24 Aralık 2024

Berberahmet Koleksiyonu

 

     Veli Öztürk, Berber Ahmet Kabadayı ve Şef Mehmet Özen

    Veli Öztürk, Şef Mehmet Özen, Dıkma Mevlüt Özen, Berber Ahmet Kabadayı

    Berberin düğün... Fahrettin Varlı, Mustafa Efe, Ahmet Kabadayı, Salim Kaynar, Yakup Kaynar kuyunun yanında...

    Berberin düğün... Eli kınalı damat, Salim Kaynar'ın elini öpüyor...

    Berberin düğün... Sağdıcı Yakup Kaynar ile...

    Halil Taşkın düğünü... Aliyelerin Odadaki Berberden çıkış... İbrahim Seçan, Halil Taşkın, ..., Rafi Taşkın...

    Berber traşta...

    Dağda Hıdrellez...

    Dağda Hıdrellez...

    Üyük'te misafir ağırlama... Oturanlar Ahmet Kök ve Ahmet Kabadayı...

    Üyük'te misafir ağırlama... Sağda Berber ve yanında Ahmet Kök...

    Üyük'te misafir ağırlama...

    Fırının arkasındaki gölet... İleride Hasan Yırgal...

    Arkadaşlarıyla...

    Mezarlıkta Yakup Kaynar ile Berber...

    Yakup Kaynar, Ahmet Kabadayı

    Adem Yola, Ahmet Kabadayı...

     Adem Yola, Ahmet Kabadayı

    Adem Yola, ...?, Ahmet Kabadayı...

    Orhan Omak, Ahmet Kabadayı, Aziz Omak

    Halil İbrahim Kirkit, Ahmet Kabadayı... İzmir'de...
    Fotoğraflar, Ahmet Kabadayı



Belediye

 


    Halil Tüplek ve İbrahim Külte Galipbey Caddesinde...




    Beylikbahçesi'nde hendek atıyorlar. Veysel Koç, Sefa Okutan, Ayvaz Ahmet Uysal, Dikhasan Kaya, Arif Külte, İbrahim Külte ve Ali Tüplek



 
    Salim Kurt dönemi kanalizasyon çalışması. Dikhasan Kaya, Kayıhanlı şöför, Tuncay Öter, Gıytak Mehmet Azbay, İbrahim Külte, Sefa Okutan




    Salim Kurt zamanı milli bayram arefesinde tatile girilmiş, çalışanlar dinleniyor. Halil Tüplek, İbrahim Külte, Hasan Kaya, Mehmet Azbay, Tuncay Öter, Ahmet Haykır

Kaynak, Ahmet Külte




Turabiler Tekirgizilar

 



        Ayaktakiler; Turabilerin Arif ve İbrahim Külte, Tekirgızıların Osman Haykır; oturan Mevlüt Haykır

        Kaynak Ahmet Külte 




Yumruklar

 


    Emmioğlular Yörüğoğlu Halilefe ve Yumrukların Çolak Ali Tüplek

    Ahmet Tüplek ve yeğeni Halil İbrahim Tüplek

İbrahim Külte düğününde Ahmet Tüplek sağdıç, 1965

        Eğret'i terkedip Manisa Akhisar'a yerleşen ve orada evlenip vefat eden Yumrukların Halil İbrahim Tüplek ve oğlu Musa Tüplek

     Musa ve Apil Tüplek 

        Ahmet Tüplek...

    Ahmet Tüplek ve çocukları

    İdris Temel ve Ahmet Tüplek, Akşehir Cezaevi... (Mehmet Soylu)

        Yumrukların Halil ailesi ve yeğenler... Fotoğraf kaynak Ahmet Tüplek

    Ahmet Alperen, Halil İbrahim ve Ali Tüplek...

    Ahmet Alperen ve Halil İbrahim Tüplek evde...







Gındi ve Mavi Hanim

 




    Alemdaroğlu Gındi Mehmet Kızılyel ve eşi Mavı Fadime Hanım düğün fotoğrafı

    Kaynak Ahmet Tüplek



23 Aralık 2024

Yoldakinin Duası


    Salih amel kısaca insanlığın hayrına olan iyi davranış diye tarif edilir. Bunun en küçüğü, yolda geliş geçişe engel olacak bir taşı alıp kenara koyma diye hadiste belirtildiği aklımda kalmış. Kuran'da ise farklı ayetlerde salih amelin çok çeşitlerine işaret var, isteyen meallere baksın.

    Burada zengin olsun fakir olsun, iyilik ve yardım edilmesi gereken bir kesim olarak 'yolda kalmışlar', daha geniş ifadeyle yolcular üzerinde duracağız. Kur'an çevirilerinde ekseri 'yolda kalmış' diye geçen söze, bazı meallerde 'yolcu' diye karşılık vermiş. İşte onlara, yani yolculara infak edenler de 'doğrular', 'muttakiler', 'kurtuluşa erenler' gibi iyi vasıflarla anılmış. 

    Bilindiği gibi seferilik, yolda çekeceği sıkıntılar öngörülerek ibadette insana kolaylıklar tanınan bir kavramdır. Bundan yolculuğun ne menem bir problem olduğu anlaşılabilir. Müslümana sıkıntı olan durumlar, elbette başka din mensupları için de geçerlidir. Sosyal durumu ne olursa olsun yolculuk meşakkatinden dolayı tüm yolcular, kendisine iyilikte bulunulması gerekenler kapsamına alınmış.

    Yolcunun dini, ırkı, sosyal durumu, nereli olduğuna bakılmaksızın ona iyilik etmeye yönlendirmiş olması bakımından, Kuran'ın bu emriyle Eğret odalarının bağı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

    Gelen geçene aş ekmek versin diye kurulan Hacı İbrahim Zaviyesi, Fatih ve sonraki padişahlar tarafından sırf bu hizmetinden dolayı teşvik edilerek vergiden muaf tutulmuş. Zaviye/Vakıf/Tekke ile ilgili kayıtlarda da gelen geçenin (ki biz bunu yolcu diye düşünmeliyiz) kimliğiyle ilgili atıf, ima, işaret vb. hiç bir ayrımcı ifadeye rastlanmamış. Yani işlek bir ticaret yolu üzerinde bulunan Eğret Han'ı yakınlarındaki Zaviye, Kuran'ın yolculara hizmet/iyilik emri istikametinde kurulmuş, biz buna kısaca Allah rızası için diyoruz...

    Eğret Kervansarayının yetersizliği veya başka sebeplerle zamanla Eğretliler oda açmaya, yolcular da bu odalarda konaklamaya sevk edilmişler. En büyük özelliği gelen geçen, yiyen içen, yatan kalkan yolcudan karşılık beklememek olan odaların açılmasına sebep işte bu Allah rızası düşüncesidir...

    Her biri Yörük kökenli Türkler, Osmanlı devleti içinde en iyi bildikleri alana, ileşberlik, hayvancılık ve askerliğe ağırlık verdikleri için diğer sektörler yabancılara veya içerideki azınlıklara kalmıştı. Bu yüzden ticaret kervanları ve tacirler genellikle yabancılardan oluşuyordu. Zaviye ve odaların Allah rızası için hizmet verdiği işte böyle bir kesimdir, buna rağmen odada kalanların kimliğiyle ilgili tatsızlık yaşandığına dair bir şey yok. Kuran nasıl emrettiyse öyle davranılmış...

    Son dönemlerde, 19. yüzyıl sonlarından itibaren ticaretteki yabancı tekeli kırılmaya başlamış, Müslüman tüccarlar çoğalmış. Haliyle odaların misafir profili de değişmiş. Lakin odalarda Eğretlilerin misafire hürmeti değişmemiş. Bunun sebebi orada konaklayan kişiyi yolcu değil de 'misafir' olarak düşünmeleri olabilir. Çünkü sefer kökünden gelse de, yolculukla alakası bulunsa da, misafir kelimesi Türkçe'de daha sıcak bir manaya bürünmüştür.

    'Misafirperver' kavramı bile tek başına yeni anlamı açıklamaya yeter. Misafir güleryüzle karşılanması, rahat etmesi için her türlü konfor sağlanması, hürmette kusur edilmemesi ve duasının alınması gereken kişidir. Çünkü onunki makbul dualar arasında sayılmıştır. Başkası için edilen dua kabule daha yakın ise, misafir de yabancı biri olarak başkası ise, onun yapacağı dua, hem misafir hem başkası olması sebebiyle, katmerli bir dua sayılabilir. 

    Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, Eğretliler ve oda sahiplerinin misafiri hoş tutmak ve onun duasına mazhar olmak için ellerinden geleni yaptıklarını görüyoruz. Zamanla Kur'an ve hadislerde bildirilenleri unutmuş olabilirler, salih amel kavramını bilmiyor olabilirler, ama Allah rızası için misafirin gönlünü hoş tutup duasını alma hususunu hiç ihmal etmemişler.

    Eğret'te meşhur 'bulduk' kavramı da böyle ortaya çıkmış. Herkesçe malumdur, çocuklar isimlendirilirken evin/sülalenin büyüklerinin adları verilir.  Daha sonra yine çemberi derece derece genişleterek yakınlardan hatırası yaşatılacak birilerinin adları konulurdu. Normalde böyle, fakat bazen normal dışına çıkıldığı da olurdu. Misal, doğan çocuk çok yaşamıyor, hemen ölüyor, o vakit duası makbul birilerinin adını koyacağına dair bir söz veriyor ve çocuk doğunca sözünün gereği olarak o isim veriliyor, böylece geleneğin dışına çıkılmış oluyordu. 

    Böyle isimlendirilen çocuklara da 'bulduk' deniyor. Zamanla sülalesinin adı Bulduklar olarak yerleşen Selimlerin Mehmet'in lakabı da böyle oluşmuş. Aslında sülale geçmişinde Mehmet adı yokken, Selimoğlu Halil ilk oğluna bu adı vermiş. Sebep olarak çocuk doğduğunda odadaki Arnavut misafirin adı Mehmet diye gösteriliyor. Onun duasını alarak ismini veriyorlar, çocuk yaşıyor. Bundan sonra ona kah Arnavut, kah Bulduk denilecektir.

    Benzer bir bulduk hadisesi Gırhasanlar'da yaşanmış. Nasıl bir hal olduysa ve kimin zamanında yaşandıysa odadaki bir Acem misafirin adı çocuğa lakap olarak kalmış ve sülaleye 'Tomanlar' demişler. Omarcıkların odadaki bir misafirin adından mülhem Feyzullah Sağlam'ın adı da bulduk olarak konulmuş. Hatiplerin odadaki misafirlerden de bulduk isimlerini anlatıyorlar.

    Son olarak Temtemin odadaki misafir ismiyle konulmuş buldukla bitirelim. Sudepeosu'nun hemen ardındaki bu odada misafir eksik olmazmış... Emirdağ'dan Eğret'e geldiğinde çocuk yaşta bulunan Ese, İdirizlerden Yanalhatca ile evlenip onun yurduna yerleşmiş. Temtemin oda yakınlarında olan bu evde uzun süre çocukları olmamış veya olduysa da yaşamamış. Nihayet 1927 yılında oğulları doğduğu sırada Temtemin odadaki misafirin duasıyla adını verdikleri çocuk yaşamış. Yusuf Eminç'in isim hikayesi de böyle...

    Yolcuya yardım edin emir ve tavsiyesi, misafirin duası kabul olur düşüncesi tatlı bir gelenek oluşmasına yol açmış. Buradaki davranışın mantıksal dayanağını sorgulayacak değiliz, yalnız yolcuya neden yardım edilmesi gerektiği ve onun duasının neden makbul olduğunun hikmeti tam kavranamasa da, anlaşılabilir. Çünkü yolda kalmanın ne olduğunu ancak yolda kalanlar veya yolda kalanı görenler bilir. 

    Bizim nesil, odalarımızın yolcuya hizmet verdiği son dönemi yaşadı gördü. Sağırların İbrahim Sancak dedenin, iki kolu omuzlarından kopuk bir misafiri kendi elleriyle doyurduğuna şahit oldum. Dışarıda havanın çivi kestiği zamanlarda, sıcak odada mahcup bir edayla esneyen misafir göreniniz vardır. Elbette kesin bilemeyiz, ama böyle insanların duasının Hakk katında bir kıymeti olsa gerektir.

    Eğret'te eski dönemlerde yaygınlaşan ve hala çok sayıda faaliyetini devam ettiren odaların varlığını bir de bu açıdan düşünelim istedim.



22 Aralık 2024

Bırçalak


    Herhalde yiyiciler mevzusunda değinmiştik. Kelahmetlerin Kelömer ve kardeşi Arzıman Azbay'ın gençliklerinde dağda koyun yeme olayı olmuş. O vakitler herhangi bir sürüden koyun çalıp yeme yaygın. Bunlarınki de öyle bir koyun... Neyse, yeniliyor içiliyor. Kelömer biraz aşırıya kaçtığı için yakıleşmiş. Bu işlerin biraz da acemisi olduğundan ne yapacağını bilememiş. Gece vakti feryat figan çıkmış dağın bağrında, şifa olur ümidiyle eline gelen otu yemeye başlamış. En nihayetinde ağzına aldığından bulmuş şifayı. Yediği ot her neyse, içinde ne varsa boşaltmasını sağlamış. Yalnız bu boşaltım önden değil arkadanmış...

    Bu olayı dinlediğim kişi, Ömer Azbay'a şifa olan şeyin yakı otu olabileceğini söylemişti. Zira mide rahatsızlıklarının bir numaralı ilacı onlar için dağın her yerinde bol bol yetişen yakı otuydu. İlgililerin gece karanlığında yedikleri de bu olmalıydı... Ama değilmiş... Zaten bu olaydan başka onun cırcır ettiğine dair bildirilen bir vaka bulunmuyor...

    Bizdeki bu kanaat değişikliğinin sebebi, varlığından bir ay kadar önce haberdar olduğumuz bırçalak/burçalak otudur.  Berber Emmim anlattı, O da İzmir'deki Eğretlilerden yeni öğrenmiş. Yine mide ve hazım problemlerinde kullanılan bırçalak, Resulbaba ile Almalı arasında, Küçükburun ve Alatlıdere altlarında çok bulunurmuş. Bulunduğu yerler filan özellikle zikredilince, İlbulak içinde endemik bir ottan bahsedildiği anlaşılıyor. Oysa yakı otu böyle mi, adım attığın yerde karşına çıkıyor...

    Gelen bilgilerden biri de bırçalağın yaprakları hazma iyi geldiği, kökünün de müshil etkisine sahip olduğu yönündeydi. Hatta onların turp gibi, pancar gibi yumru köklü olduğu da özellikle belirtildi. Yine çok yıllık bir bitkiyle karşı karşıyayız... Hem endemik, hem çok yıllık; enteresan...

    Bir merakla bırçalağı aramaya başladım. Merakım uzun sürmedi, bilgi başlıkları sıralanmaya başladı. İş görsele gelince resim bulamadım. Bir iki video vardı, otu topraktayken, çıkarılırken ve köküyle gösteren videolar... Bu da yeterliydi, çünkü öğrenmek istediğimiz şey bırçalağın neye benzediğiydi...

    Topraktayken gördüğümde 'E ben bunu biliyorum' dedim. Çocukluğumuzun bahar lezzeti, bildiğimiz yemlikti işte. Kartlaşınca, tohuma karınca böyle oluyordu. Emin olmak için başkalarına da gösterdim, 'gara yemlik' dediler...

    Nisan ayından itibaren her yerde çıkar yemlik, yemeyen de yoktur; o yüzden yemlik denilmiş ya... Arpalık'ta, anda, gıranda, ekin içinde bile çıkar. Gök renklisi vardır, sarıya çalan kırçıllı yapraklısı vardır. Gök renkliye garayemlik; sarı yapraklıya gınalıyemlik derdik. Lezzet olarak ikisi de aynıydı belki, ama biz gınalıyı tercih ederdik...

    Garayemliğe dönelim... Anlaşılacağı üzere her yerde yetişiyor, endemik filan değil yani... Ekin içinde bile çıktığına göre çok yıllık da olamaz... Öyleyse ne? Videoda gördüğümüz yemlik değil mi?

    Değilmiş... Videoda gördüğümüz garayemlik değil, bırçalakmış. Deperotu gibi, pancar gibi kökleri hangi yemlikte bulabilirsin ki... Demek ki Kel Ömer Azbay, bırçalak kökü yiyince o hale geldi...



20 Aralık 2024

Ekmek Etme

 
    Anıtkaya'da ekmek etmek uzun bir süreçtir, bu yüzden kadınlar bir gününü bu işe ayırdıkları olur. Daha fabrikalar yok, un değirmende öğütüldüğü zamanlarda eve kepeğiyle birlikte gelirdi. İşte ekmek yapımı da onu kepeğinden ayırmak için elenmesiyle başlardı.

    Un elemeye özel ince gözenekli elekler Eğret'in yerlisi gibi hareket eden cingen kadınlar tarafından satılırdı. Bazen de eli alıştığı kasnak verilerek ona istenen gözenekli elek bezi germesi istenir, böylece her daim lazım olan eleğini yenilemiş gibi olurlardı. Ele oturmazsa istendiği gibi eleme yapılamayacağı için elek önemlidir. Uygun eller ile ona münasip elek buluşunca ortalığı tarifsiz bir ritim kaplar; te bü tek tü bi tek, te bü tek tü bi tek... El ayalarının farklı yerlerine farklı şiddette çarpan elek kasnağından çıkan bu sesler, bir güzel bestenin notaları gibidir; te bü tek tü bi tek, te bü tek tü bi tek...

    Boğuk beste yeterli un elenene kadar devam eder. Unun miktarı ise esinti veya dörtgulplu teknenin silme dolmasıyla anlaşılır. Artık kepekler ayrı bir yere mallara yem olarak ayrılmış, ince un da yoğrulmaya hazır teknededir. Bugünkü yeme anlayışında kepekli ekmekler daha çok tercih ediliyor. Asıl besinin kepekte olduğunu söylüyorlar. Eskiler bu bilgiye sahip olsalardı yine de unu elerler miydi acaba? Bence elerlerdi, çünkü bu esnada yalnız kepeği ayırmıyorlar, güve veya şu bu gibi yabancı maddeleri de ayıklamış oluyorlardı. Vakit geçtikçe unun içine neler karıştığını bilemezsin...

    Artık yoğurmaya geçilebilir. Ekmek etmenin kolay bir safhası yoktur, ama en zor kısmı sorulursa bunun hamur yoğurma olduğu söylenebilir. Yoğurmaya teknedeki unu ıslatmayla başlanır. Hafif hafif dökülmesi gereken su önceden sıcak ve soğuk olarak hazır edilmesi gerekmektedir. Şimdi sıcak su elimizin altında, ama o günün şartlarında yoğurmaya girişmeden önce su ısıtmak gerektiğini de dikkatlere sunarım.

    Yavaş yavaş dökülen suyun altında un mıncıklanarak ıslatılır, daha sonra kabaca karıştırılarak su değmemiş un kalmamasına dikkat edilir. Bu başlangıç aşamasında amaç unu ıslatmaktır, yoğurma daha sonra gelecek. Tam da bu sırada maya katılmalıdır. Önceki hamurdan ayrılarak bunca zamandır iyice ekşiyen maya yeterince kabarmış. Maya ayırmadıysan komşudan filan tedarik etmen gerekir. Bazıları mayasını paylaşmak istemese de illaki nazının geçtiği birileri vardır...

    Hamur yoğurma ciddi bir iştir, bir o kadar da güç kuvvet ister. Bu yüzden ekmek etmenin özellikle bu safhası yaşlı kadın işi değildir, genç kız veya taze gelin ister. Dirseklere kadar sıvanan kollarla el yumruk yapılır ve teknenin içindeki şey yumruklanmaya başlanır. Sen sanırsın teknedeki hamur değil düşman... Öyle şiddetli yumruklar indirilir, bunların nereden geldiğini anlayamayan hamur serseme döner. On on beş dakikalık bu tek taraflı bokstan sonra halsiz düşen hamur artık kıvama gelmiştir. Bunu sakız gibi sünmesinden, yumruklayanın bileğine kadar yapışmasından anlayabilirsin. Yapışan hamurlar esıranla sıyrılıp teknedekine çarpışır. Ayrıca tekne kenarları da sıyrılarak hamur toparlanır ve yüzeyine uğra sepiledikten sonra üstü örtülür.

    Böyle hunharca hamur yoğurmak galiba bizim köye has bir şey. 1960'lı yıllarda Anam rahmetlinin de aralarında bulunduğu bir grup, Pusan veya Yalnızsaray'a gitmişler. Halamızı ziyaret edecekler... Ekmek ediyorlarmış, ama Anam hamur yoğurma yöntemlerini beğenmemiş. 'Çekilin baken' diyerek işe girişmiş ve kendi yumruklama yöntemiyle yoğurmuş. Netice ekmekler pişip geldikten sonra lezzetine doyamamışlar ve bundan sonra yumruklama yöntemini uygulamaya karar vermişler, diye anlatıyorlar...

    Neyse, üstü örtülen hamura dönelim... Böyle örtülü dinlendirme sonunda hamur 'gelmiş' oluyor. Galiba bu tabir kıvama gelmenin kısaltılmışı oluyor. Hamurun gelip gelmediği onun kabarmasıyla anlaşılıyor. Neredeyse tekneden taşacak kadar gelmesi, aslında mayalanmadır. Mayalanma gerçekleşmesine Anıtkaya'da 'hamır geldi' diyorlar.

    Hamır gelmeden önce onu pişireceğin fırını ayarlaman gerekir. Bunu fırıncıyla görüşerek yapmalısın. O fırını yakan; sabah kül temizliğini yapan, kızdırmak için fışgıyla yakan, ekmeği kürekle fırına bırağan, bu sırada fırının odunu ayarlayan, piştiğinde ekmekleri çıkaran ve bütün bunların karşılığında ücret/hak olarak bir ekmek alan kadına fırıncı deniyor. Aslında zahmetli olan bunca iş karşılığında alınan bir ekmek az gibi görülebilir. Bu yüzden fırıncılığa heveslenen pek çıkmaz. Fakat neylersin ki şartlar bazen insanı fırın yakmaya zorlar. En iyi tanıdığım fırıncı rahmetli Fadime Ninemdir, bu yüzden işin zorluğuna ve kıymetine yakından tanık oldum. Fırıncılık kıymetlidir, çünkü şu hale geldiysem Ninemin fırıncılığı sayesinde... Hatırladığım diğer iki fırıncı Hatice Alorata ve Gülsüm Kaya'dır; hepsi rahmetli oldu, nur içinde yatsınlar...

    Hamur gelmeden önce fırıncıyla irtibata geçip nöbet var mı, kaçıncı ağıza girilecek, yatsıyı bulur muyuz vb. hususlar görüşülmelidir. Bu fırın müsait değilse başka bir fırından nöbet alınmalıdır. Şunun için nöbet önemli, hamur geldiğinde yazılması, bu esnada da fırının yakılması gerekir. Bu işte zaman ayarlaması mühim...

    İlk tercih eve en yakındaki fırından yana olur, çünkü git gel yapıp duracaksın, yorulursun. Önce hamur teknesini götüreceksin, esintiyi kendin götürebilirsin, ama dörtgulplu için biri daha lazım. Uğragabı, mendiller filan da gidecek. Ayrıca fışgı da götürmen gerekiyor. Hele ilk ağıza yakıyorsan daha çok fışgı lazım. Eğret'te öteden beri fırın yakma sırasına ağız deniliyor. Sabah ilk yakma ilkağız; sonrakiler ikinciağız, üçüncüağız... diye sıralanıyor. Soğuk fırını kızdırmak için çok fışgı ve odun gerekeceğinden kimse ilkağız istemez; ama her şeyde olduğu gibi burada da mutlaka bir ilk gerekir...

    Tekneyi fırına getirerek orada hamurun gelmesini beklemek en iyisidir, böylece nöbet de kapmış olursun. Hamur gelince sırada onu yazma işi vardır. Belirli miktarda hamuru alarak biçimlendirip ekmek şekli vermeye yazmak deniyor. Hamur yazanları seyredeniniz var mı bilmiyorum. Esıranla tekneden bir kaç hamleyle alınan hamur parçası yasdığece bırakılır. Öncesinde yasdığeç mutlaka uğralanmalıdır. Bırakılan hamura da uğra sepilendikten sonra, ele alınmadan avuç içlerine çarptıra çarptıra öyle yuvarlanır ki, ne yapıldığını anlayabilmek için ağır çekim izlemek gerekebilir. Bu işlem sırasında bol uğralamanın önemi anlaşılır, eğer öyle olmasaydı hamur yazılamaz, bu iş zorlaştıkça zorlaşırdı. Yasdığece, ele, mendile yapışır kalır bu yüzden şekil de verilemez, yani yazılamazdı. 

    Hamur yazıldıktan sonra yine kısa süreli dinlenmeye bırakılabilir, çünkü fırın yakılması tamamlanacak. Ekseri fırın yakmayla hamur yazma eş zamanlı yapılır. Yakma da da fırıncının ustalığı önemli. Ana yakıt fışgı, yani saman artığı olunca onu aleve hapaz hapaz atmak gerekir. Birden kürlediğinde topak olarak düeceğinden hava alamayan kısımlarında tam yanma gerçekleşmez, ateşi söndürürsün. Hep aynı yere atarsan ısı dağılımı dengesiz olacağından uygun pişirme sağlanamaz. O halde fırının her yerine, az miktarda fışgıyı sık aralıklarla saçdırarak atacaksın. Bu yüzden fırın yakmayı herkes beceremez, ustalık gerektiren bir iş.

    Fırın yakılırken sonlara doğru, istenirse yalınbidesinin tam vaktidir. Uzun tecrübeler sonucu taş ve fırın sıcaklığının bu pideye en uygun vaktin böyle olduğu keşfedilmiş. İstenirse dedim, 'ıscak ıscak' yemenin lezzeti tarifsiz olduğundan genelde yalınbidesi hep istenir.

    Yakma da bittikten sonra söngeleme faslına geçilir. Bu, yakma esnasında isle, külle ve daha başka şeylerle batan taşın silinerek temizlenmesidir. Sönge ucuna bağlı paçavranın dairesel hareketlerle taş üzerinde dolaştırarak yapılan söngelemeyi fırıncı yapması şart değildir, herkesin becerebileceği bir şey...

    Sıra geldi hamuru guymeye... Yazılıp mendilde bekleyen hamurları fırına vermenin Anıtkaya'daki adı bu, hamırı guymek veya hamırı girmek... Tek başına yazabilirsin, fırıncı da tek başına yakabilir, ama hamırı girmek için üçüncü bir kişi daha gerekir. Fırıncı küreği hazır tutacak, birisi mendilden hamuru alıp diğerine verecek, o da hazırda bekleyen küreğe bırağacak. Sonrası da kürekteki hamuru taşa yerleştirmektir. Bütün bunlar hamuru guymek/girmek... Bundan sonrası beklemek...

