Eğret Çayının ana kaynağı Buñardı. Havuz içindeki bir kaç noktadan bülken su, yolculuğuna başladıktan sonra, köyiçinde bazı çeşmelerce desteklenip öylece başını alır giderdi. Yüzyıllarca gemlenmeyen bu minik çay etrafını çayırlaştırdı.
Herhalde 70'li yılların başıydı, DSİ eliyle dere ıslah çalışması başladı. Köylünün 'ganel' dediği geniş bir yolak açıldı dereye. Böylece Buñarın özgürlüğüne ilk kısıtlama getirilmiş oldu. Köylü için bu, özgürlüğe müdahale değil suyu kontrol altına alma çabasıydı. Bu sayede çayırlar bahçe olabilirdi.
Koca makineyle 'ganel' açılması işin birinci boyutuydu. Sırada daha küçük kanallarla suyun dağıtımı mevzusu vardı. Bunun için belli noktalarda suyun biriktirilmesi gerekiyordu. İki nokta tespit edildi, betonlarla setler oluşturulup burada suyun birikmesi sağlandı. Belli seviyeye ulaşan suyun taksimi için de kapaklar konuldu. Büyük bir vanaya benzeyen bu kapaklarla su, beton kanallara gönderiliyordu.
Basit su taksim istasyonlarına biz 'barec' diyorduk. Muhtemelen büyüklerimizden öyle duyduğumuz içindi, yoksa nereden bilecektik bu kelimenin anlamını. Diğer yandan yapılan iki istasyon, bir barajın maketi gibiydi. Tabi bunun böyle olduğunu anlamamız için çok yılların geçmesi gerekti.
Buñar kaynağından itibaren ilk sete ikinci, sonrakine ise birinci baraj deniliyordu. Bu ters isimlendirmenin sebebi köye yakınlığın baz alınması olabilir. Buna göre ikinci barajdan, derenin sol tarafına açılan kanala su veriliyordu. Bu kanal sol taraftan hendek arasına kadar gidiyordu. Sonra dere ilerleyip birinci baraja varılınca bu sefer baraj kapağı sağ tarafa açılıyordu. Ganelin sağından ilerleyen kanal, Çay (Çamaşırhane)nin ardından yolun öbür tarafına tünel ile geçiyordu. Buradaki iki kapakla ikiye ayrılan kanalın sol taraftan ilerleyeni Taşlıtarlaları sular ve Kötayollarına doğru beyhude uzardı. Sağdan ilerleyen kanalın güzergahı ise çok ilginçtir. Evvela eski asfaltın altından yine bir tünelli geçiş, ilkokul bahçesine öğrencilerin yemenilerini yıkaması için şöyle bir uğrama, Karakolu arkadan sıyırıp yine yoldan bir tünelli geçiş, bir kaç evin avlusundan zorunlu geçiş, Malbazarında havalandırmaya çıkma, sonra bahçelerden kıvrılıp bütün bir Atmezerini turlama ve... Tarlaların Çayırlarda eridiği yerde bitiş.
İkinci barajın havzası biz yaştakilere göre çok derindi, ganele akış üstten değil büyük kapağın altından olurdu. Basınç yüksek olduğu için su oradan harlayarak çıkardı. O harlağın altına girip çıkan küçük balıkları izlemek pek hoş olurdu. İnip de o balıkları yakalamak içimizden geçer ama bunu kesinlikle yapmazdık; çünkü o civarda bir kaç kere gördüğümüz su yılanlarının zararsız olduğunun henüz farkında değildik.
Kelarzımanların Mehmet Ali bir keresinde oltayla o harlağın az ilerisinde, suyun nispeten dinginleştiği noktada balık tutuyordu. Daha doğrusu tutmaya çalışıyor, oltayı atmış öylece bekliyordu. Bizimle çene çalarken su yüzeyindeki mantar oynamaya başladı. Heyecanla çekti oltayı. Ortalığı neşeli bir gürültü doldurdu; Hem kendisi hem biz katıla katıla güldük, bir de kurbağa vıraklaması... Oltaya takılan balık değil, can havliyle ortalığı ayağa kaldıran börtlek gözlü bir kurbağaydı...
Tabi biz hiç kurbağa yakalamadık. İğne mi büktük, çivi mi.. Basit bir olta ayarladık. Mantar yerine bir kuru kazık ve olta iğnesine gerçek bir solucan... Parmak büyüklüğünde balıklar tuttuk. Acemi balıkçıların ekibinde Kelahmetlerin Arzımanın Abdullah da vardı. Balıkları onların evde pişirdiğimiz için hatırlıyorum. O günkü balık tava ile güzelce karnımızı doyurduk. Adam başı hamsi büyüklüğünde birbuçuk balık düşen ziyafette, tadını hatırlamıyorum; ama o balıklar balık gibi kokuyordu.
İkinci baraj hakkında aklımda kalanlar bunlar. Lakin Birinci Barajın bendeki yeri ayrıdır. Onu keşfettiğimde herhalde 5-6 yaşlarındaydım. O yaşta oralara gitmeme izin verilmezdi; ama Kahvecinin Kadir'e takıldıysan serbest olurdu. Çünkü büyüklerimiz ona güvenir, bizi kurda kuşa yem etmeyeceğini bilirlerdi. Onunla berabersek, gözleri arkada kalmazdı. Kadir'in başını çektiği ekibin elemanları da aklımda. Kardeşi Metin vardı, elinden sapan düşmez, pek boşa atmaz, sürekli serçe-sığırcık düşürürdü. Gariban vardı (biz öyle derdik, yıllar sonra Böcek diyecekler) sürekli asfalt kenarında izmarit kollardı. Biri daha vardı, şimdi hatırlayamadım.
Öğretmen lojmanının olduğu aradan indik, o yıllarda sarı boyalı eski lojman binası vardı. Asfalt boyu biraz ilerledikten sonra Gözelibanın evin hizasından bahçeye daldık. Gaş kenarından Söğütaltına doğru ilerliyoruz. O bahçe Gobakların, önceki ev Gözelibanın olduğunu daha sonraları öğreneceğim. Kıpkızıl domateslere yumuldu millet. Demek ki Ağustos ayı, harmanın cavcav vakti, ortalıkta bizden başka kimsecikler yok... Önceden keşfetmişler onlar, ben işin acemisi olduğumdan biraz çekingen davranıyorum. Neyse, ortama uyup kopardım bir kaç tane. Evde yüzüne bakmadığımız domatesleri, çekirdeğini pırtlata pırtlata yediğimizi hiç unutmadım.
Derdim domates değil... Tarla bittikten sonra bir çayıra vardık. Biçilmiş otlar tekrar yeşerip boy atmış gibi. Yer yer koca gövdeli, bazıları düzgün biçimli söğütlerin arasından oynaya oynaya gidiyoruz. Benim oynamalarım hala temkinli... Ahalinin adımlarında belirgin bir hızlanma var. Ve soyunuyorlar. Sıkmalarını, fanilalarını çıkarıyorlar... Derken çığlıkların foşlamaya karıştığı bir curcuna. Soyunmayı tamamlayan çıplak bedenler caapp! caapp! suya atlıyor.
Çekingenliğim bir müddet daha devam etti. Sonra dayanamadım, daldım ben de... Islandık, toprağa belendik; daldık durulandık. Yorulana kadar böyle sürdü. Sonra Delimamların çayırda oyunlar oynadık; aklşama kadar hopladık, küllendik.
O zevki tattıktan sonra daha sık gitmeye başladık Birinci Baraja. Ekibin niyeti yoksa da ben ısrarcı oluyordum. Güle oynaya yüzmeyi değilse bile suda çırpınmayı orada öğrendim. Ertesi yıl Buñara alışacağımız için, Birinci Baraja o yılki kadar hiç rağbet olmadı. Yine de çocuk zihnimde silinmez bir iz bırakmış.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder