Biçerler Añıdinine gelmiş diyorlar, millet elinde telefonla ekinini hasat ettirme derdinde... Dediklerine göre, bu yıl dene iyiymiş; lakin saman sıkıntılı... Sap zayıfmış, balyalar seyrek düşüyormuş... Arpalarda böyle, belki buğdayda durum değişiktir...
Eskiden arpa orakları ile buğday orakları arasında hatırı sayılır bir aralık olurdu. Buğday daha geç eriyor; sapı daha kalın, biçimi ve sürmesi de ona göre daha zor oluyor ve uzun sürüyordu. Bazı buğday saplarına 'gamış gibi' derlerdi, o kadar kalın yani... Öyle olunca buğdayların biçilmesi, arpa harmanından bir hafta on gün sonrayı bulurdu. Şimdi neredeyse aynı vakitte biçerle hallediyorlar.
Samanlar arasındaki fark çok net anlaşılabilir. Arpa samanı daha ince ve yakıcı olur. Sırf bu yüzden onun tozlu olduğunu söyleyenler bile çıkar. Tabi bütün bunların sebebi buğday sapının arpaya göre daha kalın oluşu...
Daha düğen sürerken buğday sapının direttiğini farkedersin. Arpa harmanını dört kere aktarıyorsan, onu altı kere aktarırsın. İlkini bir günde yığarken, diğerini birbuçuk gün sürersin. Daha sonra savururken; arpa samanı uçup gider, buğdayın samanı bile ağırbaşlıdır, vakurdur; oturduğu yerde kalır... Hatta bazen dene pozları takınır. Tınaz ile çeç arasında, arpada olmayan bir bölüm oluşur buğday savururken. Neredeyse dene kadar ağır saman taneleri iki yığın arasında tampon bölge oluşturur. Bu bölgede bulunan yığın samandan ağır, deneden hafiftir... Belki biraz deneyle karışık saman bölgesidir burası. Tekrar savursan da ayıramazsın ikisini.
Tek çare gözerle çalkamaktır, o vakit ağır saman taneleri gözer üstünde kalır, yana atarsın. Kalburüstü gibi bunlara da 'gözerüstü' denilebilir. Peki nedir gözerüstünün özelliği?... Buğday samanını ağırlaştıran, sapındaki boğum yerleridir. Buraya 'dirsek' diyorlar. Düğenle ezilmez, kırılmaz; bir santim büyüklüğünde çöp gibi öylece kalırlar. Deneye özenenler bunlardır işte... Ağırlığından dolayı uçup gitmez, çeçden de fazla uzaklaşmazlar. Ve dirsek buğday sapında daha çok bulunur...
Mallara saman dökerken görürdük, hayvan saman yerken adeta bu dirsekleri bir kenara ayırıyor, 'Yemem ben bunları' diyor, kese çıkarıyor... Bu kalın samana kes derlerdi, saman dökmeden önce aharın dibinde kalan kesleri alır bir kenara atar, sonra yeni samanı verirlerdi. O kesler de damı kürüdükten sonra, kurulama amaçlı hayvanın altına sepilenirdi.
Yok, o kadar da değersiz değildir; bazen öküzün aharından alınan kesler eşeğe verilirdi. Durumun adaletsizliğinden, kendisinin hakir görülmesinden filan şikayet etmeyen eşek, kesleri kütür kütür yerdi. Sanki arpa yiyor mübarek... Gerçi yemeyip de ne yapsın, hayvan ac, ac!.. Belki dile gelse, o kesi verdiğin için sana teşekkür edecek...
Eğret'e özgü 'keslemek' diye bir tabir var, başka bir yerde bu sözün kullanıldığını işitmedim. Doygunluktan dolayı kaptaki yemeği seçme, kötülerini bırakma yahut daha fazla yiyemeyecek durumda bulunma manasına geliyor. Demek ki hayvanların kes bırakmasından esinlenmişler...
Ahardan alınıp biriktirilen kesler, bir dönemin yakacak kalemlerinden biri sayılırmış. Ben bu dönemin sonlarına yetiştim, gördüğüm kadarıyla olay şöyle gerçekleşiyordu: Malların beğenmeyip bıraktığı kes, alınıp ocağa getiriliyor. Şimdi fazla kalmadığı için 'ocak' açıklama ister; bugünün şöminesi dersek daha anlaşılır olur... Ocağım sönmesin, bacam tütsün diye sönmek üzere olan ocağa kes dökülüyor. Artık o ocak ne yanar, ne söner; saatlerce tüter durur.
Duman bacadan tüterse sıkıntı yok; amma içeriye basarsa göz gözü görmez olur. Tam yanma gerçekleşmediği için öyle bir duman üretir, deme gitsin... Isı değeri de yoktur ha, ortalığı ısıtmaz. Sırf ocağım sönmesin diye, bu kadar dumana katlanılır. Bir de tabi, yakacak yok... O zamanlar kömür zaten bulunmuyor da... Demek ki meşeyi de ota boka kullanmak istemiyorlar... Belki günaşık kökü vardı biraz, ya da cıv... Gerçi ha cıv, ha kes; ikisi de aynı. Geçer gider, ardından külden başka bir şey bırakmaz. Oflar poflar, tüter de tüter, işin sonunda sacıraktaki ocak güyümünü bile ısıtmaz...
Neylersin ki ocaklar bunlarla idare ediliyor o zamanlar. Bir ikisi değil, bütün ocaklarda kes yakılıyor; amma az, amma çok... Kes Osman'ın ocakta biraz çokça tütüyormuş, sırf bu yüzden 'Kes' lakabı takılmış... Hayta'nın babasına öyle derlermiş, kaynak Torunları... 'Kes Dede' derlermiş kendisine. Ocakta sürekli kes yakar, odayı duman bürürmüş. Çocuklarının en küçüğü olan Hayta, nefes alabilmek için cam ararmış... Kes Osman'ın ev öyle de diğerleri farklı mı sanki...
Şimdi saman diye bütün saplara diyorlar... Parça saman yok, balya var... E haliyle saman saşgı olmayınca kes de yok. Bir zamanlar yem ve yakacak olarak hayatımızda önemli bir yeri varmış halbuki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder