30 Temmuz 2023

Gelingız

     
    Kız bitirildikten sonra artık düğün konuşulabilir. Bu da ayrıca önemli bir husustur; çünkü söz kesmek, çevre almak bütün pürüzlerin halledildiği anlamına gelmez. İş daha yeni başlıyor... Kız tarafı çeşitli gerekçelerle süreci uzatmak isteyebilir. Abisi askerden gelecektir, önünde ablası vardır, aile tedarikli değildir, önümüz harmandır, iki bayram arasında düğün olmazdır vs... Sonuçta baba 'Tamam kızı verdim, ama düğünü şu vakitte yapabilirsiniz.' derse o vakte kadar beklemekten başka çare yok...

    Sözden düğüne kadar sıkıntılı yeni bir süreç başlar. Kimi zaman bir yıla kadar uzayan bu dönem her iki taraf için de problemlere gebedir. Köyyerinde millet zaten dedikodu için hazıra bakar. Laf getirip götürmeler, yanlış anlamalar ve bazı çıfıtların özel gayretiyle taraflar ayrılma durumuna bile sokulabilir. Bu yüzden süreç ne kadar kısa tutulursa o kadar iyidir... 

    Tabi en kötü ihtimalden söz ediyoruz... Hiç sorun yaşamadan bu dönemi atlatanlar da olabilir. Yine de oğlan tarafınca çok masraflıdır bu günler... Bir defa ayağını kız tarafından çekmemek gerekir, kadınlar en az haftada bir gece oturmasına gitmelidir... Eli boş gidecek değiller elbet; ıvır zıvır, çerez merez, sebze meyve... Son dönemlerde sucuk bile götüren vardı... Her hafta hafta, insanın belini büker bu masraflar... Hele de fakirsen yandın gitti...

    Bu dönemde gelin adayına 'gelingız' denir. Artık sıradan bir kız değildir, ama henüz gelin de olmamıştır. Bu yüzden ikisinin arasında bir ünvan olarak bu ad verilmiş. Eğret'te  gelin adayına çok eski zamanlardan beri 'gelingız' denildiği söyleniyor... Yine bu dönemden itibaren erkek tarafına 'oğlanevi', kız tarafına da 'gızevi' deniliyor. Bu tabirlere düğün haftasında yoğun olmak üzere, ondan önceki dönemde de muhataplarınca başvurulur... Oğlanevi ve kızevinin ana babaları da birbirlerine 'düñür' diye hitap ederler... Gelingız ile güveyinin birbirlerine karşı durumu ise 'yavıklı'dır...

    Sık sık oğlanevinin gızevine ziyareti bir yere kadar... Bu arada köyde bir sürü düğün oluyor. Her düğünde çeñizevindeki eğlencelere gelingızı götürmek gerekir, oyuna kaldırmak gerekir, para çevirmek gerekir... Oraya giderken giydirip kuşatmak gerekir, takıp takıştırmak gerekir... Bütün bunlarda bir eksiklik olursa dedikodu alır başını yürür...

    Düğünlerde olsun başka yerlerde olsun, gelingız hep mutlu görünmelidir. Allah korusun halk içinde bir an suratı asık bulunması, oğlanevinden memnuniyetsizliğine yorumlanır; al başına belayı, zaten fitne sokmak için hazır kıta bekliyorlar... 

    Dedikodu üretmede bizim milletin üstüne bulunmaz, bunun için ayrıca bir bahaneye de ihtiyaç yoktur... Mesela karşılıklı hediyeleşmeler olur gızevi ile oğlanevi arasında. Diyelim ki gelingız oyaladağı bir yazmayı gayınna (kaynana)sına verdi... O yazma üçüncü kişiler tarafından kesinlikle beğenilmez... Rengi kötüdür, üzerindeki desenler biçimsizdir, kenarındaki oyada mutlaka hata vardır... Hiç bir şey olmasa; 

    - 'Heç gayınneye olur muymuş bu yazma!' derler yine de kusur bulurlar ve bu kusur gelingızın oğlanevine isteksiz olduğuna yorumlanır...

    Her an bu kadar insafsız jürinin karşısına çıkıyorsan dikkatli olacaksın. Bundan kaçış yoksa, nişanlılık dönemini mümkün olduğunca kısa tutacaksın.

    Bu dönemdeki muhtemel tökezlemeler her zaman dış etkenlere bağlı olmayabilir. Bazen oğlan veya gızevinden biri yahut ikisi de süreci doğru yönetemeyebilir. Gızevinin sınırsız istekleri sabır taşını çatlatabilir. Oğlanevinin vurdumduymazlığı soğukluğa yol açabilir. Gelingız istemediği bir şeyi ağzından kaçırabilir falan filan... Böyle durumlarda araya, her iki tarafça hatırlı büyüklerin girmesi gerekir... Aksi halde yol ayrılığa çıkar...

    En iyisi söz ile düğün arasını kısa tutmak...



29 Temmuz 2023

Kız Bitirmek

     

    İleşberlik işlerinin rutinliği arasında hayatın diğer alanlarındaki gidişat, kendine bir yer bulur. Erkek kadın, genç ihtiyar, çoluk çocuk olsun; insanların tüm yaşantısı kırda bayırda, harmanda geçen ileşberlikten ibaret değil. Böyle bir durum sosyal hayatın doğasına da aykırı olurdu... Bununla beraber hayatın diğer dallarındaki akış, ileşberlik takvimine göre belirlenir. Misal, üstbaş ne kadar kirlenirse kirlensin harman vakti çamaşır yıkanmaz; öteki iş daha önemli çünkü... Ama tekne boşalmışsa harman vakti de olsa ekmek etmek gerekir, o ayrı...Hasılı her şey, her zaman yapılmaz; Eğret'te her faaliyete özel bir mevsim vardır...

    Düğün mevsimi, harman kalktıktan sonra başlayıp çapalara kadar devam eden uzun kış  günlerindedir. Tabi ki bu, düğün dönemidir. Ondan önce düğüne hazırlık diyebileceğimiz bir safha var ki, harmanın son kısmında; misal, saman çekme zamanlarında başlayabilir. 

    Hazırlık safhasının ilk adımı 'kız bitirme'dir. Bu, bildiğin kızı ailesinden istemek oluyor. Elbette ona gelene kadar evin oğlunun evlenme çağına geldiği belirlenmelidir. Bu da genelde ana baba arasındaki gizli görüşmelerle hallolur... Ana devreye girerek oğlanı evermeleri gerektiğini söyler. Büyükleri evlendirilmiş, gelin edilmiş; sıra ona gelmiştir... Evde gelin olmadığı için bütün yük kendisinin sırtındadır, artık dayanacak gücü kalmamıştır... Hamur yoğuramamakta, esbap yuyamamaktadır... Mallara mı baksın, tarladaki işlere mi yetişsin, aş keş mi pişirsin bilememektedir... Artık bu eve gelin lazımdır filan... Yahut ev kalabalıktır da bu evliliğe dede nine karar verir...

    Başkalarının karar vermesine mahal bırakmadan oğlan evlenmek istediğini beyan edebilir. Tabi ki bu beyan sözle, açık açık olmaz. Her şeyin bir adabı var, karşılarına çıkıp da 'Everin beni' denir mi!... Denmez... Pilava kaşık saplayarak derdini anlatma usulü de biz de pek yaygın değildi... Duyduğuma göre ana babasının yemenisini çakarak meramını ifade ederlermiş. Çivi ile yere sabitlendiğinden habersiz yemeniyi giymeye çalışınca mutlaka başına bir şey gelirdi onların... Sonuçta 'Vay eşşeğlusu!' diye köpürseler de oğlan diyeceğini demiş olurdu.

    Dünür gidilecek kız genellikle bellidir; akrabalardan biri... Gerçi Anıtkayalılar çoğunluk birbiriyle akrabadır, bütünüyle yabancı biriyle evlenmek ancak Anıtkaya dışından olursa mümkündür. Yine de gelin tercihi kendine en yakın gördüğünden yana kullanılır. Ayrıca bilinmeyen bir kız için de görücü gidiliyor değildir. O güne kadar hamamda, çayda, fırında gözlenmiş; huyu suyu, ahlakı, işi öğrenilmiştir. Bu anlamda bir gelin adayında aranan özellikler 'gabadayı' olması yani boy pos, endam; 'cassur' olması, yani güç kuvvet, işbitiricilik; 'şapbaz' olması, yani tezlik, çalışkanlık... Bir de büyüğünü küçüğünü bilip hürmetkar olmak... Bir gelinde bu özellikler varsa daha ne istersin...

    Eski Eğret'te nadiren de olsa oğlanın işaret ettiği kız istenirdi. Öyle ya, delikanlının tutulduğu bir kız olabilir; dahası ikisi de birbirini seviyor olabilirler. Böyle durumlarda kimin ne dediğinin bir önemi olmaz, oğlan kimi dilediyse o kız istenir...

    Kız istemeye ilk giden genellikle oğlanın anasıdır. Tek başına değil tabi ki, yanına dostlarından bir kadını daha alarak muhatap eve varılır. Öylesine oturmaya gelmiş gibi bir hava verilse de ziyaret sebebi karşıdakilerce hemen anlaşılır. Onların ağzının çalımından da bu işe nasıl baktıkları az çok hissedilebilir. Duruma göre ikinci yahut üçüncü ziyarette cevap kesinleşmiş gibi olur; ancak henüz bu resmi olarak cevap kabul edilemez, sadece niyet anlaşılmış olur. Çünkü işin içine erkekler girmemiştir, dünürcülük kadınlar arasındadır...

    Bu hususlarda asıl söz sahibi kızın anası olduğu için, onun niyeti önemlidir. İşin resmileşmesinde babanın haberi olması lazımdır; ama kadınlar arasında aslında iş bitmiştir. Bu yüzden, resmi olmasa da iş halledildiği için buna 'kız bitirme' denir.

    Artık bundan sonrasında erkeklerin de devreye girmesi gerekir. Birlikte gidilen resmi kız isteme gecesinde karşılama sıcak olsa bile, cevap yüzde yüz olumlu olduğu anlaşılsa bile, yine de 'he' denilmez. İlk isteyişte kızı vermek... Ele güne karşı... El adama ne der... gibi daha bir sürü sebepten dolayı bu mümkün olmaz... 

    Sonraki gün daha kalabalık gidilir. Artık bu işin resmileşmesinin vakti gelmiştir. Kız babasının 'he' demesi için de şartlar oluşmuştur... Söz verilir, çevre alınır, kahve içilir... 

    Kesinlikle böyle olur denilemez; ama süreç aşağı yukarı böyle yürür... Artık bu andan itibaren düğün konuşulabilir...



25 Temmuz 2023

Bacı Dede Cönkü

     
    Daldalların Ramazan, Cihan Harbinde Kafkaslarda şehit olduğunda geride iki yetim bırakmıştı. Küçüğünün adı Hüseyin idi, ileride 'Burukhüseyin' olarak bilinecek... Büyük oğlanın adı ise Seydi idi; 'Bacı' diye lakaplanmıştı, yaşlılık dönemine tanık olduğumuz için 'Bacı Dede' denildiğini duyuyorduk...

    Bacı Dede ufak tefek, sevimli bir ihtiyarcıktı. Gözlük takardı. Ses tonunu hatırlıyorum; anlatılmaz derecede sempatik ve yumuşaktı. Okul tatil olduğunda, bir şevkle Kur'an Kursuna giden yazlık talebelerin şevkiyle Cuma Camisine giderdik. Orada yeşil boyalı ıbrıkları doldurma yarışına girerdik. Kollarını sıvayıp abdest almaya hazırlanan ihtiyarlara hizmet etmek büyük sevaptı; kim daha çok sevap kazanacak diye Üseyinhoca (Hüseyin Ayas) bizi kızıştırır, bilmem kaç tane yeşil boyalı ıbrığı defalarca doldurturdu. Daha şadırvan yapılmadığı için, pazaryeri meydan tuvaletine bitişik, basık duvarlı çeşmeden doldururduk. Bir ıbrık uzattığımda kadife sesiyle bir kaç dua etti, ne dediğini şimdi bilemeyeceğim...

    Onunla ilgili hafızamda asılı kalmış bir diğer izlenim, insana sürekli olarak tebessüm ediyormuş hissi vermesidir. Bazı yüzler öyle oluyor, sanki Allah hep gülsün istemiş de o muradına binaen yaratmış gibi... Öfke, sertlik, nefret gibi hisler o yüzde iğreti durur, yakıştıramazsınız... O'nun yüzü, yaratılış amacına uygun olarak hep gülümser durur sanırdınız...

    Tabi biz hep ihtiyar haline tanık olduğumuz için, ömrünün her döneminde böyle olduğunu düşünüyoruz. Lakin insanda karakter göstergesi bu ifadeler, yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Bacıdede, çocukluğunda da gençliğinde de farklı değilmiştir...

    25-30 Yaş arasında tuhaf ve bir o kadar da güzel bir meşgaleye yönelmiş Daldalların Seydi... 1940'ların başında (herhalde askerlik sonrası) her cenazeyi kaydetmeye başlamış. Falancanın ölümü demiş, tarihi atmış... Onu bu yazma işine yönelten şey ne idi, tam olarak bilinmiyor; ama bir tahminim var...

    Eskiden odaların belli yerlerine önemli olayların tarihini düşerlermiş. Herhengi bir felaket; kıtlık, kuraklık, şiddetli yağış, gibi Eğret'in bütününü ilgilendiren tabiat olayları; ülke geneliyle ilgili savaşlar, zaferler, işgaller günü gününe not edilirmiş... Herkesin 'önemli' olayı kendisine önemli olduğu durumlar da var tabii... Falancanın doğumu, filancanın 'Hecaza gitmesi', berikinin ölümü gibi... Bunları da tarihiyle yazarlarmış. Nereye? Nereye denk gelirse... Direğin böğrüne, dolavın alnına, camın çerçevesine, ırafın ucuna, Mushafın kapağına... Daldalların Seydi, bu uygulamayı bir sisteme bağlamak istemiş ve defter tutmuş, sadece ölümleri bu defterine kaydetmeye başlamış... O gün başladığı bu uygulamayı ölene kadar sürdürmüş...

    Defter şu anda Salimhoca (Salim Aykaç)ta imiş, ben görmedim. Salimhocanın başkanlığında bir 'gönüllü komisyon' tarafından yapılan çeviriyi ancak görebildim. (Bacıdede notlarını eski yazıyla tuttuğu için çeviri gerekiyordu.) Bundan anladığım, Bacıdede defteri kendisi için tutmuşa benziyor. Sözünü ettiği kişinin herkes tarafından anlaşılacağını varsaymış ve çoğunda isim bile belirtmemiş. Mesela 'Falan emminin gelini' demiş... Yani gelecek nesillere bir belge kalsın düşüncesiyle hareket edilmediği anlaşılıyor. Bacıdede, sırf merak ve ilgisi istikametinde yapmak istediği şeyi yapmış, ortaya bu güzel defter çıkmış.

    'Eğret'te neden bir cönk/öküzdili bulunmadı; yazılmıştı da bugüne mi ulaşmadı' eksenli bir hayıflanmamız vardı. Bacıdede defterinin çevirisini görünce bu hayıflanmanın yersizliğini fark ettim. Çünkü defterin başında ölüm temalı bir kaç şiir, beğenilen özlü sözler, ve özel dua istekleri de vardı... Bunlar bir öküzdilinin içeriğinde olması gereken şeylerdi... Bu açıdan bakıldığında defter, basbayağı 'Bacıdede Cönkü' diye adlandırılabilirdi. Ayrıca defter biçim olarak da öküzdilini andırıyordu...

    Heyecanımızın tescillenmesine engel olan şey, görüp hakkında konuştuğumuz defterin orijinal değil çeviri olmasıdır. Baştaki eklemeler orijinalde olup olmadığını ve defterin öküzdili hususiyeti gösterip göstermediğini bilmiyoruz. Çevirinin orijinaline sadık kalınarak yapıldığını varsayıp, onun üzerine mutlu oluyoruz...

    Yeri gelmişken çeviri meselesi ve defterin macerasından da bahsedelim... Seydi Dede, nasıl başladıysa sonuna kadar öyle devam ettirmiş; sistemini değiştirmemiş. 1985 Yılında vefat ettiğinde, ardında yetim bir defter bırakmış. Onun sağlığında yaptıklarından haberdar olanlar, yetimin boynu bükük kalmasına razı gelmemişler. Kelahmet (Ahmet Bar)a bu işi sürdürmesini söylemişler... Yalnız Bacıdedenin notları eski harflerle ve kendine göre bir stil geliştirmiş, aynıyla sürdürmek mümkün değil. Kelahmete yeni bir defter lazım... Defter mesele değil de diğer defterle bağlantı kopacağından bütünlük bozulacak... İşte o anda tek defterde ikisini birleştirme fikri oluşuyor. 

    Sarasanın Ahmet Dadak, Belediyede kullanılmayan büyük boyutlu bir defter ayarlayacak. Eski yazı bilen Salimhoca defterdekileri satır satır okuyup, eli kalem tutan yeni nesilden kimler varsa onlara dikte edecek. Bacıdedenin notlarının tercümesi bitince defter Kelahmete teslim edilecek... Plan uygulanmış, böylece kolektif bir çalışmayla defter tercüme edilmiş. Yazan kişiler günlük değişiyormuş, herhalde Daldalların Odada o anda kim varsa o yazıyormuş... Tercüme bittikten sonra Bacıdedenin ölümü ve bu aradaki ölenlerin kayıtları da eklenmiş... Bundan sonra defter odada bulunuyor, gelen giden okuyup dualar ediyormuş. Bazıları hangi tarihte okuduğunu ve dua ettiğini boş bulduğu yere not etmiş... Bir yandan da her yeni ölüm kaydedilmiş...

    Resmi hiç bir özelliği olmayan bu defter, bir dönem resmi bir işte başvuru kaynağı olmuş...  Arazilere kadastro kaydının yapıldığı sıralarda, yerel bilirkişinin yeterli gelmediği hallerde deftere bakılıp kim kimin nesiymiş anlarlarmış... Bu dönemde defter bir süre Kadastro memurlarının bürosunda kalmış. Bilirkişilerden biri olan Kelahmetin Arzıman Azbay, defteri baştan sona elden geçirip eksik olan soyisimleri eklemiş...

    Kelahmet, defteri sahiplenmiş, ölüm kayıtlarını titizlikle sürdürmüş... Ölmeden önce, kendisinden sonra bu işi Garadellerin Erol Kızılyel devam ettirmesini vasıyet etmiş... 2011 Yılında vefat edince, arzusu yönünde defter yeni adresine teslim edilmiş...

    Emanete sahip çıkan Erol da düzenli olarak kayıtlara devam etmiş. 2014 Yılına kadar böyle... Sonra bazı sebeplerden aksamalar başlamış ve aynı yılın ortasında tamamen bırakmış...

    Bacıdedenin defteri hiç bir zaman gerçek anlamda yetim kalmadı... 2014'teki aksamalar başlamadan çok önce iki yeni sürgün vermişti. 2013 Başında Macuralinin Bahtiyar Öncül, nereden estiyse ölüm kaydı tutmaya başlıyor... İkinci sürgün ise Sağıroğlunun Adem Sancak'ta... Aynı dönemde ölüm defteri tutmaya başlıyor, üstelik bu kayıtlar elektronik ortama aktarılıyor... 

    Netice-i kelam... Seksen yıl önce Bacıdedenin cönküyle başlayan bir güzel gelenek, farklı mecralara uğrayarak bugüne ulaşmış. Allah, bu hususta adı ve emeği geçen herkesten razı olsun...


24 Temmuz 2023

Hazine Bekçileri

 
    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

     ***

    Böbülerin Gocasan (Hasan Kabadayı) farklı yönleriyle öne çıkan ilginç bir karakter.... Eğret'teki hayatının büyük bölümü koyun peşinde geçtiği için İblak'ı adım adım biliyor. Ağıl hayatına hakim, koyun çobanlığında uzman. Ona 'Goca Hasan' lakabını çevre köylerden çoban arkadaşları takmış. Eğretli iki Hasan'ı birbirinden ayırmak için büyük ve küçük diye lakaplamışlar. 'Güçcük Hasan' da Çilmahmutun Hasan Omak oluyor... Ağıllarda ve Dağda çok renkli, hareketli zamanlar geçirmişler; bu ayrı bir konu...

    Bir gün koyunu sürmüş Resulbaba'ya... Bir kaya çıkıntısına oturup kendi kendine eğlenirken ayağının ucuna doğru otlarda bir tuhaflık olduğunu görmüş. O bölgede bir küçük tepsi kadar yuvarlak bir kısmın otları daha koyu görünüyormuş... Neden böyle acep diye değneğin kütümeği değil de diğer ucuyla eşelemeye başlamış. Biraz kazdıktan sonra gözleri topraktaki çemberimsi şeklin farkına varınca faltaşı gibi açılmış. Çünkü gözünün önündeki şey, basbayağı küpün ağzıymış...

    Küp ağzını görünce delireyazmış. Ürpersin mi, korksun mu, sevinsin mi, üzülsün mü, coşsun mu bilememiş. Bu karışık duygular arasında bocalarken içten içe sakinleşmesi gerektiğini düşünmüş. Düşünmüş; ama sükunete fırsat bulamadan yukarı, tepeye doğru tırmanan iki karaltıyı fark etmiş... İşte ondan sonra aklı başına gelir gibi olmuş. Ucunu gördüğü küpün başına bela olabileceğini sezmiş ve hemen kepineği çemberimsi belirtinin üstüne atmış. Bağdaş kurup kepineğe çöreklenirken ağızlığındaki cigarayı da yenilemiş...

    Gocasan hislerinde haklıymış; adamlar selamdan sonra oturmuşlar hoşbeşi filan bırakıp doğrudan konuya girmişler. Aradıkları küpün bu tepede olduğunu gösteren bir harita varmış ellerinde. Tatavıya çıkmamışlar buraya. İşaretler çok yakınlarında olduğu yönündeymiş. Onu bugün almadan gitmeyeceklermiş... Gömünün tam yerini gösteren bir işaret kayası varmış, Gocasandan öğrenmek istedikleri o kayanın nerede olduğu...

    Kepeneği küp ağzını kapatacak şekilde serince ister istemez bir ucu da o kaya çıkıntısını kapatmış. Yani adamlardan bunları dinlerken Gocasan, hem kayanın hem de küpün üzerinde oturduğuna iyice kanaat getirmiş... Heyecanını bastırıp bütün sükunetini takınmış, gayet ilgisiz bir ses tonuyla;

    - 'Yıllardır buralardayım ben, dediğiniz gibi bir kaya görmedim. İnanmazsanız bakın, var mı tarif ettiğiniz gibi bir şey!...'

    Gerçekten de o bölgede çeşitli büyüklerde çok taş varmış; ama dedikleri gibi kaya çıkıntısına benzer bir şey yokmuş. Adamlardan bir cevap gelmeyince, üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Gocasan, daha rahat ve özgüven yüklü ses tonuyla devam etmiş;

    - 'Kaç kişi geldi buralara sizin gibi, ellerinde uyduruk haritalarla... Hepsi eli boş döndü...'

    Yabancı defineciler sessiz olunca bastırdıkça bastırmış bizimki... Bu sefer daha alaylı;

    - 'Kandırmışlar sizi oğlum, boşuna zahmet ettiniz buralara kadar.' demiş...

    Adamların morali bozulmuş; ama pek de pes etmiş gibi görünmüyorlarmış. Gocasan dönüp gitmelerini sabırsızlıkla bekliyor, bunlar ise daha bir yayılıp yerleşiyorlarmış. Dereden tepeden, koyundan kuzudan filan konuşmaya başlamışlar... Ne yaptıysa başından savamamış adamları... Bu arada vakit geçiyor, koyun uzaklaşıyor; gizemli yabancıların istifini bozduğu yok. Öyle olunca Gocasan da kepinekten gıyneşemiyor. 

    - 'Koyun gidiyor, çevirmeyecek misin?' diyorlar, Gocasan oralı bile değil;

    - 'Koca dağda nereye gidecek!' diye gamsızlığa vurduruyor. Kalkarsa kepineğin altındakini görmelerinden korkuyor... İki taraf da yerinden kıpırdamamakta kararlı... Lakin bu inatlaşma nereye kadar varacak... Gün inmek üzere, sürü iyiden iyiye uzaklaştı, herifler hala burada... Koyunun peşinden gitmemek de fazla dikkat çekeceğinden, Gocasan en sonunda kalkıyor. Arkasından bağırıyorlar;

    - 'Kepineğini unuttun!'... Ardına bile bakmadan cevap veriyor;

    - 'Yarın gelir alırım, bişey olmaz!'... Koyunu Çat'ta yakalıyor, ağıla kapatıyor... Sabahı bekleyemiyor, doğru İresilbobeye... 

    Adamlar gitmiş... Ohh! Kepinek de yerinde duruyor... Kaldırdığında büyük bir hayalkırıklığı... Ağzını kendisinin keşfettiği küpü almışlar... Gocasandaki umut, küpten geriye kalan boşlukta kayboluyor...

    ***

    Başka bir gün yeğeniyle Yataklar'dan geçerken, çevredekilerden daha farklı olduğu besbelli bir taş görüyorlar. İşlenmiş bir mermer olduğuna kanaat getirip antik bir mezar bulduklarını düşünüyorlar. Yanlarında kazma kürek olmadığı için şimdilik nişan olması açısından taşları toplayıp yığıyorlar. Ağıla varıp kazma kürekle döndüklerinde, koydukları nişanı bir türlü bulamıyorlar... Dolayısıyla içi hazine dolu mezar da ortada yok...

    Daha başka bir günde aynı yerden bu kez arabayla geçiyorlar... Aynı taş yine karşılarında... Yine nişan konuluyor... Bu kez doğru köye geliyorlar. Tedarikli gidecekler ve bu sefer kazıp ne varsa alacaklar. Zaten öyle bir taş yığmışlar ki yerini bulamamaları mümkün değil... Gocasan olan biteni ve hazineyi nasıl çıkaracaklarını odada tatlı tatlı anlatırken, babası Mazininömer (Ömer Kabadayı) kulak kabartıyor;

- 'Oğlum o taş tılsımlıdır, bulamazsınız; bulsanız bile kazamazsınız; kazmaya kalktığınızda aklınız başınızda kalmaz. O taş ne canlar yaktı bir bilseniz...' deyip uyarmak istediyse de, Gocasan;

- 'Bak biz nasıl çıkaracağız içindekini!' diye kendince efelenmiş... Bunun üzerine Mazininömer şu olayı anlatmış:

    Terlemezhocanın babası Yusuf Terlemez, Yataklar'daki o taşı görünce işin aslını anlamış; yerinin tam tespit edilemeyeceğini ve kaba kuvvetle çıkarılamayacağını sezinlemiş. Bunun için özel hoca lazım olduğu kanaatine varmış. (Bu tür alengirli işlerle uğraşanlara ta o zamanlardan 'hoca' denilmesi de manidardır.) Uygun bir 'hoca' Kütahya'dan getirilmiş. Kazma, kürek, urgan, solluk ne varsa alıp gitmişler yanlarına... Bu hoca kılıklının bazı gayrımeşru isteklerini de karşılamışlar... Beş on kişi kazmaya başlayınca her biri bir yana savruluyormuş. Kazmayı vuran, vurduğu yerden füze gibi fırlıyormuş... Ne kadar zaman geçtiyse, akılları başlarına gelmiş, bakmışlar ki ortada ne taş var, ne hoca... Topuklamışlar köye...

    Bu olayı babasından dinlemiş; ama Gocasan kararlıymış, yolundan dönmemiş. Kazma kürekleri alıp çıkmışlar yola... Gelgelelim, Yataklar'da daha yeni yığdıkları o taşları yine bulamamışlar... Bundan sonra o cazibeli taş bir daha görünmemiş...



22 Temmuz 2023

Macur Ali

 

    Henüz mütareke imzalanmamış, ama 1917 yılında Cihan Harbinde mağlubiyet neredeyse kesinleşmiş. İnsanlar sadece burnunun dibindeki Çanakkale'yi biliyor, zafer kazanılmış ama ağır bilançodan dolayı orayı da dehşetle anıyorlar. Diğer cephelerdeki genel gidişattan habersizler. Yine de ülkenin üstündeki kara bulutlar Eğret'te de görülebiliyor. Daha Balkan Savaşlarının izleri silinememiş, akın akın yersiz yurtsuz macurlar dolaşıyor... Harbe gidenlerden ise henüz hayır haber yok, kim bilir kaçı nasıl dönecek?...

    Balkanlardan kopmuş bir kafile, 1917 yılında Eğret'ten geçiyor... Tam olarak nereye gittiklerini bilmiyorlar, daha önce hemşerilerinin gelip yerleştiği bir köy varmış, bulabilirlerse onu arıyorlar... İki yaşlarında yeni ayaklanmış bir oğlan çocukları var, adı    Ali... Onu evlatlık olarak yanına alabilecek bir Eğretli olup olmadığını soruyorlar... Bu çocuğun büyüğü olan kızlarını da bir kaç saat önce geçtikleri Pusan'da bırakmışlar... Karnı doysun, açlıktan ölmesin diye insanların çocuklarına kapı aradığı ifritten bir dönem bu... Ali'yi Eğret'te bırakıp yollarına devam ediyorlar...

    Evlatlık Ali

    Aşşağılıların Arap Osman, çocuğu olmadığı için küçük Ali'yi evlatlık alıyor. Çocuk küçük, alışması kolay olur; Eğretli olmadığı için büyüdüğünde akrabaları kaynaklı problem de çıkmaz, diye düşünmüş olmalı. 

    Bir kaç yıl geçip sağını solunu tanımaya başlayınca kaz güttürüyorlar buna. Veyislerin Hacarifin Ahmet ile (komşu çocuklarıdır) kaz güttükleri bir gün Veyislerin Odada nüfusa kayıtları yapılıyor. O vaktin Muhtarı galiba Böbüdedenin oğlu Hasan Hüseyin imiş. Ahmet'in de amcası olan Hasan Hüseyin, ikisini birlikte 1917'de doğdular diye kaydettirmiş. Bir de baba adı olarak Abdullah yazdırmışlar. Babasından iki yaşında ayrılan çocuk onun adını sanını nereden bilsin. Bunlar da bilemedikleri her zat için yaptıkları gibi Ali'nin baba adını Abdullah olarak yazdırmışlar. Ali, babasının adı Hasan olduğunu yıllar sonra öğrenecek...

    Kaz gütme işi yavaştan mallara bakmaya falan dönüşmüş, Ali'de çocuklukmuş, oyunmuş, arkadaşmış bunlar yok... İş var... Çocukluğu öyle geçmiş, ileride 'iş delisi' olmasında o günlerin payı vardır mutlaka... Eğret işgal edilmiş, Gavur gitmiş, yeni bir dönem başlamış... Yıllar geçmiş, Ali on yaşına gelince Araposmanın bir oğlu olmuş... 

    Macur çocuğu Ali'yi evlatlık almaktaki geçerli sebebi çocuğu olmamasıydı. Oğlu Aziz  doğduktan sonra bu gerekçenin hükmü kalmayınca, Araposman onu evinden çıkarıyor... Macur Ali kaldı kimsesiz...

    Macur Ali

    Veyislerin Aliye Hanım, tam da o sıralar ikinci kocası Hassönlerin Hacıefeden dul kalmış... İki kocasından da çocuğu olmadığı için O da yalnız... Kimsesiz Macur Ali'yi evlat edinip çocuk özlemini bastırmak istemiş. Böylece Macur çocuğu da kendine sığınacak bir yuva bulmuş...

    Aliye Aba dediği Aliye Hanım ile geçen yıllarında Macur Ali çalışkanlığı, tezcanlılığı, açıksözlülüğü ve dürüstlüğüyle öne çıkmış. Bu halleriyle kimsesiz bir Macur çocuğu olarak başladığı Eğret'te kendince bir yer edinmiş... Her türlü işi yapmış; bekar durmuş, harmancı olmuş, yevmiyeye gidip amelelik yapmış... Boş durmayı kendine hiç yakıştırmamış... Kendinden büyüklerin hizmetini görmüş, onlarla oturup kalkmış ve gün gelmiş onlarla dost olmuş...

    Macur ve kimsesiz olmasının dışında, hayatında olumsuz örnek gösterilebilecek bir nokta bırakmamış. Bezekinin kızı Nazik ile nişanlanmış, kız tarafı nişanı bozmuş; bu ayrılığı onun kimsesizliğine bağlıyorlar... Sonra Aliye Hanımın da yeğeni olan Doğvelinin kızı Satı'ya nişanlamışlar... Aliye Hanım da çok istekliymiş onları başgöz etmeye... Doğum tarihi 1917 diye yazdırıldığı için askere geç gitmiş. Araya Cihan Harbi de girince askerlik uzamış. Macur, yıllar sonra köye dönünce nişanlısını başkasıyla everdiklerini görmüş... Bu evliliğin gerçekleşmemesine asıl sebep olarak da yine Ali'nin malum durumu diye yorumlanıyor...

    Evleneceği için heyecanla döndüğü Eğret'teki durum, Macur Ali'i hayalkırıklığı ve karamsarlığa itmiş. O haldeyken Hacıların Çapıtçıhafız imdadına yetişmiş de önayak olup bunu Manavın Körlan kızı Şerife ile evlendirmiş... Bu evlilikle Gademlerin Körahmet ve Körüslerin Garaömer ile bacanak oluyorlar... Kimsesiz Macuraliye küçük ve doğal bir akraba çevresi oluşuyor...

    Macuralinin karısını Aliye Hanım bir türlü gelin olarak benimseyemediğini söylüyorlar. Bunun temeldeki duygusal sebebi makul karşılanabilir; oğulluğuna kendi yeğenini gelin olarak almak isterken, yabancı bir gelini evinde bulmak kim olsa moralini bozar. Fakat dokundurmaları tahammül edilmez boyuta ulaşınca Macurali karısını da alıp ayrılıyor evden...

    Manavın Körlan, işi çok ama işgücü zayıf biri... İleşberliğindeki en büyük yardımcısı olan kızları gelin olmuş; üç oğlu ve bir kızı daha var, lakin küçükler... Çalışkanlığıyla meşhur yeni güveyisi Macurali tam da bu sırada Aliye Hanımın evinden ayrılınca aslında yeni adresi belliydi.

    Körlanla çalıştığı dönemde, bütün tarlaların mevkisini bellemiş. Her tarlanın miktarını, çevresini tek tek adımlayarak hesaplayıp hafızasına kazımış. Adamın çalışma sitili böyleymiş, her işi hakkını vererek yapmayı severmiş. Bu arada boşta kaldığı zamanlarda başkalarına işe gitmeye devam etmiş. Kazandığıyla Gödenlerin Mehmet Dayının yurdunu satın almış. Karısının merhum annesinden kalan küçük hissesiyle ikisini birleştirip bir ev yapmışlar. Macur Ali'nin artık Eğret'te bir evi, bir kaç parça da tarlası var... Karısınınkilerle birleşince küçük bir ileşbere yetecek kadar arazi sahibi oluyor...

    Girişimci bir yapısı da var Macurun. O kadar işin arasında yağhane satın alıp onu işletmeye başlıyor; kendi çapında bakkal dükkanı çalıştırıyor; çok ortaklı bir traktör alıyorlar, Eğret'te ilk... Traktör meselesine geri döneceğiz...

    Şerife Hanım ile evlendikten sonra bir oğlu oluyor. Çok yaşamamış bu çocuk, fakat adını Hasan koymuş olması önemlidir. Demek ki Macur Ali, yirmi yirmibeş yaşlarındayken Pusan'daki ablası ve Emirdağ'daki abisiyle irtibat kurup ailesi hakkında bilgi edinmiş... Hasan'dan sonra iki kızı oluyor, onlar yaşıyorlar; Kerime ve Ümmühan... Daha sonra bir oğluyla bir kızı olunca adlarını Bahtiyar ve Hatice koyuyor...

    Traktöre dönüyoruz... Farklı ortaklarla birkaç kez traktör aldıkları için hangisinde oldu bilmiyorum, 1954 yılının Haziran ayında feci bir kaza yaşanıyor. Biraz da traktör para kazansın diye nöbetleşe işe gidiyorlar. O günlerin işi Altıntaş taraflarına çapacı götürüp getirmek, gün içinde orada traktörle çalışmak... Sıra Macuralide. Çapacıları alıyor, tam Altıntaş sapağında traktör devrilince römork altında kalan Yenimısdığın kızı Huriye vefat ediyor. Ölüme sebebiyet vermekten hapse düşen Macuralinin o güne kadar kazandıkları sıfırlanıyor... Çıktıktan sonra yeniden iş kurmalar, kazanmalar ve kaybetmeler bir kaç kez daha yaşanıyor... Bu arada bir oğluyla iki kızı daha dünyaya geliyor; Mevlüt, Nursefa ve Ünzile...

    1970'lere gelindiğinde Macurali eşek koşuyordu. Gerektiğinde zıvgara çevirdiği dört eşekle bütün ileşberlik işlerini görür, yine eskisi gibi kendine boş zaman bırakmazdı. Evinin yan tarafındaki küçük bakkal dükkanını çalıştırdı. Onu kapattıktan sonra düzenli olarak pazara çıkmaya başladı. Yazları domates biber ağırlıklı yardımcı meyveler, kışları ise patetes soğan sattı. Yıl boyunca harman sezonunda satmak üzere annat, dırmık yaptı; kalırsa boş zamanlarını bununla değerlendirdi. Bütün bu meşguliyetlerinin arasında yine de fırsat bulunca Berberhüseyin ile domine oynamaya  koştu. 

    Sıfırdan başladığı Eğret'teki hayatında çok inişli çıkışlı bir macera yaşadı. Maddi olarak çok iyi günleri oldu. En sonunda fakir düştü; ama itibarından bir şey kaybetmedi. Eğretliler arasında yine hatırı sayılır bir yeri vardı... Bu arada iki oğlunun da yüksek öğrenim görmesini sağladı. Bugün için sıradan gibi görünen bu durum, 60 yıl öncesi Anıtkaya'sında 'eski köye yeni adet' idi...

    1994 Yılının sonlarında eşi Şerife Hanım vefat edince, o güne kadar sevgisini göstermekte pek cimri davranan Macurali, hayatı kendisine zindan etmek istedi. Bir an önce ölmek için hazırlıklara başladı. Mezarı için ağaçlar kesip duvara dayadı. Baktı kendisi ölmüyor, o ağaçları başka ölülere ödünç verdi. Bir kaç kez yenilenip duvara dayanarak hazır bekletilen bu ağaçların hükmünü tamamen ortadan kaldıran bir şey yaptı. Şerife Hanımın mezarının dibine kendisi için de bir mezar yaptırdı, hatta boş mezara fatiha isteyen mezartaşı da diktirdi. Allah'ın planıyla kulun planı örtüşmez. Ne kadar hazırlık yaparsan yap, ilahi emir gelene kadar beklemek zorundasın. Şerife Hanım'ın ölümünden 14 yıl sonra 2008 yılında vefat etti...

    Macuralinin büyük kızı Kerime, Körhocanın Azam Varlı'ya vardı. Üç çocuk doğurduktan sonra 1973 yılında vefat etti... İkinci kızı Ümmühan ise Garaömerin Osman Kök yani teyze oğlusu ile evlendi. Bir oğlu ve bir kızı vardı, 1980'de vefat etti... Üçüncü kızı Hatice de yine Garaömerin Ahmet Kök'e vardı böylece hem teyzesinin gelini hem de ablasının eltisi oldu... Dördüncü kızı Nursefa, Garmenlerin Ahmet'in oğlu Davut Geçer eşi; küçük kızı Ünzile ise Gugukların Mehmet Ün eşidir...

    Bahtiyar Öncül

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Bahtiyar 1952 yılında doğdu. Anıtkaya'da tek olan bu ismin sebebi, Macuralinin askerdeki kumandanının adı olmasıymış. Adını oğluna verecek kadar kendisinde iz bırakmış demek ki... Garaömerin kızı Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanım teyzesinin kızı olmasının yanısıra -hatırlanacağı üzere- iki kardeşinin de görümcesidir. Yani eski bir Eğret adeti olan değişik usulü evlenme gerçekleşiyor. Ayrıca bu evlilikle Akömerin Veysel Kök ile de bacanak oldular...

    İki oğlu ve bir kızları oldu. Ali Kürşat, Ümmühan ve Alper... Macurali ve Garaömerdeki Ümmühan isimlerinin kaynağı Yeşilömerin kardeşi Ümmühan'dır. Bu Hanım önce Veyislerin Ali Osman'a varmış, O'nun Cihan harbinde kalması üzerine Manavların Körlana varmıştı. İşte orada Garaömerin eşi Emine ile Macuralinin eşi Şerife'nin anası oldu... Bahtiyar'ın ablasının, eşinin ve kızının aynı adı taşımasındaki sır bu...

    Büyük oğlu Ali Kürşat, Afyonlu Nadide ile evlendi. Şerife Nisa, Nilsu ve Nida adlarında üç kızı var ve Afyon'da yaşıyorlar... Küçük oğlu Alper ise Trabzonlu İpek ile evlendi, Ankara'da oturuyorlar...

    Bahtiyar, evlenmeden önce yüksek öğrenimini İzmir ve Bursa'da tamamlamıştı. Buna bağlı olarak Etibank ve Ziraat Bankasında çalıştı, İzmir'de emekli oldu. Bundan sonra tekrar Afyon'a yerleşti, halen orada yaşıyor.

    Mevlüt Öncül

    Macuralinin küçük oğlu Mevlüt 1960 yılında doğdu. Eğer sülale geçmişinde olmayıp da biri oğluna bu ismi vermişse, Mevlit Kandilinde doğdu demektir... Mevlüt, Ayımevlütün Ahmet kızı Satı ile evlendi. Daha sonradan yeğeni Muhittin Varlı ile bacanak olacaktır...

    Öğretmen olarak yurdun çeşitli yerlerinde çalıştıktan sonra Anıtkaya'dan emekli oldu. Halen Afyon'da ikamet ediyor...

    Çağla ve Fatih adlarında bir kızıyla bir oğulları var. Gaziantepli Orhan ile evlenen Çağla, halen eşinin memleketinde yaşıyor... Fatih ise görevi gereği İstanbul'da bulunuyor...



Güneşe Annat Dayamak

 

    Kelahmetin Ahmet Bar vefat etmiş, arkadaşım cenaze ile ilgili bilgim olup olmadığını sorduğunda öğrendim. 'Zaman hızlandı, ölümler arttı...' tepkisini vermişim. Sonra baktım, 2023 yılının 38. cenaze duyurusu ile duyurulmuş... Gerçekten zaman hızlanmış, sanki bir yere yetişecekmiş gibi yeldiriyor...

    Eskilerin anlamlandıramadığım çok davranışını artık daha manidar buluyorum. Sabahtan akşama kadar kösülür, kan ter içinde kalır, seselir; çoluk çocuk, kadın kız insanlıktan çıkarlardı... Çalışmaktan, yorgunluktan bir gram şikayet etmez, ertesi gün aynı tempoyla işe devam eder, yine bitap düşene kadar kırda, harmanda çalışırlardı. Bu gayet anlaşılabilir bir durum, bir ibadet hissiyle çalışıp sonuçta huzur bulmak normal... Anlayamadığım nokta; çocukların eve dönme heyecanının başladığı ikindi sonrasında, büyüklerin bu konuda ayak sürümesiydi...

    Hayır, biçeceğin kadar orak biçmişsin, arkandakiler tarlayı paklamış; yeteri kadar yorulmuşsun, neredeyse akşam da olmuş. Yarın da aynı hızla biçilince tarla bitecek, şimdi arabayı koşup eve gitme zamanı değil mi?... Değil... Hazır soğukluk çıkmışken bir ferk daha... Bir ferk daha... Sonu yok bunun... Ben orak tarlası diye anlatayım siz diğerlerine kıyaslayın, yolma da böyle, çapa da... Bir çıkım daha, bir oyum daha... Katiyen işi bırakmak istemeyişlerine sinir olurdum...

    Espriyi ilk defa orakta işitmiştim. Tam da kerahat vakti denilen, güneşin koca bir portakala döndüğü zamandı. O vakitlerde 'portakalın' nasıl bir hızla düşmekte olduğunu çıplak gözle izleyebilirsiniz... Kırda çalışma hayatının en dingin zamanıdır ve çocukların en heyecanlı anı... Öyle bir vakitte 'Güneşe annat dayayalım da az daha biçelim' dediklerinde nükteyi anlayamadım. Birisi izah etti... Sonra aynı espriyi yapan başkalarına da rastladım... Hepsinin ortak yanı, Güneşin rengi portakala çaldığı zamanlarda söylenmiş olması...

    Annatın sivri sapını yere saplayıp üzerine bir yük bindirirsen sağlam bir direk vazifesi görüyordu. Bunun basit ve yaygın örneğini, deleceyi gölgelik olarak kullanmak üzere kaldırıp annatı altına dayayınca görebilirsin... Bu temelden yola çıkarak diyor ki; hızla batmakta olan Güneşin altına annatı direk gibi daya. Bir müddet öyle kalsın, batmasın da az daha çalışalım...

    Elbette bu bir metafor; annat dayamanın işe yaramayacağını, güneşin batışının engellenemeyeceğini çocuk başımla ben biliyorum da onlar bilmiyor mu... Bu kalıplamış nükteden maksat daha fazla iş görme arzusu... İyi de yetmez mi kardeşim, daha ne çalışacaksın! 

    Çocukluğumda anlam veremediğim büyüklerdeki bu garip halin, dünya hayatında genel bir yanılsama olduğunu kendim de büyüyünce anladım. İnsanlar 'daha... daha... daha...' diye sonu gelmez isteklerinin peşinde koşuyorlar, onları elde etmek için şartların ekstradan oluşmasını bekliyorlar, dünyanın genel işleyişinde hakim olan ilahi kanunların kendileri için askıya alınmasını arzuluyorlar..

    Diğer ıvır zıvır istekleri boş ver, her insanın nihai arzusu ölmemek; hep yaşamak... Bunun imkansız olduğunu bile bile ölmemenin yollarını arıyor insanlık... Ölümden kurtulmanın imkanı olmadığını Yahya Kemal de biliyordu; ama
            Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazîn;
            Yok mudur buna bir çare, yâ Rabbelâlemîn
demekten kendini alamadı. 

    Bir gün öleceğimizin kesin olduğunu bildiğimiz halde, bundan kurtulmanın yollarını aramak, hayalini kurmak; güneşe annat dayamaktan farklı değil. Güneş batar, zaman geçer, yaşayan ölür... Bunlar Allah'ın dünyada işleyen kanunları; şimdiye kadar hiç kimse için bu kanunları askıya almamış, bana niye kıyak geçsin!..

    İnsanoğlu ilahi kanunda olmayan boşlukları aramak yerine, onlara uyarsa daha kazançlı çıkacağını bilmeli. Güneşe annat dayayarak onu durdurmaya çabalamak yerine, battıktan sonra dinlenip ertesi gün daha verimli çalışmalıdır...

    Ölümü annat dayayınca durduramayacağı için, yaşadığının kıymetini bilip ânı doldurmaya bakmalıdır.

    Fikirlerine değer verdiğim biri, geçenlerde Anıtkaya'nın ölüm istatistiklerindeki artıştan yakındı. Ölen her Anıtkayalı ile birlikte zihnindeki değer ve birikimlerin de öldüğünü, farkında olamadığımız nice kültürel kıymetin bir bir yok olduğunu, ölmeden önce bunların kayıt altına alınması gerektiğini, mümkün olduğu kadar bunu yapmanın zorunluluğunu söylüyordu... 

    Bütün bunlar imkansızın peşinde koşmaktansa eldekini değerlendirmenin daha doğru olduğuna işaret ediyor...

    Allah Rahmet etsin, Ahmet Bar'ın ölüm haberiyle bunları düşündüm: Madem güneşe annat dayamak beyhude ve 'madem ölüm öldürülemiyor...'



21 Temmuz 2023

Alemdaroğlular

 
    Ali oğlu Ahmet'in oğullarına resmi kayıtlarda "Alemdaroğlu" deniliyor. Sülale için bu tabirin kullanıldığını, şimdi hayatta olmayan büyükler de doğrulamış. Bu kelime bir tarih terimi olarak "bayraktar, sancaktar" anlamlarına geliyor. Sancağı tutan alemdar, birliğin önünde yürüyor. Kelimeye bazen mecazi olarak 'önder, lider' anlamları da yükleniyor. En dipte adı geçen Ali veya Ahmet... veya bu aileden bir başkası askerde böyle bir görevde bulunmuş olabilir. Yahut liderlik hususu öne çıkan birileri de olabilir. Bir münasebetle kendilerine 'Alemdaroğlu' denilmiş.

    Her askeri birliğin sancağı ve sancaktarı olabileceği gayet normal. Yani alemdar her yerde bulunabilir. Burada önemli olan husus, bunun Eğret'te bir sülaleye isim olabilmesidir. Bu isimleri/lakapları sülale kendisi seçmiyor, ahali öyle dediği için sülale ile lakap bütünleşiyor...

     Bir de şu tarihi gerçek var ki, Alemdar Mustafa Paşa'dan sonra bu kelime, neredeyse onun ailesine özel olarak kullanılır olmuş. 19. Yüzyılın başlarında vuku bulan, kısa bir dönemin Başbakanı Mustafa Paşa'nın ölümü hadisesinden sonra malları müsadere ediliyor. Çoğu itibariyle memleketi Balkanlarda bulunan mallarına el konulmasından başka, çocukları ve yakınlarının sürgün edildiğine yönelik bir bilgi yok. Yalnız daha o yıllarda başlayıp 1850'lerde artan ve 93 Harbinden sonra zirveye çıkan tersine göçe kapılarak Anadolu'ya gelmiş olduklarını tahmin edebiliriz. 

    1934'teki soy adı uygulamasında eski ünvanları çağrıştıracak kelimelere izin verilmiyor; ama yıllar sonra mahkeme kararıyla 'Alemdar' veya 'Alemdaroğlu' kelimelerinin soyisim olarak alınmasının önü açılıyor. Necati Kızılyer, Eski Rektör Kemal Alemdaroğlu'nu ilk  gördüğünde Garaca (Süleyman Yavuz)a benzerliğine çok şaşırdığını söylemişti. 

    Eğret'te Alemdaroğlu diye lakaplanan, gidebildiğimiz en eski zat Alemdaroğlu Ali'nin Alemdar Mustafa Paşa'nın torunu olduğunu söylemek çok iddialı olur. Yine de böyle bir ihtimalin varlığı göz önünde bulundurulmalı. Kemal Alemdaroğlu Trabzonlu ve Mustafa Paşa'nın torunlarından olduğu kesin. Niçin başka torunları Eğret'e gelmiş olmasın?...

    Şimdi belgelere yansıdığı kadarıyla Eğretli Alemdaroğluların serüvenine bakalım. 

    1831 Kayıtlarında Alemdaroğlu ifadesi geçmiyor. Bu ifadeye rastlanan en eski kayıtlar 1904 yılına ait olduğuna göre, sülalenin 1840-1900 yılları arasında Eğret'e gelmiş olması düşünülebilir. Yalnız böyle yakın bir geçmişte gerçekleştiği kabul edilecek göçün şahitlendirilmesi gerekirdi, mesela Alibey kuşağından birileri böyle bir olayı naklederlerdi. Oysa sülale fertlerinden böyle bir anlatı gelmemiş. Dolayısıyla dipdedelerin 1830'larda Eğret'te olduğu kabul edilmelidir... Eğret'te idiler ve başka bir adla kayıtları yapıldı...

    Alemdaroğluların izini sürerken 1904 ve 1831 yıllarına ait iki Eğret nüfus kaydı karşılaştırılıp gerekli eşleştirmeler yapıldıktan sonra boşta kalanlar üzerine eğilmek işe yarayabilir. Nitekim bu yolda karşımıza Bayramoğlu Sipahi Ali hanesi çıkıyor... Eğer 1831 kaydındaki sıralamaya bir hiyerarşi atfedilecekse belirtelim; Sipahi Ali, Hatiboğlular ile Tekeliler arasında yerini almış...

    Sipahi, Osmanlı ordusunun temel varlığını teşkil eden atlı birliklerin genel adıdır. Zırhlı oluşlarından dolayı Türk Şovalyesi olarak da bilinirler. Barış zamanında kendilerine tahsis edilen toprağı ekip biçmek ve asker yetiştirmekle uğraşan sipahilerin asıl görevi, sefer zamanında savaşa katılmaktı. Duraklama devriyle birlikte yoksullaşmaya başlayan sipahiler zamanla önemini yitirdiler. Tanzimattan sonra 1841'de, ellerindeki topraklar kendilerine verilerek sipahiler emekliye sevkedildi. Böylece sipahilik lağvedilmiş oldu...

    Bayramoğlu Sipahi Ali'nin 1831 defterine kaydedildiği yıllar, sipahilik müessesesinin önemini yitirip can çekiştiği döneme denk geldi. O yıllarda Eğretliler onlara büyük ihtimal Alemdaroğlu diyordu. Bununla beraber kütüğe bilinen resmi tanımlamasıyla Sipahi olarak işlendiler. 1904'te artık sipahilik çoktan lağvedilmiş olduğundan halkın söylemine uyuldu ve Alemdaroğlu diye yazıldılar... Halkın böyle demesine sebep ise, eski zamanlarda orduda böyle bir görev üstlenilmiş olmasına bağlanabilir...

    Dönelim Sipahi Ali'ye... Uzun boylu, kara bıyıklı Bayram oğlu Sipahi Ali'nin 1796 yılında doğduğu kaydedilmiş. Babasının adı Bayram, yahut sülaleye öyle dedikleri için 'Bayramoğlu' diye yazılmış olabilir. Bir nevi gerçek ve potansiyel vergi mükelleflerinin kaydı olduğu için anasının ve varsa, kız çocuklarının adı gibi bilgiler bulunmuyor. 1829 Yılında doğmuş Ahmet adında bir oğlu var... Aynı haneye kaydedilmiş Sipahi Ali'nin bir de erkek kardeşi var ki adı Hüseyin, ve 1820 doğumlu... Sipahi Ali hanesine ait bilgiler bu kadar... 


    1904 Yılındaki Eğret kütüğüyle eşleştirildiğinde karşımıza şöyle bir hikaye çıkıyor: Sipahi Ali'nin, Ahmet'ten sonra Halil adını verdiği bir oğlu daha oldu. Ahmet'ten Kantinler, Seydiler; Halil'den de Garadeliler kolları ayrıldı...

    Sipahi Ali'nin kardeşi Hüseyin'den ise Keklikler ana kolu günümüze uzandı. Bu arada kızlar yoluyla kurulan yeni akrabalıkları ve küçük dalları ayrıntılı incelemeye bırakalım...


    

20 Temmuz 2023

Tamirci Kardesler


    Yetmişli yılların başlarıydı, babamın yanına takılıp onunla bir eve girdik. Ev sahibiyle babam dikiş makinesinin başına üşüştü, beni unuttular. Sekinin altına yığılmış bir sürü döngeli görünce ben de onları unuttum. Yumuşaklarından bir tane yedim, tatlıydı; ama sertleriyle oynamak daha tatlı geldi. Kah fırıldak gibi çeviriyor, kah bıyıklarından tutup sallıyordum. Cıldırın evde makine tamiri bitene kadar bu tuhaf görünümlü güz meyveleriyle oynadım. Babamın dikiş makinesi tamiriyle ilgili akılımda kalan en eski hatıra budur.

    Radyo tamiri konusunda da ustalığı varmış. Köyden ayrılıp gittikten sonra, ardında bıraktıkları arasında parçalanıp bohçalanmış bir kaç bozuk radyo da vardı. Kim bilir kim tamir etsin diye getirmişti... Bunlardan birinin sahibi Ömeronbaşı (Ömer Şen) olduğunu 1977 yılında öğrendik. Okulda, babama tamir için verdiği VEGA marka radyonun akıbeti hakkında sorular sordu. Bohçalara bakmak için eve geldi ve radyosunu buldu... Eski bir dostuna kavuşmuş gibi çok mutlu olmuştu...

    Dikiş makinesi ve radyo hususunda ustalığı tartışılmazdı. Sonradan öğrendik, Mevlüt Emmim de bu konuda iyiymiş. Hatta bu işlere birlikte merak sarmışlar, birlikte tamirci olmuşlar. Nasıl mı? Anlatayım...

    Babam Körhocanın üç oğlunun en küçüğü... En büyükleri Arif, halasının kızı Hatice ile evlenmiş. Küçüklerle de hala dayı çocuğu olduğu için yengelerine 'Aba' diyorlar... Abalarının bir dikiş makinası var, ortanca kardeş Mevlüt'ün ilgisini çekiyor. Elle çevrilen bu makinenin tıkırtısı, pratik dikiş teknikleri, kumaşların makasla hart hart kesilmesi vb. her şeye meraklanıyor. Bu yüzden Hatice Abasının yanından ayrılmıyor. 

    1940'larda makinelerin köye yeni girdiği yıllardan söz ediyoruz... Bu makineler kızların çeyiz hazırlığına büyük kolaylıklar getirmiş, Hatice Abalarının başı bu yüzden çok kalaba. Zaten Eğret'te toplam beş dikiş makinesi var; diğer dördü Kelsaleklerde, Hacızekeriyelerde, Çerçilerde ve Güdüğizzette... Kızların tercihi Hatice Hanım oluyor, belki güleryüzlülüğünden belki becerikliliğinden... Bu kadar rağbet olunca, Mevlüt de onun çırağı gibi oluyor. Zaten makineye ilgisi vardı, meraklı bakışlarla abasının yanında stajını tamamlıyor...

    Babasına varıp bir dikiş makinası almasını istiyor Mevlüt. Çeyizlerden, işlerin fazlalığından, iyi para kazanacağından filan da söz ediyor tabii... Körhocadan biraz yeşil ışık almış olacak ki küçük kardeşi Azam ile piyasa araştırmasına girişiyorlar. En sonunda Güdüğizzet satımkar olmuş 'Yüz demir arpaya veririm' demiş... Körhoca önce yanaşmamış, 'Ne len bu!' diye fiyatı yüksek bulmuş... 'Aman buba le! Aman buba le!' yalvar yakar kabul ettirmişler; almışlar makineyi yüz demir arpaya...

    Makine Mevlüt'e alındı, lakin küçük kardeşi ondan daha meraklı çıkmış. Burası neden dönüyor, iğnenin deliği neden başında değil de ucunda, çapıt kendisi nasıl yürüyor falan filan... Sinir edici bu sorular bir yana, abisine yalvarmış; şurayı açıp bakalım içinde ne var, diye... Mevlüt evvela karşı çıkmış, yanaşmamış açmaya. Sonra Azam'ın 'Aman ağa le!' diyen yalvarışlarına dayanamamış, yahut kendi içindeki merak duygusuna yenik düşmüş, 'Hadi açam.' demiş... 

    Singer marka, elle çevrilen ilk makinalarını açmışlar... Çekingen bir merakla ne var ne yok iyice bakmışlar... Kendilerini alamamışlar parçaları tek tek sökmüşler. Makine darmadağın olmuş... Fakat beklendiği gibi olmamış, başarıyla tekrar toplamışlar... Bu arada makinenin çalışma sistemini kavramışlar. Herhangi bir olumsuz durumda açıyor, arızayı giderip tekrar kapatıyorlar. Zamanla kendi makinelerinin tamircisi de oluyorlar... Hatta makineyi yetersiz görüp iyileştirme yolları arıyorlar. Misal; kullanımı zor, buna ayak yapalım, tabla yapalım; iki elimizi de dikişte kullanabilmek için ayakla döndürme yolunu bulalım, şuraya kasnak takalım filan derken...  Mevlüt, Afyon'da kaputçuda çalışmaya gidince orada hazır yapılmışını görüyor da pedallı makineyi icat etmekten vazgeçiyorlar...

    Sonra Mevlüt askere gidiyor, geliyor. Yeni ve daha gelişmiş makineler alıyorlar. Yeni aldıkları her makinede ilk yaptıkları şey, mutlaka söküp dağıtmak oluyor. Parçaları tekrar birleştirirken makineyi tanıyor, bir arıza durumunda hemen teşhisi koyup meseleyi hallediyorlar... Tabi Eğret'te makine sayısı da artıyor. Makine bu, arıza verir; o zaman hemen bunları çağırıyorlar uzman olarak. Hemen hemen her tür ve marka makinenin ıncığını gıncığını biliyorlar... Her makinede bilgileri artıyor, becerileri gelişiyor; terziliklerinin yanında adları tamirciye çıkıyor...

    Dikiş makinesi tamirciliği böyle... Gelelim radyo meselesine...

    Bir dönem Patlaklarla Mevlüt Emmim arasında husumet olmuş, bu yüzden Dedem bir silah almış Ona... Gel zaman git zaman sulh olmuş ve 'Alman Cılbağı' dedikleri tabanca boşa çıkmış. Altıntaşlı birisiyle onu bir radyoyla değişiyor. Ama ne radyo... Heyula gibi bir şey... O zamanki radyolar öyle, bir kucak...

    Bir sorun var ki aşılması kolay değil. Babasını ikna etmeleri lazım. Körhoca dikiş makinesinin alımında az bir çabayla yola gelmişti; lakin bu radyo öyle değil... Adam hoca ve bu gavuricadında şarkı, türkü daha bilmem ne dolu... Neyse, bu kardeşlerin şeytanlığını hafife almamak lazım; Kahire Radyosundan dinlediği kısa bir Kur'an ziyafetiyle yola geliyor... Ancak bir daha dinleyemeyecek, radyo doğru dükkana...

    Dikiş makinesinin benzeri, radyonun başına da geliyor. Yok yok, onu söküp dağıtmıyorlar; ama Babam gizli saklı kapağını açıp orasını burasını kurcalıyor. Bu arada kömürlerini oynayarak sesin yükselip alçaldığını keşfediyor. Bir radyonun değeri, çok bağırmasıyla orantılı olduğu zamanlar... Bu keşfini Mevlüt Emmim ile paylaşıyor, istedikleri zaman bangırdatıyorlar...

    Radyo ile ilgili teknik terimler ve yeni gelişmelerden de haberleri oluyor; çünkü o günlerin son moda haber kaynağı ellerinin altında. Transistörlü radyonun daha güzel olduğunu öğreniyorlar. Afyon'da bir usta 250 liraya kömürlü radyoyu transistörlüye çeviriyormuş. Kafaya koyuyorlar, ama Körhocayı ikna etmek lazım... Yine bir iki 'ı-ıhh!', yine bir iki 'Aman buba le!' ile bu iş de hallediliyor. Şoförhalibram ve Takanori ikisi de tanıdık, yol parası vermeden 250 lira ile radyo modifiye ediliyor...

    Devran dönüyor, rüzgar ters esiyor; İzmir'e doğru akın başlayınca Mevlüt Emmim de buna katılyor... Babam dükkanda Aşşağılının Gambırmuhtar ile çalışıyor... Tabi Ahmet Öncül o vakitler kambur da değil, muhtar da değil; Babamın çırağı yahut kalfası, her neyse... Meşhur transistörlü radyo da orada... Hani şu yüksek sesiyle etrafa nam salan radyo... Ses ayarı düğmesindeki son noktanın ötesine çıkarmanın yolunu biliyorlar artık, istedikleri zaman ortalığı inletiyorlar...

    Radyo iyi güzel de... Çok büyük... Bir metreye yakın eni var, biraz da derinliği olsa yük sandığı gibi... Eli bu işlere yatkın diye, Hacariflerin Ahmet Emmisine götürüp radyonun kasasını kestiriyor. Küçülüp kibarlaşan kasaya, bütün aksamı ezberindeki haliyle tekrar yerleştiriyor... Hayal kırıklığı... Çalışmıyor radyo... Bir kaç denemeyle sebebi bulup radyonun yeni evinde çalmasını sağlıyor... Bu arada sesi daha da güzelleştirip yükseltmenin formülünü yakalıyor... Zaten çok bağıran radyo, daha gür/tiz/bas seslerle sahneye geri dönüyor. Tabi ününe ün katmış olarak...

    Burada Aşşağılının Ahmet faktörünü de göz ardı etmemek lazım. Bilenler Onun ne kadar yaygaracı olduğunu hatırlayacaktır. Bire bin katarak öyle bir anlatıyor ki radyoyu, sen sanırsın Conahmetin Devirdaim makinesi... Bir şey daha yapıyor, 'Benim Usda sıfırdan radyo yapıyo' diye bir yalan uyduruyor... Bütün bu hayhuyun arasında babam radyo tamircisi olup çıkıyor. Bir arıza halinde bütün radyolar onu buluyor. Hiç bir şey olmasa bile ses ayarı için radyosunu kucaklayan geliyor... 

    Şunu da belirtelim; sahibinin ustalığıyla birlikte, radyonun ünü etraf köylere kadar gittiği söyleniyor. Cumartesi günü mü, başka bir gün mü ne; Altıntaşlı biri gelmiş, 'Sizde bir radyo varmış, namını duydum' diye... Bakmış... bakmış; altını çevirmiş, yanını döndürmüş, düğmelerini çevirmiş filan... Sonra methiyeler düzerek çekip gitmiş... Günler sonra bu ziyaretin sırrı anlaşılmış: Meğerse Mevlüt Emmimin Alman Cıblağıyla değiştiği Star marka bu radyo çalıntıymış. Hırsızlar çaldıkları bu radyoyu Emmime kakalamışlar. Asıl vurgunu ise daha başka yoldan vurmuşlar. Radyonun sahibi, bu koca sandığın içine bir silah saklamışmış. Hırsızlar bunu biliyordu veya sonradan fark ettiler. Önce bu silahı okutmuşlar sonra radyo karşılığında bir silah sahibi daha olmuşlar... Şimdi Altıntaşlı gizemli radyo ziyaretçisi bu adam aslında radyonun asıl sahibiymiş. Anlatılanlardan yola çıkarak radyosunun izini bulduğunu düşünmüş, dükkandaki radyonun altını üstünü inceleme sebebi bu imiş. Tabi radyonun biçimi ve boyutu tamamen değiştiği için adam o radyonun bu radyo olduğunu anlayamamış...

    Böyle başlayan radyo ve makine tamirciliği Babamın İzmir'e gitmesiyle bitiyor. Fakat ara ara köye geldiğinde yine bunların tamiri için bazıları eve çağırdığını hatırlıyorum. Temelli Anıtkaya'ya döndükten sonra da hurda parçalardan kendine bir dikiş makinesi yaptı. İhtiyaç olsaydı belki bir radyo da yapabilir; eski kalfası Gambırmuhtarın ruhunu şad ederdi...

    Mevlüt Emmim de İzmir'e gidip iş ve ev sahibi olduktan sonra büsbütün terziliği ve tamirciliği bırakmış değildi. Kendi çapında bir dükkanı vardı. Emekli olduktan sonra evinin küçük balkonunda bir dikiş makinası yahut elektrikli süpürge bulundururdu. Onları tamir ettiğini gösteren bir tabela gibiydiler.  Bilmeyenlere evi, balkonundaki süpürge ve makine ile tarif edilirdi. 




19 Temmuz 2023

Bahçe Güzelleri

    
    Eğret köyü, kıraç arazi yapısıyla ekin (arpa buğday) yetiştirmeye daha uygun görülmüş ve çok eski zamanlardan beri tahıl ambarı olarak kabul edilmiş. Köylüden alınan vergiler de hep bu ileşberlik mahsulü cinsinden olmuş. Vergi haricinde devlet arpa buğday satın alacağı vakitlerde de Afyon köyleri içinde en fazla mahsül Eğret'ten alınmış.

    Arpa buğday Eğret'te fazladan sulama istemeyen, yalnız yağmur ve kar suyuyla yetişen bir ürün olduğu için tercih edilmiş olmalı. Bununla beraber Bunar'dan doğup geçtiği yerleri bereketlendiren küçük Eğret Çay'ı var ki onun çevresi eski zamanlarda çayır imiş. Sonra o çayırları sürerek bahçe yapmışlar. Böylece Bunar, Gademguyu, Çayınardı, Daşlıtarla, Söğüdaltı, Gatçayır, Üyüğaltı, Emirlahçeşmesi, Maldepesi, Atmezeri, Eğripara, Büzüğalininguyu ve benzeri yerlerde ileşberliğin ötesinde bahçecilik yapılmaya başlanmış. Bunu, taban suyunun kendiliğinden yeryüzüne çıktığı Çorbeciguyusu ve Söğütcük gibi mevkiler izlemiş. Ardından gür bir çeşmenin soğuk suyuyla beslenen Omarcık çevresinde de bahçecilik yapılmış...

    Eğret'teki eski bahçecilik işlerinin izlerine yer isimlerinde rastlamak mümkün. Bunlardan biri dağdaki bir bölgeye verilen 'Bahçecik' adıdır. Köy merkezinden hayli uzaktaki bu bölgede bir zamanlar sekiz tane kuyu varmış ve sular bunların bileziğinden taşarmış. Böyle bir yerde gerçekten bahçecilik yapılıp yapılmadığı bilinmiyor; ama bu isim verildiğine göre böyle düşünmemizde bir sakınca yok...

    Gatçayır'daki 'Beylikbahçesi' de mülkiyeti köy tüzel kişiliğine ait bir yer. Son zamanlara kadar kiraya veriliyordu ve gerçekten orada bahçecilik yapılıyordu. Oranın özelliği de sulak bir yer olmasıdır, yanındaki Gatçayır çeşmesi malum... Bir de elli atmış yıl önce kazmayı vurduğun yerden su çıktığını düşün... Ayrıyaten Gatçayır, 'kaz çayırı'ndan bu hale gelmiş, esasında Beylikbahçesi de çayır yani...

    Bahçe yapmaya uygun mevkilerde tamamen bahçecilik yapılmıyor. Ova köyü olmayan Eğret'in bu sınırlı mevkilerindeki bahçecilik de küçük çaplı oluyor. Herkes kendine yetiklik bir şeyler ekiyor işte. Bazen bahçenin bir köşesi birkaç kök sebze için ayrılıyor; bahçecilik dediğimiz budur... Birkaç dönümlük bahçenin tamamına bir şey ekilebilir ama bu tarz bireyseldir, Eğret/Anıtkaya'ya genellenemez. Misal, Keçilerinali (Ali Seçen) Gatçayır'daki behçesine kelem ekermiş, yahut bazıları bahçesinin tamamına kelek ekermiş. Dediğim gibi bu yaygın bir uygulama değil....

    Herkesin yiyeceği kadar ektiği bahçe mahsulünün başında kumpir/patates geliyor. Galiba Nisan ayında ekiliyordu. Bu sırada beni hayrete düşüren şey, tohumluk patateslerin ikiye, üçe, dörde bölünerek ciziye atılması olurdu. O zamanlar henüz Fransız tohumu olmadığı için böcek ve ilaçlama diye bir uygulama da icat edilmemişti. Patates çiçek açmadan önce çapalanır (buna doldurma denirdi), bir kaç kez de sulanırsa bu yeterli gelirdi. Kumpilin tek düşmanı kösdübek idi; onunla baş etmek mümkün olmadığından mühimsenmezdi.

    Kumpil çıkarma Eylül ayında yapılır bazen de Ekim'e taşardı. 'Olana berkat' denir, büyük küçük ne varsa çıkarılır, geriye doldurulup götürülürdü. Başşakcılar için bırakılanlardan başka, giderken gördüğüne teneke teneke, öncek öncek verilirdi. Bereket kavramı biraz da vermek ile alakalıydı...

    Çıkarma vaktinden önce, Temmuz-Ağustos gibi acil 'yimelik' kumpil lazım olursa gidip bahçeden çıkarırdın. Henüz yeteri kadar büyümemiş olsalar da bu taze minik patateslerin ayrı bir lezzeti olur. Bir defa kabuğu yok gibidir, çok incedir. Böylelerini bıçakla değil, dişli taşa sürterek soyarsın. İlginç bir tekniktir; dene bakalım, bir şey kaybetmezsin... Çok taze patatesi soymaya da gerek yok, yıkanmış kabuğuyla dilip fırına sürenlere çok rastlanır. Yerken bir şerit gibi kendiliğinden ayrılır... Yine küçükleri kabuğuyla tepsiye doldurulup fırına sürülür. Sıcaklığını yeğniltmek için ağzında ohlayarak şöyle bir dolandırıp yutarsın. Küle gömmeyi hiç demiyeyim, olan var olmayan var...

    Şaka bir yana, bundan 60-70 yıl öncesi yokluk dönemi... Olanlar tarlasından kumpil çıkarıp idare edebilir, ya olmayanlar ne yapsın... Birisi bahçesine ekmiş patatesi, Topçu'yu bekçi tutmuş. Bilenler bilir; Topçu, tek bacağıyla rahat hareket edemeyen biri... Ama, orada bir insan bulunsun işte; mal maşat girerse höst desin... Bir de köpeği var, tek yardımcısı... Topçu'ya tembihlemişler, 'kimseye bir şey verme' diye... Diğer yandan tarla sahibinin kızı, kocasıyla birlikte orada burada çalışarak geçimlerinin yoluna bakıyorlar... Kendilerinin kumpil ekecek bir yerleri de yok... Bir gün kocasıyla birlikte babasının kumpil tarlasına varıyorlar, bi bişirimlik patates çıkarıp öğün savacaklar... Topçu; 
    - 'Olmaz kızım' demiş kaykılmış. 'Baban kimseye bir şey vermememi söyledi; ondan izin al, istersen bahçeyi boz götür...'
    
    Kadının gücüne gitmiş. Sen her türlü işinde ana babana yardım et, hatta bu bahçenin ekiminde çapasında ter dök. Şimdi bi bişirimlik patates için geldiğin buradan eli boş dön... Boğazı düğümlenmiş... Sonra zoruna giden şey öfkeye dönüşmüş... Biraz uzaklaşmışlarmış tarladan, kocasına orada beklemesini söyleyip kendisi geri dönmüş o sinirle... Topçu'nun köpek bir iki havlamış, ama kadın kendini iyi siperlediğinden bir şey görememiş. Yine havlamaya başlayınca Topçu;
    - 'Eğleniyon mu len bennen!' diye köpeğe çıkışmış. 
    
    Kadın ağlamaklı öfkesiyle ciziye düşüvermiş, eline ne geldiyse yolmuş yığmış, yolmuş yığmış... Kumpillerin büyüklerini önceğine doldurmuş. Yanına vardığında kocası neden bu kadar çok getirdiğini soracak olmuş, sinirini çıkarırcasına bir güzel onu da fırçalamış... Günler sonra anası;
    - 'A gızım, kumpili böyle böyle etmişlê' diyerek dert yanınca, siniri geçmemiş olacak ki;
    - 'Ter yaman etmişlê!' diye onu da terslemiş... O yıl patates tarlasına verilen ziyan hep faili meçhul olarak kalmış. Topçu,
    - 'Bunnarı başşakcılâ yoldu.' diye bir kaç masumu işaret ettiyse de bu, kimseye inandırıcı gelmemiş...

    Her patates tarlasının gıyılarına mutlaka kabak ekilir. Molloğlu denilen cinsi taze tüketilir fakat asıl önemlisi garagabaktır. Kara dendiğine bakmayın; gri, sarı ve koyu yeşil renkli kabuklarıyla garagabaklar kışın yenir. Akşamdan fırına sürüp de sabah aldığında kabuğundan kaşıklarsan balkabağından daha tatlı ve lezzetli olduğunu anlarsın. Bu garagabak için ayrıca bir yer ayrılmaz, bahçenin kenarına ekilir. Belki de bahçenin olmazsa olmazı kabul edildiğinden eski kadınlar onun için 'baçcagüzeli' derlermiş. Başka memleketlerde bir çiçeğin adı olan bu yakıştırmayı kabağa münasip görmek, bana manidar geldi. Burada kabağa, özellikle garagabağa bir medhiye seziyorum...

    Bu bahçegüzeli, ektiğin yerde bitiyor; ama katiyen bittiği yerde durmuyor, çok gezenti... Kökenleri canının istediği yere doğru uzanıp gidiyor. Bazen önünü kesip yol göstermezsen, bir kaç kabak ittifakla koca tarlayı ele geçirebilir.

    Her bahçenin kabak gibi olmazsa olmazlarından biri de fasülye... Bir zamanlar Anıtkaya'da kimse fasülye bilmezdi; bildiğimiz ve yediğimiz şey börülce idi. Meğer bu adla ayrı cins bir sebze varmış... Olsun, biz yine de fasulyeye börülce derdik, hatta kurufasulyeyi denebörülce bilirdik... İşte bu börülceler bir kaç kez kırılıp taze olarak yenir, sonrasını kırmaya zaman kalmaz bu yüzden onlar kurumaya bırakılırdı. 

    Kaynağı Kızılderililere dayandırılan 'üç kızkardeş' ekim tekniği var. Buna göre mısır, fasulye ve kabak birbirine yakın ekilince iyi verim alındığı görülmüş. Bu tecrübeyle üçlünün ekiminde bir sıra ve mesafe gözetilir olmuş. Bu yönteme de 'üç kızkardeş' adı verilmiş. 

    Üç kızkardeş yönteminde sırayla mısır, fasulye ve kabak ekiliyor. Ayrıntısı araştırılabilir; mısır ile fasülye birbirine yararlı mineralleri toprağa vererek, bir bakıma kendilerini gübreliyorlar. Ayrıca kendisinden önce çıkıp büyüyen mısırın gövdesi, fasulyenin uzayan teğeklerinin sarılması için doğal sırık oluyor. En son ekilen kabağın kökenleri her tarafa yetişerek koca yaprakları şemsiye vazifesiyle toprağın nemini koruyor. Böylece üç kardeş birbirini destekleyerek bol verime ulaşıyorlar...

    Burada üç bitkinin kızkardeşlere benzetilmesi, doğurganlık/verim ile ilgili olduğu gibi onların güzel görüntüsüyle de ilgili olabilir. Büyük kardeş mısır, ortanca kardeş fasülye ve küçük kardeş kabağı ayrı ayrı gözünüzün önüne getirin. En güzelleri, en küçükleri olduğu için mi kabağa bahçegüzeli denildi acep? Onun güzelliğine dudak bükenler, çiçeğine bir daha baksın...

    Anıtkaya'da üç kızkardeş yöntemi ne kadar uygulandı, bilmiyorum. Yalnız bizde mısır ablanın bir kardeşi var: nohut... Onların kardeşliği birlikte ekilmekten daha çok birbirine yakın zamanlarda yetişip ürün vermelerindendir. Gerçi son dönemde nohut daha erken eriyor, eskiden Ağustos'tan önce nohut denelenmezdi. Patlangeçlik dönemini atlatıp çitleme vaktine eriştiğinde mısırlar da denelenmiş olurdu. Bu ikiliyi birlikte yemek (hangisinin önce hangisinin sonra yenildiğinin önemi yok), neredeyse geleneğe dönüşmüştü.

    Dört beş yaşında ya vardım, ya yoktum. Çorbeciguyusu karşısındaki bahçemizde her şey yetişirdi. Üç kuyu bulunan bu bahçedeki salatalık, fasulye, nohut gibi şeyleri Babam Cumartesi günkü pazarda satardı. Sair gecelerde de bahçeyi beklerdi, fakat pazara taze ürün çıkarmak için Cumartesi gecesini mutlaka bahçede geçirirdi. Nasıl olduysa öyle bir akşam ben de bahçede kaldım... Ortalık iyice kararınca iki çoban geldi, sonradan öğrendim bunların Gecegondunun Beytullah Omak ile Garaçaylının Asım Öztürk olduğunu... Neyse, koca bir ateş yakıp ortasına tezekleri attılar. Bu arada babam bir kaç kucak nohutla bir çuval kadar mısır gumdağını ateşin yanına yığdı. Sonrasını hatırlamıyorum, onlar konuşurken uyumuşum. Sabah pazara gideceğiz diye babam uyandırdığında gördüğüm manzara: Sönmüş ateşin dağınık külü, onun çevresinde boş nohut çakıldakları, kemirilmiş mısır gumdakları, şuraya buraya atılmış gumdak yaprağı ve nohut dalları...

    Şimdi Anıtkaya'da daha teknik, daha verimli bahçecilik yapılıyor olabilir. Bahçeler çok daha farklı güzellerle renklenmiş olabilir. Bahçe güzellerinin sayısı, rengi, kokusu, endamı çeşitlenmiş olabilir; buna itirazım yok... Mazidekiler bir başka...



08 Temmuz 2023

İsmail Aga Kırkpınar'da


    Garaca Süleyman (Yavuz) askerliğini jandarma olarak Edirne'de yapmış. O vakitler uzun süren askerliğin belli sürelerini başka yerlerde geçirmiş de olabilir. Kendisinden nakledeceğim olayın geçtiği dönem Edirne'deymiş... Doğum tarihini net olarak bilmemekle birlikte, askerliğinin 1930'lu yıllara tesadüf ettiği hesaplanabilir...

    Bu serhat şehrinde bir gün tanıdık bir sima ila karşılaşıyor. Göçmen İsmail Aga diye bilinen Susuzosmaniyeli bu iri yarı Macur da Onu tanıyor, hê-yâ diyorlar. İsmail Aga biraz çalışıp para kazanmak maksadıyla gelmiş buralara. Yunan gittikten sonraki ekonomik krizde, insanlar ekmek parası için bir yerlere işe giderlermiş. Eğretlilerin genelde Ege şehirlerine yöneldiği bu akımda, bizim Macurlar Marmara-Trakya'yı tercih etmişler. Belki 30-40 yıl önce geldikleri memleketlerine daha yakın olduğu için böyledir... 

    İsmail Aga da Garacayı gördüğüne sevinmiş. Farklı köylerden olmalarına rağmen onların böyle sevinmeleri için öncesinde çok birlikte olmaları lazım... Öyle oluyormuş zaten... O vakitler Eğret, basit bir köy değil; kırk köyün Eğret'i... Komşu köylüler en azından haftada bir Cumartesi günleri Eğret Pazarına varıyorlar... Garaca ile İsmail Aga konuşmasalar bile, çok kereler birbirini görmüşlerdir. Şimdi bu gurbet diyarında kırk yıllık dostunu görmüş gibi olmaları normaldir... 

    Bu ilk karşılaşmadan sonra Edirne'de bulundukları sürece birkaç kez daha görüşüyorlar... Bunlardan birisi, büyük bir güreş organizasyonunda oluyor. Olayı anlatan öyle olduğunu söylemedi; lakin sözü edilen şey Kırkpınar Güreşleridir... O yıllarda bugünkü gibi sistemli bir organizasyon olmayabilir, yine de Kırkpınar adıyla Sarayiçi'nde asırlarca yapılmış güreşler bunlar... İşte orada karşılaşıyorlar. Garaca, asayişten sorumlu Jandarma birliğinde görevli. İsmail Aga ise, çoğu Rumelili gibi kendisi pehlivan zaten. Gerçi oraya güreşmek maksadıyla gitmemiş; merakından, seyirci olarak...

    Bir pehlivan var, çok başarılı; önüne geleni yıkıyor. Başarısından dolayı seyirciler tarafından sevilmesi beklenirken, ona gıcık oluyorlar. Galiba biraz; biraz değil, bayağı fazla kibirli. Bu yüzden Sarayiçi'nde herkes ondan nefret ediyor.

    Göçmen İsmail Aga bir ara Garacaya yaklaşmış, 

    - 'Ben bunu yenerim, amma sonunda beni döverler. Ah keşke arkamı dayayacak muhafızlar olaydı da şuna gününü göstereydim.' diye iç geçirmiş... Bu içlenmeden kendine vazife çıkaran Garaca, doğruca Kumandanına varıp vaziyeti anlatmış. Kumandan da kibirli pehlivana gıcık zaten, her kim bunun sırtını yere getirecekse onu koruyacaklarına dair güvence vermiş. 

    - 'Yalnız' demiş, 'İyi ayarlayın da iltimas geçtiğimizi düşünmesinler.'

    Garaca ile İsmail Aga anlaşıyorlar. Güreş başladığında duruma göre işaret verecek. Yenemeyecekse zaten muhafazaya gerek yok, 'yeneceğim' işareti gelirse ona göre güvenlik önlemleri alınacak... Peşrevden sonra güreş başlar başlamaz 'yenerim' işareti geliyor; Jandarma tetikte... Dediği gibi yenince, silahlı Jandarmalar İsmail Aga'yı çevreliyor, kılına dokundurtmuyorlar... 

    Sonradan Garaca'ya demiş ki İsmail Aga; 'Sağından vardım, kale gibi; solundan vardım, boş... Oradan yürümeye karar verdim.' Peşrevin sonlarında ve güreşin başında yapmış bu stratejiyi, ondan sonra işareti vermiş... Güreşin güç kuvvet kadar, zeka işi olduğunu da göstermiş...

    Tabi bir yanda hesapta olmayan sürpriz bir başpehlivan, diğer yanda güreşi kaybeden hazımsız, kibirli başka bir başpehlivan... O zamanların yetkilisi her kim ise, müsabakanın sonucunu beraberlik olarak açıklıyor...

    Bu olayı Garaca, herhalde traş olurken Berber Ahmet Kabadayı'ya anlatmış. Ben ondan duyduğumu hikaye ettim. Sonra hikayenin kahramanlarını merak ettim. Garacayı biliyoruz, biraz araştırınca İsmail Aga hakkında da bir şeyler buldum...

    Körhoca (İbrahim Varlı) Susuzosmaniye köyüne hoca durduğunda, 1940'lar sonu 1950'lerde İsmail Aga hala hayattaymış. Kendi köylüleri onu 'Tatar İsmail Aga' diye bilirlermiş. O yaşına rağmen pehlivan görünümünden bir şey kaybetmemiş, çok heybetliymiş. Oğulları da kendisi gibi güçlü kuvvetlilermiş. 

    İri fiziki yapısının ötesinde insan olarak da saygıdeğer biriymiş. Eskilerin karakter değerlendirmesinde en önemli ölçütlerden biri cömertliktir. İsmail Aga çok cömertmiş, sadece misafir ve sair insanlara karşı değil hayvanlara yedirmekte de cömert davranırmış... Mesela tepsi tepsi börekler yaptırdığında bir tepsiyi köpeklere ayırırmış... Yeme ve yedirmede de tam bir pehlivan gibiymiş...

    Tam yılı kestirilemiyor, 1950'lerde vefat etmiş İsmail Aga... O'nun ölümünden sonra oğulları Kütahya'ya göçmüşler. Herhalde şimdi onlar da hayatta değildir. Varsa torunları, Kırkpınar'da güreş tutmuş dedeleriyle iftihar edebilirler...



06 Temmuz 2023

Kırkikindiler; Cümle Aleme Yarabbi

 

    Biri demiş '56 yaşındayım, kırkikindilerin ne olduğunu bu yıl öğrendim.' Bizim köyde kullanılmadığı için bu kelimeyi bilmemek normal... Bununla beraber bu yorum Anıtkaya'nın yaz yağmurlarına götürdü beni...

    Kırkikindiyle tanışmak için biz o kadar beklememiştik. Galiba 1979/80 öğretim yılıydı, ortaokul ikinci sınıftaydık. Üç derslikli okulumuzun, pencereleri Malbazarı/Sağlık Ocağına bakan sınıfı hep ikinci sınıflara ayrılırdı. Olay orada geçtiği için hangi dönemde olduğumuzu hatırlayabiliyorum. Türkçe ders kitabında sanırım Sait Faik'in bir hikayesinde geçiyordu. Dikkatsizlikten 'kırkindi' biçiminde okumuşum, sonra her okuyuşta (o zaman okuma parçalarını döner döner yeniden okurdum) aynı hatayla bir heceyi yutup 'kırkindi' diye gördüm. Dolayısıyla ses ile anlam arasındaki ilişkiyi hiç düşünmedim. Bunda kelimenin Anıtkaya'da bilinmemesinin de etkisi vardır...

    Yanlışımın farkına lise yıllarında vardım. Meğer aslı 'kırkikindi' imiş, o zaman benim kafam dank etti; kırk gün üst üste ikindi vakti yağdığı için adı 'kırk ikindi' olmuş. 

    Bu kelime Anıtkaya'da kullanılmıyordu, lakin onun işaret ettiği yağmurlar, her yerde olduğu gibi bizde de pek etkili olurdu. Tabi kırk gün denmesi kesretten kinaye; otuz olur, elli olur, bilemezsin. Ortalık günlük güneşlikken öğleden sonra yavaş yavaş bulutların toplandığını farkedemezsin bile. İkindiye doğru hava kararır ve yağmaya başlar... Her yere yağacak değil, çoğunlukla bölgeseldir. Yolun bir yanına yağıp diğer yanının kuru kaldığını bile anlatırlar. Hatta bir tarla göl olurken diğerine tisilemediğini duydum.

    Kırkikindi güzel bir isimdi; ama bizde böyle adlandırmamış, 'yaz yağmuru' deyip geçmişler. Oysa bu yağmurlar yaz mevsiminde değil, baharda yağıyor. Ha, şu da var, bizim hesaba göre zaten bahar diye bir şey yok. Yıl, kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden oluşuyor. Hıdrellezden Gasım (8 Kasım)a kadar yaz, sonrası kış oluyor. Hıdrellez (6 Mayıs) yaz mevsiminin başlangıcı... O döneme denk gelen kırkikindilere yazyağmuru denmesi, şu durumda normal karşılanmalıdır... 

    Sait Faik'in başka bir hikayesinde şöyle bir cümle vardı: 'Bu Anadolu şehrinin ilkbaharı kırkikindi yağmurlarıyla başlardı.' Anıtkaya için de aynısını düşünebiliriz; burada bahar kırkikindilerle başlar... Yok, baharı mevsimden saymıyorsan; yazı kırkikindilerle başlatabilirsin... 

    Bu seri yağmurlar, Nisan Mayıs aylarına yayılmış geniş bir dönemde etkili oluyorlar. Bu yüzden sık sık bereket kavramıyla bütünleşen 'Nisan yağmuru' ile karıştırılıyor. Belki de nisan yağmurları, kırkikindilerin içinde alt başlık olarak değerlendiriliyor. Ayrıca ilginçtir, nisan yağmurları ikindi vaktine yakın zamanlarda etkili oluyor...

    Bereket deyince, ister istemez ileşberlik; ekim dikim hususları akla geliyor. Kırkikindilere rastgelen tarla bahçe işlerinin en önemlisi, o yıllarda, çapa idi... 'Kadın işi' olduğu düşünülen çapaların ne kadar hareketli geçtiğini anlatmıştık. O hareketli dönemin telaşelerinden biri de yağmurdur. O kadar ki yağmura tutulmayan çapacı yok gibi bir şey... Sabah çapaya çıkarken iş sahibi kadınlar, başlarına geleceği bildiğinden tedbir alır; gübre naylonlarını birleştirerek diktiği çadırı almayı ihmal etmezler. Bu çadır, iyi koruyucudur...

    Bereket kaynağı olan kırkikindiler, ölçüsüz yağdığında felaket sebebi de olabiliyor. Sel, dolu ve yıldırım tehlikesi zaten malum... Kırkı aşıp elli, atmış ikindiye doğru uzarsa ekin yatıyor, deneyi almıyor; mahsül mantarlanıyor, günışığı eksikliğine bağlı bazı hastalıklar ortaya çıkıyor. Zamansız çıkan başaklar (goltukkellesi) olgunlaşamıyor. Daha benim bilemediğim bir sürü şey... Bu yüzden her şeyde olduğu gibi, kırkikindinin de kararında ve zamanında yağanı makbul...

    Kelibanın evden ötesi, Üyüğe doğru Eyüplerin bahçeleriymiş. Ekmişler ne ektilerse... Kırkikindi dönemi bir gün yağmur başlayınca onlardan bir kadın 
    'Bizim bahçeye, bizim bahçeye Yarabbi!' diye yağmuru yönlendirmeye kalkmış... Allah o tarafa doğru vermiş yağmuru... Biraz fazla olduğunu görünce aynı kadın, 
    - 'Cümle aleme Yarabbi, cümle aleme!' diye duasını güncellediği anlatılıyor...

    Eğer bu yağmurlara kırda bayırda yakalandıysan işin kötü. Çünkü saklanacak bir yerin yok. Yıldırımı çektiği için ağaç altlarının tehlikeli olduğunu ilkokulda öğrenmiştik, mecburen ıslanacaksın. Araban varsa altına girer kurtulursun, yoksa zibit olursun. Hayvanlar da öyle tabi... Bir miktar öküz ve eşek gütmüşlüğümüz var, onlarla hep beraber çok ıslandık...

    Hayvan deyince aklıma geldi; yağmur sonrası sığır bızağı dağıldığını göreceksin... Hayvanların böğürecek hali kalmamış oluyor, her biri sessizce damının yolunu tutuyor. Sair zamanlarda ortalığı inleten malların bu sessizliği mutlaka yağmurla ilgilidir... Ya yoruluyorlar yahut yağmur hayvana sükunet veriyor...

    Şüphesiz kırkikindilerin en şiddetlisi Dağ'a yağıyordu. Yüksek ve kendince ormanlık bir alan olduğu için, orada kararan havanın köy merkezine mutlaka etkisi olurdu. Birdenbire indiği zamanlarda, toprağın kendisini emmesine fırsat vermeden sel olur Anıtkaya'ya akardı. Her bir deresinden büyüyerek iner, selyolaklarını kendine yol beller ve diğer kardeşleriyle hendek arasında buluşarak adını felaket olarak değiştirirdi. Günler sonra kendi gider mili kalır, köylü kum ihtiyacını selyolaklarından giderirdi...

    Baktım da kendisinden böyle bahsederek kırkikindilere haksızlık ediyoruz. Daha adını bilmediğim ve bunu düşünecek durumda olmadığım küçük yaşlardayken bizim için eğlence kaynağıydı, bundan da söz etmeliyim... Gerçi her şeyi oyun olarak algıladığımız zamanlardı, yağmuru da öyle görüyormuşuzdur o vakitler. Yine de büyüklerin kendini korumak için saçak altı aradığı zamanlarda, yaz yağmurunda ıslanmak neden bizi bu kadar eğlendirirdi bilemeyeceğim. Dedim ya, çocuk için her şey oyun...

    O günün olukları şimdikiler gibi yağmur suyu toprakla buluşana kadar ona refakat etmezdi. Dambeşten, bükülmüş basit teneke oluğa intikal eden yağmur suyu, oradan aşağıya şarlardı. Haliyle oluğaltında bir gölcük oluşurdu. Yazyağmurunda seyretmekten zevk aldığım manzaralardan biri işte bu oluğaltı gölcüğüdür. Yıllar sonra izleyeceğim belgesellerdeki şelale havuzlarına benzer. Orada köpüklü sular yoktur, ama küçük hava kabarcıkları vardır. İçi hava dolu bu minik kubbecikler, bir müddet su üstünde yüzdükten sonra sönüverir. Dert değil, biri sönerken bir başkası oluşmuştur... Denizcifenerinin fanusuna (biz baca derdik) benzediği için; ömrü bir kaç saniye olan bu kabarcıklara 'fener' derdik... İzlemesinden büyük zevk aldığım bu çorak artığı bulanık çamurlu su, kendince bir yol bularak varır, fırının ardındaki göletimizi beslerdi...

    Kırkikindiden nerelere geldik...



04 Temmuz 2023

28 Ağustos Şehitleri ve Şehitlik


    Büyük Taarruzun üçüncü gününde Süvari Kolordusunun hareketleri, Eğret Bölgesindeki çarpışmalardaki kayıplar, zaferden sonra Eğret'e anıt dikilmesi ve sonra anıt merkezinde askeri anma töreni düzenlenmesi hususunda son yıllarda bazı tartışmalar oldu. Tartışmanın merkezinde, şehit verilen mevki ile anıtın dikildiği yerin alakasız olduğu konusu var.

    Önce 28 Ağustos 1922 günü yaşanan olayı hatırlayalım. Ceridelerdeki belgeler, birlik komutanlarının raporları ve anılardan anladığımı, aklımda kaldığı kadarıyla özetliyeyim.

Binbaşı Galib Bey

    Taarruzun ikinci gününde Yunan kuvvetleri Afyon'u boşaltmış, kuzeyde ise bütün güçleriyle çekilmeye başlamışlardı. Saat 17.00 gibi Süvari Kolordusuna bağlı gözcüler İlbulak Dağından kuzeyi gözlüyordu. Eğret ile İlbulak arasında kalabalık bir birliğin kamp yaptığını raporladılar. Fahrettin Paşa, iki tümeni (2. ve 14. Tümenler) görevlendirerek Afyon-Kütahya demiryolu hattının tahribini ve Eğret'te gecelemekte olan Yunan tümeninin basılmasını istedi. Emre uygun olarak akşam saatlerinde tümenler harekete geçti. Hesaba göre 14. Tümen sonradan gelecekti, kaçış halindeki düşman kuvvetleriyle oyalandığı için Eğret istikametine hiç yönelemedi. Diğer tümen ise 13. 20. 4. ve 2. Alaylarıyla kol halinde yürüyüşteydi, en arkada batarya bulunuyordu. Gece karanlığında çalılık arazide, 20. Alay ile son bölüğü arasında irtibat koptu. 13 ve 20 Çatalçeşme-Bayramgazi istikametinde yürüyüşe devam ettiler. Gerideki bölükle onu takip eden iki alay ve batarya ise Eğret'e yöneldiler.

    Güney istikametine kopan 13. ve 20. Alaylar, Çirçir'in üst taraflarında bir otomobil koluyla karşılaştılar. Bu, önceki gün Afyon'dan kaçan Trikopis kuvvetlerinden bir koldu. Büyük zayiat verdirdiler, otomobilleri tahrip ettiler. Bu arada Eğret istikametinden gelen yeni bir otomobil koluyla da çarpıştıktan sonra, demiryolu görevi için Belce istikametine yöneldiler. Düşmanın bütün varlığıyla batıya doğru kaçmakta olduğunu görüp demiryolu tahribinin faydasızlığına hükmederek geri döndüler. Diğer iki alay ile birleşip ovadaki çadırlı düşman ordugahını bastılar. Hiç savaşmamış bu 12 bin kişilik dinç düşman birliğine çok zayiat verdirdiler; ama binikiyüz süvari, onikibin kişiye karşı ne kadar savaşabilirlerdi ki... Sözleşildiği gibi Kolordu karargahının bulunduğu Olucak'ta buluşmak üzere o tarafa yöneldiler.

    Kuzey tarafından Eğret'e doğru yönelen 2. ve 4. Alaylarla batarya, sabaha karşı köye vardı. Öncüler, Pınar tarafındaki Kayalar ile Mantarlık arasından köy içindeki Yunan güçlerini keşfettiler. Onların verdiği bilgiye göre güneyden Bağların içine yerleşildi. Köy içinden gelen jandarmayla çatışmaya girildi, bu arada Söğütcük tarafından da bir Yunan taburunun yaklaşmakta olduğu görüldü. Telaşlı bir otomobil kolu Eğret'ten ayrılıp güneye doğru gittiği görüldü. (Bu araçlar Çirçir civarında 13. ve 20. Alaylar tarafından imha edilecek.) Silah seslerinden panikleyen köy içindeki Yunanlar Harmanyerindeki telsiz istasyonunu aceleyle sökmeye başladılar. 4 ve 2. Alaylar diğer iki alayın çağrısı üzerine onlarla birleşerek ovadaki düşman ordugahını basmak üzere güneybatıya yöneldiler...

    Bütün bunlar yaşanırken bataryanın hiç bir faydası görülmedi. Derenin çamuruna saplanıldı, bayırdan yuvarlanıldı, katırlar ürktü kaçtı, eldekilerle toplar çekilmeye çalışılsa da batarya kurulup destek atışı yapılamadı. Kamalar sökülüp öylece bırakıldılar...

Teğmen Atıf

    Dört alaya tekrar dönecek olursak; ordugaha baskın verildikten sonra Yunanlar şoku atlatıp toparlandılar ve hücuma geçtiler. Burada alaylar ikişerli olarak tekrar ayrıldı. 13 ve 20. güney hattından, 4 ve 2. Alaylar ise kuzey hattından Olucak'a varacaklardı. Kuzey tarafında kaçış halindeki düşmanla Üyükyolu mevkiinde ciddi çarpışmalar oldu. Yenice'den Yunan takviye kuvveti gelince 4 ve 2. Alaylar Olucak tarafına çekilmeye devam etti... Asıl facia Olucak'ın güneyinde yaşandı. Biraz da koordinasyon eksikliği sebebiyle Akkaya mevkiinde iki ateş arasında kalan 13. ve 20. Alaylarımızdan 170'in üzerinde şehidimiz var... Daha sonra Olucak'a girecek olan Yunanlar, köyü ateşe verecektir...

    Kabaca anlatmaya çalıştığım bu 28 Ağustos 1922 günü olaylarına Eğret Baskını diyorlar. Geniş bir alanı kapsayan bu çatışmalarda 200'ü aşkın şehit verilmiş ama bunların çoğunluğu Olucak güneyinde... Zafer kazanılıp düşman defedildikten sonra, o günün Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, 1924 yılında  Eğret'in kuzeyindeki Maltepe Höyüğüne bir anıt diktiriyor. O günün şehitlerinin anısına, onsekizinin adını taşa kazıttırıyor... Yıllar sonra bu anıt/şehitlikte askeri tören yapılmaya başlanıyor. Hatta bu törenlerin ikisine Fahrettin Paşa bizzat katılmış. 1971 Yılında Karayolları tarafından anıtta eski harflerle yazılı metin yeni harflere çevrilerek bir mermer plakaya yazılıyor. Şehitlik bugün de hala o sene düzenlenen yeni haliyle yaşamını sürdürmektedir...

    Fahrettin Paşa'nın Üyük'e diktirdiği anıt, kitabesinde de belirtildiği gibi semboliktir, '28 Ağustos 1922 Muharebesinde düşman hatt-ı ricatini keserek arkalarından taarruz eden Türk süvari kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına dikilmiştir.' Orasının bir şehit kabristanı olmadığı bilinmesine rağmen, zamanla taşta adı yazılı şehitlerin kabirleri de Üyük eteklerindeymiş gibi insanlarda yanlış bir kanaat oluşmuş... 

    Bu tür söylentiler ortaya çıktıktan sonra önünü almak mümkün değil. Nitekim İnternet ortamında teyitsiz sorgusuz yayılmış, ortalıktaki bu bilgi kirliliği büyüdükçe büyümüştür. Oysa anıt kitabesinde buna yönelik bir ima dahi yoktur. Zaten işin doğası gereği şehitler ruhunu teslim ettikleri yerlere defnediliyor, sonradan oluşturulan şehitliklere nakledilme yahut şehitlikleri şüheda naaşının bulunduğu yerlere yapma gibi bir durum söz konusu değil... Yalnız o günleri yaşayan Eğretlilerden nakledildiğine göre, civardaki bazı şehit cenazeleri Eğret eski mezarlığına defnedilmiş. Gıvık (Şükrü Aydın); kimliği tespit edilemeyen 15 kadar şehidin, elbiseleri çıkarılmadan tam olarak Cuma Caminin kıble tarafına defnedildiğini görmüş. Üyük bağrına şehit defnedildiğine dair ise küçük bir bilgi bile yok... Yani Anıtkaya Şehitliğinin bulunduğu Maltepe Höyüğünde şehit naaşı bulunmuyor...

Zabit Vekili Hüseyin

    Tartışmalara sebep olacak yanlışlardan biri de anıtın 13. ve 20. Süvari Alayı şehitleri anısına dikildiğidir. Oysa anıt kitabesinde bununla ilgili bir not, bir ima da bulunmuyor; aksine 'Türk Süvari Kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına' dikildiği özellikle belirtilmiş. Anıtta ismi yazılı şehitlerin bu iki alay ağırlıklı olması, böyle yanlış kanaat oluşmasının başlıca sebebi kabul edilebilir.

    Asıl tartışma konusunun şehitliğin yeriyle ilgili olduğu anlaşılıyor. 28 Ağustos şehitlerinin çoğunluğu Olucak yakınlarındayken, diğerleri de geniş bir alana yayılmışken neden Eğret yakınlarındaki Maltepe Höyüğü şehitlik olarak düzenlendi? Bir de 13. ve 20. Alay şehitlerinin burada medfun bulunduğu ve anıtın onların anısına dikildiği gibi yanlış bazı bilgiler eklenince, bu soru çok anlamlıymış gibi duruyor.

    Anıt dikilmesi, yerinin belirlenmesi, biçimi ve uygulanması gibi işlemlerde tek yetkilinin Fahrettin Paşa olduğu anlaşılıyor. Kurtuluşun mimarlarından biri olması, o gün yaşananlara en iyi kendinin vakıf olması gibi hususlar sebebiyle Paşa'nın bu kararına saygı duyulmalıdır. Bir anıt yapılacaksa bunun nasıl olacağı, kitabesinde hangi ifadelere yer verileceği ve nereye yapılacağını ayrıntılı olarak araştırmış ve planlamıştır. Maltepe Höyüğünü hazır bir kaide olarak düşünmüş olabilir. Yol kenarında bulunmasının görünürlüğüne avantaj olacağını fark etmiştir. Belki söz konusu geniş alanın merkezi olarak Eğret'i görmüştür. Bilmediğimiz daha başka gerekçelerle anıt/şehitliğin Eğret'teki bu tümülüse dikilmesine karar verilmiş...

    Diğer yandan 28 Ağustos 1922 şehadetinin adeta merkezi olmuş, 13. ve 20. Alay şehitlerinin kabirlerinin bulunduğu bölge unutulmaya terk edilmiş. Sadece onlara mahsus bir durum değil, Kurtuluş Savaşının 11 bin civarındaki şehidinin hangisinin hatırasına sahip çıkabildik... Bu ilgisizlik herkesi rahatsız etmelidir... 

    Bu tartışma, 28 Ağustos 1922 günü şehit düşen 13. ve 20. Süvari Alayı şehitlerinin kabirlerini belirleme ve o bölgeyi düzenlemeyi netice verirse, yararlı olacaktır... 

    Bu konuda saygıdeğer bir çalışma Dr. Selim Erdoğan tarafından yapıldı. 2020 Yılında Olucak'a giderek sahada çalıştı ve yerel şahitliklerle Akkaya mevkiindeki dere/vadide bir çok şehit kabrini keşfetti. Diğerlerinin tespiti, günümüz teknolojik araçlarıyla kolaylıkla yapılabilir. Yeter ki Selim Bey gibi gayretli insanlara imkan ve destek sağlansın...

    İsim değişikliği yapılırken Eğret, Fahrettin Paşa'nın bizzat diktirdiği anıttan mülhem, adını Anıtkaya ile değiştirdi. Her yıl Anıtkaya'da, Anıtkaya Şehitliğinde anılan süvarilerin kabri çoğunlukla Olucak'ta olduğu bilinsin. Onların kabirlerine de nişan konulsun ki Türk çocuğu, aziz şehitlerini her yerde dua ve şükranla hatırlasın...