Bizi ilgilendirdiği kadarıyla bayram, bayram idi. Büyüklerin önce telaşlı sonra dingin huzuru bizde bulunmazdı mesela. Bizimkisi daha başka bir heyecanın yansımasıydı. Ne kadınların ev sıvama, haba yuma, bayram aşı pişirme meşgalesi; ne erkeklerin namaza ve odaya gitme, kurban hazırlama ve kesme derdi...
Bayrama özel giysiler ve toplayacağımız harçlıkları harcama... Tek endişemiz bu ve benzeri şeylerdi...
Günümüz kafasıyla düşündüğümüzde bayramlık elbisenin bir çocuğu niye bu kadar heyecanlandırdığı anlaşılmayabilir. Bir düzine ayakkabı, beş on gömlek, bir kaç kat elbise hiç olmayanın bile sahip olduğu şeyler...
Bir pantolon ve bir fanila bizim yolunu gözlediğimiz bayramlıklarımızdı. Bunlar aklımızın ermeye başladığı, entariyi bırakıp yeni şeylere geçtiğimiz dönemin giysileri... Bir de göynek var; göynekten atlete geçiş de ayrı bir yazı konusu olsun... Nakışlı ve bol renkli fannelerden/fanilalardan bir kaç yıl sonra gömlekler başladı. Bunların her biri çok değerliydi, zira senede bir kere alınırdı. Gömlek döneminde, pahalıya geliyor diye kumaş alıp evde gömlekleri kendileri diktiler birkaç bayram... O derece yani... Ayakkabıyı söylemiyorum bile; bizim ayakkabımız yemenidir, yani gara lesdik...
Bayramlıklarımız birkaç gün önceden hazırdır... Arafe günü öğlen, bilemedin ikindin giyilmiş olmalıdır. Öyle bayram gecesinden elbiseye sarılıp yatma hikayeleri bize tersti, arefeden açılışı yapmış olurduk. Öyle bir adet mi vardı, yoksa biz mi sabırsızlanıyorduk, ayıramadım şimdi. Ama arefeyi bize bayram yapan biraz da erken giyilen bayramlıklardı galiba.
Bir de tırakayla mantar vardı, önceden hazırladığımız. Kendim alacak kadar büyük değil miydim acep, bir arefe günü 'JAZZ' marka bir kutu mantarla bir siyah tıraka almıştı Dedem... Bayram istihkakı; bayramlarda tırakayla cayır cayır mermi yakardık çünkü... Sonra bu tırakayla mantarları odadaki dolava kilitlemişti 'Yarına kadar bitirirsin, ırzıgırık' diye... Doğru, ertesi günü bekleyemez, patır patır patlatırdım...
Odanın oralarda oyuna daldık, lakin yine de aklım dolavdaki silah ve mühimmatta... Bir ara içerden silah sesleri geldi. Çatışma çıkmış olabilirdi, ama benim cephaneyi tüketirlerdi... Bitirirsin diye bana vermediği mantarları kendileri patlatıyorlardı besbelli... Yanında Cavaların Çatlak vardı... Müdahale etmezsem benim mantarlar bitecekti.
Bir hışımla daldım içeri... 'Niye benim mantarları atıyonuz!' diye çıkıştım, fakat onlar daha ne dediğimi anlamadan bastılar kahkahayı... Artık kızgınlıktan yüzüm nasıl bir şekil aldıysa... Bu arada pardadan, kamışların arasından toprak üyünüyor... Meğer Çatlak Emminin belindeki tabancayı deniyorlarmış; pardaya, döşmelere verebura sıkmışlar... Elalem gerçek mermiye acımazken ben mantar derdine düşmüşüm, ona gülüyorlarmış... Nerden bilsinler, benim mantar onların kurşunundan daha kıymetli...
Bir arifede gader hazırlamıştım. Her bayram Kel Süleyman gader getirir, çocuklara çektirirdi. Bir şans oyunu bu... Çekiliş yani... Cazip oyuncaklar kazanacağız umuduyla habire para yatırırdık buna. Çak basit bir oyun. Belirli ücret karşılığında üstü kapatılmış deliği açıyorsun, ne çıkarsa bahtına... Genelde boş çıkar tabi...
Elimize bol delikli bir kalın kağıt parçası geçti. Biz de bundan gader yapabilirdik. Projeyi hayata geçirdik. Delikli kağıt büyüklüğünde bir mukavva, ikisinin arasına yerleştirmek üzere ciyirdek... Ciyirdekleri temin etmek de kolaydı. Kahvenin önünden beş on tane filtreli sigara kabının iç jelatinli kağıdını ıslatınca kağıt katmanı kolayca sıyrılıyordu. Yeteri kadar ciyirdeği karton ve kağıt arasına yerleştirip bu üç katlı düzeneği yanlarından bantladık. Gader çekilişe hazırdı. Tabi önce, deliklerin altına denk gelecek şekilde mukavvayı numaralandırdık. Her bir numaraya karşılık gelen hediye listesi de elimizdeydi. Müşteriye(!) cazip gelecek hediyelerimiz vardı. Vitrine, asla çıkmayacak numaraya karşılık gelen bir saat koyduğumuzu hatırlıyorum. Ertesi gün son üç delik kalana kadar gaderi çektirdik. İyi para kazndıktı...
Yine bir başka arefede ilk takım elbiseyi giymiştim. 1980 öncesi olması lazım... Terzi İzzet'e belki on kere gittim, bu sayede 'prova' nedir onu öğrendik. Mavi ile yeşil arası, tatlı renkte bir elbiseydi. Yelekli, sivriyaka... Arefe günü giydim, hemen çıkardım. İyi ki de öyle yapmışım, Bayramda öğleye kadar pantolonun anasını ağlattım. Ne yapayım, oyun takım elbiseden daha tatlı geldi. Bayram yemeğinde üzerime damlattığım yağ lekeleri, öğleye kadar toz toplamış, kendini iyice göstermişti... Hey gidi...
İlk takım elbisemi arefe günü giyip çıkarmıştım; ama geçerli uygulamamız genellikle kabir ziyaretine bayramlıklarla gitmekti. İkindi namazından sonra Pazaryerinden eski mezarlığa girilirdi. O gün için sadece erkekler tarafından yapılan bu arefe ziyaretinde kolaylık olsun diye ikindi namazı Cuma Camisinde kılınırdı. Yaz gününde, kuruyan eyilceler paçalara ve çoraplara dolar, bu ayaklarla düzensiz kabirleri çiğnememek için özenli adımlar atardık. Kendiliğinden oluşan küçük patika yolakları takip çok zordu... Mezarlıktan çıkışımız Mezerböğrünün çiğilli bayırından aşağı sallanmak şeklinde olurdu.
Arefe geceleri, bayram sabahını bekleme heyecanından olsa gerek geçmek bilmezdi. Eğer Ramazan sonu ise, teravih ve sahur olmaması, çocuk aklımızda bize bile bir boşluk duygusu verirdi. Kurban arefesindeysek boşluk duygusu yerine daha başka şeyler zihnimizi doldururdu.
Arefeden başlayan bayramımız, bayram namazıyla resmiyet kazanırdı. Her bayram namazını uykulu gözlerle kılardık, bu alışkanlık bunca yıl sonra bugün bile değişmemiş. Pencereden süzülen bir demet bayram güneşi eşliğindeki bu uykulu oturuşları tarif edemem... İlle de akıldan çıkmayan bayram namazı tarifleri... 'Senede iki kere kılındığı için unutulması gayet...' diye başlayan imam sonunda varacağı yere varır ve 'İki salla bir bağla, üç salla bir yat!' diyerek tarifi noktalardı. Bütün bu uyarı ve tariflere rağmen içimizde şaşıranlar olur, rüku yerine kıyamda kalanlar, ellleri bağlamak yerine kaldıranlar bulunabilirdi. İşte o zaman içimizdeki gülme isteğini bastıramaz, kikirder dururduk...
Bir sürü tekbir, hutbe, duadan sonra çıkışta cemaatin bayramlaşması olmazsa olmaz. Burada tersinden bir hiyerarşi oluşur, gençler beklerken yaşlılar onlara doğru bayramlaşmaya gelirdi. Bu tuhaf durumun doğal sebebi ise şu: Camiden ilk çocuklar çıkar, sonra sırayla gençler, orta yaşlılar ve yaşlılar... Çıkan sıraya giriyor. En son çıkan ihtiyar veya imam bütün cemaat ile bayramlaşmak için belki yüz metre yürümek zorunda... Bayramlaşma esnasında tokalaşmak yerine iki elle musafaha etmek de özendiğimiz ilgi çekici şeylerdendi.
Erkekler camiden gelmeye yakın, kadınlar tepsiyi hazırlamıştır. Odaya gidilecek... Odaya gitmek, bayram yemeği için erkeklerin bir araya gelmesidir. Yemek genelde odada yendiği için böyle denmiş. Çocukluğumun bir kaç bayram yemeği karşılıklı iki odada yenmişti. İkişerden dört sofralık bir erkek topluluğu... Sonra bayramlar yaz ve bahar aylarına tesadüf ettiği için odaya gidiyoruz diye Kuyunun yanına toplanır olduk. Bu fikir kimden çıktı bilmiyorum, önce Arpalığın ucunda yedik, sonraki bayramlarda Kuyunun yanındaki meydan bizim yemek alanımız oldu. O zamanlar orası da yeşillik olurdu, altımıza kilim keçe sermeye gerek kalmazdı. Sonra yavaş yavaş çadırlar serildi ve onun üzerine sofralar kuruldu.
Herkes evinden tepsisiyle gelir, yemekler bütün sofralara eşit bir şekilde dağıtılırdı. Dağıtımcıbaşları Palavur ile Paşanın Ömer idi. Katılımcıların bayram yemeğine gelişleri kendine has olur ve bu her bayram aynı olur, kesinlikle değişmezdi... Urgannının İban Kurban Bayramı yemeğine katılmaz, çünkü köyde değildir... Patırın Veli ile Hüseyin bütün ısrarlara karşın gelmezler, bu durum bilinmesine rağmen her bayramda kesinlikle çağrılırlar... Gödeşin Halil kesinlikle en son katılan kişi olur, bunun istisnası hiç yaşanmadı... Sıntırın Reşat her bayram eve yanlış tabak götürür... Macur Ali yemeğe başlama ve oradan ayrılma hususunda her zaman sabırsızdır... Sofra duasını Kösenin Mehmet Hoca yapar... Ben her dua sonrası 'Allahümme zit vela tengus' ne demek öğreneceğim der, sonra unuturum... Hacariflerin Ramazan her bayram yemeği sonrası fotoğraf çeker... Şimdi o fotoğrafta poz verenlerin yarısı yok...
Bu arada mahallenin kadınları da en yaşlı kim ise ona gider ve birlikte bayram yemeği yerlerdi. Genellikle Nineme gelirler, bizde toplanırlardı.
Yemekten sonra büyükler odaya oturur, bayramlaşmaya, el öpmeye gelecekleri beklerler. Biz küçükler ise oyun ve el öpmeye çıkardık. Harçlık veren pek olmazdı o zamanlar, yine de varsa öyle biri, birbirimize tüyo verirdik. Şeker toplarken de yapardık bunu. Falancalarda ciyirdekli şeker var, hurra bilmem kaçıncı defa oraya giderdik. Tuhaf olan şu ki, topladığımız bütün şekerleri yerdik. Ne mide varmış...
Ve önceden hazırlanan tırakalar, mantarlar, sıpagoğlayanlar... Tuhaf hareketlerle uçuşan bu basit patlayıcıyı kızlara da atardık; ama adını değiştirmek hiç aklımıza gelmedi, hep sıpagoğlayan dedik. Bizden sonraki nesil gızgoğlayan diye değiştirmiş... Ha bir de çıtırpıtır vardı. Bir taş ile vurur veya duvara sürterek ilk patlamayı başlatırsın, sonra o kendi kendine seri halde patlamaya devam eder... Füzeler de vardı ama bizim için büyüktü o, hiç attığımı hatırlamıyorum. Şimdiki çocukların torpil dediği çok gürültücü patlayıcılar yoktu...
Arefeden başlayan bayramımız böyle oyun içinde geçer, son gün sıradanlaşırdı. Lakin bayramlar da bayramdı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder