Eğret köyü, kıraç arazi yapısıyla ekin (arpa buğday) yetiştirmeye daha uygun görülmüş ve çok eski zamanlardan beri tahıl ambarı olarak kabul edilmiş. Köylüden alınan vergiler de hep bu ileşberlik mahsulü cinsinden olmuş. Vergi haricinde devlet arpa buğday satın alacağı vakitlerde de Afyon köyleri içinde en fazla mahsül Eğret'ten alınmış.
Arpa buğday Eğret'te fazladan sulama istemeyen, yalnız yağmur ve kar suyuyla yetişen bir ürün olduğu için tercih edilmiş olmalı. Bununla beraber Bunar'dan doğup geçtiği yerleri bereketlendiren küçük Eğret Çay'ı var ki onun çevresi eski zamanlarda çayır imiş. Sonra o çayırları sürerek bahçe yapmışlar. Böylece Bunar, Gademguyu, Çayınardı, Daşlıtarla, Söğüdaltı, Gatçayır, Üyüğaltı, Emirlahçeşmesi, Maldepesi, Atmezeri, Eğripara, Büzüğalininguyu ve benzeri yerlerde ileşberliğin ötesinde bahçecilik yapılmaya başlanmış. Bunu, taban suyunun kendiliğinden yeryüzüne çıktığı Çorbeciguyusu ve Söğütcük gibi mevkiler izlemiş. Ardından gür bir çeşmenin soğuk suyuyla beslenen Omarcık çevresinde de bahçecilik yapılmış...
Eğret'teki eski bahçecilik işlerinin izlerine yer isimlerinde rastlamak mümkün. Bunlardan biri dağdaki bir bölgeye verilen 'Bahçecik' adıdır. Köy merkezinden hayli uzaktaki bu bölgede bir zamanlar sekiz tane kuyu varmış ve sular bunların bileziğinden taşarmış. Böyle bir yerde gerçekten bahçecilik yapılıp yapılmadığı bilinmiyor; ama bu isim verildiğine göre böyle düşünmemizde bir sakınca yok...
Gatçayır'daki 'Beylikbahçesi' de mülkiyeti köy tüzel kişiliğine ait bir yer. Son zamanlara kadar kiraya veriliyordu ve gerçekten orada bahçecilik yapılıyordu. Oranın özelliği de sulak bir yer olmasıdır, yanındaki Gatçayır çeşmesi malum... Bir de elli atmış yıl önce kazmayı vurduğun yerden su çıktığını düşün... Ayrıyaten Gatçayır, 'kaz çayırı'ndan bu hale gelmiş, esasında Beylikbahçesi de çayır yani...
Bahçe yapmaya uygun mevkilerde tamamen bahçecilik yapılmıyor. Ova köyü olmayan Eğret'in bu sınırlı mevkilerindeki bahçecilik de küçük çaplı oluyor. Herkes kendine yetiklik bir şeyler ekiyor işte. Bazen bahçenin bir köşesi birkaç kök sebze için ayrılıyor; bahçecilik dediğimiz budur... Birkaç dönümlük bahçenin tamamına bir şey ekilebilir ama bu tarz bireyseldir, Eğret/Anıtkaya'ya genellenemez. Misal, Keçilerinali (Ali Seçen) Gatçayır'daki behçesine kelem ekermiş, yahut bazıları bahçesinin tamamına kelek ekermiş. Dediğim gibi bu yaygın bir uygulama değil....
Herkesin yiyeceği kadar ektiği bahçe mahsulünün başında kumpir/patates geliyor. Galiba Nisan ayında ekiliyordu. Bu sırada beni hayrete düşüren şey, tohumluk patateslerin ikiye, üçe, dörde bölünerek ciziye atılması olurdu. O zamanlar henüz Fransız tohumu olmadığı için böcek ve ilaçlama diye bir uygulama da icat edilmemişti. Patates çiçek açmadan önce çapalanır (buna doldurma denirdi), bir kaç kez de sulanırsa bu yeterli gelirdi. Kumpilin tek düşmanı kösdübek idi; onunla baş etmek mümkün olmadığından mühimsenmezdi.
Kumpil çıkarma Eylül ayında yapılır bazen de Ekim'e taşardı. 'Olana berkat' denir, büyük küçük ne varsa çıkarılır, geriye doldurulup götürülürdü. Başşakcılar için bırakılanlardan başka, giderken gördüğüne teneke teneke, öncek öncek verilirdi. Bereket kavramı biraz da vermek ile alakalıydı...
Çıkarma vaktinden önce, Temmuz-Ağustos gibi acil 'yimelik' kumpil lazım olursa gidip bahçeden çıkarırdın. Henüz yeteri kadar büyümemiş olsalar da bu taze minik patateslerin ayrı bir lezzeti olur. Bir defa kabuğu yok gibidir, çok incedir. Böylelerini bıçakla değil, dişli taşa sürterek soyarsın. İlginç bir tekniktir; dene bakalım, bir şey kaybetmezsin... Çok taze patatesi soymaya da gerek yok, yıkanmış kabuğuyla dilip fırına sürenlere çok rastlanır. Yerken bir şerit gibi kendiliğinden ayrılır... Yine küçükleri kabuğuyla tepsiye doldurulup fırına sürülür. Sıcaklığını yeğniltmek için ağzında ohlayarak şöyle bir dolandırıp yutarsın. Küle gömmeyi hiç demiyeyim, olan var olmayan var...
Şaka bir yana, bundan 60-70 yıl öncesi yokluk dönemi... Olanlar tarlasından kumpil çıkarıp idare edebilir, ya olmayanlar ne yapsın... Birisi bahçesine ekmiş patatesi, Topçu'yu bekçi tutmuş. Bilenler bilir; Topçu, tek bacağıyla rahat hareket edemeyen biri... Ama, orada bir insan bulunsun işte; mal maşat girerse höst desin... Bir de köpeği var, tek yardımcısı... Topçu'ya tembihlemişler, 'kimseye bir şey verme' diye... Diğer yandan tarla sahibinin kızı, kocasıyla birlikte orada burada çalışarak geçimlerinin yoluna bakıyorlar... Kendilerinin kumpil ekecek bir yerleri de yok... Bir gün kocasıyla birlikte babasının kumpil tarlasına varıyorlar, bi bişirimlik patates çıkarıp öğün savacaklar... Topçu;
- 'Olmaz kızım' demiş kaykılmış. 'Baban kimseye bir şey vermememi söyledi; ondan izin al, istersen bahçeyi boz götür...'
Kadının gücüne gitmiş. Sen her türlü işinde ana babana yardım et, hatta bu bahçenin ekiminde çapasında ter dök. Şimdi bi bişirimlik patates için geldiğin buradan eli boş dön... Boğazı düğümlenmiş... Sonra zoruna giden şey öfkeye dönüşmüş... Biraz uzaklaşmışlarmış tarladan, kocasına orada beklemesini söyleyip kendisi geri dönmüş o sinirle... Topçu'nun köpek bir iki havlamış, ama kadın kendini iyi siperlediğinden bir şey görememiş. Yine havlamaya başlayınca Topçu;
- 'Eğleniyon mu len bennen!' diye köpeğe çıkışmış.
Kadın ağlamaklı öfkesiyle ciziye düşüvermiş, eline ne geldiyse yolmuş yığmış, yolmuş yığmış... Kumpillerin büyüklerini önceğine doldurmuş. Yanına vardığında kocası neden bu kadar çok getirdiğini soracak olmuş, sinirini çıkarırcasına bir güzel onu da fırçalamış... Günler sonra anası;
- 'A gızım, kumpili böyle böyle etmişlê' diyerek dert yanınca, siniri geçmemiş olacak ki;
- 'Ter yaman etmişlê!' diye onu da terslemiş... O yıl patates tarlasına verilen ziyan hep faili meçhul olarak kalmış. Topçu,
- 'Bunnarı başşakcılâ yoldu.' diye bir kaç masumu işaret ettiyse de bu, kimseye inandırıcı gelmemiş...
Her patates tarlasının gıyılarına mutlaka kabak ekilir. Molloğlu denilen cinsi taze tüketilir fakat asıl önemlisi garagabaktır. Kara dendiğine bakmayın; gri, sarı ve koyu yeşil renkli kabuklarıyla garagabaklar kışın yenir. Akşamdan fırına sürüp de sabah aldığında kabuğundan kaşıklarsan balkabağından daha tatlı ve lezzetli olduğunu anlarsın. Bu garagabak için ayrıca bir yer ayrılmaz, bahçenin kenarına ekilir. Belki de bahçenin olmazsa olmazı kabul edildiğinden eski kadınlar onun için 'baçcagüzeli' derlermiş. Başka memleketlerde bir çiçeğin adı olan bu yakıştırmayı kabağa münasip görmek, bana manidar geldi. Burada kabağa, özellikle garagabağa bir medhiye seziyorum...
Bu bahçegüzeli, ektiğin yerde bitiyor; ama katiyen bittiği yerde durmuyor, çok gezenti... Kökenleri canının istediği yere doğru uzanıp gidiyor. Bazen önünü kesip yol göstermezsen, bir kaç kabak ittifakla koca tarlayı ele geçirebilir.
Her bahçenin kabak gibi olmazsa olmazlarından biri de fasülye... Bir zamanlar Anıtkaya'da kimse fasülye bilmezdi; bildiğimiz ve yediğimiz şey börülce idi. Meğer bu adla ayrı cins bir sebze varmış... Olsun, biz yine de fasulyeye börülce derdik, hatta kurufasulyeyi denebörülce bilirdik... İşte bu börülceler bir kaç kez kırılıp taze olarak yenir, sonrasını kırmaya zaman kalmaz bu yüzden onlar kurumaya bırakılırdı.
Kaynağı Kızılderililere dayandırılan 'üç kızkardeş' ekim tekniği var. Buna göre mısır, fasulye ve kabak birbirine yakın ekilince iyi verim alındığı görülmüş. Bu tecrübeyle üçlünün ekiminde bir sıra ve mesafe gözetilir olmuş. Bu yönteme de 'üç kızkardeş' adı verilmiş.
Üç kızkardeş yönteminde sırayla mısır, fasulye ve kabak ekiliyor. Ayrıntısı araştırılabilir; mısır ile fasülye birbirine yararlı mineralleri toprağa vererek, bir bakıma kendilerini gübreliyorlar. Ayrıca kendisinden önce çıkıp büyüyen mısırın gövdesi, fasulyenin uzayan teğeklerinin sarılması için doğal sırık oluyor. En son ekilen kabağın kökenleri her tarafa yetişerek koca yaprakları şemsiye vazifesiyle toprağın nemini koruyor. Böylece üç kardeş birbirini destekleyerek bol verime ulaşıyorlar...
Burada üç bitkinin kızkardeşlere benzetilmesi, doğurganlık/verim ile ilgili olduğu gibi onların güzel görüntüsüyle de ilgili olabilir. Büyük kardeş mısır, ortanca kardeş fasülye ve küçük kardeş kabağı ayrı ayrı gözünüzün önüne getirin. En güzelleri, en küçükleri olduğu için mi kabağa bahçegüzeli denildi acep? Onun güzelliğine dudak bükenler, çiçeğine bir daha baksın...
Anıtkaya'da üç kızkardeş yöntemi ne kadar uygulandı, bilmiyorum. Yalnız bizde mısır ablanın bir kardeşi var: nohut... Onların kardeşliği birlikte ekilmekten daha çok birbirine yakın zamanlarda yetişip ürün vermelerindendir. Gerçi son dönemde nohut daha erken eriyor, eskiden Ağustos'tan önce nohut denelenmezdi. Patlangeçlik dönemini atlatıp çitleme vaktine eriştiğinde mısırlar da denelenmiş olurdu. Bu ikiliyi birlikte yemek (hangisinin önce hangisinin sonra yenildiğinin önemi yok), neredeyse geleneğe dönüşmüştü.
Dört beş yaşında ya vardım, ya yoktum. Çorbeciguyusu karşısındaki bahçemizde her şey yetişirdi. Üç kuyu bulunan bu bahçedeki salatalık, fasulye, nohut gibi şeyleri Babam Cumartesi günkü pazarda satardı. Sair gecelerde de bahçeyi beklerdi, fakat pazara taze ürün çıkarmak için Cumartesi gecesini mutlaka bahçede geçirirdi. Nasıl olduysa öyle bir akşam ben de bahçede kaldım... Ortalık iyice kararınca iki çoban geldi, sonradan öğrendim bunların Gecegondunun Beytullah Omak ile Garaçaylının Asım Öztürk olduğunu... Neyse, koca bir ateş yakıp ortasına tezekleri attılar. Bu arada babam bir kaç kucak nohutla bir çuval kadar mısır gumdağını ateşin yanına yığdı. Sonrasını hatırlamıyorum, onlar konuşurken uyumuşum. Sabah pazara gideceğiz diye babam uyandırdığında gördüğüm manzara: Sönmüş ateşin dağınık külü, onun çevresinde boş nohut çakıldakları, kemirilmiş mısır gumdakları, şuraya buraya atılmış gumdak yaprağı ve nohut dalları...
Şimdi Anıtkaya'da daha teknik, daha verimli bahçecilik yapılıyor olabilir. Bahçeler çok daha farklı güzellerle renklenmiş olabilir. Bahçe güzellerinin sayısı, rengi, kokusu, endamı çeşitlenmiş olabilir; buna itirazım yok... Mazidekiler bir başka...