21 Ağustos 2023

Esnaf-2 Kahveciler

    
    Esnaf takımı içinde önemli bir yeri olan kahvehaneler için de ayrı bir başlık açmak gerekti. Tarihi daha eskiye dayanmasına rağmen 19. yüzyılda İstanbul'da yaygınlaşan kahvehanelere aslında Kıraathane deniliyordu. Tanzimat'tan sonra çıkarılmaya başlanan gazeteler ve diğer kitaplar genelde burada okunduğu için okuma salonu anlamında kıraathane denilen bu yerlerde, okuyanı dinleme genelde kahve ve nargile eşliğinde olurdu. Bu yüzden zamanla Kıraathane adı Kahvehaneye dönüşecektir.

    Hakkıların Süleyman Yırgal'ın kapının üstündeki ilkel tabelada 'Gençler Kıraathanesi' yazması, kahvelerin eski isminden kalan bir yadigar gibiydi. Oysa kahvehaneye kahve denirdi, kimsenin kıraathaneyi bildiği yoktu. Zaten kıraathaneler okuma işlevinden uzaklaşalı neredeyse bir asır olmuştu...

    İstanbul'da ortaya çıkıp oradan bütün ülkeye yayılan kahvehanelerin Eğret'te ilk defa ne zaman açıldığı bilinmiyor. 19. Yüzyılda bizim köyde böyle bir şeye ihtiyaç yoktu, çünkü her sülaleye ait bir oda her şeye yetiyordu. İnsanların bir araya gelip bir şeyler okuması, sohbet etmesi, tütün ve kahve içmesi, gerektiğinde misafir ağırlaması için ayrıca başka yerlere gerek yoktu. 20. Asır ilk çeyreği ise hep savaşlarla geçtiği için böyle bir şeyi düşünmeye kimsenin mecali yoktu...

    Cumhuriyet'ten sonra işler değişti... Afyon Halkevi'nin bünyesinde Eğret'te de Halkodası adıyla bir şube açıldığı, bazı Halkevi etkinliklerinin löküz ışığı altında bir kahvehanede yapıldığıyla ilgili bir yazı okumuştum. Bu kahvenin kim tarafından işletildiği ve nerede bulunduğuna dair bilgi yok; ancak yazıdan 1940'lı yıllardan söz edildiği anlaşılabiliyor. 

    Eğret'te ilk kahvenin Cumhuriyetten sonra 1930'lu yıllarda açıldığını düşünmemiz için yeterli sebep var. Köyün nahiye merkezi olması, gayet işlek bir hafta pazarı kurulması, onun bünyesinde mal pazarı bulunması ve daha başka sebeplerle Eğret nahiye merkezinin ötesinde bir cazibe merkezi olmuştu. Dışarıdan gelen insanların oturup eğlenmesine köy odaları yeterli gelmiyordu. Böylece ilk kahve açıldı. Onun iş yaptığı görülünce bir tane daha açıldı. Zaman ilerledikçe köy erkeklerinin de sair zamanlarda buluşma mekanı haline geldi. 1960'lara gelindiğinde Eğret sosyal hayatında önemli bir yer işgal etmeye başladılar, 70'lerde çoğaldılar, 80'lerde sayılarıyla birlikte oyun çeşitliliği arttı, 90'larda hakeza... Böylece 2000'li yıllara geldik... 

    Sığıreğleğinde, Tekkenin arkasında bir kahve varmış. O iki katlı metruk binayı hayal meyal hatırlıyorum. Mülkiyeti Yörüğoğlulara ait bu binanın üst katındaki kahveyi Beygirli (Mehmet Tüblek) çalıştırsa da Yörüğoğluların Kahve demişler, çünkü Emirdağ'dan da olsa aralarında akrabalık var... Alt kattaki bakkal dükkanını ise Yörüğoğlular kendileri işletmiş. Hemen yanında tahin helvası ürettikleri bir imalathane kurdukları, onun için özel usta getirdiklerini de bir ayrıntı olarak belirtelim...

    Burası Eğret'in ilk kahvelerinden biri olabilir... Pazaryerine uzaklığı tuhaf gelebilir; bu durum kahvenin işlekliğinde belirleyici değil. Ayrıca o zamanlar pazaryeri çok geniş alana yayılırdı, özellikle dene pazarı oralara kadar uzanırdı. Hatta alt katta Bıgalı zahirecilik yaparmış... Bir de Sığıreğleği sapa bir yer değil ki, bir bakıma köyün en merkezi yeri bile kabul edilebilir... Merkezi yerdeki bu kahve 1940-50 arasında açık kalmış. 1963-64 gibi okulun yetersizliği sebebiyle derslik olarak da düzenlendiği ve bir sınıfın orada okuduğunu söylüyorlar... Şimdilerde bu ilk kahvenin yerinde yeller estiği için hayalen nerede olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Keşke bir fotoğrafı olsaydı...

    Abdurrahman Yavuz'un evin bulunduğu yer aslında Kelahmetlerinmiş. Ömer ve Arzıman Azbay kardeşler kahve açıp çalıştırmışlar. Pazaryerinin hemen ucundaki bu kahvede özellikle Cumartesi günleri köfte filan da yaparlarmış. Stratejik bir noktada bulunduğundan iyi de işlermiş aslında. Ömer Azbay Eskişehir'e göçünce düzen bozulmuş, kapatmışlar...

    Kelahmetlerin kahve ne zaman kapandı, sonra aynı kahveyi Patlakların Celep (İhsan Patlar) ne vakit işletmeye başladı bilmiyorum. Galiba 1975 yılıydı, Essanın Kahve yıkıldı... Yıkıntıların arasında, zamanında sıva tutması için çakılan kutular (gazoz kapağı) ilgimizi çekmişti; kim bilir kimlerin ne hatıraları kaldı o yıkıntılar arasında...

    Cumartesi günleri dikkatimden kaçmazdı, bir de sair günlerde okula gelip giderken görürdüm; omuzunda peşkir, belinde öncek iri yarı bir adam, nasıl dikkat çekmesin... Kim kimdir, hangisi yabancı hangisi Anıtkayalı pek ayırt edemezdik; ama kahvenin önü çok kalabalık olurdu... Bilenler, Celep'i temizlikte titiz biri olarak anlatıyorlar; omzundaki peşkirin sırrı bu... Çayın reklamını da güzel yaparmış... Ocaklığın başına oturup bardaktan öyle bir yudum alırmış ki, höpürtüsünü duymayan kalmazmış. Çayın demlediği haberi böylece kahvenin dip köşe, her tarafına ulaşırmış...

    Kahveyi yıktıran Abdurrahman Yavuz, orayı Kelahmetlerden satın almış. Maksadı yeni bir inşaatla ev yaptırmakmış. Böylelikle meşhur kahve de yenilenmiş oldu. Bu haliyle Kelibanın Moruk (Üzeyir Dalgıç) çalıştırdı. Eski haliyle karşılaştıracak durumda değilim, lakin Cumartesi günleri orada çalışmayacak kahve yoktur... Kaç yıl açık kaldı bilemeyeceğim, Moruk'tan sonra orası bir daha kahve olarak işletilmedi diye hatırlıyorum...

    Ömer Onbaşı emekli olduktan sonra o boşluğu dolduracak bir hamle yaptı. Evinin altına inşa ettiği büyükçe işyerine kahvehane açtı. Pazaryerinin ucunda, fakat pazar hayhuyundan uzak, tam yerine açılan bu kahveyi uzun zaman kendisi çalıştırdı. Sair günlerin akşamlarında, bir ölçüde elit kesimden kendine has bir müşteri kitlesi oluştu. Bir ara Avganın oğlu da işletti bu kahveyi, fakat asıl işletmecisi hep Ömeronbaşı oldu. Sonra İstanbul'dan geldiğinde Nurettin Akkaş çalıştırdı. Anıtkaya'da ilk olarak bilardo masası filan kurulunca, onun girişi biraz havalı oldu... Nurettin Akkaş vefat ettikten sonra Onbaşı'nın oğlu Selami çalıştırdıysa da pek istikrar yakalanamadı... Pazaryeri o günden sonra kahvesiz kaldı...

    Pazaryeri demişken, oradan fazla uzaklaşmadan kıyısında köşesinde yer almış kahveleri de unutmamak lazım... Tenikeci Hüseyin Öztürk'ün dükkanıyla sırt sırta bir kahve vardı. Köşede yer alan bu büyük dükkanın mülkiyeti Şeytanhasan (Hasan Can)a ait olduğundan Şeytanhasanın Kahve diyorlar. Kim işletiyordu bilmiyorum, sanki bir ara Deliali (Ali Öztürk) de çalıştırmıştı. Şimdi yerinde Hüseyin Saki Hocanın evi var...  Tam karşısında da Gobakların Deliyakıp (Yakup Kopan)ın dükkanı varmış. Orada Kötühüseyin (Hüseyin İnanır)ın kahvecilik yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Onun yerine de Çakırların Adem Erdem ev yaptı... 

    Seki gibi yükseltilmiş Pazaryerine Galip Bey Caddesi yönünden iki merdivenle çıkılarak girilirdi. Elli metre arayla konulmuş taş-beton merdivenler hala hayattadır. Bu merdivenlerin arasına denk gelecek biçimde inşa edilmiş sıra dükkanlar vardı ki onların pazaryerindeki sırtına da sundurma şeklinde üstü kapalı alanlar yapılmıştı, yemenici esnafı yayılsın diye... Neyse, sıra dükkanların Tenikecinin dükkan karşı başında olanı, diğerlerine göre daha büyüktü, sanki iki dükkan birleştirilmiş gibiydi... Görsen kahvecilik yapılması için böyle büyük tutulmuş dersin... İşte orada Hakkıların Hakkı Yırgal kahve işletmişti... Daha sonraları aynı yerde Öterin Nurettin Tüblek de kahvecilik yaptı... Lakin buralar uzun soluklu olmadı...

    Yine Pazaryerine yakın kahvelerden birisi de Almanmahmut (Mahmut Öztürk)ün evin altındakidir... Almanya'dan kesin dönüş yaptığı yıllara rastlayan bu kahveyi, kayınbiraderleri Nuri ve Mehmet Toka çalıştırmıştı diye hatırlıyorum. Video kasetlerin revaçta olduğu dönemde bu kahve macerası da kısa süreli olmuştu...

    Galiba ondan daha önce, Kelahmetlerin Gırgafa/Almanbahattin (Bahattin Azbay) kendisi dönmeden önce evini yaptırmıştı. Üst katta Karakol Komutanı Sabri Başçavuş otururdu... Alt katına da Kelahmetlerin Delisayit (Sait Azbay) kahvehane açtı. Buranın önemi, Anıtkaya'da okey oynanan ilk kahve olması sebebiyledir. Yoksa iz bırakacak kadar uzun süreli değildi...

    Ömrü kısa kahvelerden biri de Kelibanın evin köşesine açılandır. Moruk ve Misgin (Üzeyir - Abdullah Dalgıç) kardeşler tarafından işletildi. Karakol ile karşı karşıya olan bu kahvenin yakınlarında başka da bir şey yoktu. Böyle ıssız bir yere kahve açılmasının tek sebebi, eski İstanbul karayolu üstünde olmasıdır. Afyon yahut Kütahya istikametine gidecek yolcular potansiyel müşteri görülmüş olabilir...

    Cıldırın Kahveyi de aradan çıkaralım madem. Anladığım kadarıyla Cıldırapban (Abdurrahman Keleş) bakkal dükkanını bir ara kahveye çevirmiş. O bölgede başka bir kahve olmadığı için bilhassa gençler tarafından çok rağbet görmüş. Belki de fiziki olarak yetersiz bu dükkan çok küçük olduğu için sürekli tıklım tıklım görünüyordu, bilinmez; fakat öyle anlatıyorlar... Dediklerine göre Cıldırın uzun bir çirpisi varmış, oturduğu yerden o çirpiyle bütün müşterilere hükmedermiş... Siz bundan ister çirpinin uzunluğunu anlayın, ister kahvenin büyüklüğünü (!)... Dükkanda yaptığı gibi, gazoz kapağında sucuk partilerini kahvede de sürdürmüş. Nasıl ki Celep, çayının reklamını höpürtüyle yapıyordu; Cıldır da kendisi için pişirdiği sucuğu kokutarak reklam edermiş. Sonra gelsin siparişler...

    Zafer mahallesinin nadir kahvehaneleri içinde en uzun süre açık kalan Almanyalıyaşarın kahvesi denilebilir. İlk açıldığı günden beri aralıklarla kapatılıp açılsa da hayatiyetini bugüne kadar ulaştırabildi. Yaşar Soylu'nun bizzat kahvecilik yaptığını hatırlamıyorum, orayı çalıştıran hep oğlu Ahmet oldu; fakat Almanyalıyaşarın Kahve diye bilindi. Paşatekkesinin yanındaki evinin hemen altındaki bu kahve tuhaf görünümlü boğazda işlek bir noktada bulunuyordu. Açık kaldığı zamanlarda müşterisi hiç eksik olmadı; bununla beraber artmadı da... Kendince Almanyalıyaşarın Kahve olarak varlığını hep sürdürdü...

    Bizim çocukluğumuzda Sağırların Oda ile Kelarzımanın ev arasında harabe bir dükkanımsı vardı. Kepenkleri filan sağlamdı ama dambeş göçüktü... Vaktizamanında orası da kahve imiş, İstanbul'a gitmeden önce Çulluların Mehmet Azbay çalıştırmış. Kahvehane olarak kullanıldığına dair fazla bir şey bilmiyorum. Kendisi vefat ettikten sonra ailesi tamir etti, Afyon'a taşınana kadar orada oturdular...

    Belediye Kahvesi, Anıtkaya'da hayatın bu sayfasında net bir iz bıraktı... Bir köşesinde eski Karakol binasının bulunduğu köy tüzel kişiliğine ait arsaya usturuplu bir bina yapıldı. Daha inşa safhasındayken kocaman bir kahve olarak planlanan bina, Belediyece yaptırıldığı için oranın adı Belediye Kahvesi olarak kaldı. İlk kiralayan Ahmethocanın Sarıali (Ali Mola) oldu. Masa sandalyeleri, kahveci ve müşterileri, binası ve her şeyiyle yeni bu kahvenin sektöre girişi hızlı oldu. Sarıali ile Garibanın İbrahim Honça ortaklar mıydı acaba?... Bir süre sonra Moruk-Misgin kardeşlere devrettiler. Onlar uzun süre işlettikten sonra, koca kahve bir kaç bölüme ayrıldı. Bir kısmı Tekel ofisi olarak kullanıldı. Kalan bölümün bir parçasında nikah törenleri yapıldı. Galiba bu dönemde Belediye Kahvesi kapalı kaldı... Bir müddet sonra küçük bir bölümünü tekrardan Misgin çalıştırmaya başladı. O kendisini emekli edip oğlu Alparslan'a devretti; Alparslan sektör değiştirirken Belediye Kahvesi küçük kardeşi İbrahim'e kaldı. Halen bu durumda devam ediyor...

    Anıtkaya kahveciliğinde Moruk (Üzeyir Dalgıç)ın önemli bir yeri olduğu görülüyor. Abdurrahman Yavuz'un binasında, kendi evlerinin dibinde ve Belediye Kahvesindeki bu uzun kahvecilik macerasını Afyon'a yerleşerek noktaladı. Bununla beraber orada evinin yanındaki bir konteynırı yarı oda, yarı kahve gibi düzenleyip komşularıyla krizini kırdığına şahit oldum...

    Kronolojik sırayı takip etmiyoruz, bu yüzden Kahvelerin Önü'nü sona bıraktım. Anıtkaya ticari, ekonomik ve sosyal hayatı esas alınırsa ilk başta ondan söz etmek gerekirdi...

    Yerine sonradan Kur'an Kursu yapılan Hacıların Odanın kıblesindeki bu tuhaf görünüşlü dörtyol kavşağının adı Kahvelerin Önü olmuş. Buna sebep, aralarından gündoğusuna doğru dar bir sokak geçen yan yana iki kahvedir. Bu kahveler tam olarak ne zaman açıldı ve öncelik hangisinde bilemem. Lakin ikisi birlik olup meydanın adını değiştirmişler.

    Bunların birisi Faddiklerin Güçcükhalil (Halil İleri)nin kahvesi... Haney evinin alt katını biri küçük, diğeri kocaman iki dükkan olarak düzenlemiş. Toprak tabanlı büyük dükkan kahveydi... Ortasında kalın bir direk vardı, tek basamakla yükseltilmiş ocaklık yan tarafındaki küçük kapıyla evinin avlusuna bağlanırdı. Bizler kahveyi televizyon marifetiyle tanıyan kuşak olarak, ilgimiz ona odaklı camdan içeriyi gözetleyebildiğimiz kadarıyla tanırdık; yoksa Güçcükhalilin müşterisi değildik. Camdan görünen ise şu; herkesin yüzü televizyona dönük. Bu durum normal kabul edilebilir; ama o alet kapalıyken de insanlar ona bakıyor, tuhaf olan bu... Acaba tv denen bu alet köye girmeden önce de kahve ahalisi hep o tarafa mı bakıyordu, bunu bilme şansımız yok...

    Genellikle yaşlılardan oluşan Güçcükhalilin müşteriler çoğunlukla çay ve maden suyu içerlerdi. Burada kahve hiç yapılmazdı; gazoz, meşrubat ise nadirattan... Ocaklık, buzdolabı ve televizyonun bulunduğu duvar hariç; üç duvar kenarında kilise sırası gibi uzun oturmalıklar sıralanmıştı. Girişin sol yanındaki köşeye ters çevrilerek istiflenen kazık sandalyeleri alanlar televizyonu görebilecekleri bir yere oturur, çay servisini beklerlerdi. Oyun yoktu bu kahvede, bu yüzden her şey oyunsuzluğa göre dizayn edilmiş gibiydi. Beş küçük ve bir büyük masa vardı; ama o masa çevresine oturacaklar hemen hemen belliydi.

     Yazılı olmayan bir kurala göre herkesin oturacağı yer belirlenmiş gibiydi, bu garip hiyerarşi ve disiplin nasıl sağlandı hala şaşarım... Mesela uzun, büyük masanın yeri televizyonun altı idi ve bu hiç değişmezdi. Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok) gelir, masanın duvar kenarında kalan sırasına oturur; kendisini ilgiyle dinlemeye teşne gençlerin birer birer toplanmasını beklerdi... Bunun gibi yatsıdan sonra herkes gelir yerini bulurdu. Biraz daha meraklı gençler, ortadaki direğe teğet bir yay çizerek televizyonu karşılarına alırlardı. İzleyecekleri program her ne ise en iyi buradan görülürdü. Hassönlerin Kırtümmet (Hüseyin Omak)ın tv umurunda değildi, gerideki sol masaya başını kor komaz uyurdu...

    Dediğim gibi Güçcükhalilin müşterisi değildik. Bu şerefe nail olamadık, lakin kahvenin müdavimi sayılırdık. Gündüzleri pek oralı olmazdık ama geceleri mutlaka cama kapaklanır, içeriyi dikizlerdik. Hayır, derdimiz içerisi değil televizyondu. Biz müşteri değildik, ama iyi bir tv izleyicisiydik. İkindiden sonra Güçcükhalilin tv'yi törenle açmasını bekler, gece İstiklal Marşı okunup tv kapanıncaya kadar oralarda sürterdik.

    Güçcükhalil bize karşı asabiydi. Öyle sırnaşık şeylerdik ki, defalarca kovalamasına rağmen o içeri girdiğinde biz cama yapışırdık. Onunla iletişimimiz cam vasıtasıyla sağlanırdı. İçerideki bakışı ve hızından hücuma geçeceğini anlayıp camdan uzaklaşırdık. Bazı şaşkın çocuklara denk getirirse elindeki boş tepsiyle ateş ederdi. O tepsiyi alıp içeri girdiğinde yine cama üşüşürdük, kaçırmamamız gereken sahneler vardı... Şimdi bu adam bize nasıl kızmasın...

    Camdan televizyon izlememizin aslında Güçcühalile de bir zararı yoktu. Yine de adam bize sinirlenip, gördüğü yerde kovalamakta hakkı vardı. Çünkü ortada bir jandarma gerçeği bulunuyordu... Henüz Karakolun taşınmadığı o yıllarda jandarma gece devriyeye çıkar, özellikle kahveleri kontrol altında tutardı. Çocukların kahve çevresinde bulunmalarına ve içeriye alınmalarına karşı özellikle dikkatli davranan onlardı. Yoksa, soğukta sıcakta film izlemek için cama yumulmamıza millet niye karışsındı, Güçcükhalil niye kızsındı... Böyle bir durumun hesabını gelip kahveciden soruyorlardı. O da ne yapsın, mümkün oldukça çocukları kahveden uzak tutmaya çalışırdı.

    Jandarma tehlikesinin olmadığı zamanlarda girişte sağdaki sekiye, hatta bazen onun önündeki sıraya oturmamıza bile ses etmezdi. Hele yanılıp yenilip oralet filan içersek müşteri yerine bile koyardı. Lakin böyle eşref saatine çok seyrek denk gelirdik; genelde o kovalamaya, bizse kaçmaya hazır tetikte bekleşirdik.

    Güçcükhalilin oğlu Ali'nin kahvede olduğu zamanlar nispeten daha sakin geçerdi. Çünkü böyle gecelerde kendisi ocaklıkta durur, servisi oğluna bırakırdı. Halim selim bir insan olan oğlu bizimle pek uğraşmaz; çay dağıtır, boşları toplardı...

    Günler döndü, yıllar geçti, devran devrildi... Güçcükhalil de yaşlanınca kahveyi kapattı... Ondan sonra bir müddet boş kalan kahveyi Fişek (Cengiz Öztürk) ve Siçanali (Ali Tüblek) de çalıştırdılar. Lakin eski zıngazınk ve capcanlı parlak günlerini bir daha yakalayamadı... 

    Kahvelerin Önü adının kalıplaşmasını sağlayan ikinci kahve, Hakkıların Süleyman Yırgal'ın evinin altındaydı. Ne zaman açıldığını bilmiyorum, ama sahibi ve işletmecisine 'Kahveci' lakabını kazandıracak kadar önemlidir. O kadar kahvecinin arasında bu lakapla anılan sadece O idi; 'Kahveci' dendiğinde Hakkıların Süleyman anlaşılırdı...

    Kapısının üstünde 'Gençler Kıraathanesi' yazdığını ancak okumayı öğrendikten sonra fark etmişimdir. Oysa benim bu kahveye ilk girişim daha önceki yıllardan birine rastlar. Bir akşam babam elimden tutup götürmüş olacak... Masaları birleştirip sahne gibi yüksekçe bir platform oluşturmuşlar. Sandalyelere oturan seyirciler sahneyi çevrelemişler, içeri çok kalabalık. Ben babamın kucağındayım... Millet pürdikkat... Masaların üzerinde garip hareketler yapan bir adam var. Sihirbaz lafını ilk defa orada duydum. Sihirbazın aklımda kalan iki numarası bıçak ve yumurta ile yaptıklarıydı. Bıçakların aklımda kalmasının sebebi, aman bir kaza çıkacak korkusu olabilir... Yumurta numarası (Ben yumurta gibi gördüm, ama şimdi onun pinpon topu olabileceğini düşünüyorum.) sırasında Deliyakıbın Aziz Kopan'ı sahneye aldı. Ne yaptı nasıl ettiyse, Aziz'in kulağından yumurta çıkardığını unutamıyorum...

    Kahve ismiyle müsemma, sırf gençler için açılmış gibiydi. Bir yandan maden suyu içip bir yandan domine oynamak için arada sırada gelen Macurali ile Berberhüseyin dışındaki bütün müşteri gençlerden oluşuyordu. 

    Gençlerin rağbetine sebep Kahvecinin onlara hoş gelen davranışları olabilir. Onların rağbeti de Kahvecinin hoşuna gittiyse aralarında imzalanmamış bir sözleşme varmış gibi birbirlerini hiç terk etmemişlerdir. Çünkü kemikleşmiş bir müşteriydi Kahvecininki...

    Bu genç kemik müşteriye başka sebepler aranacak olursa, kahvedeki kağıt oyunları gösterilebilir. Güçcükhalilin kahve ne kadar sakin ise, Gençler Kıraathanesi o kadar gürültülü olurdu. Elbette müşteri profilindeki farklılıktan kaynaklı bir durumdur bu. Ancak gürültü kaynaklarından biri de masaya vurulan kağıtların takırtısı olduğu unutulmamalıdır...

    Sabahları erkenden açan Kadir Dede, asıl Kahveci gelene kadar erkenci müşteriye eğlenme imkanı sunardı. Bu yüzden bu kahvede onun hizmeti de anılmalı. Büyüdüğünde burasıyla bütünleşecek olan iki iğdeyi kahvenin önüne diken de Kadir Dede idi... 

    İğdeler altını gölgelendirecek kadar büyümeden Kahveci bu işi bıraktı. Yeni aldığı Ford minibüsle Afyon'da hat dolmuşçuluğuna başladı. Bu arada Gençler Kıraathanesini abisi Hakkı Yırgal'a devretti. Bir kaç yıl sonra Keçilerinkazımın İsmail Seçen işletmeye başladı. 12 Eylül 1980 bu minval üzere geçildi... 

    Kahveci bir daha kahveciliğe dönmedi; ancak bu işi kotarabilecek seviyeye gelen oğlu Kadir Yırgal işi devraldı. Bundan sonra onun lakabı 'Kahveci Kadir' olacaktır. Babasından kalan müşteriyi tekrar topladı ve yeni bir kemik kitle oluşturdu. Kahveci ise ciddi bir kaza sonrası arabaya binemez oldu, tekrar kahveye döndü; ama bu sefer müşteri olarak...

    İğdeler büyüdü, kahve eskidi, Kahveci vefat etti, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra iğdeler kesildi, kahve yıkıldı, yenisi yapıldı, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra... Sonra Kahveci Kadir öldü... Kahvenin yeni sahibi Günaydın Yırgal, bir kaç işletmeciye kiraladıysa da bu yeni modern kahve hiç bir zaman eski, köhne 'Gençler Kıraathanesi'nin yerini dolduramadı...

    Bu tuhaf aralığa 'Kahvelerin Önü' denilmesine baş etken iki önemli kahvenin macerası böyle... Maceranın bütünlüğünü bozmamak için Kahvelerin Önü ile ilgili bir başka hususu ayrıca ele almak gerektiğini düşündüm, ki o da Takanın Kahvedir...

    Güçcükhalilin Kahve kendine has bir müşteri profiline sahipti. Belli yaşın üzerindekilere hitap ediyor, oyunsuz sakin bir ortam sunuyordu. Kapandıktan sonra bu müşteri bir an boşlukta kaldı. İşte bu arada, galiba 1983 yılında Taka (Nuri Argunşah) kahvesini açtı. Burası iki önemli kahvenin karşı tarafında, tam da Kahvelerin Önünde bulunuyordu. Hazırlanmış bir piyasaya girmiş sayılırdı Taka... Çünkü buraya müşterinin ayağı alışıktı. Üstelik nereye gideceğini bilmeyen azımsanmayacak bir kitle için yeni adres olacaktı. Oyun yoktu, şamata yoktu, sükunet vardı... Güçcükhalilden öksüz kalanların bir kısmı hemen buraya yöneldiler. Hiç kahveyle alakası olmayan bir kısım da sırf Taka'nın hatırına bunlara katılınca Kahvelerin Önündeki bu yeni kahve, hazır bir müşteri topluluğuyla başlamış oldu. Sonuna kadar bu öz müşteriyi hiç kaybetmeyecek...

    Çorak dambeşli, toprak tabanlı bu küçük kahvenin, görünüşünün aksine sıcak bir atmosferi vardı. Neler neler yaşandı orada... Zaman geçti, şartlar değişti; burası yetersiz gelmeye başladı. Yıkıldı, yenisi yapıldı, büyütüldü. Oyun yoktu, oyun oynanmaya başlandı...  Zamanla burasının da yetersiz kaldığı görüldü, kat çıkıldı. Üst kata bilardo masası bile kuruldu. Bütün bunlar yaşanırken kahvenin başında Takanın oğlu Ahmet vardı... Başlangıçtaki öz müşteriden öte tarafa göçenler oldu, bunun yanında eklemeler yapıldı... Zaman aktı, Taka vefat etti. Şimdilerde Kahveci Ahmet işi büyük ölçüde oğlu Bekir'e bırakmış durumda. Takanın Kahve, Kahvelerin Önünde yerliyerinde...

    Nasıl ki Kahvelerin Önündeki iki kahvenin macerasıyla eş zamanlı olarak Takanın Kahve olayı yaşandıysa, onunla eşzamanlı Muhittin'in Kahve durumu da vardı. On yıldan fazla süren Muhittin Varlı'nın kahveciliği, Kahvelerin Önünde değildi; ama oradan çok da uzakta sayılmazdı. Dodirinin Adem Öztürk'ün evi altındaki bu kahvede şimdi börekçi var...

    Hala hayatta olan bir genç kahveyle bitirelim. Takanın Kahvenin altında, Tülümuratın evi alan Davılcının Gökhan Özdemir buraya bir kahve açtı...

    Anıtkaya esnafı arasında önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm kahvecilerin bu kadar kalabalık olabileceğini ben de tahmin etmiyordum...


17 Ağustos 2023

Dellal Ayvaz

 
    Yirminci yüzyıl ilk çeyreğinde Hacıbeyli köyünde Ayvaz lakaplı Ahmet, Ayşe Hanımla evlendi. Ayşe hanım da köken olarak Turgutlulu bir ailenin kızıydı... Ali adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Ali daha taze çocukken Ayvaz Ahmet'in harpte kaldığı söyleniyor. Ali'nin doğum tarihi resmi kayıtlarda 1923 olarak görünüyor, ufak bir sapmayla babasının İstiklal Savaşında şehit olduğu düşünülebilir.

    Bir küçük oğluyla dul kalan Ayşe Hanımı Karacahmet'e kocaya veriyorlar. Bu durumdaki kadınlar o yıllarda hayatta kalabilmek için kocaya varmak zorundaydı. Ayşe hanımın nasibine de Karacahmet düşmüş. Ayvazın yetimi Ali de anasının yanında tay gidiyor, mecburen... Üvey baba üvey babadır, daha aklı erecek durumda olmasa da Ali'nin orada rahatı yok...

        ***

    Alemdaroğlu Hüseyin, artık ellisini geçmiş bir adamdı. Bazı önemli duyurular kendisine yaptırıldığı için Eğret'te 'Tellal Dayı' diye bilinirdi. Sevilen bir adamdı... Eşi İsmihan Hanımla, kuşak farkıyla da olsa, emmi çocuğu oluyorlar. Alemdaroğlu Halil kızı olan İsmihan Hanım, Garadelinin ablasıdır...

    Tellal Dayının kimliği ile ilgili yaygın yanlışlardan birisi, Kelali (Çolak Ali) ile kardeş olduklarıdır. Gerçekte ise Kelali, Tellal Dayının ablasının oğludur; babası, askerdeyken vefat eden Türkmenoğlu/Arzıların Ali'dir. Kısaca Alemdaroğlu Hüseyin, Kelalinin dayısı olur ve belki de bu yüzden lakabı 'Tellal Dayı' olarak kalmıştır...

    Tellal Dayı ile İsmihan Hanımın evlattan yana yüzleri gülmemiş. Doğan ölmüş, doğan ölmüş... 1903 Yılında bir oğulları olmuş, adını İbrahim koymuşlar; yedi sekiz yaşındayken vefat etmiş. Hemen onun ardından 1910 yılında bir oğulları daha olmuş, ona da Ahmet demişler, bir kaç yıl sonra Ahmet de ölmüş... Takdir-i İlahi demişler...

    Bir gün, elli yaşını geçgin Tellal Dayının yolu Karcahmet'e düşmüş. Artık Cumhuriyet yılları... Üvey babanın elinde bîzar bir çocuk görünce evlatlık alıp alamayacağını sormuş. Çocuğun anası kabul edince, Eğret'e Ayvaz Ahmet'in yetimi küçük Ali ile birlikte dönmüş. İsmihan Hanım da sevmiş bu çocuğu ve bunun yaşlarındayken vefat eden ikinci oğullarının adı olan Ahmet ismini vermişler... Çocuk böylece hem şehit babasının adını hem de yeni ana babasının merhum oğullarının adını almış. Babasının lakabıyla yeni adı birleşince ortaya Ayvaz Ahmet ismi çıkmış. Bundan sonra kendisine kısaca Ayvaz denilecek...

    Ayvaz Ahmet'in analığı İsmihan Hanımın ne zaman öldüğü bilinmiyor; babalığı Alemdaroğlu Hüseyin, namı diğer Tellal Dayı ise 1944 yılında vefat etti. Onun lakabını da devralan Ayvaz Ahmet'e bundan sonra kah Tellal, kah Ayvaz denildi. Bu hikaye onun Eğret'teki macerasıdır...

        ***

    Ayvaz, vakti geldiğinde Mollahmetler/Sıntırlardan Mehmet kızı Cemile ile evlendi. Mollahmetlerin Mehmet, Ali Hoca diye bilinen zatın torunudur. Bu yüzden sülalesi Mollahmetler, Sıntırlar ve Alihocalar diye de anılmaktadır... Cemile Hanımın ablası Gülsüm'ün eşi olması hasebiyle Ayvaz, Kirpitçilerin Körhalil ile bacanak oldu...

    Otuzlu yaşlarına yaklaşırken gerçekleşen bu evlilik, Ayvazın babalığı Tellal Dayının ölümünden yıllar sonraya rastladığı anlaşılıyor. Çünkü söylendiğine göre Alihocalara içgüveyiliğine girmiş. Evinin Velciklerle komşu olmasının sebebi bu... Yalnız onun komşuları bundan ibaret değil; Gındi ve Kelali gibi Alemdaroğlu sülalesine mensup kişiler de var... Hatta o aralık ve karşı adanın Alemdaroğluların yurdu olduğunu söyleyenler de var... O zaman, Ayvaz Alihocalara içgüveyisi olmakla beraber Tellal Dayıdan kalan hisseyle karısının hissesini birleştirdiği fikri kuvvetleniyor... Bununla beraber yasal olarak Alemdaroğlu Hüseyin'den kendisine bir şey kalmadığı, onun hissesini de sonradan satın almak zorunda kaldığı da anlatılanlar arasında...

    Üç oğulları oldu; İsmail, Veysel ve Hüseyin...

    Büyük oğulları 1950 yılında doğdu. Adının İsmail konulmasında asıl etki Cemile Hanımdadır. Çünkü küçükken vefat eden erkek kardeşinin adıymış. Aslında o çocuğa  da dedesinin adını vermişlermiş; hasılı bu, Mollahmetoğlu İsmail'e dayanan bir isim oluyor...

    İsmail, Körhalilin küçük kızı Emine ile evlendi. Teyzesinin kızı olan Emine Hanımla evlenince Körhocanın Çolakarif (Arif Varlı), Gavasın Topal (İbrahim Sargın) ve Gavcarın Kötühüseyin (Hüseyin İnanır) ile bacanak oldular. Kötühüseyin ile annesi Cemile Hanım vasıtasıyla önceden de akrabalıkları var...

    Erken dönemde İzmir'e yerleştiler. Orada Fatih ve Cemile adlarında bir oğluyla bir kızları dünyaya geldi. Anıtkaya dışından eşlerle evlenen bu çocuklar İzmir'de yaşıyorlar...

    Ortanca oğlu Veysel'in adına kaynaklık edebilecek bir anlatı işitmedim. 1952 Yılında doğmuş. Hakkıların Patırın tek kızı Ayşe ile evlendi. Onlar da İzmir'e yerleştiler. 

    Mehmet ve Ahmet adını verdikleri iki oğulları oldu. Büyüğü Mehmet, Cemile Hanımın babası adını taşır... Ahmet ise, hem Patırın hem de Ayvazın adı oluyor... Mehmet, Olucaklı Feride ile evlendi, Veysel ve Furkan adlarında iki oğlu var. Ahmet ise Ödemişli Ayşe ile evli, Sultan ve Süeda adlarında iki kızı var... Mehmet ve Ahmet halen İzmir'de ikamet ediyorlar. Ana babaları ise yılın büyük bölümünü Anıtkaya'da geçiriyorlar...

     Ayvazın küçük oğlu Hüseyin 1957 yılında doğdu. İsminin menşei hakkında biraz durmak lazım. Her ne kadar Mollahmetlerin Sıntırhüseyin hatırası olduğu söyleniyorsa da Tellal Dayının adı Alemdaroğlu Hüseyin olduğunu unutmamak lazım...

    Hüseyin Anıtkaya dışından, Karacahmetli Ziyneti Hanımla evlendi. Farklı köylerdenler, ama birbirlerine büsbütün yabancı değiller; hala dayı çocuğu oluyorlar. Hatırlanacağı üzere Ayvazın babası harpte kalınca, annesi Karacahmet'e kocaya varmıştı. Gerçi Ayşe Hanım orada olan oğlanlarıyla birlikte sonradan memleketi Turgutlu'ya yerleşti; fakat kızı Karacahmet'e gelin olmuştu. İşte Ziyneti, o kızının çocuğu; dolayısıyla Hüseyin'in de halasının kızıdır...

    Hüseyin ile Ziyneti de İzmir'e yerleştiler. Kezban, Yaşar ve Muhammet adlarında bir kızıyla iki oğulları oldu. Yaşar, 2013 yılında ardında Deniz adındaki kızını yetim bırakarak vefat etti. Muhammet ile Konyalı hanımının iki oğlu oldu. İzmir'de yaşıyorlar...

    Ayvaz Ahmet'in 1923 yılında Hacıbeyli'de başlayan hayatı, kısa bir süreliğine Karacahmet'te cereyan etti. Sonra evlatlık olarak Eğret'e geldi. Burada Tellal Dayının onu resmi olarak nüfusuna almadığı anlaşılıyor. Aksi olsa Ayvaz Ahmet (Ali), 1934 soyadı uygulamasında KIZILYEL veya TÜL soyismini alırdı. Oysa Ayvazın soyadı, Hacıbeyli'deki akrabalarına paralel olarak UYSAL olmuş...

    Tellal/Ayvaz Ahmet/Ali Uysal, 2009 yılında Anıtkaya'da öldü. Eşi Cemile Hanım ise kendisinden on yıl sonra, 2019 yılında vefat etti...

    Bacıdedenin defterinde 1976 yılındaki bir ölüm şöyle not edilmiş; 'Karacahmetli Uzun Aişe Ninenin ölümü'... Edindiğim bilgiye göre bu kadın, 1970'te eşi vefat eden Haliloğluların Ali Osman Kanat'ın karısıymış. Önceden Kirpitçilerin Körhalilin yedi hanımından biri olduğu söylenen Uzunayşa aslında Ayvazın yakınıymış... Ayvazın yakını, Karacahmet, Ayşe... Bu bilgiler birleşince ortaya Ayvazın anası Ayşe Hanım portresi çıkıyor; ama emin olamıyoruz...


 


13 Ağustos 2023

Alicikler


    Afyon kökenli Karamehmetoğularının büyüğü Ali'dir, 1786 yılında doğmuş. Orta boylu, sarı sakallı olarak tanımlanmış; bu ayrıntının önemi, bir asır sonraki torunlarının çakır gözlerini açıklamada anlaşılabilir.

    Emine Hanım ile Eğret'te evlendiği düşünülüyor; ama eşinin kimliği ve kimlerden olduğuna dair bilgi yok... Yine hakkında bilgi ve belge bulunmayan diğer bir husus da Alicik lakabının kaynağıdır. Sülalede bilinen en eski Ali kendisi olduğu için lakaba muhatap kişi de Karamehmetoğlu Ali'dir diyebiliriz. 

    Eğret'te küçültme ekiyle yapılan iki lakaptan biridir; diğeri Velicikler... Küçültme ekinin görevi her zaman için küçüklük bildirmek değil; zira ne Velicikler ne de Alicikler ufak boylu, minyon tipli kimseler değil. İşte Karamehmetoğlu Ali'nin de orta boylu olduğu belgeyle sabit... Buradaki -cik eki sevimlilik, samimiyet ifade ediyor... Afyon'dan gelen bu delikanlının Eğret'te sevilip benimsendiği, bu yüzden kendisine Alicik diye hitap edildiği anlaşılıyor... Sonradan bu isimlendirme sülalesinin adına dönüşecek...

    Alicik ile Emine Hanımın 1820 yılında Eyüp, 1827'de Hüseyin adlarını verdikleri iki oğulları oluyor. Ne yazık ki bu oğlanlar 1838 ve 1839'da arka arkaya vefat etmişler. Bu sırada Eyüp 18, Hüseyin ise 12 yaşındaymış... Buraya kadarki bilgiler eski defterdendi...

    Daha sonra düzenlenen belgelerden anlaşıldığına göre Alicik'in oğlanlar ölmeden önce, 1835 yılında Fatma (yahut Fadime/Fatı/Fadik) adını verdikleri bir kızı olmuş... Fatma Hanım, Gademlerin Ali'ye vardı; ileride Gademali (Ali Çotak) ile Banguş (Osman Çotak)ın nineleri olacaktır... 

    Burada Fatma Hanım sayesinde kurulan Gademler bağlantısı, Aliciklerin Eğret'teki başlangıcıyla ilgili ipucu sunabilir. Bilhassa o vakitlerde evlilikler tesadüflere göre değil, akrabalık bağları dikkate alınarak yapılıyor. Alicik, biricik kızını neden Gademlere verdi?... Biraz geriye dönüp baştaki söylentiyi hatırlayalım; buna göre, Eğret'e geldiklerinde Karamehmetoğulları bekar durmuşlardı, fakat kime bekar durduklarıyla ilgili malumat yoktu. Öyle anlaşılıyor ki, Karamehmetoğlu Ali Gademlere bekar durdu. Kişiliği ve çalışkanlığıyla sevildi, Alicik lakabını aldı. Gademler, bu çalışkan Alicik'i kendi kızları Emine ile everdiler. Sonra bir kızları olduğunda Emine Hanım onu kendi yeğenine verdi... Afyon'dan gelen Karamehmetoğlulardan en azından Alicik'in Gademlere bekar durduğu ve onların kızıyla evlendiğini düşünmemize bir sebep de Aliciklerin evidir. Şimdiki Naymelerin ev, Gademlerin yurdun oturduğu adanın içinde yer aldığı bugün bile net bir şekilde gözlenebilir...

    Gelelim Osman'a... Doğum tarihi 1835 olarak kaydedilmiş; ama buna pek güvenmemek lazım. Eğer bu tarih doğru olsaydı 1831 kayıtlarına işlenmiş olurdu. Küçük oğlu Hüseyin'in 1839'da öldüğü sıralarda Osman'ın doğması daha mantıklı görünüyor...

    Aliciklerin Osman, İsmihan adında bir hanımla evlenmiş. 1904 Yılında belgenin düzenlendiği vakit hayatta olmadığı için İsmihan Hanım hakkında bilgi bulunmuyor. Üç oğlan iki kız, beş çocukları olduğunu biliyoruz; İbrahim, Aliye, Ümmühan, Ahmet ve Mehmet... En küçükleri Ümmühan 1890 doğumlu olduğuna göre, İsmihan Hanım bu tarihten sonra vefat etti demektir... Bundan sonra Aliciğin Osman, Olucaklı Ömer kızı Döne ile evlendiyse de başka çocuğu olmadı... Kendisi ve Döne Hanım 1910'dan önce vefat ettiler...

    Önce iki kızın durumuna bakalım...

    1878 Doğumlu büyük kızına Aliye isminin verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor... Aliye, Afyon kökenli İdirizlerden Hasan eşi oldu. Hatice, Kezban ve Ayşe (Yanalhatca, Gızılgız ve Zağarayşa) adında üç kızı olduktan sonra kocası ölen Aliye, Garapaçaların Hüseyin'e vardı. Yukarıda bahsedildiği gibi, Garapaçalarla Alicikler ikisi de Afyon menşeli Karamehmetoğullarından... Orada da Şerife ve Mehmet (Patlakşerfesi ve Avgan) adlarında iki çocuğu oldu. 1960 Yılında vefat etti...

    1890'da doğan Ümmühan ise Garmenlerden Ahmet eşi oldu. Çocuğu yoktu, eşi Cihan harbinde kalınca Canalilerin Ahmet'e vardı. Orada Canali (Ali Can) ve Şeytanhasan (Hasan Can)ın anneleri olacaktır. 1946 Yılında vefat etti...

    İki kızdan sonra üç oğlana bakacağız. Onların evlilikleri ve çocukları ile Alicikler iki ayrı kola ayrılacaktır...



10 Ağustos 2023

Esnaf-1 Bakkaliye


    İleşberlikle uğraşmayan herkese esnaf derlerdi ve tarla takga işlerinden bıkan kızlar esnafa varmaya can atardı. Esnaf, rahat bir hayat yaşamanın sembolü olmuştu.

    Aslında ileşberlik haricine esnaf adı verilmesi bir açıdan yanlış değil. Çünkü Anıtkaya'da memur tabaka olmadığına göre, o kısım tamamiyle esnaf kabul edilebilir. Derinlemesine incelendiğinde azımsanmayacak derecede esnaf takımının varlığı görülecektir. Demirciler, terziler, berberler, tenikeciler, kahveciler, yağcılar, yırtımcılar, sütçüler, hızarcılar, zahireciler vs... Bir dönem Eğret/Anıtkaya esnafının kesitini almaya çalışacağız, önce bakkallar...  

    Esnafın en yaygını bakkallar... Bakkal terimi Eğret'te bilinmediği yıllarda genel adı dükkan idi. Dükkan açmak, dükkana gitmek, dükkandan bişey almak deyimlerinin hepsinde bakkala işaret vardır; ama bakkal kelimesi kullanılmazdı. Zamanla bu söz de dağarcığımıza girdi ve Bakkalseydi, Bakkalırmızan, Bakkalsüleyman gibi isimler kalıplaştı... Daha daha sonra market kavramı hayatımıza girdi ve bir kaç dükkanın adı market, dükkancının adı da marketçi olarak kaldı... Temelde işin özü aynıydı; dükkancılık/bakkalcılık...

    Temel ihtiyaç maddelerinin satılması amacıyla açılan dükkanların yaygınlığı biraz da bu ihtiyaç/talep sebebiyledir... Hatırlanan ilk bakkal dükkanını Yorgo adında bir Rum işletirmiş. Günaydın Yırgal'ın evin bulunduğu yerdeki bu dükkan, Yunanlarla birlikte sahibi da  kaçıp gittiği için yağmalanmış... Aynı dönemde Alemdaroğlu Alibey de bu işle iştigal ettiği için lakabı Kantin olarak kalmış...

    1930 Yıllarının Muhtarı, Hacımahmutların Hafız Mehmet Öztürk'ün dükkanı Cumhuriyet döneminin ilk bakkalı olabilir. Pazaryerinin köşesindeki bu dükkanda 1970'lere kadar bizzat otururdu. Vefat ettiğinde oğlu işletiyordu. Hafızın üç oğlunun da Afyon ve Anıtkaya'da uzun süre bakkal dükkanları oldu. Torunu Harun Öztürk, halen dedesinin dükkanının yerine yapılan küçük bakkalı çalıştırıyor...

    Tam sırasını bilemiyorum, biri diğerinden önce-sonra olabilir, eskiden bakkal dükkanı işletmiş bazılarından bahsedeceğim... Daldalların Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkanı onlardan birisi mesela... Galip Bey Caddesinde iki farklı yerde dükkanı olduğunu hatırlıyorum. Mesleğine dair fazla bir bilgim yok...

    Kalecikli Hacı Ahmet Çelik'in bir dükkanı varmış. Şimdi Çolakların Halil Kurt'un evin bulunduğu köşedeki bu dükkan, o zamanlar çok işlekmiş. Kaleciklilerin ticarete yatkın yapısı düşünülünce bu dükkanın başarısını yadırgamamak lazım... 1966'da Ahmet Ağa vefat ettikten sonra dükkan kapanmış olabilir...

    Arapselimlerin Garaselim (Selim Zenger) önce Söğütcük'te Gariban (İbrahim Kopan)ın evi civarında bir küçük dükkan açmış. Sonra Hacının dükkanın yerine taşınmış. Yetmişlerdeki bu dükkanını hatırlıyorum... Garaselim, haksız yere hapse düştükten sonra aldığı tazminatı sermaye yaparak bu dükkanı açtığı söyleniyor...

    Dörtyol de, Beşyol de, Makas de... Ne dersen yakışacak bu tuhaf görünüşlü kavşak meydanında bir dükkan daha belirmişti. Yörüğoğluların Lütfi Tüplek o dükkanı açtığında Garaseliminki kapandı kapanacak haldeydi. 'Nutfinin Dükkan' diye bilinen bu bakkal uzun süre açık kaldı. Sanayi yapıldıktan sonra oraya taşındı ve bakkalcılıktan parçacılığa dönüştü... 

    Gulaksız Mehmet Argunşah'ın dükkanı, her zaman köyün en kalabalık meydanlarından biri olan Hacıların Oda önündeki köşedeydi. İlk zamanlarda iyi çalışan bir dükkanmış. Meydanın ortasındaki kuyuya, soğuması için karpuz gazoz filan sallarlarmış. Kahveler açılıp Kur'an Kursu yapıldıktan sonra merkeziliğini artıran meydanda bu dükkanın çok daha iyi çalışması beklenir. Öyle olmamış; Gulaksız yaşlanmış, fakirleşmiş; başka dükkanlar açılmış... Hatırladığım vakitlerde dükkanda yine bisküvi filan bulunurdu; ama artık orası bakkal değildi, Gulaksız ayakkabılara pençe vurur, onları diker, yemeni yamardı...

    Gulaksızın dükkanın karşı çaprazında, Naymelerle Dolaksızın evin arasında bir küçük dükkanı Gulaksızın üvey oğlu Hasan Karagöz çalıştırmış. Bu bakkal dükkanının kısa ömürlü olduğu anlaşılıyor. Aynı dükkanı yine Gulaksızın yeğeni, Kümüğün Yusuf Argunşah da bir süre işletmiş; yalnız bunların hangisi önce idi, meçhul...

    Gulaksızın dükkanın yan tarafını Berberlerin Emin Öztürk satın alıp oraya bir dükkan yapmıştı. Kendisi çalıştırmak istediyse de bu bakkalın ömrü kısa sürdü. Bezekininalinin Veysel Tok da ondan satın alıp yeni açtığı kendi dükkanıyla birleştirdi. Yaptığı iş tam da bizim anlattığımız bakkalcılık olmasına rağmen dükkana market adını verdiği için yeni lakabı 'Marketçi' oldu. Merketçi Veysel Tok'un bakkal dükkanı halen Kahvelerin Önündeki yerinde...

    Eski bakkallardan birisi de Şaşdımoğlu Halil'dir. Henüz köyde motorlu araçlar yokken dükkanın nakliyesini at arabasıyla yaparmış, Halil Ağa'nın dükkancılıktaki kıdemini hesap edin. 1961'de vefat edene kadar mesleğini sürdürmüş, kendinden sonra dört oğlundan üçü de şöyle veya böyle bakkalcılıkla haşır neşir olmuşlar... Büyük oğlu Uykucu Ömer Şen, küçük dükkanında kendince okur, yazar, kitap ciltler hatta ayakkabı tamiri bile yapardı. Diğer oğlu Mevlüt, özellikle Cumartesileri köyde yağ, tuz vs. ticareti yapar, sair günlerde Afyon'daki dükkanında otururdu. Onun küçük oğlu Ramazan, uzun yıllardır Anıtkaya'da dede ve baba mesleğini sürdürüyor... Şaşdımoğlu diğer kardeş Ziyaddin Şen de vefatına kadar bakkalcılık yaptı, aykırı duruşuyla bu sektörde her zaman kendinden söz ettirmeyi başardı... Hasılı Şaşdımoğlu, adeta Eğret/Anıtkaya bakkalcılığının köklü markalarından biridir...

    Bolvadinli Çakallardan Bekir'in oğlu Mustafa, Şaşdımoğlu merhum Mustafa'nın dul eşine içgüveyisi olunca Ümmühan Hanımın önceki eşi 'Eski', sonraki eşi ise 'Yeni Mısdık' oluveriyor... Şaşdımlardaki bakkalcılık malum, Yenimısdık da meşhur bir bakkal oluyor. İşlek köşedeki dükkan çok çalışırdı. Kendisine bu lakabıyla hitap edilmesinden hazzetmez, 'Hacı Dede' denilmesinden pek hoşlanırdı. Ölçüde, tartıda bonkördü; ağzın tatlansın diye gelene lokum, helva türü şeyler ikram etmeye bayılırdı... Çocukluğumuzda kapısını aşındırdığımız dükkanlardan biridir. Elektrikler kesildiğinde 'Git, Yenimısdıktan şu kadar ceryan al gel' bayat bir espri halini almıştı... 

    Hacılardan Mantar Osman Azbay'ı da bu arada zikretmek lazım. Bakkalcılığa yönelmesinde Şaşdımların damadı olmasının payı bulunabilir... Onun dükkan Galipbey Caddesinin başında, Goca Caminin tam kıblesinde idi... Galiba diğerlerine nazaran çok çalışan bir dükkan değildi, rahmetli 2013'te vefat etmeden çok önce dükkan kapanmıştı...

    Adı kendisine lakap olan Eyüp Çetin'in dükkanı da evinin bulunduğu yerdeymiş. Daldalların kuyuya onun dükkandan da gazozlar sallanırmış yaz günlerinde. Kendisinden sonra küçük oğlu Osman Çetin zahireciliğe yönelerek esnaflığı devam ettirdi, lakabı da Uncu Osman'a döndü... Neticede Bakkal Eyüpçetinin torunu Murat Çetin babasından devraldığı zahireciliği de noktaladı...

    Eminlerin Kellan (Süleyman Eren), uzun yıllar evinin altındaki dükkanı çalıştırdı. İki bölümden oluşan bu dükkanda her şey bulundururdu. Yan odada genelde nalbur malzemeleri ve cam olurdu. Nadir ihtiyaç malzemeleri için insanlar genelde Kel Süleyman'ın dükkanı bulurdu. Hazır kendi vişne bahçesi de varken, sair vatandaşın vişnelerini de alarak toptancıya aracılık ettiğinde bu dükkanı kullanırdı... 1997 Yılında rahmetli olana kadar dükkan böyle çalıştı. Sonra Seydinin Mustafa'ya kiralandı...

    Seydinin Mustafa Selman, Kelsüleymanın dükkana kiracı olana kadar evveliyatına bakmak lazım... Ümmünün Seydi dükkanı ne zaman açtı bilmiyorum. Önceleri aynı yerde eski dükkanı vardı. L Planlı bu dükkana dair ilginç anıları olanlar vardır... Bir süre sonra eski ev yenilenince doğal olarak dükkan da yenilenmiş oldu. Yeni dükkanında kendi imalatı dondurma sattığını da hatırlıyorum... Güleryüzlü bir adam olan Bakkal Seydi geleni geri çevirmez, basit bazı kırık çıkık durumlarını tedavi ederdi. 1991 Yılında vefat ettikten sonra bakkalcılığı oğlu Mustafa Selman devraldı. Onun Kelsülaymanın dükkana taşınması biraz da hazır pazar düşüncesiyle oldu...

    Askerden geldikten sonra sabit gelirli işe yerleşecekken bir mani çıkınca Gödenlerin Süleyman Dadak bakkal dükkanı açıyor. Belki kayınpederi Sarıhasanın da bunda etkisi olmuştur... Bundan sonra lakabı Bakkalsüleyman olacak, kendine ait evi ve altındaki dükkanı yapana kadar çeşitli dükkanlarda kiracı olacak; ama Galipbey Caddesinden hiç ayrılmayacaktır. Uzun yıllar çalıştırdığı bakkal dükkanını yaşlandığı için kapattı...

    Yörük Tahir'in oğlu Halit Akyol 'Bakkal Sarı' olarak bilinirdi. Bunun sebebi, evinin köşesine açtığı bakkal dükkanıdır. O muhitin tek dükkanı olduğu için kendince yeterli müşterisi vardı. Bununla beraber Cumartesi günleri züccaciye bölümünü olduğu gibi pazaryerine taşır, orada sergisini açardı. Öğlen olunca pazar dağılırken de el arabasıyla tekrar dükkana... Her Cumartesi bunu bıkmadan sürdürdü... Eski evi yenilenirken yine bir odasını dükkan olarak planlamıştı. 2000 Yılında yeni okul binası o civara yapılınca Sarının dükkan da canlanır gibi oldu; fakat tam karşına Kirlinin Mehmet Azbay yeni bir bakkal dükkanı açmıştı... Bakkal Sarı, 2013 yılında vefat edene kadar orada vakit geçirdi...

    Bakkalsarının karşısına açılan bakkal dükkanı hala çalışıyor. Kirlinin Mehmet Azbay, öncesinde uzun süre açık tuttuğu ayakkabıcı dükkanını kapattıktan sonra onu açmıştı. Ortaokul çocuklarının yolu üstünde böyle bir dükkana ihtiyaç vardı, Sarının dükkan bu ihtiyaca cevap vermiyordu. Zamanla tam bir bakkala dönüşen dükkan şimdilerde oldukça hareketli...

    Cıldır Abban (Abdurrahman Keleş), evinin altındaki dükkanı çalıştırdığı yıllarda orası özellikle gençlerin uğrak yeriymiş. Cıldırın onları cezbedecek uygulamalarından dolayı böyle olduğu düşünülüyor. Mesela ispirto ateşinde ekmek arası sucuk yaparmış onlara... Dediklerine göre gazoz kapağına döktüğü ispirto, istedikleri kadar sucuğu cız bız etmeye yetermiş... Cıldırın dükkan kapandıktan sonra, hemen yan tarafına Bakkalırmızan (Ramazan Türkmenoğlu)nun dükkan açılıyor. Bizim bildiğimiz ve sahibine Bakkal lakabını kazandıran dükkan budur...

    Bakkalırmızanın abisi Beygirli (Mehmet Türkmenoğlu)nun da bakkal macerası var... Alagır mevkiindeki nadir dükkanlardan olduğu için iyi çalışmasa bile iş yapan bir dükkandı diye hatırlıyorum... Beygirli son zamanlarında işletmedi galiba... Onun vefatından sonra o bölgedeki bakkal işini İsa Türkmenoğlu devraldı...

    Yeşil Caminin karşısındaki evinin altında çalıştırdığı bakkal dükkanını Afyon'a göçene kadar Dalmış (Kazım Dalmışlı) çalıştırmış. Buranın da gayet işlek bir yer olduğunu bilenler söylüyorlar...

    Dalmışın kardeşi Keliban (İbrahim Dalgıç)ın bakkal macerası da unutulmaması gerekenlerden... Çok yönlü, sosyal, girişimci bir yapıya sahip olan Kelibanın dükkanı, Hafızın dükkanın karşı çaprazında bulunuyordu. Pazar girişinin en yoğun olduğu aralıkta yer alan bu dükkan beklendiği kadar çok çalışmazdı; hatta Cumartesi dışındaki sair günlerde açık olup olmadığı bile anlaşılmazdı. Lakin Kelibanın tek meşgalesi bakkalcılık değildi ki... Biz bilmiyoruz, PTT Acentasıymış mesela... Sonra meşrubat bayisi idi, kahveler dahil diğer yerlere meşrubat ve maden suyu dağıtımını o yapardı... Tüpgaz bayisiydi, hatırladığım kadarıyla... Uzun süre Esnaf Kefalet yapılanmasının Anıtkaya temsilciliğini yaptı... Bu yüzden bakkal çok çalışmasa bile dükkanın yan gelir kapıları oldukça işlekti... O yan kapılardan biri olan Meşrubat-Maden Suyu  bayiliğini küçük oğlu Misgin (Abdullah Dalgıç) aynı yerde sürdürüyor...

    Henüz kızlara çeyiz malzemesi (iğne iplik, orlon, makara vs.) için özel dükkanlar açılmadığı zamanlarda; yumak ve makara ipler, işleme ipliği için kızların Deliyakıp (Yakup Kopan)ın dükkanını aşındırdıkları aklıma geldi. Başka şeyler de satılıyormuştur bu dükkanda, ama benim aklımda ipler kalmış. Yan taraftaki tahta merdivenlerden çıkılan odanın altı bakkal dükkanıydı, ne ara kapandı hatırlamıyorum...

    Macurali (Ali Öncül) uğraştığı onca işin arasına bakkalcılığı da sokmuş. Evinin köşesindeki dükkanı 1960'lı yılların sonuna kadar işletmiş. Bu sırada sık sık mahallenin gençlerine emanet eder, kendisi başka işlere yönelirmiş. Kese kese parayı tasnif edip saymaları için onlara bıraktığını çok dinledim... Haliyle dükkan çok yaşamamış...

    İresilhoca (Resul Ayas)ın da benzer bir bakkal macerası var... Galiba yine 60'lı yıllar... Evinin yanında bir dükkan... Tamam rızkın onda dokuzu ticarette, ama bu işlerde biraz cazgırlık gerekiyor... Hasılı İresilhoca alacağını alamamış, vereceğini verememiş... Yürümeyince kapanmış Güven Bakkalı...

    Kısa süreli bakkallar kervanına Buydeycigadir (Kadir Dadak), Hakkıların Hakkı Yırgal, Halimenin Mehmet Kıy da katılmışlar... İlk ikisi evlerinin köşesine açarken, Halimenin Mehmet'in dükkan daha merkezi bir yerdeymiş. Biz çocukken Çakırların Yurt derdik, Süleyman Yırgal ile Halil İleri'nin kahveler arasında bir boşluk vardı; şimdi tam da Günaydın'ın kahvenin ocaklığı oraya oturmuş... Halime'nin Mehmet'in dükkan işte orasıymış... 

    Terzi İzzet Koç'un dükkan da çok uzun süreli çalışmadı. Öncesinde terzi dükkanıydı, Ortaokul çocuklarına hitap edecek biçimde bakkala çevrildi. Bakkalken bile 'Terzi İzzetin Dükkan' diye anılmasındaki ironiyi fark ettin mi? Zaten bir süre sonra tekrar eski terzi dükkanına dönüşecek... Kısa süren bakkallığı galiba 1980 yılına tesadüf ediyor. Yirmi gramlık Çokokremlerle orada tanıştığımızı hatırlıyorum...

    Cavaların Ali Osman Er'in bakkal dükkanı da kısa ömürlüydü. Hakim İbrahim Patlar'ınki nispeten uzun sürdü... Goca Cami'nin alt yanında Gocakazım (Kazım Kaçmaz)ın; üst yanında Meşhur Ahmet Sağlam'ın dükkanlar geldi geçti...

    Pazaryerine Sağıroğlu Süleyman Sancak da dükkan açmıştı. Küçük oğlu Mehmet'in çalıştırdığı bu bakkal, onun köyden ayrılmasıyla kapanmış oldu...

    Sağırların Ali Osman Hocanın, Güçcükhalil (Halil İleri)nin kahve yanına açtığı bir bakkalı vardı. Küçüktü, ama çok işlerdi. Hoca, slogan gibi sağa sola uyarı levhaları yazardı. Burasını uzun süre işlettikten sonra kapattı. Sonra kendisi Çapar Mehmet Dadak'ın nalbur dükkanını devraldı... Bakkaliyeyi Hoca'dan devralan ise oğlu Hilmi Sancak oldu. Halen Galip Bey Caddesindeki dükkanını çalıştırıyor... 

    Goca Cami'nin imamı Hüseyin Saki Hoca da oğlanlarına bakkal dükkanı açtı. Önce küçük bir yerde başladıkları bu işi, şimdi aynı cadde üzerindeki daha büyük dükkanlarında sürdürüyorlar.

    Delibıdığın torunu Mehmet Soylu, Muhittin'in kahve yanına bakkal dükkanı açmıştı. Bir süre sonra orayı kapattı; ancak Sanayi'deki dükkanında yine bakkaliye ile meşgul...

    Hatırlayabildiğim kadarıyla Eğret/Anıtkaya Bakkaliye tarihi böyle bir şey... Yukarıda adı geçen dükkanların büyük çoğunluğu Pazaryeri/Galip Bey Caddesi merkezliymiş. Diğerleri de genellikle işletmecinin kendi evinde açılmışlar... Yine anlaşıldığına göre bakkaliyeye yönelen esnafın çocukları da yine esnaflığı bir şekilde sürdürmüşler. Bununla beraber ileşberliğin yanında ek iş olarak yapanların bakkalcılığı başarılı değil...

    Paranın kıt bulunduğu zamanlarda mübadele ile alışveriş oldukça yaygınmış. Vatandaş elinde ne varsa (dene ve yumurta) onun karşılığında alacağını alıyor... Buna bağlı olarak, eski bakkallarda yahut bakkalcılığın 1975'e kadarki dönemlerinde 'Harman Dükkanı' denen bir kavram oluşmuş. Bir bakıma bakkalı müşterinin ayağına götürme hizmeti...  Bunar'da, Arpalık'ta, Alagır'da... Hemen hemen her mevkide bulunan seyyar/çardak bakkallarda bisküvi-lokum, fıstık-şeker gibi bozulmayan, bayatlamayan genel geçer şeylerle gazoz ve karpuz gibi ferahlatıcı içecekler meyveler satılırmış. Böylece çeci çıkaran vatandaş çevresine, önceğine doldurup dükkanı boyluyor...

    Bir dikkat çekici husus da bazı bakkalların bir dönem muhtarlık yapmış olmasıdır. Bakkallıktaki kredisini oya dönüştürüp sonradan muhtar olma durumu mu... Yoksa 'Madem muhtar oldum, belirli bir yerim olsun, hem de boş boş oturmaz dükkan çalıştırmış olurum' düşüncesi mi birbirini tetikledi bilinmez... Şu bir gerçek; Ümmünün Seydi Selman, Halit Akyol, Terzi İzzet Koç, Lütfi Tüplek, Meşhur Ahmet Sağlam, Mehmet Soylu'nun hem muhtarlık hem de bakkallık yaptığı devirler var...



07 Ağustos 2023

Sorma Şeker

 
    1994 Yazıydı... Balıkesir'in bunaltıcı sıcağında askerliğe başlamıştık... Anıtkaya'ya yüzlerce kilometre mesafedeki askerlik günlerinin ikincisinde eski bir dostla karşılaşacağımı nereden bileyim...

    Tam olarak takımlarımız filan belli değil, acemilik nedir iliklerimize kadar yaşıyoruz. Ne kadar kısa dönem grubunda da olsak, orası asker ocağı... Durumu bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır... Yabancı bir yerdesin, değişik bir ortamdasın ve ilk defa gördüğün simalarla berabersin... Taze arkadaşlıklar böyle durumlarda hemen filizlenir. Yine de karakter yapısına göre bazı kişilerde bu süreç uzar... Biz her yönüyle acemi tayfasındanız, henüz samimi olduğumuz kimse yok... 

    Aslında bu da normal kabul edilebilir, zira daha ikinci günün sabahındayız... Kim olduğunu bilmediğimiz kişiler sağa sola emirler yağdırıyor. Biz acemilere de hakkında hiç bir fikrimiz olmayan görevler yüklüyorlar... Beni, şimdi ismini hatırlayamadığım bir usta erin emrine verip onunla beraber devriyeye yolladılar. Medeni kışladan ayrılıp dağ taş gezmeye çıkmış gibiydik.

    Emri altında bulunduğum Er/Komutan durmadan konuşuyor. Dediklerini pek anlamıyorum, ama kafamda bir tablo oluştu... Adanalıymış, okuma bilmiyor; öğrenmeye niyeti olmadığı gibi gerek de duymuyor. Fakir bir ailenin çocuğu. Yaşlı ana babası bırak para göndermeyi, bunun göndereceği üç beş kuruşa muhtaç... Devletin verdiği sembolik aylıkları biriktirip onlara gönderiyormuş. Kişisel harcaması sıfıra yakın. Aslında sıfır; ama her nöbet boyunca ağzında gezdirdiği bir adet şeker için minik bir ödenek ayırıyormuş kendince... Şeker parası dışındakiler ana babasının...

    Bunları anlatırken cebinden küçük bir naylon kese çıkardı. Bir şeker alıp ağzına attı, aynı intizamla keseyi dürüp cebine koyacaktı ki durakladı... Ne yapacağını bilmez halde bir an bekledikten sonra dürüyü açıp bir şeker de bana uzatırken tembihledi;
    - 'Yeme ha, somur!'

    Adanalı saf Er/Komutanımın ihtiyar ana babasının rızıklarından keserek aldığı sorma şekerin kıymetini zamanında anlayamadığıma hayıflandım... Bir saatlik ilk nöbetim boyunca, yememeye dikkat ederek, somura somura bu mübarek şekerin hakkını verdiğimi düşünüyorum...

    ***

    Çocukluğumuzun şekerlerini şöyle bir listelersek, sorma şeker hiyerarşik sıralamanın ortalarında yer alır;

    Gelin şekeri: Neden böyle dendi bilmiyorum. Koyu pembe renkli kalın plakalar halinde bazı dükkanlarda bulunurdu. Asla satın alanı görmedim ve tadı hakkında da hiç fikrim yok; yemedim çünkü. Galiba pahalı bir şeydi, düğün çerez tepsilerinin üstüne konulduğu için bu isim verilmiş olabilir...

    Ciyirdekli şeker: Bayram el öpmelerinde çok rağbet ettiğimiz şeker türüdür. Kimin evinde yahut hangi odada bundan varsa oraya defalarca el öpmeye giderdik. O gün için lüks sayılan ambalajlanmış şekerdir. Dışına sarılan renkli naylon ambalaj maddesinden dolayı bu adı vermiş olmalıyız...

    Tespih şeker: Tadını hatırlamıyorum bile; sanki yemek için değil de sahip olmak için alır gibiydik. Şekerler bir ip boyunca tespih taneleri gibi dondurulmak suretiyle üretilirdi. Dükkanlarda bir, bir buçuk metre uzunluğunda tespihler gibi boylu boyunca uzatılırdı. Yenimısdıktan bir karışı on kuruşa alırdık...

