Trikopis’in komuta ettiği iki veya üç tümenin ortasında gerçekleştirdiği bu cesur saldırı düşmanı ve harp eleştirmenlerini çok şaşırtmış ve bir intihar saldırısı olarak değerlendirilmiştir.

    Askeri ve bazı sivil kaynaklarda ise bu olay şu şekilde tespit edilmiştir: 2. Süvari Tümeni Olucak köyünü geçtikten sonra arazinin yapısı ve karanlık nedeniyle iki ayrı kol halinde ilerlemek zorunda kalmıştır. Sağ kolda Tümen komutanıyla 13. ve 20. Alaylar, solda ise 2. ve 4. Alaylar tümen bataryasıyla beraber ilerlemektedir. Sabaha karşı soldaki kol Eğret’e, sağdaki kol da Eğret’in beş kilometre güneyindeki şoseye varmıştır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki’nin (Soydemir) gün ağarmakta iken 13. ve 20. Alaylara istirahat verdiği sırada Afyon istikametinden bir düşman kamyon kolu çıkagelir. Bu konvoya taarruz etmeye karar veren tümen önde 13. Alay ve gerisinde 20. Alay bulunduğu halde saldırıya geçer. Konvoydan 10 kamyon tahrip edilir, yüz kadar Yunan askeri öldürülürken beşi subay 35 esir alınır. Bu sırada 13. Alay, yetişen bir Yunan taburunun saldırısına uğrar. Mevzi muharebesine girmemesi gerektiği halde at inerek yaya olarak muharebe etmek zorunda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, hırpalanan 13. Alay’ı derhal arka tarafta güneye karşı mevzilenmiş 20. Alay’ın arkasına ihtiyata alır. Burada emir komutayı 20. Alay Komutanı Binbaşı Kazım’a (Tuzcuoğlu) veren Tümen Komutanı Ahmet Zeki Bey, olumsuz bir durum olursa Olucak’a çekilmelerini emrederek Eğret’teki diğer iki alayın yanına gider. Daha sonra şiddetli ateş altında kalan bu iki süvari alayı çekilmeye başlar ve 14. Türk Süvari Tümeni’nin elinde sandıkları Olucak’ın güneyindeki Akkaya tepesine sığınmak için o tarafa yönelir. Vadide tepeye doğru ilerledikleri sırada Akkaya tepesinden açılan şiddetli ateş altında kalırlar. Başka çare kalmadığından bu iki alay Akkaya tepesine doğru atlı hücuma kalkar. Yunan kaynakları tarafından tamamının imha edildiği ifade edilen bu iki alaydan çok azı ateş çemberini yararak Akçaşar’daki 4. Kolordu birliklerine ulaşabilmiştir.
2. Süvari Tümeni 2. ve 4. Süvari Alaylarının Eğret’te Gerçekleştirdiği Harekât: Eğret istikametinde ilerleyen 2. ve 4. Alaylar ise havanın aydınlanmasıyla birlikte Eğret’teki Yunan 9. Tümen ordugahına baskın yaparlar.Yunan II. Kolordu Komutanı General Diyenis’in de içinde bulunduğu ordugah kendisini toplar ve karşı saldırıya geçer. Yunan tümeninin beş kilometre uzaklıktaki Yenice köyünde bulunan alayı soldan süvarilerimizin arkasına dolanınca bu iki alay da zor durumda kalır. Tümen Komutanı Ahmet Zeki, 13. ve 20. Alayların yanından ayrılıp 2. ve 4. Alayların yanına ulaştığında bu iki alay Yunan tümeninin açtığı topçu ateşi altında Süvari Kolordu Karargahı’nın bulunduğu Olucak istikametine çekilmektedir. 2. Süvari Tümeni’nin bataryası da bu yoğun topçu ateşi esnasında tahrip olmuştur.

    14. Süvari Tümeni’nin Harekâtı: 28 Ağustos sabahı Olucak’a ulaşabilen 14. Süvari Tümeni’nin harekâtı ise şu şekilde tespit edilmiştir: Çatkuyu’dan batıya doğru düşman kollarının gittiğini öğrenen Fahrettin Altay, 14. Tümen’in sadece bir bölüğünü Olucak’ta bırakarak tamamını Yunan tümenlerinin batı yönünde çekilişinde önemli bir basamak olarak gördüğü Akkaya tepesini tutmakla görevlendirmiştir. Bu emir üzerine Suphi (Kula) komutasındaki 14. Süvari Tümeni sabah 08.00’de Akkaya, Gökkaya ve Emretepe’yi tutmuştur. Fahrettin Altay, 14. Tümen’in Akkaya tepelerini savunmasını, gerekli olduğu takdirde de 2. Tümen’in çekildiği Beşkarış’a çekilmesini emretmiştir. Tümen komutanı Suphi Bey, beş taburlu Yunan 23. Alayının Başkimse’den Akkaya tarafına yöneldiğini müşahede ederken 2. Süvari tümenimizin de Olucak’tan Beşkarış istikametine çekildiğini gördüğünde düşman çemberinde kalmamak için Beşkarış’a çekilme kararı almıştır. Bu kararı almasında 2. Tümen’in bütün unsurlarıyla Beşkarış yönüne çekildiğini zannetmesinin etkili olduğu anlaşılmaktadır. 14. Türk Süvari Tümeni’nin Akkaya tepelerini muharebe etmeden terketmesi üzerine, Yunan 23. Alayı burayı işgal etmiştir. Bayramgazi/Çatalçeşme yönünde Trikopis güçleriyle muharebe eden 2. Tümen 13. ve 20. Alaylarının geri çekilişi ise Yunan 23. Tümeni’nin Akkaya tepesini işgal etmesinden sonra gerçekleşmiştir.

    28 Ağustos Süvari Şehitleri
    Eğret Anıtı'nda bulduk imzalarını
    Andık savaşın diliyle son çağlarını
    Lâkin alışıktılar silah seslerine
    Üç-dört el ateş, bozmadı rüyalarını
    Gazileri, çevremizde halâ o çağın
    Taşmış o günün şehitlerinden kucağın…
    Dağ, taş, tepe vadi… Dolaşıp gördüm ki,
    Ey Afyon, bir Anıtkabir her bucağın!
                                Arif Nihat ASYA

5. Süvari Kolordu Komutanı Fahtettin Altay, 2. Tümen’in 28 Ağustos günü İlbulak Dağı’nın kuzeyinde gerçekleştirdiği harekâtlarda hayli zayiat verdiğini ifade etmiş ancak herhangi bir rakam vermemiştir. Altay hatıratında, bugünün şehitleri arasında 13. Alay Komutanı Binbaşı Galip ile beraber daha birkaç subay ve erlerle beraber bir hayli yaralının olduğunu, hayvanlardan da biraz zayiat verildiğini ifade etmiştir. Diğer eserinde de 13. Süvari Alayı Komutanı Binbaşı Galip ile beraber Yüzbaşı Rizeli Hasan Hüseyin ve Manisalı İshak İdris’in ismini zikretmiştir.

    Askeri kaynaklarda ise bugünkü muharebelerde 2. Tümen’in verdiği zayiat şu şekildedir: 13. Süvari Alay Komutanı ile beraber bir subay şehit, iki subayla 32 er yaralı, 16 subayla 172 er kayıptır. Bu kayıp subay ve erlerin çoğu muharebe meydanında şehit ve ağır yaralı olarak kalmıştır. Bununla birlikte 260 hayvan, 199 piyade tüfeği, bir ağır makinalı tüfek, sekiz hafif makinalı tüfek, dört top, 320 kılıç zayi edilmiştir. Bugünün zayiat bilgileri göz önünde bulundurulduğunda, Bayramgazi-Eğret-Olucak hattında 200’ü aşkın süvarimizin şehit olduğu anlaşılmaktadır.

    Fahrettin Altay, bugünün şehitleri anısına 1928 yılında Eğret köyü kenarında Afyon-Kütahya yolu üzerinde bulunan höyüğe piramit şeklinde bir anıt yaptırmış, bu anıt üzerine Osmanlı Türkçesi ile 13, 20 ve 2. Süvari Alaylarından altısı subay ve altısı er toplam 12 şehit ismi yazılmıştır.

    Sonuç
    Türk İstiklal Savaşı, muharebelerde tank, uçak ve motorize araçlar gibi modern savaş ekipmanlarının kullanılmaya başlaması dolayısıyla süvari sınıfının önemini yitirmeye başladığı bir süreçte gerçekleşmiştir. Ancak Türk süvarisinin İstiklal Harbi’nin kazanılmasında oynadığı rol, savaşlarda süvari sınıfının önemini bütün yönleriyle ortaya koymuştur. Zira Türk süvarisi motorlu taşıtların aşamayacağı ve hatta piyade bile geçemez denilen dağları aşarak düşmanın arka bölgesine sarkmayı başarmıştır. Bunu başaran Türk süvarisi önce düşmanın haberleşme ve ikmal hatlarını kesmiş sonra gerçekleştirdiği ani baskınlarla düşmanı şaşırtmış, panikletmiş, oyalamış ve planlarını bozmuştur.
Türk süvarisinin özellikle 28 Ağustos 1922 günü kendisinden kat be kat büyük düşman birlikleri üzerine yaptığı gözü pek ve cüretkâr baskınlar, düşmanı kızdırdığı gibi savaş uzmanlarını da şaşırtmıştır. Çünkü asker sayısı toplamda 1200 olan iki süvari alayının 12.000 askerli bir tümene baskın vermesi sonu felaketle sonuçlanabilecek riskli bir harekâttır. Ancak Türk süvarisi bu riski göze almış ve vatanı için seve seve şehadete yürümüştür.

    Büyük Taarruz’da Türk süvarisinin gerçekleştirdiği yüksek riskli baskınların bedelini 13. ve 20. Süvari Alayları çok sayıda şehit vermek suretiyle ödemiştir. 28 Ağustos sabahı düşmanın bir kamyon koluna baskın veren bu iki alay, düşman piyade birliklerinin yetişmesiyle at inerek piyade savaşına girmek zorunda kalmış, burada yıprandıktan sonra Olucak tarafına geri çekilme esnasında da Akkaya tepelerini ele geçiren düşmanın yaylım ateşine maruz kalarak çok sayıda şehit vermiştir. Eğret’teki 9. Yunan Tümeni’ne baskın veren 2. ve 4. Alaylar da Olucak tarafına çekilirken Yenice köyünde bulunan Yunan topçusunun yoğun ateşi altında kalarak zayiat vermiştir. Ancak Türk süvarisinin bu serdengeçti baskınları boşa gitmemiş, panikleyen düşman geri çekilmek yerine savaşmak durumunda kaldığından 30 Ağustos’ta Türk kıskacına düşmüştür.

    28 Ağustos 1922 günü Olucak-Eğret-Bayramgazi-Belce hattındaki baskın ve muharebelerde gösterdikleri büyük kahramanlıkla İstiklal Harbi’nin kazanılmasında ve vatanımızın bağımsızlığa kavuşmasında büyük rol oynayan aziz şehit ve gazilerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz. Bugünün şehitleri olan 13. Süvari Alayı Kumandanı Binbaşı Galip ve silah arkadaşları anısına her ne kadar Eğret’te bir anıt inşa edilmişse de aziz şehitlerimizin naaşlarının nerelerde medfun olduğu tam olarak bilinmemektedir. 200’ü aşkın olduğu tahmin edilen aziz şehitlerimizin kabirlerinin tespit edilerek ihya edilmesi bizim öncelikli vazifelerimiz arasındadır. Ruhları şad olsun.


12 Ağustos 2024

Samancılar

    
    Eğret eskiden beri adeta bölgenin tahıl ambarıymış. Kıraç coğrafi yapısı, karasal iklimi, kışın biriken bol kar suyundan sonra 'baharda yağsa da olur yağmasa da' rahatlığına alışık arpa buğday ekimine yönelmişler. Arazi de geniş olunca devlete ödenen vergilerde Eğret hep ön sıralarda yer almış. 

    Eskiden neredeyse tarlalara yakın miktarda çayırlık alanlara sahipmiş Eğret köyü. Kışlık hayvan yiyeceğinin bir kısmı buraların otları kurutularak karşılanıyormuş. Ama samanın yeri ayrı... O kadar deneyi kaldırdıktan sonra ortaya çıkan saman atılacak değil. Otluklara ot yığılırken samanlıklara da saman depiliyor...

    1840-1900 Yılları arasına ait bazı miras paylaşım belgelerinden anlaşılıyor ki o vakitlerde dene kadar kıymetliymiş saman. Bazılarında araba, bazılarında geri hesabıyla belirtilen saman, bazı belgelerde ise birim ve miktar belirtilmeden kayıtlara geçmiş. Her nasıl olursa olsun vefat olayı bahar aylarında değilse, terekede az veya çok mutlaka saman bulunuyor. 

    Şu bir gerçek, Eğret'te arpa buğday üretiminden daha fazla onların samanı çıkıyor, bu yüzden de eskiden beri samana büyük değer atfedilmiş. Bundan ticari anlamda kazanç elde edilip edilmediği bilinmiyor. Yalnız kendi yiygisi nasıl ki buğdaya dayanıyor, aynen bunun gibi ileşberliğin temeli olan hayvanın yiygisi de saman kabul edilmiş. Bu yüzden olsa gerek harman yerinde buğday tane tane devşirilirken, saman da gerekirse avuç avuç toplanmış; ziyan edilmemiş.

    Öncesini bilemiyoruz, ama Cumhuriyet'ten sonra saman satıp harçlık edinme Eğretlilerin belirgin bir ticari hareketi olarak görülüyor. Arabayı tutup (saman doldurup sarmaya 'saman tutma' deniliyor) Afyon ve ova köylerine yöneliyorlar. Ova toprağı az ve meyve sebzeye daha yatkın olduğundan onların samanı hiç bir zaman kendilerine yeterli gelmiyor. Böylece takviye Eğret tarafından geliyor. Hem ovalıların saman ihtiyacı karşılanıyor hem de Eğretliler para kazanıp başka ihtiyaçlarını gideriyor.

    Sadece ova köyleri değil, Eğret kadar ileşberlik imkanı bulunmayan dağ köylerine de saman götürdükleri olurmuş. Bunların birinde bir araba saman karşılığında bir araba tahta alıp dönmüşler. Samanın ne kadar değerli olduğunu söylüyoruz, bu örneği de onun için verdim. Bilenler kıyaslıyor, bu alışverişe göre saman bugünkünün beş altı katı daha değerliymiş.

    Selimoğlu İsmail Ağa'ya otuzlu kırklı yıllarda 'Samancı' lakabı takılmasının tek sebebi bu saman ticaretiymiş. Öküz arabası, at arabasıyla saman satan çok kişi varmış, ama bunların öne çıkanı İsmail Saçak olmuş. Sülalesi hala bu lakapla anılıyor.

    Genellikle bir gün önceden saman tutuluyor. Harman zamanında samanlığa depilen samanı, ihtiyaç döneminde arabaya yükleyip satışa hazır hale getirmeye saman tutma denildiğini söylemiştik. Buna özel yüksek saman tahtaları var, onları önceden arabaya vurmak gerekiyor. Gergiler çekilip aynı yükseklikte ön ve arka kapaklar yerleştirilmeli. Yani evvela araba hazır olmalı. Aslında bu tahta ve kapaklar da yeni sayılır, Tahtalı Mehmet Ün'den önce geriye yükleniyor saman. Geride ise yan tahtaya, kapağa gerek yok, sadece geri kulaklarını tutup gerdirmek için uzun sırık/direkler olsa yeterli. Ölçü birimi de bu duruma göre değişiyor; iki tahta saman veya üç geri saman gibi... Her neyse, arabaya gündüz gözüyle saman tutulur; hedef yere göre gece yarısı yahut sabaha karşı yola çıkılacak vaziyete getirilirmiş.  Varacağın yere sabahleyin varacaksın...

    Yarımağa İbrahim Soylu 1953 gibi bir araba yaptırmış, tam 330 liraya mal olmuş. Bu fiyatı dört tahta saman ile ödemişler. Anlıyor musun günümüzden yetmiş yıl önce samanın kıymetini, ve ileşberin dünyasındaki önemini...

    Pilot Mevlüt Soylu yedi sekiz yaşlarındayken bir samancılık macerası yaşadığında, babasının bu kadar liraya yaptırdığı araba da işin içindedir. Toplam dört araba ve dört kişiler. Sağırların İbrahim Sancak ile oğlu Ahmet ve Yarımağa ile oğlu Mevlüt... Saman tutulmuş, arabalar yüklenmiş, öküzler koşulmuş. Akşama doğru yola çıkmışlar, çünkü Savran'a gidecekler. Sipariş aldılar, yahut dostları var orada. Sabahleyin varmayı planlıyorlar, nereden baksan 10-12 saatlik yol...

    Köprülü taraflarına vardıklarında gece olmuş, hava iyiden iyiye kararmış... Kestirim diye o yolu tercih etmişler. Bir de büyükler yolu bildiği için çocuk ile delikanlının içinde korku endişe yok, onlar işin heyecanındalar. Ne kadar bilsen de oraların yabancısısın, karanlığın da etkisiyle yanlış yola girmişler. Tabi girdikleri yolun tersliğini başlarına bir kaza gelince anlayabilmişler.

    Çok kötü bir yolmuş, meyil desen meyil değil, hendek desen hendek değil, acayip indirli bindirli bir şey... Arabalar kaç kere devrilme tehlikesi atlatmış. En sonunda bir yere gelmişler, orada İbrahim Hoca'nın arabalardan birinin yastığı kırılmış. Orada öylece kalakalmışlar, üstelik bir de yağmur bastırmış... Gece, karanlık, yağmur ve yolda kaldın; olabilecek bütün aksilikler bir arada... Yetmezmiş gibi nerede olduklarını bilmiyorlar... İbrahim Hoca çok telaşlanmış 'Amanıñ heyvah!... Amanıñ heyvah!...'

    Bana olayı anlatan Pilot diyor ki; 'Aynı masaldaki gibi, bi yanda ışık yanıyo, bi yanda köpek ürüyo... Netsez, netsez... Biz köpek üren yere gitdik... Işık yanan yere gidemişiz eyiymiş, ora Balmahmut'umuş...' Böylece köpeklerin ürdüğü tarafa yönelip sabah ezanları okunurken Köprülü'ye varıyorlar.  Böyleyken böyle oldu deyip olanları anlatmışlar. İşte o vakit anlamışlar yolu şaşırdıklarını. Köylüler demiş ki: 'Yav siz yanış yola girmişiñiz, ora bizim sap çekdiğimiz gağnı yoludur.' Neyse, olan olmuş, araba devrilince yol gösteren çok olur diye bir söz var, bu da o hesap... 

    Allah var, Köprülülüler hep beraber gidip arabanın tamirine yardım etmişler. Dökülen samanı geri yüklemiş, ilave talisleri de doldurup eski haline getirmişler. Yerde batan ve ıslanan samanın bir kısmı elbette orada kalmış, dönmüşler geri; sapaktan doğru yola girip yollanmışlar yollarına. Ciddi bir gecikmeyle de olsa Nuh'a varmışlar...

    Öküz arabalarıyla böyle saman satmaya gidildiğine göre, daha hızlı olan at arabasıyla samancılığın nispeten yaygın olduğu düşünülebilir. Ayrıca öküzden at arabasına geçiş gibi bir süreç de var. Bu dönemde akşama doğru saman tutulan at arabaları görmek Anıtkaya için sıradan şeylerdenmiş. Yetmişli yılları hatırlıyorum, öyleydi; hatta mübalağa olmasın, bu işe bulaşmayan yok gibidir...

    Tabi at arabasıyla samancılıkta o yıllardaki istikamet genelde Afyon idi.  Yine gündüzden saman tutulur, yola çıkmak için vaktin geçmesi beklenirdi. Sabah erkenden Afyon'da olacak şekilde ayarlanır her şey. Afyon eski mahallelerinde hemen her evde bir iki inek manda bulunduğu için saman satmakta pek zorluk çekilmez. Çoğunlukla yeri hazır olanlar biraz geç vakitte varsa da olur. Saman yıkıldıktan sonra varsa diğer işler görülüp akşam olmadan köye dönerlerdi. 

    Afyon'a dolu arabayla giderken yolun en tehlikeli kısmı Bayramgazi sonrası Araplı rampasıydı. Dar ve dik rampanın inişi çok kazalara sahne olmuş. Mesela Aşşık Halil Omak orada geçirdiği kaza sonrası bacağını kırdığı ve bir daha da kendini toparlayamadığı söyleniyor. Büyük Dayım Manavların Turabi Ahmet Öztürk de oradaki kazada hayatını kaybetti. İçine büründüğü yorganla birlikte yere savrulmuş, üzerinden bir kaç araç geçtiği de söyleniyor. 18 Ekim 1979 Perşembe öğleye doğru cenazesiyle birlikte Palavur'un atları avluya çekmesi hala gözümün önünde...

    Motur/taraktörlerin çoğalmasıyla birlikte onlar da zaman zaman samancılığa yöneldiler. Fakat bu yukarıda anlattığımız öküz ve at arabalarıyla saman tutup satmanın aynısıydı. İhtiyacı kadar, harçlık edecek kadar saman satmaktan ibaretti. Elbette römorka bir kaç tahta saman yüklemiş oluyorsun, sadece işin boyutu biraz değişmiş oldu.

    Samancılıktaki asıl boyut değişikliği tam da bu sıralarda ortaya çıkan kamyonlarla başladı. Bu artık kendi samanını değerlendirmek gibi küçük bir şey değil, basbayağı saman ticaretiydi.

    Yeni samancılar köylüden samanı daha harmanyerindeyken alıyor, büyük çuvallara çiğneyerek depiyor, sonra kamyona yüksekçe istifleyip Anıtkaya dışına satıyordu. Yeni durumda köylü samanını yine değerlendiriyor, ancak bunu kendi satma zahmetine katlanmadan yapıyordu. Kışın da samanlıktaki samanını yine aynı samancılar aracılığyla satabiliyordu. 

    Samancılar açısından düşünürsek, iyi para kazanıyorlardı. Özellikle harman vakti durup dinlenmeden sürekli saman sarıyor, satışa gidiyorlardı. Kış döneminde ise yine işleri hafifleyerek devam ediyordu, çünkü hayvancılık var oldukça samana ihtiyaç bitmeyecek... Kısa sürede fırsatını bulanlar kamyon temin edip samancılığa başladı. Akıl almaz bir şekilde Anıtkaya'da böyle bir sektör oluşuverdi.

    Sektör oluşuyorsa iş sahası da açıldı demektir. Yevmiye usulü iyi para veriyorlardı, milletin cebi para gördü. Bunları yazan da dahil, bir dönemde saman tozu yutmayan Anıtkayalı çok azdır.

    İşin bir yönü böyle... Bir başka açıdan bakıldığında samancılığın Anıtkaya gençlerinin önünü kestiği, onların bir meslek/zenaat sahibi olmasını engellediği, hazır parayı görenlerin başka bir alana ilgi göstermediği gibi görüş bildirenler var.

    Çok yaygın başka bir kanaate göre ise bu yeni nesil samancılık hepten haram bir yoldu. Hile ve hırsızlık üzerine kurulmuştu, elemanlarına böyle fahiş ücret ödenmesinin sebebi de buydu, zira patronları adına hırsızlık yapıyorlardı. Pahalı alıp ucuza satarak muazzam 'kar' elde edilmesi mümkün olmadığına göre bunun başka açıklaması olamazdı... Bu görüşü taşıyanların haklılığı, değişik zamanlarda gelen itiraflarla anlaşıldı...

    Yolun yanlışlığı apaçıktı, ama sıcak para da tatlı geldi... Artık Anıtkaya samancılığı alıp başını gitmişti. Hızlı bir yükseliş rampasına girilmişti bir kere, durmanın imkanı yoktu... Allah var, Hacıların Şerafettin Azbay ve Gakgidi Halil Oran gibi bir kaç kişinin başlangıçta bu işe yönelmesine rağmen işin vehametini görüp hemen uzaklaştıklarını da belirtmek lazım... Samancılığın yalancı cazibesine kapılmayanlar da vardı yani...

    Anafora kapılanların namı aldı yürüdü... Tabi bu menfi anlamdaydı, ama aldırmadılar. Bu kez Anıtkaya adına onlar sayesinde olumsuz anlamlar yüklenmeye başlandı. Buna da pek kulak asılmadı, ama geleceğin karanlık olduğunu görenler samancılık onları bırakmadan onlar bu işi bıraktı. Diğerleri tam yol devam... Böylece bugüne geldik...

    Günümüzde durum ne, bakalım: Yine bir kaç samancı var, işleri nasıl bilmiyorum. Duyduğuma göre gittikleri yerlerde Anıtkayalı olduklarını saklıyorlarmış. Ne kötü bir durum...

    Buñar'da bir sürü saman yığını var, görmemiş olamazsınız. Onların çoğunun geçen yıldan kaldığını söylersem, saman ve samancılığın bugünkü durumu daha iyi anlaşılır sanırım.



09 Ağustos 2024

Yapışak


    Beylik Bahçesini ekerken (1971-72 gibi olması olması lazım) Dedemin ihtiyar bir köpeği vardı. Kendini zor taşımasına rağmen her sabah seninle Gatçayır'a iner, akşam da dönerdi. Oralarda dolaşa dolaşa, yapışan bıtıraklar kuyruğunu keçeye çevirmiş, o ihtiyar halinde taşıyamadığı bu kuyruğu ardında sürümeye başlamıştı. Bir kaç yıl sonra öldü gitti...

    Biz biraz dikleşip kendimiz Söğüt altında gezip oyunlar çıkarmaya başlayınca o bıtıraklarla tanıştık. Ben bıtırak diyorum, ama siz anlayın neden bahsettiğimi. Çünkü bıtırak başka bir şeydir ve çok canlar yakar, o ayrı...

    Bunar'ın beslediği Eğret Çayı'nın çevresi çok yeşillikti. Bu koca yapraklı ot da oraları çok seviyor, Bunar'dan başlayıp ta Atmezeri'nin ilerisine kadar her yerde boy gösteriyor. Yerini bulduğu zaman o kadar uzar ki, senin boyunu geçer; anla ne kadar yüksek olduğunu. Yaprakları ise tohum vermeden önce alabildiğine geniştir. Biz bazen yağmur yağarken koparır şemsiye gibi kullanırdık.

    Şimdi köyiçinde de çıkmaya başlamışlar, fakat çok cılızlar, eski cüsselerinden ve canlılıklarından eser yok. Eskiden Keliban'ın evden Üyük'e varana kadar yol boyu size eşlik ederlerdi, lakin içlerine giremezdiniz koru gibi olurdu... Zaten kim onların içine girmek istesin ki, bizden başka...

    Biz de cephane temini için girerdik. Tohumları çiçek açmadan önce kestane kozası gibi dikenlidir. Yeşilin güzel bir tonuna sahip olan bu dikenli tohumların çok besilileri ceviz büyüklüğünde olabilir. Dikenleri, diken değildir; batmaz. Batmaz, ama her bir dikenin ucu kanca gibi kıvrımlıdır; değdiği yere yapışıp tutunur. Zavallı köpeğin kuyruğunu böyle böyle istila etmişlerdi.

    Cam gibi yalabık nesneler dışında yapışamayacakları bir şey yok desek, mübalağa etmeyiz. Misal, avuç içine yapışmaz; ama parmaklarının ucuna gayet rahat tutunabilir. Biz toplarken parmak uçlarımıza yapışırdı, parmağı ondan kurtarmanın yolu da basitti; diğerinin kancalarına tutturmak. Eline yapışsa da, kardeşine daha iyi yapışır. Onlar sarmaş dolaş olurken sen de kurtulmuş olursun.

    Mesela bir şapka büyüklüğünde bıtırak yumağı toplarsan, yeteri kadar cephanen var demektir. Artık savaşa hazırsın. Parmaklarına yapışsa da daha büyük bir güce boyun eğdiğini birbirine tutturma örneğinde görmüştük. Bu kez parmakların arasından fırlatma kuvvetine boyun eğer ve senin nişan aldığın hedefe varıp yapışır. Bu senin arkadaşının, yani düşmanının bedenidir. Şimdi paintball mı ne diyorlar, ona benzer bir oyundu işte...

    Demek biz oyun oynarken farkında olmadan, o tohumların yayılmasına hizmet ediyorduk. Zavallı köpek ve diğer hayvanlar da öyle. Batmayıp yapışan dikenler sayesinde resmen yürüyorlar...

    Buraya kadar hangi ottan bahsettiğimi elbette anladınız. Lakin otun özelliklerini söylüyoruz, adını yazamıyoruz. Sorduklarımdan da bir cevap alamadım, en fazla 'Ha, biliyorum, şu dikenleri yapışanı diyorsun..' gibi şeyler söylüyorlar. Anıtkaya'da yerleşik ve yaygın bir adı yok...

    Başka yerlerde 'dulavrat otu, uluavrat otu, pıtırak' denildiğini güncel Türkçe sözlükten öğrenebilirsiniz. Bu kullanımlardan biri Anıtkaya için geçerli olabilir mi diye düşündüm. Pıtrak olamayacağını açıklamıştık, çünkü o başka bir otun adı. Uluavrat ve dulavrat da olamaz bence... Çünkü Eğret/Anıtkaya'da avrat kelimesi bir kaç sövgü sözünün dışında kullanılmaz. Gadın denilir, kabalaşılacaksa garı denilir, seyrek de olsa hatun kelimesi kullanılır; ama avrat kullanılmaz. Dolayısıyla dulavrat olsun, uluavrat olsun bu bitkiye Anıtkaya'da ad olamaz...

    İyi de isimsiz ot olur mu, hele Eğret gibi köklü bir köyde... Son çare olarak Türkçe'nin bin yıl önceki en eski sözlüğüne, Divan ü Lugat'i-t Türk'e başvurdum. Bak orada ne varmış;

    "yapuşġak: Fındık büyüklüğünde dikenli, üzeri tüylü bir ot (Atların vb. hayvanların kuyruklarına yapışır. Her işe burnunu sokan adama da böyle denir.)"

    Şimdi biz bu kelimeyi 'yapışak' olarak telaffuz ediyoruz. Baştan beri bitkinin en çok yapışma özelliğinden söz ediyoruz. İşte aradığımız kelime budur, otun Eğret'teki adı da yapışaktır.

    Yapışak kelimesinin parantez içinde belirtilen ikinci (her işe burnunu sokan kimse) anlamı da çok mühim, çünkü bu yol 'yavşak'a çıkıyor. O da ayrıca bir yazı konusu olabilir.

    Eğret ağzının kökleri çok derinlerde derken işte bunu kastediyoruz. Baksana bu sefer de bir ucu Kaşgarlı Mahmut'a uzandı.




07 Ağustos 2024

Doğveli Ve Köse Kardeşler


    Neticeleriyle Cihan Harbi Türk milleti üzerinde derin acılar bırakmış. Bunlardan Eğret'in masun kalması mümkün değildi tabi... Bir çoğunu daha önce ayrıntılı anlattığımız trajedilerden birini Veyisoğlu Veli torunları yaşamış. Kahramanlarımız kısaca Doğveller dediğimiz aileden hayatta kalan iki kardeş, Doğveli Halil İbrahim Varlı ile Köse Ali Osman Varlı'dır... 

    Böbüdede'nin abisi olan Veyisoğlu Veli'nin Mehmet adında tek oğlu vardır.  Ondan da Veli (1889), Halil İbrahim (1895), Şükrü (1901) ve Ali Osman (1904) adlarında dört torunu... Evin en büyük oğlu Veli'ye kulak yapısından dolayı Doğveli (Doğu Veli) diyorlar.  Diğer üç küçük kardeş için henüz bir lakaplama söz konusu değil.

    Doğveli, Gocamat (Ahmet Tektaş)ın ablası Ayşe/Eşe ile evlendi. Yaşı gereği askerliği 1910 öncesinde başladığında çocukları yoktu. Temel askerliğinin bitmesine yakın ülke çoktan hiç bitmeyecekmiş gibi görünen savaşlar dönemine girmişti. 1913 Yılında Emine adını verdikleri bir kızı doğduğunda ise Doğveli'nin rediflik dönemi başladı...

    Halil İbrahim de askere gitmeden evlendi. Hanımının kim olduğu bilinmiyor. Hikayesini öğrenince neden kimliği bilinmediği daha iyi kavranır. Halil İbrahim'in askerliği ile dünya savaşının başlaması aynı yıllara denk gelir. 

    Önce Doğveli'nin şehit olduğu haberi geldi. Belki kızı Emine'yi dünya gözüyle hiç göremedi, bilmiyoruz. Bu arada evin üçüncü oğlu Ahmet Şükrü de vefat ediyor... Şehadetler ve ölümler o sıralarda çok yaygın, herkesin başında olduğu için normal karşılanıyor. Elde kalanlarla hayata devam ediyor millet... Doğveli'nin karısını Hacıların Kelali/Dindin (Ali Azbay)a veriyorlar. Kelali ile şehit Doğveli hala dayı çocuğu oluyorlar. Bu bakımdan Eşe Hanımın yanında kızı Emine tay gitmiş olabilir. Bu kızcağızın akıbeti hakkında bilgi bulunmuyor, resmi kayıtlara göre 1933'te yirmi yaşındayken vefat etmiş.

    Oğulları Doğveli ile Şükrü'nün kaybından sonra Veyisoğlu Mehmet ve ailesi bağrına taş basıyorlar. Ne de olsa geride iki oğlu daha var; biri askerde Halil İbrahim ve en küçükleri Ali Osman... Lakin harp bitiyor, mütareke oluyor; cephede kalan kalıyor, evine dönen dönüyor. Dönenlerin içinde Halil İbrahim yok, demek ki şehit oldu...

    Büyük harp esnasında üç oğlunu kaybeden Veyisoğlu, en küçük oğluyla kalakaldı. Koca ev dağılmıştı. Bu arada Halil İbrahim'den dul kalan gelinini, küçük oğlu Ali Osman ile everdi. O vakitler öyle bir adet var işte... Harp sonunda çok fazla kadın dul kaldı, bunların karnını doyurup hayatta kalabilmek için birinin nikahına girmesi gerekiyordu. Madem öyle, hiç olmazsa şehidin kardeşiyle evlensin diye düşünüyorlardı. Şu ortamda yargılamamız doğru olmaz, o günün şartlarına göre değerlendirmek lazım...

    Fakat düzen böyle kurulmuşken, aylar sonra Halil İbrahim çıkıp geliyor. Kafkas cephesinde çarpışırken esir düşmüş, harp bittiği halde kurtulup memleketine dönmesi meşakkatli olmuş. Çünkü o sırada Osmanlı da yıkılmış gibi bir şeydi... Esarette çektikleri bir şey değil, Eğret'e döndüğünde yıkılmış asıl... Ailesi de öyle, iki arada bir derede kalmışlar; öldü sandıkları oğullarına kavuştuklarına mı sevinsinler, karısını küçük kardeşine nikahladıklarına mı yansınlar... Ya karısı ile kardeşi Ali Osman, onlar da tarifsiz bir ruh haline bürünmüş olmalıdırlar...

    Her şey ve herkes bu haldeyken, Halil İbrahim'e hayat zindan olmuş köyde duramamış. Ordu dağıtılmış olmasına rağmen bir yolunu bulup redif askerliğini tamamlamak üzere eski birliğine teslim olmuş. Bu olay tam olarak ne zaman gerçekleşti bilinmiyor. Maraş'ta uzun yıllar Çerçimehmet ile vazife yapıyorlar. Tekrar Eğret'e gelmesi İstiklal Harbinden hemen sonra diye tahmin ediliyor.

    Yunan işgal etmiş, sonra kurtarılmış; Eğret'te bundan başka bir değişiklik yok. Halil İbrahim'e hayat yine zandan, dayanılacak gibi değil. Eski karısı, şimdi Ali Osman'ın hanımı olan kadın da dayanamamış zaten. Kısa bir süre sonra kahrından vefat ettiğini söylüyorlar. Bu talihsiz kadından günümüze bir iz kalmamış. Bu yüzden adı nedir, kimlerdendir bilinmiyor...

    Aradan bir masum kadın çıkınca işler biraz normale dönmeye başlıyor. Halil İbrahim'i Çolömerin kızı Şerife; Ali Osman'ı da Daldallardan Gülsüm ile everiyorlar... 

    Gerek savaş ve esarette yaşadıkları, gerekse Eğret'te gıyabında olanlar, ne kadar normalleşirse normalleşsin Halil İbrahim'de derin izler bırakmış. Bundan sonra görme bozukluğu, işitme zayıflığı, dalgınlık, zihin dağınıklığı gibi değişik şeyler arkadaşı olmuş... Tabi küçük kardeşi Ali Osman'ın duygularına hiç girmiyoruz... 

    Babaları Veyisoğlu Mehmet 1930 yılında vefat ediyor. O vakte kadar birlikler, hatta ondan sonra da uzun süre birlikte yaşıyorlar. Anlatacağım olay babalarının ölümünden önce mi, yoksa sonra mı yaşandığı bilinmiyor; ama psikolojilerini yansıtması bakımından manidardır. Bunlar iki kardeş çifte mi ekine mi ne gidecekler. Birbirlerinden habersiz çıkıyorlar evden, aralarındaki iletişim ne kadar zayıf, dikkat et... Tarla Kötayolu'nda... Pulluk, saban, boyunduruk, şu bu, her ne lazımsa tarlada. Çünkü dünden kalan tarlayı sürecekler... Her şey tamam derken, oraya varınca anlıyorlar öküzleri getirmediklerini...

    Abisinin şehit olmasından sonra ve kendisi askerden dönünce Halil İbrahim'e Doğveli diyorlar. Oysa adı Veli bile değildir. Bu lakap ile o kadar bütünleşmiş ki, bugün Doğveli diye bilinen kendisidir ve ailesine de Doğveller deniliyor. Doğveli Halil İbrahim Varlı 1964 yılında vefat etti.

    Ali Osman ise Köse diye lakaplandı, torunları hala Köseler olarak bilinirler. Onun travmasının izleri de silinmemiş. Kadife görünümünün altında çok sert bir karaktere sahip olduğunu söylüyorlar. Veyislerin bağı beklerken, içinde yakaladığı Dolak Mehmet Kırım'ı bacaklarından azada asarak nasıl acımasızca dövdüğünü Dolak kendisi anlatmış. Kösedede Ali Osman Varlı da 1989 yılında vefat etti. 

    Cihan harbiyle ilgili anlatılanlar şimdi bize masal gibi geliyor. Oysa dedelerimizin ninelerimizin hayatında öyle bir acı tortu bırakmış ki... Neyse, hepsi tarih olup gittiler. Allah cümlesine rahmet etsin ve Allah onların yaşadıklarını bizlere yaşatmasın...



Kısacuk Mahmud

 
    17. Yüzyılda kaleme alınmış bir tıp kitabını incelemişler. Daha doğrusu orada yer verilmiş bitki adlarını listelemişler. Tabibnâme* adındaki elyazma kitabın orijinalinde bulunan bitkilerin Arapça, Farsça ve Latince karşılıklarını da vermişler. Bitkilerin o günkü adlarını öğrenmek açısından ilginç bir çalışma olmuş. Benim dikkatimi çeken tarafı, yer verilen isimlerin bazıları Anıtkaya'daki ot isimleriyle benzerlik göstermesiydi. Genel olarak başka bir isimle bilinen bir otun adı, 17. yüzyılda  şimdi Anıtkaya'da bilinen haliyle anılıyormuş. 

    Not aldıklarımı yazacağım. Ondan önce tıp kitabında otların ne işi varmış diyebilecekler için belirtelim, eskiden ilaç endüstrisi yoktu. Her hastalığın ilacı, doğadan toplanan otlardan yapılırdı. Bu işle uğraşan şifacılara, otlar ile hemhal olduğu için 'otacı' denilirdi. İlaç bilimi farmakolojinin aslı bu oluyor. Dolayısıyla bir tıp kitabında otlardan söz edilmesi çok normal... Şimdi düzensiz olarak aldığım notlara geçebiliriz.

    koca yemişi: Anıtkaya'da hocalâyemişi diye bilinen, olgunlaştığında küçük kırmızı taneleri yenebilen, alıca benzer yapraklı bodur bir ağacın meyvesidir. Türkçe'de ve Eğret'te kocanın nasıl hocaya dönüşüm sürecine dair en güzel örnek Hacıkocaoğlu/Ayanoğlular olduğundan daha önce bahsetmiştik. Bir örnek de burada karşımıza çıkmış oldu.

    semizlik kökü: Bizim köyde semiz otuna semizlik derlerdi de, ben temizlikle karıştırıyorlar diye düşünürdüm. Meğer orijinal adı öyleymiş. Tabi burada semizlik kökünün nasıl bir şey olduğu düşünülebilir. Bence toprağın altında kalan kısmı değil de, çabuk kalınlaşan köken/dalları kastediliyor.

    teke sakalı otu: Uzun ve seyrek saçaklı yaprakları yeşilken yenen bir ot olarak dedesakalı aklıma geldi. 

    tomalan: Bu kelimenin başka dillerdeki karşılığı verilmemiş. Domalan mantarı, yer altında yetişen, patatese benzer bir yumrudur. Bizim köyde böyle isimlendirilmesi, ara bozacak kadar ciddi durumlara yol açmış.

    yaban sarımsağı: Kartlaşınca soğan erkeğine benzer mor tohumlarından tanınan bu ota köpeksamırsağı diyoruz. Genelde anlarda hayatiyetini devam ettirip bahar sonunda kurur.

    acı marul: Acıgünek, pambırpap ve acımarılın hepsine birden resmiyette hindiba türü diyorlar. Tabibname kitabında da Farsça karşılığı hindiba-yı bûstaânî/bahçe hindibası olarak verilmiş. Yeşil ve tazeyken tuza banıp yenilen acımarıl kartlaşıp erkeklenince dikenlenir. 17. Yüzyılda da acı marul diye adlandırılması ilginçtir. Belki şifa acılığındadır.

    ahlat armudu: Esasında yaban armudu diye bilinen ahlatın bir türü var; ahlattan büyük, armuttan küçük. İşte ona armutalat diyorlar, bildiğim kadarıyla Anıtkaya arazsisinde üç adet armıtalat vardı. 

    ayvadene: Civan perçemi türlerine, beyaz olsun sarı olsun, bizde ayvadene/ayvadenesi deniliyor. Aynı isimlendirmeyle dört asır öncesinde karşılaşmak heyecan verici.

    dilki daşşağı kökü: Arapdaşşağı diye bilinen, genellikle yolma içinde ve göbülelerde çıkan bir ottur. 

    it taşağı otu: Yukarıdaki kök gibi bu otta da, meyvesinden dolayı arapdaşşağı akla geliyor. Yalnız birinde kök, diğerinde ot denildiğine göre farklı bitkilerden de bahsediliyor olabilir. 

    döngel: Muşmulaya Anıtkaya'da döngel deniliyor; hatta aynı şekilde isimlendirilen başka yerler de var. Önemli olan tarihte de Eğret'teki gibi adlandırılmış olması. Döngel denilmesine sebep, sertlerini küçükken fırıldak gibi döndürmemiz diye düşünürdüm.

    ebegümeci: Gömeç kelimesinin çörek demek olduğunu, ebegümeci tohumu da hamırsıza benzediği için bu isimlendirmenin ne kadar mantıklı olduğunu bir münasebetle anlatmıştık. Çocukken biz ebegümecine hamırsız otu derdik. Her yerde böyle adlandırılmasına rağmen ayrıca not etmemin sebebi budur.

    eşek turpu: Zannedersem hardala eşşekturpu denilen başka bir yer yok.

göğem eriği: Biz eriğini kaldırmışız yalnız göğem diyoruz. Göğemderesi'ne boşuna bu adı vermemişler, hala bir iki an yerde göğem bulunuyor. Bir de Bağlarınardı'nda vardı galiba...

    güneyik otu: Bu da bildiğimiz acıgünek. Hala özellikle acı köklerinin şifa olduğuna inanılır. Öyle bir acılık ki, tuzlayıp yedikçe daha yok mu dedirtir. Bir hindiba türü olduğunu söylemiştik.

    itburnu dikeni: Tansu Çiller'den beri kuşburnu diye adlandırılan bu çalısı dikenli, içi tüylü meyveye eskiden ipburnu denirdi. Çocuk aklımla aslının itburnu olduğuna kanaat getirmiş ve kelimeyi böyle izah etmiştim, çünkü sivri meyvenin ucundaki siyah benek köpek burnunu andırıyordu. Yanılmamışım...

    kısacuk mahmud: Arapça Farsçası verilmeyen ancak Yunanca'da 'kemadriyus' denildiği belirtilen bu kelimenin adı bodurmahmut. Aslında Anıtkaya'da çok bilinmeyen bu ota her yerde bodurmahmut deniliyor. Sindirim rahatsızlıkları ve özellikle basur ilacı diye biliniyor. Anıtkaya'da öteden beri bilinen sarı çiçekli basurotu daha çok kullanıldığından bodurmahmut biraz geri planda kalmış. İblak'ın yüksek kesimlerinde bolca bulunabiliyor. Buraya almamın ve başlığa çekmemin sebebi isimdeki güzellikten başka bir şey değil.

    Biliyorum biraz bıktırıcı olmaya başladı, ama bir kez daha söyleyeceğim. Türkçe'nin Eğret Ağzı çok derinlerde; bunu ispatlayan her bulgu heyecanlandırıyor, paylaşma gereği duyuyorum...

    *Ahsen Ayan-Hacı Ömer Karpuz, Eski Bir Tıp El Yazması “Tabibnâme”de Bitki Adları, Belleten Haziran 2020



05 Ağustos 2024

Deve


    Semud, Arap yarımadasında yaşamış Ad'dan sonraki en bilinen kavimlerden biri. Hüküm sürdüğü dönem olarak da Ad'dan sonrası gösteriliyor. Hz. Nuh'un oğullarından Sam'a isnat edilerek Semud diye adlandırıldığı söyleniyor. Hz. Salih, peygamber olarak gönderiliyor, diğer tüm peygamberlerde olduğu gibi ona inanan çok az. Toplum inkarcılığını artırarak sürdürüyor; putperest oluyor, azgınlaşıyor. Salih (as)dan dediklerinin doğruluğunu ispat etmesi için mucize istiyorlar, istedikleri mucize (deve) istedikleri gibi gelince yine uslanmayıp onu öldürüyorlar. Bunun üzerine Hz Salih onları gelmekte olan azap ile uyarıyor. Uyarıya da aldırmadan Salih ve ailesini öldürme planlarına girişiyorlar. Allah'ın bildirmesiyle onların planlarından haberdar olan Salih (as), yakınları ve müminleri de alarak oradan hicret ediyor. Sonrasında Semud kavmi helak ediliyor.

    Başta Kur'an-ı Kerim ve Hadisler olmak üzere bazı İsrailiyat ve Hıristiyan kaynaklarında ayrıntısına girilerek anlatılan bu olayla ilgili önemli noktaları nazara vermek istiyorum. Daha sonra bu hususları bugüne bakan yönleriyle tekrar incelemeye çalışacağız.

    Semud, Ad kavminin devamı olduğunu, aynı bölgede daha önce yaşayan bu kavmin başına gelenleri ince ayrıntısına kadar biliyordu. Hud (as)ın hak Peygamber, tebliğ ettiğinin de hak din İslam olduğunun da farkındaydılar. Dolayısıyla Ad kavminin helak oluş sürecini çok iyi biliyorlardı. Fakat yanlış yorumlama yahut şeytanın saptırmasıyla Ad kavminin helakini doğru yorumlayamadılar. Binalarını doğru yapmadıkları için helaktan kurtulamadıklarını düşündüler. Oysa şimdi kendileri zemini sağlam yerlere, sağlam binalar oturtmak suretiyle bu işin üstesinden geliyorlardı...

    Liderleri Cünda'dan, başka hiç bir toplumda olmayan güzel ve büyük bir put yapmasını istediler. O da bir kayayı yontarak şekil verdi. Ortaya ayakları, kafası, kuyruğu, kulakları vs. her bir organı ayrı bir hayvanınkine benzeyen tuhaf bir heykel çıktı. Ona çılgınca tapındılar. Yeterli görmeyip yeni putlar edindiler, bunları saklamak için kocaman puthane inşa ettiler.

    Bütün bunlar olurken Hz. Salih Semud'un içinde. Dürüst, güvenilir, ticaretle uğraşan, kırk yaşında, işinde gücünde birisi. Halk tarafından çok seviliyor. Hükümdarlık potansiyeli var. Hatta tam da kavmin başına yönetici olarak getirme planları yapılırken peygamberlik görevini alıyor.

    Salih Peygamber, ilk vazifesini Cünda'ya karşı veriyor. Akıllı bir lider olan Cünda, Hz. Salih'in anlattıklarını hemen kabul etmedi, halka danışmak istediğini söyledi. Böylece bütün Semud kavmine topluca bir tebliğ imkanı doğdu. Fakat duydukları karşısında halkın çok sevdikleri Salih'e karşı tavrı birden değişiverdi. Ondan yüz çevirdiler, çok az kişi iman edip müslüman oldu... 

    Vazifesine devam etti Salih (as)... Her fırsatta tevhidi, bir Allah'ı anlattı. Çeşitli bahaneler ileri sürerek daveti reddetiler. Bizim gibi bir insan olan Salih'e mi uyacağız dediler, atalarımızın dini dediler, büyülenmiş dediler, yalancı ve şımarık dediler; bir sürü isnatla geldiler...

    İslam'ı tebliğ etmekle sadece vazifesini yaptığını, karşılığında kendilerinden bir şey beklemediğini defalarca belirtmesine rağmen, asıl niyetinin toplumun başına geçmek olduğuna dair iftirada bulundular.

    Her şeye rağmen tebliğinden vazgeçmediğini görünce Salih'e (as) karşı taktik değiştirdiler. Onunla uğraşmak yerine az sayıdaki mümini kendilerine hedef seçtiler. Onları dinlerinden saptıracak, hiç olmazsa Salih'e (as) karşı kışkırtıp aralarını bozacaklardı. Bütün gayretlerine rağmen bunda da başarılı olamadılar.

    Salih (as) efendi efendi anlatırken, onlar kendisini sürekli bozgunculuk çıkarmakla suçladılar; toplumun huzurunu bozuyor, kafaları bulandırıyor, insanlar arasına fitne sokuyordu.

    Bir gün Cünda'nın önderliğinde herkesçe bilinen koca bir kayanın yanında toplandılar. Hz. Salih'ten inandığı Allah'ın bu kayadan bir deve çıkarmasını istediler. Eğer bu inanılmaz olay gerçekleşirse inkarı bırakıp anlattığı her şeye inanacaklardı. Yalnız bazı şartları vardı; deve doğurmak üzere fakat karnı aç; yavrusu da kendisi gibi kızıl tüylü; sütü yazın soğuk kışın ılık, içenin her hastalığına şifa olacak, hatta fakir içtiğinde zenginleşecek...

    Hz. Salih namaz kılıp dua etti. Kaya kımıldayıp genişlemeye başladı, derinden derine sancılı deve sesleri geliyordu. Birden yarılan kayanın içinden kızıl tüylü bir deve çıktı, ardında aynı renkte yavrusu vardı... 

    Deve mucizesi karşısında Cünda yanındaki yüz kişiyle birlikte müslüman oldu. Daha fazla kişi iman edecekti; ama inkarcılar kışkırtıcı ve tahrik edici sözlerle buna mani oldular. Cünda evindeki putları kırdı. Semud kavmi onun yerine kardeşini hükümdar yaparak başlarına geçirdiler...

    Söz verdikleri gibi iman etmediler, azgınlıklarına devam ettiler; ama deve mucizesinden sonra Salih (as) Semud kavmine bazı yeni düzenlemeler getirdi. Bunlar mucize deve ile Semud ilişkisini düzenleyen kurallardı. Buna göre belirli bir günde Salih'in devesi, sair günlerde diğer develer ve halk su içecekti. Devenin gününde su kaynaklarına müdahale edilmeyecek ve ayrıca deve gezip yayılması hususunda özgür bırakılacaktı. Bu şartlara uyulursa devenin sütünden yararlanma hakları bulunacaktı... Aksi takdirde başlarına gelecek çok büyük bir felaketle uyardı...

    Buna uygun olarak Salih'in (as) mucize devesi kırlarda özgürce yayılır, yavrusuyla birlikte istediği yere giderdi. Hem yayılıp hem de Allah'ı tesbih eden deveye Semud'dan kimse dokunmadı. Kavmin diğer hayvanları da rahatsız etmedi çünkü çok heybetli ve korkunç bir görüntüsü vardı, gördüklerinde hemen kaçarlardı... Nöbetleşe suyu kullanma kuralına da riayet ediliyordu. Ayrıca istedikleri zaman kaplarını sütle doldurur giderlerdi ve bu sütten şifa bulurlardı. İki taraf da halinden memnundu... Nasıl memnun olmasınlar ki, evet diğer bütün hayvanların içtiği kadar süt içiyordu; ama onların toplamından daha fazla süt veriyordu...

    Sıradan halkın durumu böyleyken, Semud'un azgın ileri gelenleri aslında gidişattan hiç de memnun değillerdi. Mucize deve karşısında aciz kalmışlar, halkın ona rağbetine engel olamamışlardı. Kıskançlıktan çatlayacak duruma geldiler. Gözleri dönüyor, deveyi katletmek istiyorlardı; ama ne kadar inkar etseler de Salih'in (as) sözünü ettiği felaketten korkuyorlardı...

    Bu endişelerden uzak iki kadının azap, felaket, afet vb. hiç bir şey umurunda değildi. Deve sürüleri vardı ve Salih'in (as) devesi onların tekerine çomak sokuyordu. Onun yüzünden otlakları dilediği gibi kullanamıyorlar, istedikleri zaman mallarını sulayamıyorlardı. İşlerinin yürümesinde bu mucize Deve'yi en büyük engel olarak gördüler. Onun öldürülmesi gerektiği hususunda kamuoyu oluşturmaya çalışıp halkı tahrik etmeye başladılar. Suyu nöbetleşe kullanmanın adaletsiz bir uygulama olduğunu yayıyorlardı...

    İki kadından yaşlı olanın adı Uneyze binti Ganem idi. Yaşlıydı, ama güzel kızları vardı. Diğeri Müheyya adlı kadın ise gayet zengin ve güzel bir kadındı. Sürüleri onun yüzünden zarar gördüğü gerekçesiyle devenin hemen öldürülmesini istiyorlardı.

    Müheyya, amcaoğlusu Mısta'yı çağırıp devenin öldürülmesi karşılığında malı mülkü ve her şeyiyle onun olabileceğini teklif etti. Güzel ve zengin bir kadından gelen bu teklife Mısta hayır diyemedi. Onun gibi putperest olan Kıtar adlı birini kendisine bu işte yardımcı olarak seçti, ona da Uneyze'nin kızları vaad edildi. Bu iki elebaşı yanlarına bir kaç kişi daha buldular, sayıları dokuza çıktı...

    Dokuz suikastçı planlarını yapıp pusuya yattılar. Hiç bir şeyden habersiz deve ve yavrusu görününce, Mısta okunu atıp deveyi bacağından vurdu. Yıkılan devenin üzerine  dokuzu birden çullandılar. Kalkamasın diye önce ayaklarını kestiler, sonra öldürdüler. Yavru deve korkup dağa kaçtı, bir rivayete göre onu da kesip yediler...

    Olanları duyan Salih (as) çok üzüldü, ölü devenin başında saatlerce göz yaşı döktü. Sonra kavminin hidayeti için Allah'a yalvardı... Bunca acının arasında onu izleyen kavmi çirkefleşti ve 'Gerçekten peygambersen tehdit edip durduğun azabı getir de görelim' diye edepsizce haddi aştı...

    Salih (as) her zamanki sükunetiyle 'Ben size Allah'ın emrettiği öğütleri verdim, ama siz doğru söyleyeni ve öğüt vereni sevmiyorsunuz' dedi. Buna karşılık Semud kavmi 'Senin ve arkadaşların yüzünden uğursuzluğa uğradık' diyerek hem suçlu hem güçlü pozisyonunu aldılar. Bütün davetlere rağmen azgınlıklarını sürdürdüler, iman etmeye niyetleri yoktu. Sonuçta ilahi azaba müstahak hale gelmişlerdi...

    Son edepsizlikleri karşısında Salih (as) mühletin dolduğunu bildirip azabı haber verdi. 'Üç gün daha yaşayın, sonra helak olacaksınız' dedi. Buna göre ilk gün yüzleri sararacak, ikinci gün kırmızıya dönüşecek ve üçüncü gün kapkara kesilecek ve ardından helak olacaklardı.

    Hemen o anda ilginç olaylar yaşanmaya başlanmıştı. Öldürdükleri mucize devenin bastığı yerlerden kan fışkırdı. Yemyeşil yapraklar sarıya döndü. Kuyunun suyu kan kırmızı kesildi...

    Rivayete göre deveyi çarşamba günü öldürdüler. Salih'in (as) azabı haber vermesi ve ilginç olayların yaşanması üzerine Semud'da panik ve korku başladı. Ne kadar inanmadıklarını söyleseler de içlerinde Hz. Salih'in dediklerinin gerçekleşebileceğine dair endişe belirdi. Dokuz kişilik katil heyet onu hemen öldürmeyi kararlaştırdılar. 'Salih doğru söylüyorsa elimizi çabuk tutmalıyız, yok yalan söylüyorsa onu da devesinin yanına gönderelim' diyorlardı. Çoluk çocuk hepsini öldürecekler, kim yaptı denildiğinde orada olmadıklarını söyleyeceklerdi...

    Planı yapıp tuzağı kurdular. Allah Salih'e (as) bu olanları bildirdi. O da ailesiyle şehri terk edip Mekke'ye hicret etti. Bundan önce müminlere de 'Ey kavmim, burası halkına Allah'ın gazap ettiği bir yerdir. Hemen buradan ayrılıp Allah'a sığınınız.' diye uyardı. Bu öneriye kulak veren müminler de ihrama girip yedeklerine develerini de alarak Mekke'ye yöneldiler... Plan yapan dokuzlu çete, başlarına taş düşerek can verdiler...

    Müminler oradan ayrıldıklarının ertesi günü bekleme günlerinin ilkiydi. Semud kavminin yüzleri sapsarı oldu. İkinci bekleme gününde kızaran yüzler son gün ise karardı. Olaylar Salih'in (as) haber verdiği gibi gelişiyordu. Helak kaçınılmazdı. Korku ve dehşet içinde beklemeye başladılar. Üçüncü bekleme gününden sonra gürültülü korkunç bir ses 'sayha' ve alttan gelen müthiş bir sarsıntıyla helak oldular. 

    Salih (as) ve devesinin başına gelenler ile Semud kavminin helakının bizimle ne alakası var? Evvela Kur'an'da anlatılan her kıssa bizi doğrudan ilgilendiriyor. Sonrasına bakalım...

    2 Eylül 2023



04 Ağustos 2024

Terziler

 
    17. Yüzyıl ortaları 1859 yılında, Eğret köyüne bir tüccar geliyor. Yalvaçlı Osman Ağa diye tarif edilen kumaş tüccarı doğrudan buraya mı geldi, yoksa geçerken konaklamak maksadıyla mı uğradı bilinmiyor; ama geceyi Hacı Musa'nın odada geçirdiği kaydedilmiş. Olaydan haberdar olmamızın sebebi, kadıya intikal eden bir hırsızlık vakasıdır. Üç büyük bohça içindeki 20 astar ve 92 astar bezi gece çalınmış... 

    Hırsızlar bulunuyor, itiraf ediyorlar filan; ama mevzu o değil, o kumaşların Eğret'e getirilmiş olması ve çalmaya değer bulunmasıdır. Üç dört asır öncenin Eğret'inde kumaşın önemli bir meta olduğunu gösterir bu olay...

    Elbette Eğret'te bu işin endüstrisi yoktu. İnsanların temel giyinme ihtiyaçları için gerekliydi kumaş. Takke, çorap, fanila gibi şeyler örgüyle; keçe, kilim, namazlık, geri gibi şeyler dokumayla hallediliyordu. Bununla beraber döşek, yorgan, yastık, şalvar, içdonu, göynek, entari içinse kumaş gerekiyordu. Nitekim 19. yüzyıla kadar hazır kumaştan dikilen bu malzemeler bir değeri haizdi ki, miras paylaşımlarında eski olsun yeni olsun her biri özenle kaydedilmiş.

    Kumaş malzemeden yapılan her giysi ve nesne doğal olarak elle dikiliyordu ve herkes kendisi dikiyordu. Mesela o dönemlerde Eğret'te bir yorgancı olacağını zannetmiyorum. Terzilik mesleğinin geçmişi de o kadar eski olmasa gerek. Kadınlar evin sıkma, göynek, şalvar, entarilerini kendileri dikmiştir. Tabi bunlar tahmin, aksi yönde bir bulgu ortaya çıkmadıkça geçerli bir tahmin. 

    Köyde dikiş makinesinin tarihi de bilinmiyor. Tahminime göre Cumhuriyet'ten önce varsa bile ticari değil kişisel kullanım amaçlıdır. O yıllarda terzi, elbise gibi kavramlara çok alışık değiller, ihtiyaç da yok zaten. Kıyafet devriminde yalnız şapka zorunluluğu biraz giyinmede sıkıntı oluşturmuş. Çünkü şapka/kasket takma mecburiyeti var, bu hazır/ithal ürünlere de ulaşmak çok zor ve pahalı... 

    Giyinmenin diğer alanlarında bir sıkıntı yok... Yok; ama şapka, giyinme kültüründe yavaş yavaş temel değişikliklerin işaretçisi oldu, zorlama olmadan bu kültür yerleşmeye meyyal görünüyordu. İşte tam da bu dönemde, 1930 gibi Eğret'te ilk terzi dükkanı açılmış. Hamzaların Süleyman Kaya'nın dükkanı, Selimlerin yurtta, Dayıların ev civarındaymış. 

    İlk olması açısından önemli olan bu dükkan nasıl çalıştı, iş yaptı mı, ustalık nasıldı, ne dikilirdi bu ayrıntıları bilemiyoruz. Hanımı vefat edince iki oğluyla dul kalan terzi Süleyman Kaya'nın düzen bozulmuş. Yeni hanımı Afyonlu olduğu için oraya taşınmak zorunda kalmış. Afyon'da terziliği sürdürdü mü bilmiyoruz, torununun söylediğine göre manifaturacılığa yönelmiş. Belki de tüccar terzi idi... Eğret'in ilk terzisi 1946 yılında vefat etti...

    Onun boşluğu Eğret nahiyesinde acaba nasıl dolduruldu, bu sorunun cevabı yok. Yalnız 1930'lu yıllarda artık iyiden iyiye yeni giyim kültürü oluştuğu anlaşılıyor. Yine de bu yeni tip elbiseler çok pahalı... 1941 Yılı olması lazım, Macurali Dedem üzerinde öyle bir elbiseyle askerden dönüyor ki, köyde bir benzeri yok. Satıp üstüne biraz katarak evlenmiş, bir kat elbise ne kadar değerli var sen hesap et...

    Köyde o yıllarda terzi olduğuna yönelik bilgi bulamadım. Bir kaç tane elle döndürülen kollu dikiş makinesi evlerde kadınlar tarafından kullanılıyor. Dikebilen çoluk çocuğunun giysilerini dikiyor. Bir de kızların çeyizlerini 'gıyılama' filan yapıyorlar.

    O makinelerden biri, Arif Emmimin evinde Hatice Gocanam tarafından kullanılıyor. Biraz da maharetli olduğu için mahallenin kızları başına üşüşür, çeyizlerini yığarlarmış. O sırada Mevlüt Emmimin yaşı küçük, aralarına karışıp yardım ediyormuş. Bir kaç yılda işi kapmış, geçmiş makinenin başına. Sıkıştığı yerde Gocanam devreye giriyormuş, ama Emmim de o yaşta neredeyse usta olmuş. Küçük kardeşini de (Babam oluyor) kışkırtarak Körhocadedemin huzuruna çıkmışlar. Böyle böyle bize bir makine al, çeyizlikleri dikerek parasını çıkarırız demişler. Dedem razı gelmemiş, allem edip kallem edip onu da yola getirmişler. Çoktan araştırmasını yaptıkları Güdüğizzet'in makineyi 100 demir arpa karşılığında almışlar. 

    Yıl 1950'lerin ilk yarısı... Söküp takıyoruz derken makine aksamını da tanıyıp mühendislik stajlarını da bitirmişler. Bu arada oldukça iş yapmışlar. Evin dibindeki dükkan kesmemiş, Pazaryerine Hüseyinhoca'nın dükkanların birine taşınmışlar. Sonra Mevlüt Emmimin askerliği, evliliği ve İzmir'e göçü var. Orada da hem terzilik, hem makine tamirini sürdürdü. 2013 Yılındaki vefatına kadar Terzi Mevlüt diye bilindi. 

    Babamın köydeki terziliği devam etmiş, işler de iyiymiş. Hafız'ın dükkanın üst katına taşınıyorlar. Gambırmuhtar (o vakitler kamburluk filan yok) bunun kalfası, Sağıroğlunun Salim de çırağıymış. Rahmetli Salim Abi bir keresinde 'Seni ben büyüttüm.' dediydi. Ben hatırlamıyorum, ama o zamanlar dükkandan çıkmazmışım. Neyse, burada işler süper... Sadece Anıtkaya değil, etraf köylerden de bol müşterileri var. Hatta Afyonspor'un forma işini alıp dikiyorlar filan... 

    Asıl voleyi kasketten vurmuşlar. Kanun gereği şapka mecburi, köylü fötr takmayacağına göre galaklı takga (kasket) lazım. Konfeksiyon işi henüz yaygın değil, bu yüzden kaskete talep hiç bitmiyor. Mukavvadan kalıp siperleri filan hatırlıyorum, demek ki son dönemlere rastlıyor bu iş... Babamın düzen de bozulunca dükkanı kapatıp köyden ayrılıyor. Kütahya'da, İzmir'de kısa süreli terzilikleri var, ama eski canlılık bir daha bulunmuyor... 

    İki kardeş, aynı zamanda halalarının kızı olan yengelerinden öğrendikleri dikiş dikme işiyle terzi oluyorlar. Askerde de terzi olarak işliğe ayrılınca ustalaşıyorlar. Onların terzilik macerası böyle...

    Eşzamanlı olarak Anıtkaya'da başka terziler de var, onların en meşhuru Tatıresil'in Lütfi Omak'tır. Gerçi bu ismiyle hiç bilinmez, onu köylü 'Terzitopal' diye tanımlamış. Dükkanı ara sokakta olsa da merkezi bir yerdeydi, Pazaryerinin hemen altındaki Daldalların kuyunun karşısındaydı. Tuna'nın evin altındaki bu dükkan, caminin dengindeki merdivenlerden pazara girip çıkanların gözünün önünde olurdu. Zaten o ara sokak da pazarın bir parçası sayıldığı için cumartesi günleri insan kum gibi kaynardı. Sair zamanlarda ise Usta'ya köyün öğretmenleri işlik ederdi, zira yanında bir çırak bulundurduğunu hatırlamıyorum. O işini tastamam yapan yalnız bir ustaydı. Diktiği takım elbisenin dökümü ve kalıbı hep beğenilmiştir. Şimdi rahmetli olan biri demişti 'Topalın diktiği ponturu iki azgın köpek çekiştirse, sökemez; gumeş yırtılır gine de sökülmez.'

    Terziseydi'nin dükkan ise Lütfi'ninkiyle sırt sırta vermiş sayılır, Galip Bey caddesine bakar. Evinin hemen altındaki bu dükkanda terzilik yaptığını pek hatırlamıyorum. Aklımın ermediği zamanlardaki çalışması nasıldı bilemem. Oysa makinesi, alet edevatı, kumaşları, ütüsü vb. her şeyi denkti; lakabı bile Terziseydi idi. Rahmetli vefatından iki sene önce yaptığımız bir görüşmede bunu itiraf etmiş, kendisinin gezmeye daha meraklı olduğunu, Ortadoğu'da neredeyse gitmediği ülke kalmadığını, terziliğe de işte meraktan yöneldiğini söylemişti. Önünde iki ayva ağacıyla hatırda kalan dükkanını kapatalı yıllar olmuştu, ama top top kumaşlar hala rafları süslüyordu. Bilmem ki hala öyle midir...

    Terzi İzzet Koç'un dükkan da Ortaokulun karşısındaki evlerinin önündeydi. Mavi mi desem, yeşil mi desem, ilginç renkteki ilk takım elbisemi O dikmişti. Galiba 1979, teravihten sonra gidip ölçümüzü verdik. Şu gün provaya gidecektik, böylece ilk defa duyduğumuz bu kelimenin ne demek olduğunu o gün öğrendik. Sonra bir prova, bir daha... Arefe akşamı aldık yelekli elbiseyi, ama nasıl heyecanlıyım. Ağustos gününe denk gelen bayram yemeğinden sonra ceketi çıkardık, öğleye doğru da yeleği attık. Zaten cuma namazı (bayram cumaya denk gelmişti) için abdest alırken fark ettim, ayağımdaki pantolonun rengi değişmişti. Yok, kumaşın kalitesizliğinden değil... Dayanamayıp toz toprak içinde oyuna daldığım, bayram yemeğinde damlattığım yağların da o tozu toplaması sebebiyle düzensiz benekler oluşmasından renk değişmişti... Terziizzet ondan sonra terziliği bırakıp bakkal dükkanı açtı, sonra muhtarlık filan derken yine makinenin başına oturdu. Onun dükkanından hiç bir zaman şen kahkaha sesleri eksik olmadı...

    Sonraki iki takımı Musa Türkmenoğlu dikti. Onun dükkan yine Galipbey Caddesi üzerinde, fakat daha yukarıdaydı. Terzilik mesleğini dikiş makinesi işe özdeşleştirmişiz, Terzimusa'nın dükkan önünde Takguşların Halil İbrahim Abiyi elinde iğne iplik dikiş dikerken görünce çok şaşırmıştım. Çünkü o şekilde kadınlar dikerdi. Meğer Terzimusa'nın çırağıymış ve her terzide elle dikilmesi gereken işler olurmuş...

    Terzimusa'nın dükkanı gençlerin uğrak yeri olarak anlatıyorlar. Bunu duyduktan sonra hatırladım, gerçekten de sürekli açık duran kapıdan görüldüğü kadarıyla orası hep kalabalıktı. Biraz da gençlerin arzusu istikametinde siparişler alır, gençler de aradığını onda bulurmuş. Mesela bir ara şeker çuvalından pantolon dikme modası başlatmışlar. Böyle uçuk kaçık genç fikirleri... Tabi bunda Terzi'nin kendisi de genç olmasının payı vardır...

    Hep eksantrik fikirler çıkacak değil, bir dönem de gayet vakur görünüşlü bir giyim modeli yaygınlaşmıştı. Aslında bu da bir çeşit takım elbise idi, ama ceketin yerine gömlek monte edilmiş. Elbiselik kumaştan gömlek dikildiğinde, o da bir çeşit ceket sayılabilir, fakat astar, tela şu bu olmayınca yazlık/mevsimlik elbise gibi bir şey oluyor. Hangi terzi başlattı bilmiyorum, galiba bundan en çok diken Terzimusa oldu...

    Gençlerin dükkanı oda gibi kullandığı dönemde özellikle akşamları yemeği yiyen kendini oraya atarmış. Elbette her şey muhabbet için değil, bu arada adamın mesleki işleri de yürüyor; hem muhabbet hem ticaret yani... Bir gün Gocamatların Ramazan Tektaş (Tanınmış diyorlar) biraz geç kalmış. Geldiğinde 'Nerdesin!' filan diye hesap soracak olmuşlar... Sebebini anlatmış: Meğer bunların öküzler dambeşe çıkmış, onları çevirip indirmek zahmetli olduğundan gecikmiş. Mal değil mi bu, laftan sözden anlamazmış. Dambeşten indirdikten sonra dama bağlamak da kendisine düşmüşmüş filan... O ciddi ciddi böyle anlatıyor, ahali de ciddi ciddi dinliyormuş. En sonunda makinenin başındaki Terzimusa dayanamayıp 'Le heç öküz dambeşe mi çıkâ!' diye itiraz edince herkes basmış kahkahayı...

    Meslek can çekişmeye başladığı anlaşılınca Terzimusa işini İhsaniye'ye taşıdı. Yine Terzimusa idi, ama yaptığı şey terzilik değil tuhafiyecilikti. Böylece Terzimusa'nın emekliliği, Muhammet'in de oraya yerleşmesinin yolu açılmış oldu.

    Anıtkaya'nın terzilerini işlerken Anıtkayalı terzileri konunun dışında tutmak doğru olmaz. Bunlar Afyon'u mesken tutmuş bir kaç terziden ibarettir, ama her biri mesleğinde yıldızlaşmış... 

    İlkini 1978 yılının sonbaharında tanıdım. Davut Tür Abi mütebessim çehresiyle, şimdi de hala aynı işhanında bulunan dükkanındaydı. Kendi işinin patronu, hem de bizim köylü, böyle birinin tanıdığı olmak tarifsiz duygu kaynağıydı. Bizimle birlikte dışarı çıktı, evine götürüp karnımızı doyurdu, işimizi gördü. Üç yıl sonra lise için Afyon'a gittik, o binaya her girdiğimizde, Terzidavut'u her gördüğümüzde o günkü duygu gelip bağrıma oturmuştur. Uzun yıllar çalıştığı dükkanında çok çayını içtik, diktiği elbiseyi giydik. Aynı bina içinde yer değiştirse de dükkanını hiç kapatmadı. Şimdilerde bayanlar için hizmet veriyor ve oğlu çalıştırıyor. Terzidavut krizini kırmak için de olsa dükkanda görünüyor...

    Aynı binanın Uzunçarşı'ya bakan camların birinde, farkedilmemesi imkansız kocaman harflerle 'Tüccar Terzi Süleyman Saçan' yazıyordu. Afyon'da çok meşhur olduğunu öğrendiğim bu kişi de Anıtkayalıymış. Sırf kimdir görmek için binaya girdik, karizma bir adam duruyordu, tabi ki bilemedim; ama Uzunçarşı'dan her geçtiğimde arkadaşlarıma o yazıyı işaret edip köylüm olduğunu belirtmenin ayrı bir zevki vardı... Emekli olalı uzun yıllar oldu tabi ki. Geçenlerde o hislerimi kendisine söyledim, O da bir hoş oldu...

    Yine aynı binadaki Terzi İzzet Kök'ün bizim köylü olduğunu soyadından çıkarmıştım. Körüslerin Akömer'in oğluymuş... Aslında Süleyman Saçan'ın çırağı olan İzzet Kök ile tanışıp görüşmek nasip olmadan vefat etti...

    Yılıkların Mehmet Öztürk'ü de o işhanında hatırlıyor gibiyim. Aslında köyde Terzimusa'nın yanında mı, ayrı bir dükkanda mı gördüm; yoksa o gördüğüm Mürsel Öztürk müydü, bak bunlardan pek emin değilim. Yalnız Mehmet Öztürk de hala Terzimehmet diye bilinir.

    En azından Anıtkaya'da bitmiş bir meslek mahalli olarak terzi dükkanını bugünün çocuklarına tarif etmek gerekiyor. Aksi halde baştan beri anlattıklarımız havada kalır. Kırk elli yıl önce bir terzi dükkanına girildiğinde dikkat çeken ilk şey terzinin boynundaki mezro olurdu herhalde. Sürekli ölçü almak zorunda olan usta, mezroyu arayıp dumaktansa boynuna asıyor...

    Bilindiği gibi Anıtkaya'ya elektrik 1973 yılında geldi. Önemli terzi gereçlerinden biri olan ütü o yıllarda kömür ile ısıtılıyordu. Ütü yapılacak işler biriktirilip kömür yakılır, kızdırılan ütü ile hepsi aradan çıkarılırmış. Yoksa her iş için ayrı ayrı kömür yakmak mantıklı ve ekonomik değil. Ütüyü her pozisyonda işe basabilmeye pratik kolaylık sağlayan, galiba sıpa dedikleri özel bir sehpayı da anmak lazım...

    Terzi makasları da çok haşmetli görünür. İki bıçak tutturması perçinle değil kocaman vidayla yapılır. Bu makaslar kırt kırt değil, hart hart keser. Bazen üst üste koydukları dört beş kat kumaşa diş geçirmek o kadar kolay değil. Bir bileyci gelmişti köye, Babam makası verirken 'Ağzını bozarsan ödersin ha!' deyince adam bilemekten vazgeçti. Terzi için önemli malzemelerden birisi makas...

    Tuhaf tuhaf eğri büğrü cetveller, renk renk ip sarılı tokmak/makaralar, iğne batmasının panzehiri boy boy yüzükler, her boyut ve renkte düğme kutuları ve hepsinden önemlisi raflara istiflenmiş renk renk desen desen kumaşlar ve ille de kumaş işaretlemeye beyaz ince sabun ve... ve... ve...

    Pîri İdris Nebi kabul edilen terziliğin Eğret geçmişi bir asır önce gibi görünüyor. Yalnız köyümüzdeki hayatı bir asra yayılamamış. Şimdilerde can çekişiyor gibi görünüyor, tamamen yitip gitmeden söylenmesi gerekenleri derlemiş olalım...