    Diğerlerinin beklemesi biraz da dedikodu açşığını gidermek biçimine bürünürken fırıncı daha aktif bir bekleyiş içindedir. Fırına girilen ekmekler ona emanettir çünkü, burada ateşe hükmetmek gerekir. Bu da fırıncının işi... Tuna yakın ve uzak ekmeklerin yerini değiştirmek, ısıyı kontrol etmek, gerekirse garışdırgeç yardımıyla külün debertmek veya  karnını yarmak... Bunlar hep fırıncının işi...

    Uzunbide de ekmekle birlikte girilir ve ekmekle beraber onun kadar pişirilir. Bundan başka girilen ekmek miktarı az ise ve başka birinin hamuru yarım kalmışsa, ya da daha net ifadeyle, fırında yer varsa başka birinin ekmekleriyle birlikte pişirilebilirler. Bu durumda karışmasın diye birinin ekmekleri işaretlenir. Nasıl, misal hamur kürekteyken bir/iki/üç parmak batırılarak bir işaret bırakılır. Bunlar hem işarettir hem de ekmeğin sağlıklı pişmesine yarar...

    Neticede ekmek çıkarılır, sıcak sıcak yanlamasına tekneye gayılır... Ayrılırken fırıncının hakı 'Eliñe goluña sağlık' diyerek verilir. Fırıncının cevabı ise 'Sağlığınan güle güle yiñ'dir... Sağlığınan güle güle yinen ekmeğin macerası böyleydi ve bu iş 20-25 gün arayla sürekli tekrar edilirdi...


1980'ler Belediyeciler

 




    1980'li yıllar, Belediyeciler Beylik Bahçesinde

    Soldan sağa ayaktakiler; Kalpsiz Hüseyin Tok, Sarasanın Ahmet Dadak, Haciban İbrahim Kızılyer, Çolakların Selahattin Kurt, Ziraatçi Veli, Başkan Salim Kurt

    Oturanlar; Yumrukların Ahmet Tüplek, Dedelerin Çapar Akgalak Mehmet Cemalettin Dadak, Çolakların Halil Kurt

    Fotoğraf kaynak, Ahmet Tüplek



Fırınlar

 
    Kadınlar söz konusu olduğunda Eğret'te onların sosyal hayatının en merkezinde fırınları bulursunuz. Sonra sırayla çay ve çeyizevi gelir ki onlardan bahsetmiştik. Bir söylentinin çokça ağıza düştüğünü anlatmak için 'Fırında çayda öyle gonuşuluyo' denir, buradan fırınların nasıl merkez olduğu çıkarılabilir.

    İnsanlar kendi ekmeğini kendi eder ve bu iş 15-20 günde bir tekrar edilir. Sırf ekmek etmek için bile olsa her kadın sık sık fırına uğramak zorundadır. Kaldı ki, ileride bahsi geçeceği üzere, fırınlarda sadece ekmek pişirilmez; bu yüzden bir dönem kadınlar hemen her gün mutlaka fırına uğrarlardı.

    Öteden beri kalabalık bir nüfusa sahip olduğu anlaşılan Eğret köyünü bir iki fırının idare edemeyeceği malumdur. Bu yüzden her mahallenin (Eğret'te sokağa mahalle derler) en az bir fırını olmuştur. Bazı mahallelerde birbirine komşu fırınlar bile vardı. İhtiyaç fazla olunca, zamanla her sülaleye bir fırın şart oldu ve fırınların çoğu sülale adıyla anılmaya başlandı. Hacımahmutların, Garadellerin, Mardakların, Böbülerin, Veyislerin fırın vb...

    Mahalle fırını diyebileceğimiz bu fırınların Eğret kadar eski olduğunu düşünebiliriz, fakat bunun böyle olduğunu gösteren belgeye, anlatıya, rivayete sahip değiliz. Örenler civarına geçici bir yerleşim kurma gerektiğinde, oraya yapılan binalardan biri de fırınmış. Ayrıca Yunan işgali sırasında fırınları işgalcilerin nasıl kullandığına dair bazı anlatılar dinledim. Kadınlara çok miktarda ekmek pişittirip yakınlardaki birliklerine sevkettiklerini gösteren bazı fotoğraflar da bulunuyor. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, Eğret mahalle fırınlarının ancak bir asırlık geçmişini bilebiliyoruz, daha öncesinin cahiliyiz. Yine de daha eskiye dair bu doğrultuda isabetli tahminler yapılabilir.

    Şu anda kendisi bulunmayan, eskiden olmayıp da yenilerde yapılan, eskisi yıkılıp yenilenen veya eski haliyle öylece duran bütün fırınları sayalım dedik de, Zafer ve Cumhuriyet mahallelerinde 15 fırın belirledik. Bir köy için oldukça büyük bir rakamdır bu... Cabbakların, Mardakların, Selimlerin, Hacımahmutların, Tellilerin fırınlar; ayrıca Bödülerin evin altında, Sudeposu yanında, Gugukların ev karşısında bulunanlar Zafer mahallesindekiler... Garadellerin, Veyislerin, Böbülerin, Hacapdıllanın, Şemşilerin fırınlar ile Mezerböğründeki ve Bunar mahallesine yeni yapılan fırın da Cumhuriyet mahallesindekiler... Elli yıl önce bu kadar fırın hemen her gün cıvıl cıvıl olurdu. Şimdi bir çoğu modernleştirilmiş olmasına rağmen eski canlılığın bir türlü yakalanamadığını söylüyorlar...

    Eskidiği, çatladığı vakit fırın taşını değiştirmek gerekiyor. O zaman madem böyle bir işe girişiliyor, kapsamlı bir tamirat yapalım diyerek fırınları yeniliyorlarmış. Bunca fırının birinin tamirine mutlaka tanık olanlar vardır. Bizim mahalledeki fırını 1980'lerde tamir ederken ben de oradaydım. Pek işe yaradığım söylenemez, ama iyi gözlemledim; elbirliği ve müthiş bir koordinasyonla iki haftada fırın bitirildi. Bu arada bir fırında olması gereken şeyleri de tespit ettim.

    Bütün fırınlar plan olarak birbirine benzer. Tek katlı garaörtü fırın binasının bir ucunda asıl fırın kısmı bulunur. Buranın altında fışgı yakıldığı için her daim kızgın veya soğuk kül doludur. Olanca is üstteki pişirme kısmına çıktığından orası da hep simsiyahtır. Aslında bu kısım bütün fırının en iğrenç görünen yeri olup, bu kötü manzara dambeşe bir kule gibi uzanan bacayla taçlandırılır. Bacanın başı da her daim dumanlıdır... 

    Hamur işlerini halletmek için yükseltilmiş bir sekide en azından bir hasır, bazen onun üzerine yayılı bir kilim, bir veya iki tane yasdığeç de sayılması gereken fırın levazımatından... Yerler genellikle samanla fışgıyla batırıldığı için ekmeğin hazırlanma aşaması bu zeminden yüksekçe bir yerde yapılmalıdır. İşte seki bunun için vardır.

    Yine bir fırının olmazsa olmazı da iki yalak... Şebeke suyuna erişimin olmadığı zamanlardan kalma yalakların birinde hamur ve uğra bulaşığı eller, esıran, tas filan yıkanır. Böyle nimet temizliğine yaradığı için temiz sayılan bu yalak kullanım suyunun, zorunluluk halinde, çocuklara içme suyu olarak verildiğinin çok şahidi var... Fakat öteki yalak böyle değildir. Sönge yalağı denen bu su haznesinin suyu her daim kapkaradır. Çünkü buraya daldırılan sönge, gidip fırının isli küllü taşını bir güzel süpürdükten sonra tekrar gübürüyle bu yalağa daldırılır. Bu işlem her ağızda bir kaç kez tekrarlandığı için sönge yalağındaki suyun temiz ve berrak olması mümkün değil.

    Kullanılmadığı zamanlarda söngenin dayandığı duvar da haliyle sönge rengini alması kaçınılmazdır. Burada söngeyi biraz tanıtmak gerekiyor. İki ikibuçuk metrelik sağlam bir sırık ucuna bağlanmış bir paçavra düşünelim, sönge budur. Yalakta ıslatılan paçavrayla kızgın taş silinir, böylece hem temizlik sağlanır hem de taşın fazla ısısını almış, yani hafiften söndürmüş olursunuz. Adını da bu söndürme işinden aldığı sanılıyor. 

    Sönge dayandığı yerde tek başına değil, arkadaşları var. Fırına guyulacak malzemeye göre değişik ebatlarda bir kaç fırın küreği, alttaki külü temizlemek için normal bir kürek ve zaman zaman külü karıştırmada kullanılan genellikle meşeden bir garışdırgeç... Bunlar kullanılmadığı zamanlarda duvara dayalı kardeş kardeş bekleşen malzemelerdir ve aşağı yukarı her fırında böyledir...

    Duvarlara yerleştirilmiş bir veya iki delik havalandırma ve aydınlatma amaçlıdır. Rüzgarın ters estiği zamanlarda duman deptiği için delikler kapatılmak zorunda kalınabilir; ama kapıdan sonra temiz havayı sağlayan önemli bir unsur olduğundan genellikle açık tutulurlar. Ayrıyeten duvara gömme bir kapaksız dolap da bulunur ve o da delik diye adlandırılır ki genellikle fırıncı buraya aldığı hakları ve başka malzemelerini koyar.

    Her fırının olmazsa olmazı sündük köpekleri burada anmazsak ayıp olur. Çünkü onlar da saydığımız diğer ögeler gibi fırının demirbaşı sayılırlar. Gerçi insanlar oradayken içeri girmezler, ama mutlaka kapının yanlarında uyuklayıp birisi tekne veya tepsiyle giderken kuyruk sallayıp bir parça bir şey vermesini beklerler. Aldığı payını iştahla yerken bir sonrakini düşünüp düşünmediğini bilemeyiz. Onlara fırın köpeği denir...

    Fırında ekmek pişirme mevzusu bir süreç olduğundan onu ayrıca ele almak gerekecek. Ekmek dışında fırının nelerde kullanıldığına bakalım. Pişirilen her şey, tepsi yemeği de dahil, mahalle fırınında halledilebilir. Genelde tepsi adı verilen hamur işleri; bükme, börek, nokul, cızdırma, höşmerim... Evlerde fırın bulunmadığı zamanlarda onun işini görecek şeyler; pasta, kek, gevrek, kıkırdak vb... Nohut, günaşık gibi kuruyemiş kavurma... Uzun bir pişme süresi isteyen kabak, pancar... Alttaki küle ise yumurta, kumpil, pancar vs. gömme; yine külde nohut, mısır kavurma gibi daha bir sürü şey... Bütün bunlar mahalle fırınının kadınlara sunduğu hizmet kaleminden şeyler...

    Gelgelelim Anıtkaya fırınlarında kadınlara verilen hizmet akşam üstü, bilemedin yatsıda bitiyordu. Bundan sonra oralar erkeklerin... Daha doğrusu odaya veya kahveye gidemeyen erkeklerin... Bunlar her iki yerde de barınamayan kesimdir, fırınları arkadaşlarıyla sohbet merkezine çevirirlermiş. Tabi kuru kuruya sohbet olmaz, hazır ateş de varken kumpir filan gömerlermiş. Ayrıca kış mevsiminin vazgeçilmezi olarak kelem yiyen kafadarlar da varmış. 

    Yokluk zamanlarının fırın müdavimleri böyle... Karın doyurmak maksadıyla fırınlara akın eden erkeklerle efsane lezzet 'külde sucuk' geleneği de başlamış oluyor. Bunun 1960'lı yılların sonlarında yerleşen bir adet olduğunu söyleyenler de var. 'Sucuk goma' diye adlandırılan bu adet başlangıçta külle alakalı değilmiş, üstteki taşa koyup pişirdikleri için böyle demişler. Sonradan külün lezzetini fark ediyorlar... İşte o andan itibaren Anıtkaya'nın mahalle fırınları ehlikeyfin ilgi odağı haline geldi. Değişik değişik lezzet ve pişirme teknikleri peşinde koşmalar bu dönemdedir... 

    Lezzet arayışları sucukla kayıtlı değildi, yağlı kağıtla et gömme, fırında yumurta, tepsi kebabı gibi şeyler yaygınlaştı. Hatta fırında işkembe pişirenleri duyduk. Erkeklerin bu çılgın arayışlarından hiç biri sucuğun tahtını sarsamadı, onun yeri ayrıydı...

    Küle sucuk gömme lezzeti sonra Anıtkaya sınırlarının dışına taştı. Orijinal teknik ve lezzetten uzaklaşan bu yönteme her yöre kendince sahip çıkmaya başladı. Anıtkayalılar oralı olmadı, yemelerine baktılar. Sonuçta ne mi oldu?... Geçenlerde iki arkadaş sucuk gömmek için fırın aramışlar, hepsi soğukmuş. Birini yanmış denk getirmişler, ama o da kilitliymiş... Var gerisini sen düşün...

    Belediye fırınının açılışını, Eğret mahalle fırınları için sonun başlangıcı kabul edenler var. Bence o açılmasaydı da bu fırınlar çağın gereği bitişi yaşayacaktı. Nasıl fabrikaların açılması, değirmenlerin yok oluşunun asıl faili değilse, fırınların durumu da böyledir. 

    Ekmek etme konusunda da durum farklı değil. İnsanlar fırını yakma, hamur yoğurma, yazma, bırağma gibi işleri çok zahmetli bulduklarından ekmek etmek istemiyorlar. Ayrıca artık ev hanımı kavramı veya tek uğraşı ileşberlik olan kadın kalmadı, çoğunluğu çalışan kadın. Bu yüzden fırınlar soğuk. Yukarıda sayılan 15 fırının üçte biri artık yok, kalanlar da yanmadığı için sucuk gömmeye fırın bulamıyorsun. Yarım asır önceye göre fırınlarımız daha modern olabilir, fakat yanmadıktan sonra bunun ne kıymeti var!



19 Aralık 2024

Dört Kafadarlar

 




    Devrimbeşlerin Mehmet Aydın, Gıdağın Mehmet İdis, Dayıların Vahit Yola ve Tekelilerin Hasan Temel

    Fotoğraf kaynak, Hasan Temel



Örenler'deki Uyduköyün Adnı Bilen Var mı?

 
    Örenler mevkiine bu isim verilmesinin sebebi oralardaki bina temel kalıntıları olduğunu söylüyorlar. Bir zamanlar o bölgede hatırı sayılır ağıl, dam, samanlık, ev, hatta dükkan olarak kullanılan bina varmış. Terkedildikten sonra o binalar harabeye dönmüş, yani ortalık ören olmuş, o günden beri mevkiye Örenler diyorlar.

    Örenler'deki yapıların hikayesi de şöyle başlatılıyor. Göç hikayesinden önce ilk yerleşilen yer burasıymış, rivayete göre sel baskınlarından bizar olunca şimdiki yerine taşınmışlar. Terk ettikleri köy sonra ören olmuş. Uzunca süre burayı Eski Eğret, şimdiki yerini de Yeni Eğret olarak anışırlarmış... 

    İkinci bir rivayet daha yeni tarihe dayanıyor ve efsaneden daha çok belgesele benziyor. 19. Yüzyılda Kafkaslar ve Balkanlar'dan Anadolu'ya tersine göç başlayınca Devlet muhacir/macurları uygun yerlere iskan ediyor. Tabi bu amaçla kurulan komisyonlarca münasip yerler belirleniyor. Bu esnada macurların uyum sağlaması için geldiği yerlere benzer yerler olmasına filan dikkat ediliyor. Coğrafi özellikler, iklim ve arazi yapısı filan... Bunun yanında yerleştirilecekleri yeni köylerinin konumuna da dikkat ediliyor. Mevcut köylerle mesafesine, yeterli ekilebilecek arazi teminine, otlak, tarla, su vb. oranlarını filan soruşturuyorlar.

    Eğret köyü o yıllarda çok geniş arazisiyle göze batar durumda. Karacahmet, Osmanköy, Beşkarış, Olucak, Bayramgazi, Dandır'a filan dayanıyor tarlalar, çayırlar... Macurların iskanı için çok uygun bir genişlik var Eğret çevresinde. Nitekim önce Woçapşiye/Yenice köyü Kafkas kökenli Çerkesler için kurulmuş. Daha ne oluyoruz diyemeden Cumalı ve Susuzosmaniye köylerine yüzyılın sonunda Balkan macurları yerleştirilmiş. Bu arada çok fazla görünür tartışmalar yaşanmamış, ama içten içe huzursuzluklar olduğu kesin...

    Kuzey tarafındaki arazilerinin çoğunu kaybeden Eğretliler aynı durumun güneyde de yaşanacağını hissetmişler. Çünkü muhacir akını durmuyor ve köyün arazisi hala normalden fazla, neredeyse küçük bir şehir gibi... Büyükler oturup konuşmuşlar ve yakınlarına macur iskanına engel olacak bir mevkiye küçük bir köy kurmaya karar vermişler. Belki de el kurmadan biz kuralım demişlerdir... Bir kaç aile gidip hemen yerleşmişler; belirlenebilenler Omarcıklar ve Türkmenoğlu Osman (Kürtosman) ailesidir. Delimamların Fadik Soydan Nineden nakledildiğine göre küçükken onlar da oradalarmış. Bu durumda Sağırlar veya Hacımahmutların da bu yerleşime katkıda bulundukları düşünülmelidir.

    Örenler'e kurulan bu yerleşim aslında uyduruk bir köydür, adeta Eğret'in uyduköyü... Amacın ne olduğunu söylemiştik. Fakat yerleşenler orada ciddi ciddi hayvancılık yapıyor, ağılları var; ileşberlik yapıyor, harman döküyorlar. Çoğu ihtiyacını asıl köylerinden karşılıyorlar, ama ekmek için fırın, her şey için demirci dükkanı filan da yapıyorlar. Dışarıdan bakan için uyduruk filan değil, basbayağı küçük bir köy... Nitekim hükümet yetkilileri yeni bir macur köyüne yer bakarken orada bir köy olduğunu görüp biraz daha güneydoğudaki Kurtluoğlan Kapısı denilen mevkiye kurulmasını raporluyorlar. Böylece Saadet köyünün kurulacağı yer kesinleştiğinde Örenler'deki uyduköy vazifesini icra etmiş oluyor. 

    Bundan sonra uyduköylüler hemen asıl köyleri olan Eğret'e geri dönmüyorlar. Yunan işgali sırasında Omarcıklardan yerleşenler hala oradaymış. Hatta Güdüğizzett'in ikizi Nuri orada vefat etmiş. Sonra onlar da Eğret'e dönünce oraların örenleşme süreci başlıyor ve adı Örenler oluyor.

    Burada merak edilen şey, uyduköyün yetkililere bildirilen ismidir. Tamam baktılar, burada bir köy var, hadi eyvallah demediler herhalde... Bu köyün adı nedir, hangi ailelerden ve kaç haneden oluşuyor, nüfusu geçimi vs. nedir diye sorular sormadılar mı? Göstermelik bile olsa bir isim bildirilmeli değil miydi? Şimdiye kadar bu husus hiç akıllara gelmediydi...

    Evet, 'Hayra Akan Su, Kızılay Karahisar Maden Suyu' kitabındaki haritayı görene kadar bu köycüğün adı hiç akıllara gelmediydi. Biraz dikkatli bakınca Çatalçeşme ve Bayramgazi'nin kuzeyinde, İlbulak Dağı denginde bir yerleşimin işaretlenmiş olduğunu fark ettim. Tam da Örenler mevkiine denk gelen bu yerin adını 'Kızılcık' gibi okudum. (Yanlış okumuş olabilirim, eski vesika uzmanları daha doğru okurlar...)  Aklıma o zaman geldi, uyduruk köyün adı Kızılcık olarak bildirilmiş olabilir mi diye...

    Bu sorunun cevabı, sözü edilen haritanın tarihi hakkında da bir fikir verebilir. Zira malum köycüğün kuruluş hikayesi yukarıda arzettiğim gibi yirminci yüzyıl başlarıdır. O halde haritayı 1900-1910 arasına tarihlemek gerekir.

    Eğret ve çevresi hakkında her gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Onlarla birlikte yeni soru işaretleri de geliyor tabi. Bakalım daha neler çıkacak...




18 Aralık 2024

Hayret

 
    Eğret köyünün adı hususunda belgesel bir veri yok. Nesilden nesile sözlü aktarımla adeta efsaneleşmiş anlatıya göre köyün adı eğreti/iğreti kelimesinden gelmektedir. Buna göre kesin olmayan, geçici, emaneten anlamlarına gelen eğreti kelimesi aslında köyün ilk ismidir. Germiyanoğulları'nın mülkü olduğu dönemde gelip buralara konan bir kaç çadır ahalisi, kendilerini uyaran yetkilileri 'Buraya eğreti konduk' diye savuşturduktan sonra temelli yerleşirler, böylece köyün adı Eğreti olarak konulmuş olur. Anlatının devamında, ilk kondukları yer sel yatağı üzerinde olduğundan orasının geçici olarak kabul edildiği ve bu anlamda Eğreti denildiği hususuna yer veriliyor. Şimdiki yerine adıyla birlikte taşınmışlar.

    Şimdiye kadar ortaya çıkan belgelerde Eğreti ismine rastlanmadı. Köyün belgelerdeki yaygın ismi, bizim de öyle bildiğimiz Eğret biçimiyle geçiyor. Belki ilk zamanlardaki Eğreti süreci kısa sürmüştür, belgelere geçemeyecek kadar kısa... Bununla beraber Eğret'ten sonra köyün adı en çok Eyret biçimiyle karşımıza çıkıyor. 

    Eğreti/iğreti kelimesini Arapça âriyet kelimesine bağlayan dilciler var. Emaneten, geçici olarak, ödünç gibi anlamlara gelen ve hukukta da kendine yer bulmuş bu kelime zamanla halk ağzında eğreti/iğreti'ye dönüşmüştür. Bu fikri savunan dilcilerin görüşü esas alınırsa Eğreti/Eğret köyünün adını Arapça'ya bağlamak gerekir. Oysa Eğret köyünün bu adla inilebilen en eski döneminde âriyet kelimes halk diline geçmemiş, geçmiş olsa bile 'eğreti'ye dönüşme fırsatı bulamamıştır. Dilde değişim bir anda olup bitmez.

    Dil açısından değerlendirdiğimizde de Eğret köy ismini âriyet'e bağlamak zordur. Bir defa bu kelimenin Türkçe'ye eyret değil, eryet olarak geçmesi gerekir. Ses sıralamasındaki değişimin doğal olduğunu düşünsek bile, y > ğ değişimindeki problem karşımıza çıkar. Türkçe'de bazı ğ sessizlerinin y'ye dönüşme eğilimi vardır, eğlenmek > eylenmek gibi... Fakat buradaki eyret > eğret dönüşümünde bunun tersi söz konusu...

    Eğret köy adını Arapça âriyete bağlamak nereden baksan temelsiz duruyor. Hatta girişte bahsettiğimiz herkesçe bilinen efsanedeki mantık bile bundan daha gerçekçi görünüyor. Benzer efsane ve gerekçelerle, yani ilk konulan yerden sel basması gerekçesiyle başka yere taşınıp Eğret adını almış bizden başka iki köy daha var. Konya ve Manisa'ya bağlı bu iki Eğret'ten başka bir kaç tane daha Eğret bulunduğunu 'Anadolu'da Eğret Köyleri' başlığıyla ele almıştık. Bütün bunlar eğret kelimesinin Türk tarih ve kültüründe önemli bir yeri olduğunu gösteriyor.

    Bazıları Eğret'in 24 Oğuz boyundan birinin adı olduğunu iddia ettiyse de bunun böyle olmadığı zaten aşikardı, ancak Eğret'i Döğer ile karıştırdıkları çabuk anlaşıldı. Gelgelelim bu kelimenin bir Kıpçak boyunun adı olduğuna dair bilgi var ki, üzerinde durulmaya değerdir. Bu bilgi doğrulanırsa, geçici olarak yerleşilen köylere Anadolu'da Eğret adı veriliyor tezi başka bir anlam kazanır.

    Eski bir haritada bizim köy 'Hayrat' ismiyle gösterildiği bilgisi de önemlidir. Hacı İbrahim Zaviyesi sebebiyle böyle kaydedilmiştir, köyün kuruluşu bu zata ve tekkesine bağlanabilir. Bu bilgi böyle düşüncelere kapı aralaması bakımından önemlidir, ancak köyün ilk adı Hayrat idi demek için bu bilginin daha başka bulgu ve belgelerle teyit edilmesi lazım. Ondan sonra da Hayrat > Eğret değişimini ele alırız.

    Buna benzer bir haritadan Ahmet Azbay sayesinde haberdar oldum, orada da köyün ismi 'Hayret' olarak geçiyor. 'Hayra Akan Su Kızılay Karahisar Maden Suyu' adlı eserde Gazlıgöl'ü merkeze alıp onu çevresiyle gösteren bir harita yer alıyor.  Eski harflerle basıldığı için en az bir asırlık olduğunu düşünmemiz gereken haritada bizim köyün bu adla yer alması hayret verici geldi. Çünkü o tarihlere ait belgelerde hep Eğret veya Eyret diye geçiyordu, Hayret biçimli kaydı bir ilktir... Bununla beraber böyle yazım tek olduğu için anlama veya yazım hatası diye düşünmek daha doğru olur.

    Üzerinden yarım asırdan fazla geçti, köyün adı değişti, niye eskileri karıştırıp duruyorsunuz diye çıkışacaklar olabilir. Biz hazırlığımızı yapalım da...



Zafer Mahallesi Takimi

 





    Zafer Mahallesinde kurulan takım son deplasman maçında

    Soldan sağa ayaktakiler; Hasan Dadak, Veysel Tüplek, Ömer Okutan, Ömer Aykaç, Ahmet Külte, Mahmut Öztürk, Ahmet Bar, Ahmet Erdem, Eren Yalçın Öztürk, Mustafa Ayas
    Oturanlar; Osman Salman, Adem Aydın, Osman Aykac, Ahmet Salman, Ömer Aydın, Cevdet Erdem, Bayramgazili Osman Demirdelen 

    Fotoğraf kaynak, Ahmet Külte



1980 5. Sinif

 




    Anıtkaya İlkokulu 1979-80 Öğretim yılı 5. Sınıf toplu fotoğrafı

    Öğretmen Recep Erengil

    Soldan sağa ayaktakiler; duvarda İbrahim Keleş, Selime Azbay, İbrahim Altınbaş, Ahmet Kurt, Cengiz Tüplek, Adem Aydın, Ali Osman Acar, Halil İbrahim Özdemir, Hasan külte, Mehmet Yakışır, Remzi Azbay, Adem Kaçmaz, Muhittin Varlı, Ramazan Altınbaş, Selahattin Eser, Mustafa Seviş, Veysel Koç 
    Oturanlar Selver Saglam, Sevim Kök, Serpil Kök, Fadime Azbay, Emine Saglam, yaninda Şerife Tetik, Muhsine Taşkın, Ahmet Külte, Alaattin Dadak, Erdoğan Önkal

    Fotoğraf kaynak, Ahmet Külte