    Sorma şeker: En yaygın şeker türüdür; çok bulunduğundan mıdır nedir, dükkandan satın alırdık, ama olmasa da olurdu... Rengarenk bu şekerlerin ana maddesi telhelhelvanın bir aşaması olduğunu öğrendikten sonra gözümüzden düşmüş olabilir. Yeşil renkli yahut yeşil şeritli özel aromalı olanlarına naneşeker, kahverenkli süt aromalı olanlarına da sütlü şeker derdik. Bir ara susamlı türleri de vardı... Cebimizde günler geçirip kumaş havlarından tüleneni olduğu gibi, birine sahip olmak için uğruna kavga ettiğimiz sorma şekerler olmuştur...

    Akide şekeri: Bugün Konya merkezli Mevlana şekerinin daha büyüğünü ve burularak kesilmişini hayal edin; işte akide şekeri budur... Bu bembeyaz koca şekerleri satın almazdık. Uzun süre bekledikleri için çok sertleşen bu şekerler, kandil gecelerinde yahut Cuma günlerinde camide dağıtıldığı için mi bu ismi aldı acep?

    Gaba şeker: Şeker dünyasının en alt tabakasında bulunur. Akide hammaddesinin renklendirmesiyle oluşur. Kesimi daha küçük ve yuvarlaktır. Yumuşak olduğu için akideye göre tercih edilebilir. İhtiyarlar çocuk sevindirmek için ceplerinde taşıdıkları gaba şekerlerin çocukları pek öyle sevindirmediğini görünce şaşırırlardı. Bunda şaşılacak bir şey yok; gaba şeker çabuk kirlendiği için, günlerce cepte, şalda bekleyince orada ne kadar toz kir varsa üzerine çeker, rengi değişirdi. Sen olsan bu şeker için can atar mısın?

    Daha başka şeker türleri de vardı aklımda kalan ama bunlar ya sorma şekerin ya da gaba şekerin alt türleridir, ayrıca başlık açmak gereksiz...

    ***

    Uzun süre susuz kalmış toprağa yağmur dindikten sonra baksan hiç su kalmamış, hepsi yer altına inmiş. Buna toprağın suyu sorması diyoruz. Tarla, bahçe sularken de aynı görüntüye şahit olursunuz...

    Bir de yabancı kökenli absorbe kelimesi var, Türkçe'ye 'emmek' olarak çevriliyor. Genellikle katı maddelerin ışığı emmesi anlamına geliyor. Buradaki emmek, toprağın suyu sormasıyla aynı anlamda da kullanılabiliyor. 'Tarla susuz, suyu anında emiyor.' gibi kullanımlara da rastlanır.

    Bazen, aynı anlama gelen bu iki kullanım birleştirilir. Ağıza alınan bir yiyecek emilerek eritilir. Eskiden emzikler yoktu, bir tülbent parçasına çıkılanan şekerli ekmek içi bebeğin ağzına tıkılır, emip bitirene kadar annesi işine bakardı. Emzik görevi gördüğü gibi bebeğin gıdalanmasını da sağlayan bu tekniğe 'sormuk' adı verilirdi. Dili ile damağı arasında emdiği çıkını aslında sorduğu için bu isim verilmiş olmalıdır.

    Anıtkaya kırlarının her tarafında bahar aylarında yetişen pembe çiçekli bir orkide türüne de 'sormuk çiçeği' deniliyor. Belki biz öyle demişizdir, bilmiyorum... Her bir çiçek yaprağının kökü, boruyu andıran beyaz renkli bölümden oluşur. İşte o borucukta çiçeğin tatlı öz suyu bulunur. Sorarak bu tadı içimize çekerdik...

    ***

    Adı sorma şekerdi... İnsanlar kırda bayırda ağzına atar, sora sora ağzında döndürür dururlardı. Dişinle berelemez ve idareli sorarsan bir şekerle bir saat idare edebilirsin. Hatta bir ara çapacılara vermek üzere sorma şeker götürürlerdi tarlaya... 

    Benim gibi sabırsızlar o kadar sormaya tahammül edemez, çıtır çıtır kırar tüketirler... Bu yüzden ben sorma şekeri bir türlü soramaz, hemen yerdim...

    Çocukluğumda kalan bu dostla Adanalı Er/Komutan vesilesiyle tekrar karşılaşmıştım. Ağzıma attığımda yine çatır çutur yerdim; Allahtan uyarı erken geldi;

- 'Yeme ha, somur!'... Yemedim, sora sora ilk nöbetin sonuna geldik...


06 Ağustos 2023

Çeñizevi

 
    Zaman çabuk geçer, düğün vakti gelip çatar... Ana geçim kaynağı ileşberliğe dayanan Eğret'te süreç harmanda bile başlar; ammavelakin düğün kesinlikle harman kalktıktan sonradır. Bu da kış demek... Resmi olarak 8 Kasımda başlayan kış aynı zamanda düğün mevsimidir. Bu yüzden hatıralarda kalan Eğret düğünlerinin tamamı ıslak ve çamurludur...

    Gızevindeki hareketlilik nişanlılık döneminde hiç bitmez; derece derece artarak düğün haftasına varır dayanır. Düğünden 10-15 gün önce gelingızın gardeşliği belirlenir. Bu, düğün boyunca sürekli yanında bulunacak olan, bir bakıma gelinin sağdıcıdır ve en yakın arkadaşlarından seçilir... Bu günlerde yakınları tarafından yemeğe davet edilen gelinin yanında da o vardır ve verilen bahşişlerden nasiplenir...

    Gelin ve gardeşliğindeki hareketlilik henüz gızevine tam olarak yansımamış görünebilir. Bu kimseyi yanıltmasın, içten içe büyüklerin de kendine göre hazırlığı vardır. Mesela tepsi tepsi baklavalar açılırken mahallenin (Eğret'te sokak değil mehelle denir) bütün kadınları ve gızevine yakın diğer kadınlar oradadır...

    Gızevinde düğün çeñiz (çeyiz) asımıyla başlar... Oğlanevi ile gızevi kızlarının birlikte icra ettikleri ilk kapsamlı etkinliktir çeñiz asmak... Düğün haftasının Çarşamba günü oğlanevi kızları toplanıp gızevinin yolunu tutar. Planlanmış bir ziyaret olduğu için gızevi de hazırlıklıdır... Buna göre bir kısım kadınlar nokul yaparken, misafir ve evsahibi kızlar işe başlar... İş bitiminde artık karınlar acıkmıştır. Bu arada fırından gelen sıcak nokullar imdada yetişir, karınlar güzelce doyurulur... Kızlar kurdunu döküp çeñizevinin galasını yaparken, düğünü de resmen başlatmışlardır...

    Çeyiz asılan bu odaya çeñizevi denir ve düğünün gızevine bakan merkezini oluşturur. Bir günlerini burayı düzenlemeye ayıran kızlar çeñizevinin hakkını vermiştir. Günlerce orayı izlemeye gelecek kişiler, bir sergi salonundaki sanatseverleri andırır. Sanattan, sergiden, galeriden habersiz insanlardan bahsederken bu tabirleri seçmemizin sebebi, çeñizevindeki düzenlemenin başarısıdır... 

    Gelingızın çocukluğundan itibaren 8-10 senede hazırladığı işlemeler, tenteneler; döktüğü göznurunun semeresini alacağı yerdir çeñizevi... Bu yüzden çeñiz asılırken çok özenli davranılır. Namazlıklar nereye ve nasıl asılacak; basmalar, carseler nereye dizilecek?.. Ucu oyalı yazmalar, rengarenk patikler, iğneyle kuyu kazar gibi işlenen yastıkbaşları, bembeyaz ganevçeler, canfırılar, her biri ayrı örnek fanneler yelekler yerini yadırgamamalıdır... Çeyizde kendine yer bulabilen züccaciye eşyaları utangaç ve kırılgan görünmemelidir... Alışverişte oğlanevi tarafından alınan şeyler için de çeñizevinde bir bölüm ayrılmalıdır... Öyle bir düzenlenmelidir ki duvarlarda, pardıda boş alan kalmasın; gelenler baktıkları her yerde gelingızın hünerini görsünler... Bununla beraber orta yerde kendiliğinden oyun alanı açılmış olsun... Bütün bu hususları gözönünde bulundurarak çeñiz asmak elbette herkesin harcı değildir, ustalık ve tecrübe ister... Sonuçta sergi salonu düzenleyen bir sanatçı işi çıkar ortaya...

    Bundan sonra meydan, toplamda dört gece üç gündüz sürecek çeñizevi eğlencelerinindir. Gündüzleri çeñize bakmaya gelenlere sahne olur. Bunun belli bir vakti yoktur, genelde öğleye doğru başlar ve akşama kadar devam eder. Hani çeñizevini sergi salonuna benzetmiştik ya; ha işte çeñize bakmaya gelenler de sergi görmek isteyen sanatseverler gibidir. Büyük bir dikkatle gelinin işlediği eserleri incelerler. Enine boyuna bir eleştirmen edasıyla icra edilen çeñize bakma kesinlikle ciddiye alınmalıdır. Kimsenin bu eserler hakkında ileri geri konuşması istenmez; her gören onları beğenmeli, herkes çeñizevinden mutlu ayrılmalıdır...

    Bütün çeñizi oluşturan eserlerin her bir parçası hakkında sorulara cevap versin, gerekli açıklamalarda bulunabilsin, icabında örnek alınması sağlansın diye çeñize bakmaya gelen kim olursa yanına bir kılavuz verilerek gezmesi sağlanır. Bu anlamda çeñizevi gün boyu açık kalır. Kılavuzsuz gezmeye izin verilmemesinin bir sebebi de olası hırsızlıkların önüne geçmektir. Hatta bazı kötü niyetli kimselerin çeñize bakma bahanesiyle oraya buraya domuzyağı sürerek büyü cazı işlerine teşebbüs edebileceğinden de korkulur...

    Üç gün (Perşembe, Cuma, Cumartesi) boyunca akşama kadar sadece içeridekileri görmeye gelenlere evsahipliği yapan çeñizevinde asıl cafcaflı faaliyetler geceye saklanır...

    Akşam yemeğinden sonra erken gelenler, ortalık sakinken çeñize bakma işini de aradan çıkarıverir. Biraz sonra burası ana baba günü olacak... Diğer yandan sair evlerde telaşlı bir koşturmaca yaşanır. Genç kızlar çeñizevine günlük hayattaki sıradan halleriyle gitmek istemezler. Süslenmeli, taranmalıdırlar... Oyuna kalkan kızların yazmasını, şarpısını başından çekip almak adettendir; niye perişan saçlarla ortaya çıksınlar ki?

    Burada doğal olarak kalabalığın en önemli figürü gelindir, sonra gardeşlik gelir. Katılımcıların hepsi gelinle oynamak ister, fakat kendini yahut başkalarını göstermek isteyen birileri de çeñizevindedir. Kimi kendi gelingızıyla öğünmek ister, kimi oğluna gelingız bakmak derdindedir, kimi kızlar da görücüye çıkmış gibi oyunuyla, gülüşüyle, duruşuyla ben de buradayım havalarındadır. Bütün bunlar bir çeñizevinin sıradan insan manzaralırıdır...

    Oynamak iyi güzel de... Kuru kuruya müziksiz, nağmesiz, çalgısız olacak iş değil. Kaset marifetiyle oyun havaları çalındığı günler 70'li yılların sonuna rastlar. Ondan önce, ortaya çıkan oyuncular için birileri türkü çığırırdı. O yıllarda Tekelilerin Delifadime konunun uzmanıydı. Çeñiz asıldığı günün akşamından itibaren sürekli oralarda bulunur ortalığı şenlendirirdi. Birazcık safça bir yapısı vardı. Hafif şaşı gözleriyle nereye baktığı katiyen kestirilemeyen bu kadın, hemen her düğünün aranan kişiliklerindendi. Saf haliyle farkına varmadığı, kendisi hakkındaki bıdırtılara kulak asmaz düğünler ve düğün sahipleri hakkında özgürce yorumlar yapardı. Bir yandan baklağı şişelerini götürürken, diğer yandan falancanıın düğününde kendisine nasıl iyi davranıldığını şuh kahkahalar arasında ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyorum. Bir oyalı yazmayla gönlü alınabilen neşe kaynağı bir kadındı... 

    Delifadimeden önce çeñizevlerinin bir renkli siması da Garahmetin Gambırşerif imiş... O gelince çeñizevi hareketlenir, ahali oyun için pozisyon almaya başlarmış. Su Yolu türküsünün sözlerini araştırırken birisi 'Bu Gambırşerifin türküsüydü, en iyi O söylerdi.' dedi. 1957 Yılında vefat ettikten sonra çeñizevleri öksüz kalmış...

    Su yolu, susa yolu
    Boş gider, gelir dolu
    Haydiñ amanıñ gımıldan gımıldanıver
    Gara gözlüm gımıldan gımıldanıver

    Bir Eğret türküsü olduğu anlaşılan Su Yolu oyunundan başka, Eğril Duvarım Eğril türküsüyle oynanan bir oyundan daha söz ediliyor. Bir de adı Düz olan bir oyun varmış... Bu oyunların figürleri hem Ege hem de İç Anadolu'dan izler taşırmış... 

    Türküler söylenirken çıplak sese eşlik eden bazı geleneksel çalgıları da zikretmeden olmaz. Aslında bunlara çalgı demek ne kadar doğru, bilemiyorum. Bir enstrüman görevinden ziyade ritim tutmaya yaradığı için önemli olan bu aletlerin başında tepsi veya dübülek gelir. Onlar kadar yaygın olmasa da ekin ekerken tohum saçmada kullanıldığı için her evde bulunan tefler de meşhur çalgılardandır. Aslı bir ritm-saz olan def/tef, Anıtkaya'da ileşberlik aletleri arasında yer almışken çeñizevinde birden asıl amacıyla buluşuverir... Tef olsun, tepsi olsun türkücünün parmakları arasından saldıkları 'düm düm' sesleri, dudaklarından dökülen türkünün sözleriyle bütünleşir ve ikisi birlikte varıp oyuncunun parmak şıkırtılarına sarmalanır. Dünyanın bu en saf senfonisi geceyarısına kadar çeñizevini çınlatır. Belki el  ayak çekildikten sonra da her bir nağme çeñizlerin kıvrımlarında asılı kalır ve sonra yazmalara, patiklere, işlemelere siner... 

    Delifadimeden aklımda kaldığı kadarıyla, yalnız oyun türküleri söylenmezdi. Bazen istek türküler de olurdu. Bu istek türküler, herkesin bildiği harcıalem türküler değil de Delifadimenin yaktığı Anıtkaya halkıyla ilgili yöresel türkülerdi. Bu yüzden sadece O söyleyebilir... Oyuna ara verilmişken, soluklanma adına bir kaç türkü dinlenirdi... Bu türküleri söyleyenlerin hayat sahnesinden birer birer çekilmesi, oynamayı bilenlerin yaşlanması, yaygınlaşan teypler, kasetlerle başka diyarların oyun havaları ve oyunları yerleşmesi sebebiyle bugün eski oyunlarımız neredeyse unutulmuş durumda... Zaten sözünü ettiğim bu oyunları elli yıl önce bile herkes oynayamaz, belli yaşa gelmiş kadınlar oynayabilirdi. Genç kızların oynadıkları ise daha 'asiri' oyunlardı...

    Çeñizeviyle ilgili eksik bir taraf kalmasın... Evden çıkarken süslenip taranan kızların bunu yapmaktaki tek amacı oynayıp kurdunu dökmek değildir. Elbette birilerine kendini göstermek niyetindeler... Gızevinin bir köşesinde gerçekleştirilen çeñizevi etkinlikleri, tamamen kadınlara arasında yapıldığına göre, acaba kime gösterecekler kendilerini? 

    Kadınlar kızlar çeñizevinde doyasıya oynayıp eğlenirken, karanlık bir köşeden onları izleyen meraklı gözleri unutmamalıyız. Bu gözler nişanlısını, yavıklısını, yangınını görmek isteyen delikanlılara aittir. Yahut peşinde 'dolandığı' kızı görme ümidiyle orada bulunan bir gence... Gızevinin erkekleri ne kadar kovalarsa kovalasın, onlar kesinlikle bir yolunu bulur, oynayanları görebilecekleri bir yere konuşlanırlar... Kızları dikizleyen bu şıldır şıldır gözlerden bahsetmesek çeñizevi konusu eksik kalırdı...

    Cumartesi akşamı oyunlar eğlenceler bittikten sonra, geç vakitte çeñizevinin toplanması gerekir. Ertesi sabah çeñizgaynısı geldiğinde her şey hazır olmalıdır. Çeñiz asma işi nasıl törenle başladıysa, onları toplamak da törenle yapılır. Çeñiz indirme adı verilen bu iş için damat ile sağdıcın buraya gelmesi beklenir. Onlardan alınacak bahşişle, dört gün önce oyunlarla manilerle asılan çeñizler bir bir indirilmeye başlanır... Böylece düğün sürecinde önemli bir yeri olan çeñizevi kapanır...

 


01 Ağustos 2023

Hazine Bekçileri 2- Altını Yele Vermek

     
    Bugün de öyle değil mi; büyüklerin öğütleri gençler tarafından yolgösterici olarak algılanmıyor. Her nasihata neredeyse hurafe gözüyle bakılıyor. Denilenin tam tersini yapmak için adeta yarışılıyor...

    Gocasan babasının nasihatını dinleseydi iyiydi, o kadar zahmete girip de define peşine düşmez, bulamayaınca da hayal kırıklığı yaşamazdı. Oysa Mazinin (Müezzinin) Ömer, nişan taşını bile bulamayacaklarını açık açık söylemişti. Gocasan ne yaptı, inatla; 
    - 'Çıkarıp getireyim de gömü nasıl bulunurmuş görün!' diye dellendi... Allah'tan başlarına kötü bir şey gelmedi, ya babasının diğer anlattıkları gibi bir şeyler yaşansaydı!... 

    Başkalarının dediklerine kulak asmasa bile babasının bu konuda söylediklerine itibar etmeliydi. Neden?... 

    Mazinin Ömer'in uzun zamandır muzdarip olduğu bir rahatsızlığı vardı. Zaman zaman bütün vücuduna yayılan bir uyuşukluk hali oluşuyordu. Vakitli vakitsiz ortaya çıkan bu uyuşukluğun sebebini anlayamıyorlar, önceden bir belirti de göstermiyor... Oturduğu yerde uyuştuğu zaman kendinden geçer, 10-15 dakika sonra hayatına kaldığı yerden devam ederdi. Çevresindekiler de onun bu rahatsızlığına alışmışlardı, yapacak bir şeyleri olmadığından sessizce geçmesini beklerlerdi...

    Bazıları Ömer Ağanın rahatsızlığını, gençliğinde yaşadığı bir olaya bağlıyor... 1920'li yıllarda Sarıcaova taraflarına yakacak odun getirmeye gitmiş. Ormanlık alan olduğu için ora köylülerine çam dallarından veriyorlarmış, onlar da fazlalıkları satıyorlar... Galiba Yunan her yeri olduğu gibi bizim Dağın meşesini de talan etmiş, bu yüzden bizimkiler bir süre yakacak odun ihtiyacını oradan buradan temin etmişler...

    Dombey arabasına çamı sarmış, düşmüş dönüş yoluna... Tıngır mıngır gelirken arabanın yanında peydahlanan bir keçi bee-ee! bee-ee! diye çığırıp duruyor. Yiisst! demiş gitmemiş, keçeayyt! diye bağırmış, keçi hala arabanın yanından ayrılmıyor... Doovaa! diye dombeyleri durdurup arabadan inmiş, kucaklayıp keçiyi yukarı atmış... Arabaya bindikten sonra keçi sakinleşip, sesini kesmiş... Mazinin Ömer de onun sakinleşmesinden memnun dombeyleri datdeyip yola devam etmiş... 

    Ne kadar yol aldılar bilinmez, bir ara elini atmış, şaşırmış;
    - 'Len senin da...akların da varmış' diye şaşkınlığını belirtince, bizim sakin keçi dile gelmiş;
    - 'Ne sandıydın ya, tabi ki de var...' Bunu duyunca Mazinin Ömer'in şaşkınlığı korkuya dönüşmüş... Daha ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememişken; o güçlü kuvvetli dombeylerin arabayı çekemediğini fark etmiş... Duraklayan arabadan atlayan keçi dombeylerin önüne geçince dağ gibi uzayıvermiş... Bir insanın içini ürpertecek, belki ödünü patlatacak ne varsa onların hepsini Mazinin Ömer bir kaç saniye içinde yaşıyor... Bu olaydan sonra uyuşma rahatsızlığının ortaya çıktığına inanılıyor...

    Başka bazılarının fikrine göre; bu olay sırasında Mazinin Ömer her insan gibi korktu, ürperdi, ama o kadar... Keçi ortadan kaybolunca yoluna devam etti, anlatılmaya değer olağanüstü bir hatıra olarak kaldı; ruh ve beden sağlığında kalıcı iz bırakacak kadar da önemi yoktu... Yani ondaki uyuşma rahatsızlığını bu olaya bağlamak doğru değil, daha önemlisi var...

    Taş ocağında taş çıkarıyorlar, herhalde ağıl yapacaklar. Lafı uzatmayalım, lingirdek bir taş var ne kadar uğraştılarsa kımıldatamıyorlar yerinden. Ya ana kayadan kopmadığını ya da kökünün çok derinde olduğunu düşünüyorlar. Yalnız o parça halledilmezse ocak kısır kalacak, mutlaka kırılması yahut çıkarılması lazım... Uzun uğraştan sonra nihayet azıcık kıpırdadığını görünce seviniyorlar. Mazinin Ömer manivelayla biraz daha uğraşıyor, ama hepsi o kadarmış, daha fazla yerinden oynamıyor...

    Yanındakiler, şimdilik bırakıp sonra devam etmeyi teklif ediyorlar, Ömer Ağanın kafasına da yatıyor bu fikir. Manilayı bırakırken taşın kenarından bir yılan süzülüveriyor. Bütün yılanlar öyledir, ama bu sanki daha bir korkunç görünmüş... Herkes korkmuş, en yakınında olduğu için en çok korkan da tabi ki Ömer Ağa oluyor... Yılan çekip gitmiş, bunlar da içlerinde buz gibi ürpertiyle oradan ayrılmışlar...

    Taşçılar gidip toz duman yatıştıktan bir müddet sonra iki çocuk gelmiş ocağa, bilin bakalım kim? Kelsaleğin Cemal (Kirli) ile Şaban Azbay... Öküz güdüyorlar oralarda hem de kendi aralarında oyun çıkarıyorlarmış... Herhalde oyun icabı yolları, az önce iş bırakılan ocağa düşmüş. Birisi elindeki değneğin ucunu bir kaya çıkıntısının altına sokup gañırttırmış... Kayanın çıkacak gibi olduğunu anlayınca bir daha yoklamışlar, hoop taş devrilmiş... Az bir kısmı görünen küpü farketmişler, devrilen kayanın yerinde... Değnekle kaza kaza çıkarmışlar küpü... Kapak gibi bir taşı çıkarıp attıktan sonra, küçük küpün içi sarı renkli kumla dolu olduğunu görmüşler... Sarı haşhaş görünümlü bu tozu, haşhaş saçar gibi saçmışlar, savurmuşlar ortalığa... Haşhaş saçma işi bittikten sonra da küpü çarpmışlar kayaya... Sonra oynaşa oynaşa öküzlere doğru yönelmişler...

    Taşçılar ertesi gün ocağa ürkek adımlarla yaklaşırken küpten de, içindeki sarı haşhaş renkli kumdan da habersizler. Onların kafasında sadece önceki gün ayaklarının altından süzülen korkunç yılan var... Kayayı, yerinden oynamış öylece ortalıkta yatar görünce hem şaşırıyor, hem seviniyorlar. Yanındaki çanak kırıklarını görünce sadece şaşırıyorlar... Kayanın önceki yerinde boş küp yatağını gördüklerinde ise sadece üzülüyorlar...Günler sonra küpün başına gelenleri öğrendiklerindeyse yalnızca buruk bir gülümseyiş beliriyor dudaklarının  ucunda...

    Mazinin Ömer'e arız olan uyuşukluğu, taş ocağında süzülen yılana bağlayanlara göre; o korkunç yılan hazine bekçisidir. Görevi, muhafızı olduğu küpün insan eline geçmesini engellemektir. Görevini hakkıyla yerine getirmiş, tam ortaya çıkarılacağı anda insanların oradan uzaklaşmasını sağlamıştır...

    İşin bir yönü böyleyken... Diğer yandan, güçlü kuvvetli insanların manivela ile kaldıramadığı kayayı iki çocuğun elindeki değneklerle kaldırması izaha muhtaç... Burada başa dönüp hazine-yılan-ejderha mazmununu hatırlamalıyız:

    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

    Neticede, yılan hazineyi aklıbaşında insanlara vermektense éle vermeyi tercih etmiş ve çocukların eline geçmesini sağlamış. Onlar da saçıp savurarak yéle vermişler, ayrı mesele...



Ağırlık Alma, Daşa Çıkma

    
    Tanıdık bildik de olsa, akraba da olsalar oğlanevi ile kızevi arasındaki ilişkiler her zaman sütliman olmayabilir. Anlaşmazlıkların çoğu dünyalıktır... Daha kız bitirmeden çevre almaya geçiş aşamasında bunun işaretleri görülür...

    Elli yıl ve daha öncesinin Anıtkayası'nda yaygınmış başlık alma. İlk zamanlarda ciddi ciddi pazarlık ederlermiş miktarı hakkında. Sonradan sembolik bir hal almış; ama bazı başlık parası oğlanevini maddi olarak cidden zorlayıcı bir hal almış... Biraz da onur kırıcı bulunduğu için ortadan kalkmış olsa da gizliden gizliye başlık alan kız babaları da varmış...

    Eğret'te buna hiç bir zaman başlık parası denilmiyor, hep 'ağırlık' diye anılıyor. Bunun sebepleri araştırılmaya değer. Kelimenin 'üzerinde bulunan değerli şeyler' anlamı var. Eğer bu anlamdan yola çıkılacak olursa; bir başlık isteme olayında, nesi var nesi yok alıp oğlan babasını soyup soğana çevirmiş olabilirler. Böylece onun adı 'ağırlık' olarak kalır...

    Bir de kızına 'ağırlığınca' bedel isteme durumu var. Yahut ağırlığınca altın/para sayma gibi deyimler Eğret'te de geçerlidir. Kelimenin bu anlamının çağrışımından dolayı 'ağırlık' isminin oluştuğu da düşünülebilir... 

    İstenen ağırlık verilmeyecekse zaten kıza talip olmakta ısrar yakışıksız olur. Oğlanevinin ödeyemeyeceği miktarda ağırlık talebi de bir başka yakışıksız duruma yol açar. İlla bir şeyler istenecekse bu, adet yerini bulsun kabilinden olmalıdır. Zaten son zamanlarda ağırlık talebi ihtiyaçtan dolayı değildir. öyle olsa kızını bir meta durumuna düşürmüş olur...

    Ağırlık meselesinin halledilmesi adımlardan biridir. Oğlanevini zorlayacak asıl masraf kalemine daha gelmedik... Aslında eskiden öyle bir dert yokmuş. Bir tencere, iki kaşık; birer tane olmak kaydıyla kilim, döşşek, yorgan ve yastıkla düğün edeni çok duydum... Bizim çocukluğumuzda 'daşırı' sayılan masrafları görünce, eskiler gelin olduklarında ancak bunlara sahip olduklarını anlatırlardı... Bir birbuçuk asır öncesine gidildiğinde bu işlerin daha sade olduğu görülüyor. Gıdilerin Fadime Ninesi (yahut onun anası Raziye) Tekkegarenli (Kayıhanlı) imiş. Oradan bir haşhaş taşıyla geldiğini torunları söylüyor...

    Büyük alışveriş Şeherde (Afyon'da) yapılıyor. Bunun için oğlanevinin ağalığında gızevi alınarak Afyon'a varılır. Yolculuğun adı alışverişe gitmektir. Daha özel bir adlandırmayla 'gelin geydirmek' denildiği de olur. 

    Aynı dönemde evlilik işlemlerinin resmi olarak başlatılması da gerekirdi. Merkeze bağlı bir kasaba olunduğundan bu işler de Afyon'da yapılır. Mantığını bir türlü anlayamadığım hususlardan biri, resmi evlilik işlemlerine 'daşa çıkma' denilmesidir... Kendimce yorumlamaya çalıştım, bir takım cevaplar da buldum; ama kesin olarak şu sebeptendir sonucuna varamadım... Hükümet konağına dikkat çekici büyüklükte olan taş/mermer merdivenlerden çıkılıyordu. Başvuru için o merdivenleri çıkmak zorunda olanlar, köyüne döndüğünde bunu ballandırarak anlattılar. Sırf bu iş için Afyon'a gitmenin adı böylece 'daşa çıkmak' olarak kaldı...

    Daşa çıkmak deyiminin yerleşmesi böyle olduysa, bunun tarihi eskilere gidiyor olmalıdır. En geç 1940-50'lerde halk ağzına yerleşmiş olmasa, İhsaniye'ye bağlı olduğumuz kısa dönemde resmi işlemler orada yapılıyordu. Bunun için İhsaniye'ye gitmenin adı da daşa çıkmak imiş....

    Kalabalık olarak zırt pırt şehere gitmenin meşakkatli olduğu zamanlardı. Bu yüzden gelin geydirmeye gidildiğinde bu işi de halletmek en pratik yoldu. Hem alışveriş yapılmış oluyor, hem de gelingızın ilk defa fotoğrafı çekiliyor ve ardından daşa çıkılıyordu...

    1966 veya 67'de böyle bir gelin geydirme ve daşa çıkma yolculuğu var... Tongulların Hasan Özen ile Balinin Zehra Çetin'in alışverişi yapılacak... Şoförhalibramın tek arabası, Afyon'da işi olan herkesi sabah alıp akşam Anıtkaya'ya getiriyor. Bu yüzden çok kalabalık olan araba Zencirliguyuda şarampole devrilince tam 27 kişi yaralanıyor... Daşa çıkma olayı erteleniyor, lakin kazayı anlatmamın sebebi, yolculuğun zahmeti...

    Tabi oğlanevini asıl sıkıntıya sokan yolculuktan ziyade alışveriş külfeti... Anlamsız bir şekilde gelingız için bilmem kaç kat donluk/şalvar, şu kadar çift fistan/elbise, yok efendim çifter çifter ayakkabı... Bunların hepsini sırayla giymeye kalksa, sonuncusuna sıra gelene kadar modası geçmiş oluyor. Fuzuli masraf... Sırf falancaya alınmış, buna da alınmazsa olmaz; élde var, bizde de olsun; él adama ne der gibi endişelerle bu alımlar yapılıyor... Gelingızın eş dostu için alınanları saymıyorum bile... Afyon'da sırf bunun için oluşmuş bir sektör bile var. Düğüncü dükkanına girildiğinde, oğlanevi gelingızın istediği hiç bir şeye hayır diyemiyor. Bunun farkında olan esnaf da soygunu başlatıyor. Harmansonu veresiye gibi aldatıcı tekliflerle kazığın üstü örtülüyor... Yani bugünkü çılgın düğün alışverişinin işaretleri elli yıl öncesinde başlamıştı... Tarla takga satarak oğlan evermek gibi çözüm yolları da o vakitler bulunmuş olmalı...

    Bak daha altın gıremis mevzusuna hiç girmedik. Hadi yüzüğü, küpesi tamam diyelim... Saat de öyle... Saate altın takmak da ne oluyor!... Bilmem kaç tane şu altından boynuna; bilekten dirseğe kadar şangır şungur bilezikler olmazsa olmaz, sayısı bile belli...

    Oğlanevi tarafından, düğüne giden yolda çetin bir geçit daha aşılmış oldu... Sırada ne var?...



30 Temmuz 2023

Gelingız

     
    Kız bitirildikten sonra artık düğün konuşulabilir. Bu da ayrıca önemli bir husustur; çünkü söz kesmek, çevre almak bütün pürüzlerin halledildiği anlamına gelmez. İş daha yeni başlıyor... Kız tarafı çeşitli gerekçelerle süreci uzatmak isteyebilir. Abisi askerden gelecektir, önünde ablası vardır, aile tedarikli değildir, önümüz harmandır, iki bayram arasında düğün olmazdır vs... Sonuçta baba 'Tamam kızı verdim, ama düğünü şu vakitte yapabilirsiniz.' derse o vakte kadar beklemekten başka çare yok...

    Sözden düğüne kadar sıkıntılı yeni bir süreç başlar. Kimi zaman bir yıla kadar uzayan bu dönem her iki taraf için de problemlere gebedir. Köyyerinde millet zaten dedikodu için hazıra bakar. Laf getirip götürmeler, yanlış anlamalar ve bazı çıfıtların özel gayretiyle taraflar ayrılma durumuna bile sokulabilir. Bu yüzden süreç ne kadar kısa tutulursa o kadar iyidir... 

    Tabi en kötü ihtimalden söz ediyoruz... Hiç sorun yaşamadan bu dönemi atlatanlar da olabilir. Yine de oğlan tarafınca çok masraflıdır bu günler... Bir defa ayağını kız tarafından çekmemek gerekir, kadınlar en az haftada bir gece oturmasına gitmelidir... Eli boş gidecek değiller elbet; ıvır zıvır, çerez merez, sebze meyve... Son dönemlerde sucuk bile götüren vardı... Her hafta hafta, insanın belini büker bu masraflar... Hele de fakirsen yandın gitti...

    Bu dönemde gelin adayına 'gelingız' denir. Artık sıradan bir kız değildir, ama henüz gelin de olmamıştır. Bu yüzden ikisinin arasında bir ünvan olarak bu ad verilmiş. Eğret'te  gelin adayına çok eski zamanlardan beri 'gelingız' denildiği söyleniyor... Yine bu dönemden itibaren erkek tarafına 'oğlanevi', kız tarafına da 'gızevi' deniliyor. Bu tabirlere düğün haftasında yoğun olmak üzere, ondan önceki dönemde de muhataplarınca başvurulur... Oğlanevi ve kızevinin ana babaları da birbirlerine 'düñür' diye hitap ederler... Gelingız ile güveyinin birbirlerine karşı durumu ise 'yavıklı'dır...

    Sık sık oğlanevinin gızevine ziyareti bir yere kadar... Bu arada köyde bir sürü düğün oluyor. Her düğünde çeñizevindeki eğlencelere gelingızı götürmek gerekir, oyuna kaldırmak gerekir, para çevirmek gerekir... Oraya giderken giydirip kuşatmak gerekir, takıp takıştırmak gerekir... Bütün bunlarda bir eksiklik olursa dedikodu alır başını yürür...

    Düğünlerde olsun başka yerlerde olsun, gelingız hep mutlu görünmelidir. Allah korusun halk içinde bir an suratı asık bulunması, oğlanevinden memnuniyetsizliğine yorumlanır; al başına belayı, zaten fitne sokmak için hazır kıta bekliyorlar... 

    Dedikodu üretmede bizim milletin üstüne bulunmaz, bunun için ayrıca bir bahaneye de ihtiyaç yoktur... Mesela karşılıklı hediyeleşmeler olur gızevi ile oğlanevi arasında. Diyelim ki gelingız oyaladağı bir yazmayı gayınna (kaynana)sına verdi... O yazma üçüncü kişiler tarafından kesinlikle beğenilmez... Rengi kötüdür, üzerindeki desenler biçimsizdir, kenarındaki oyada mutlaka hata vardır... Hiç bir şey olmasa; 

    - 'Heç gayınneye olur muymuş bu yazma!' derler yine de kusur bulurlar ve bu kusur gelingızın oğlanevine isteksiz olduğuna yorumlanır...

    Her an bu kadar insafsız jürinin karşısına çıkıyorsan dikkatli olacaksın. Bundan kaçış yoksa, nişanlılık dönemini mümkün olduğunca kısa tutacaksın.

    Bu dönemdeki muhtemel tökezlemeler her zaman dış etkenlere bağlı olmayabilir. Bazen oğlan veya gızevinden biri yahut ikisi de süreci doğru yönetemeyebilir. Gızevinin sınırsız istekleri sabır taşını çatlatabilir. Oğlanevinin vurdumduymazlığı soğukluğa yol açabilir. Gelingız istemediği bir şeyi ağzından kaçırabilir falan filan... Böyle durumlarda araya, her iki tarafça hatırlı büyüklerin girmesi gerekir... Aksi halde yol ayrılığa çıkar...

    En iyisi söz ile düğün arasını kısa tutmak...



29 Temmuz 2023

Kız Bitirmek

     

    İleşberlik işlerinin rutinliği arasında hayatın diğer alanlarındaki gidişat, kendine bir yer bulur. Erkek kadın, genç ihtiyar, çoluk çocuk olsun; insanların tüm yaşantısı kırda bayırda, harmanda geçen ileşberlikten ibaret değil. Böyle bir durum sosyal hayatın doğasına da aykırı olurdu... Bununla beraber hayatın diğer dallarındaki akış, ileşberlik takvimine göre belirlenir. Misal, üstbaş ne kadar kirlenirse kirlensin harman vakti çamaşır yıkanmaz; öteki iş daha önemli çünkü... Ama tekne boşalmışsa harman vakti de olsa ekmek etmek gerekir, o ayrı...Hasılı her şey, her zaman yapılmaz; Eğret'te her faaliyete özel bir mevsim vardır...

    Düğün mevsimi, harman kalktıktan sonra başlayıp çapalara kadar devam eden uzun kış  günlerindedir. Tabi ki bu, düğün dönemidir. Ondan önce düğüne hazırlık diyebileceğimiz bir safha var ki, harmanın son kısmında; misal, saman çekme zamanlarında başlayabilir. 

    Hazırlık safhasının ilk adımı 'kız bitirme'dir. Bu, bildiğin kızı ailesinden istemek oluyor. Elbette ona gelene kadar evin oğlunun evlenme çağına geldiği belirlenmelidir. Bu da genelde ana baba arasındaki gizli görüşmelerle hallolur... Ana devreye girerek oğlanı evermeleri gerektiğini söyler. Büyükleri evlendirilmiş, gelin edilmiş; sıra ona gelmiştir... Evde gelin olmadığı için bütün yük kendisinin sırtındadır, artık dayanacak gücü kalmamıştır... Hamur yoğuramamakta, esbap yuyamamaktadır... Mallara mı baksın, tarladaki işlere mi yetişsin, aş keş mi pişirsin bilememektedir... Artık bu eve gelin lazımdır filan... Yahut ev kalabalıktır da bu evliliğe dede nine karar verir...

    Başkalarının karar vermesine mahal bırakmadan oğlan evlenmek istediğini beyan edebilir. Tabi ki bu beyan sözle, açık açık olmaz. Her şeyin bir adabı var, karşılarına çıkıp da 'Everin beni' denir mi!... Denmez... Pilava kaşık saplayarak derdini anlatma usulü de biz de pek yaygın değildi... Duyduğuma göre ana babasının yemenisini çakarak meramını ifade ederlermiş. Çivi ile yere sabitlendiğinden habersiz yemeniyi giymeye çalışınca mutlaka başına bir şey gelirdi onların... Sonuçta 'Vay eşşeğlusu!' diye köpürseler de oğlan diyeceğini demiş olurdu.

    Dünür gidilecek kız genellikle bellidir; akrabalardan biri... Gerçi Anıtkayalılar çoğunluk birbiriyle akrabadır, bütünüyle yabancı biriyle evlenmek ancak Anıtkaya dışından olursa mümkündür. Yine de gelin tercihi kendine en yakın gördüğünden yana kullanılır. Ayrıca bilinmeyen bir kız için de görücü gidiliyor değildir. O güne kadar hamamda, çayda, fırında gözlenmiş; huyu suyu, ahlakı, işi öğrenilmiştir. Bu anlamda bir gelin adayında aranan özellikler 'gabadayı' olması yani boy pos, endam; 'cassur' olması, yani güç kuvvet, işbitiricilik; 'şapbaz' olması, yani tezlik, çalışkanlık... Bir de büyüğünü küçüğünü bilip hürmetkar olmak... Bir gelinde bu özellikler varsa daha ne istersin...

    Eski Eğret'te nadiren de olsa oğlanın işaret ettiği kız istenirdi. Öyle ya, delikanlının tutulduğu bir kız olabilir; dahası ikisi de birbirini seviyor olabilirler. Böyle durumlarda kimin ne dediğinin bir önemi olmaz, oğlan kimi dilediyse o kız istenir...

    Kız istemeye ilk giden genellikle oğlanın anasıdır. Tek başına değil tabi ki, yanına dostlarından bir kadını daha alarak muhatap eve varılır. Öylesine oturmaya gelmiş gibi bir hava verilse de ziyaret sebebi karşıdakilerce hemen anlaşılır. Onların ağzının çalımından da bu işe nasıl baktıkları az çok hissedilebilir. Duruma göre ikinci yahut üçüncü ziyarette cevap kesinleşmiş gibi olur; ancak henüz bu resmi olarak cevap kabul edilemez, sadece niyet anlaşılmış olur. Çünkü işin içine erkekler girmemiştir, dünürcülük kadınlar arasındadır...

    Bu hususlarda asıl söz sahibi kızın anası olduğu için, onun niyeti önemlidir. İşin resmileşmesinde babanın haberi olması lazımdır; ama kadınlar arasında aslında iş bitmiştir. Bu yüzden, resmi olmasa da iş halledildiği için buna 'kız bitirme' denir.

    Artık bundan sonrasında erkeklerin de devreye girmesi gerekir. Birlikte gidilen resmi kız isteme gecesinde karşılama sıcak olsa bile, cevap yüzde yüz olumlu olduğu anlaşılsa bile, yine de 'he' denilmez. İlk isteyişte kızı vermek... Ele güne karşı... El adama ne der... gibi daha bir sürü sebepten dolayı bu mümkün olmaz... 

    Sonraki gün daha kalabalık gidilir. Artık bu işin resmileşmesinin vakti gelmiştir. Kız babasının 'he' demesi için de şartlar oluşmuştur... Söz verilir, çevre alınır, kahve içilir... 

    Kesinlikle böyle olur denilemez; ama süreç aşağı yukarı böyle yürür... Artık bu andan itibaren düğün konuşulabilir...