26 Ocak 2024

Arap Nine Davası

     
    Dört yıl süren Birinci Dünya Savaşında Osmanlının bu kadar çok şehit verdiği hemen anlaşılamadı. Çünkü devletin kayıplarının bilançosunu tutmaya bile mecali kalmamıştı. Her şeyin anlaşılması çok sonra, Cumhuriyet döneminde olmuştur. 

    Onca şehidin ismen tespiti de yıllar almış, bu da ancak şahitliklere dayandırılarak yapılabilmiş. Çanakkale ise Cihan Harbi cepheleri içinde şehit ve şehitliklerin sembolü olmuş. Bize en yakın ve en çok şehit verilen cephe olmasının bunda payı bulunabilir. Çanakkale'nin bile bilinirliğinin 1990'lı yıllarda oluştuğu düşünülürse şehitlerin tespitindeki yavaşlık normal karşılanmalı.

    Öte yandan harp sonrasında hayat devam ediyordu; cephede kalanlar kaldı, memleketine dönebilen döndü. Asıl zorluklar geride kalanlaraydı. Kadınlar dul, çocuklar yetim kaldığını bilseler de henüz zorluklarla tam yüzleşmiş değillerdi. Bunun için az daha zaman geçmeliydi...  O süre geçtikten sonra hayat mücadelesi başlıyor...

    Bugün olduğu gibi emeklilik, yaşlılık, dulluk, malulluk, fakirlik vs. gibi gelir kaynakları yoktu; Eğret'te karnını doyurmak için ekip biçmeliydin. Kocan harpten dönmediyse nasıl olacak bu iş?.. Bu yüzden çok geçmeden şehit dulu kadınların evlenmeleri gerekti...

    İşte yukarıda söylediğimiz sebepten, yani şehitlerin hemen belirlenememiş olmasından dolayı dul kadınların tekrar evlenebilmesi o kadar da kolay olmadı. Önce kocasının öldüğünü ispatlama gibi başka bir mücadeleye girişmesi gerekiyordu...

    Bazı mahkeme kararlarını görünce çok şaşırmıştım. İnsanlar üç kuruşluk alacakları için dava açmışlar; bunun için duruşma, davacı, davalı, şahit, ispat vb. bir sürü prosedür yerine getirilmiş. Sonunda alacakları o üç beş kuruşa ne kadar muhtaçtılar ki böyle bir yola girdiler; o vakitler işte böyle fakirlik, sefalet varmış... diye düşünmüştüm. Ömer Kayır Bey, onların alacak davası değil 'gaiplik' davası olduğunu söyleyip işin gerçeğini anlattı. Dr. Selami Kurt Bey bu konuda bir çalışma yapmış ve Eğretli kadınlarca açılmış çok sayıda gaiplik davası tespit etmiş. Osmanlının son dönemindeki bu davaların açılması, görülmesi ve sonuçlanması süreci de ilginç işliyor...

    Dul kadın mahkemeye başvurup 'Falanca kişinin kocama şu kadar borcu vardı, kocam şurada asker iken vefat etti, onun varisi olarak huzurunuzdaki kişiden kocamın alacağını talep ediyorum' diyor. Kadı Efendi usulen borçlu davalıya durumu soruyor, o da 'Tamam benim borcum borç, ama borçlu olduğum kişinin öldüğünü nerden bileyim, belki yaşıyor' diye karşı argüman geliştiriyor. Böylece mevzu asıl istenen noktaya gelmiş oluyor. Kadın, kocasıyla aynı birlikte bulunan asker arkadaşlarını şahit olarak gösteriyor. Şahitler devreye girip, bahsi geçen kişinin hangi gün, nerede, nasıl şehit olduğunu, nasıl ve nereye defnettiklerini bütün ayrıntısıyla anlatıyorlar. Bütün bunlardan sonra karar veriliyor.

    Burada davalı kişinin herhangi birisi olabileceği, hatta gerçekten merhuma borçlu bile olmayabileceği, esasında davanın başka bir amaçla açıldığını da öğrenmiş oldum. Asıl amaç kadının alacağı temsili şu kadar para değil; kocasının 'gaip' olduğunu, öldüğünü, kendisinin ise dul olduğunu resmen kayda geçirmektir. Bu yüzden bu tip davalara gaiplik davası deniliyor.

    İşte Arapkızı Kezban Hanımın açtığı dava da tam anlamıyla bir gaiplik davası oluyor...

    Babası Hacımahmutlardan, anası ise Arapselimlerden olduğu için Arapkızı diye lakaplandı. Himmetoğlu Hasan ile evlendi. Kocası Çanakkale'ye harbe giderken Kadir ve Ömer adlarında iki oğulları vardı. Kelhasan, biraz zayıf yapılı hasdacak olan Kadir için endişeliydi; bu yüzden vedalaşırken çocuklarını karısına emanet etti, Kadir'e iyi bak diye de özellikle tembihledi. Himmetoğlu Kelhasan kendisi harpten dönemedi, orada şehit olduğu haberi geldi. Yetimlerinden Kadir de fazla dayanamadı, öldü... Tek oğlu, düzen takan ve malı maşadıyla tek başına kalan Arapkızının da kocaya varması lazımdı... Tam da o sırada Bolvadinli Çakallardan Kelbekir, karısının ölümüyle dul kalmıştı. Arapkızına talip oldu. Kezban Hanım bu işe olumlu bakıyordu; ama resmen, dinen ve hukuken kocasının ölmüş olduğu tespit edilmeliydi. Oysa 1920 yılında bütün bunları netleştirecek bir 'devlet' yoktu artık, bu işle kendisi ilgilenmeliydi.

    Dava açıldı, prosedür aynı kalıp üzerinde ilerledi. Kezban Hanım özetle diyordu ki 'Kocam Himmetoğlu Hasan emsalleriyle birlikte askere alındı ve vazife başındayken vefat etti. Zevcesi olarak ben ve iki küçük oğlumuz Kadir ile Ömer'den başka varisi yoktu, Kadir'in de vefatı üzerine ben ve oğlum Ömer kaldık. Zevcimin sağlığında Genelioğlu Hacı Emin Efendi'den 192 kuruş alacağı vardı, onu tarafımıza ödemesini talep ederim.'

    Genelioğlu Hacı Emin'e söz verilince Eğretli Himmetoğlu Hasan'a o kadar borcu olduğunu ikrar ve itiraf etmekle birlikte, adı geçen kişinin vefatına beyyine gösterilmesini istedi. O vakit Eğretli Selimoğlulardan Ömer oğlu Halil Çavuş (Şampayanın babası) ile Müdüroğlulardan Ahmet oğlu Halil Çavuş şahit olarak dinlenildiler. Onlar da özetle, 1914 yılında Himmetoğlu Hasan ile birlikte askere alındıklarını, aynı birlikte bulunduklarını, Çanakkale/Seddülbahir'de muharebe ederken bir şarapnelin Hasan'ın sol omzuna isabet ettiğini, bundan iki saat sonra 11 Temmuz 1915 günü şehiden vefat ettiğini, cenazesini oraya defnettiklerini anlattılar. Ayrıca Kezban Hanım ile küçük Ömer'in onun varisi oldukları hususunda da Kezban Hanımın beyanını doğruladılar.

    İki Halil Çavuşun yalan söylemeyecek dürüst insanlar olduğu da Eğret İmamı ile Muhtarı ve ayrıca köy halkından iki şahitçe ikrar edildikten sonra, bahsedilen miktar paranın borçludan alınıp ana oğula verilmesine karar verildi. 

    Maksat hasıl olmuştu, Himmetoğlu Hasan'ın vefatıyla Kezban Hanımın dul kaldığı kayıtlara geçirilmiş oldu. Böylece Çakaloğlu Bekir ile evlenmesinin de önü açıldı...

    Evlendiklerinde ikisinin de birer oğulları vardı. Arapkızının oğlu Ömer, Kelbekirin oğlu ise Mustafa... Kendilerinin de ayrıca iki oğulları oldu; 1922'de Ali Osman ve 1924'te Halil doğdu. Lakin iki yıl sonra Kezban Hanımın ikinci eşi Çakaloğlu Kelbekir de vefat etti... 

    Yeniden dul kalan Arapkızının artık üç oğlu ve bir de oğulluğu vardı. Oğulluğu Mustafa, Şaşdımoğlu Mustafa'dan dul kalan Ümmühan Hanım'a içgüveyisi olacak ve bundan sonra Yenimısdık olarak bilinecektir. 1998'de vefat etti... Kelbekirden olan büyük oğlu Ali Osman'ı da kendi yeğeninden dul kalan Çullugızı Şerife ile everdi. Köralosman yahut Alosmançavuş olarak tanınan Ali Osman Haykır, 1985'te öldü... Küçük oğlu Halil ise Bokuşağın kızı Fatma ile evlendi ve erken dönemde İzmir'e yerleşti; 2003'te vefat etti...

    Himmetoğlu Kelhasandan yadigar olan tek oğlu sakatlandıktan sonra Gambırömer diye bilindi. Gocagulizin kızı Hafize ile evlendi, bir oğulları olunca küçükken ölen kardeşinin adını koydu. 1950 Doğumlu Kadir Haykır 'İncegadir' olarak tanınmaktadır... Gambırömer de 1974'te vefat etti...

    Arapkızı Kezban Hanıma geri dönelim... Çakaloğlu Kelbekirden sonra bir daha evlenmedi. Oğullarını everdikten sonra Kuyuderesi bayırındaki evinde yalnız yaşadı. Bu dönemde kendisine Arap Nine derlerdi... Kelhasanın öldüğünü belgelemek için açtığı gaiplik davası kararını ölene kadar saklamış. Onu şehitlik belgesi gibi görür, gözü gibi bakarmış. Kaliteli ve büyük bir kağıda yazılmış olan bu belge, katlanan yerinden yırtılınca orayı iğne iplikle dikmiş... 1970 Yılında kendisi vefat ettikten sonra geride kalanlar, belgenin değerini fark edememişler. Büyük ve karton gibi kaliteli olduğu için tuz gabıcağına kapak gibi filan kullanmışlar. Ne olduğunu öğrendikten sonra ise muhafaza altına almışlar...

    Bu maceranın kahramanları çoktan tarih oldular. Adı geçenlerden ikisi hayatta; biri Himmetoğlu Kelhasanın şehadet belgesi, diğeri de onu saklayıp bizim haberdar olmamızı sağlayan Kadir Haykır... 

  


25 Ocak 2024

Köyümüz Namına Yapılan Yeni Hamam


    1955-1957 Arasındaki Eğret İhtiyar Heyetinin bir kısım kararlarının yazılı olduğu defterden bahsetmiştik. Konu dağılımı oldukça geniş olan kararlar incelendiğinde o döneme ait çok kıymetli bilgiler elde edilebiliyor. Ancak sayısal üstünlük hamam inşaatıyla ilgili kararlarda olduğu için, deftere bakarak başlı başına bu olayın hikayesi yazılabilir. Bunu deneyeceğiz...

    Şimdi Misginin evin bulunduğu yerde eski hamam varmış. Elde bir fotoğraf olmadığından eski binanın konumunu, yönünü, biçimini bilemiyoruz. Tam olarak zamanı anlaşılamasa da, orası 1954-55 gibi yıkılmış. 

    O günün şartlarında Eğret halkının olduğu kadar çevre köyleri için de özellikle düğünlerde büyük ihtiyaç duyulan hamam inşaatına hemen başlamak istemişler. Elde bulunan defter bölümünde buna dair alınan kararlar görünmüyor, önceki Muhtar döneminde yahut Tırakanın ilk günlerinde bu karar alınmış olabilir. Belki de alınan karar deftere kaydedilmedi; iş bitimine yakın bir zamanda akılları başlarına geldi, 1956 sonunda şöyle bir karar yazmışlar: "Köyümüzde hamam bulunmadığından yeni bir hamam yapılmasına ve bu hamam için lazım gelen malzeme ustalık ve sair bütün masrafların sarfı için senet karşılığı olarak Muhtarın yeteri kadar sarf etmesi hususunda kendisine yetki verildiğine söz birliği ile karar verildi. 17.11.956" Bu kararın en az bir yıl önce alınıp inşaata başlandığı kesindir...

    Eksiltme usulüyle yapılan ihaleyi 'Paşaköylü Müteahhit İbrahim Yanar' yükleniyor ve 1750 lira depozito/teminat yatırarak işe başlıyor. Nisan - Ekim 1956 aralığında bir çok kere istihkakından ödeme yapılıyor. Belki ödemeler daha önceden başladı, orasını bilemeyiz... 

    Bu durumdayken köylünün angaryaya koşulmuş olması gibi tuhaf bir durum karar tutanaklarına yansımış. Özellikle taş, kum gibi malzemelerin temini konusunda uygulanan bu angarya (tutanakta imece denilmiş, ama onda gönüllülük esastır) yetmiş yıl sonra bile Eğretlinin hafızasından silinmemiş. Çünkü katılmayanlara ceza kesilmiş, ikinci ve üçüncü tekerrüründe katlanan cezaların en nihayetinde 'haczen' tahsiline karar verilmiş.

    Kendisine ceza kesilen hane reislerinin bazıları; Aliefe, Halilefe, Hafız, Mollaosman, Urganlı, Coruk, Tatıresil, Cavanınibram, Müdüroğlu, Tellilerin Gocahasan, Hassönlerin Gocaömer, Hacellerin Mısdık, Çatalların Kırtümmet, Hacızekeriya, Hacıların Kelidiriz, Sıntırların Kelhasan, Sıntırırmızan, Yarımçakmak...

    Yörük Kerim Demir İhtiyar Heyeti, yani Tırakanın azalarından biri olduğu halde onun hakkında da tutanak tutulmuş. Ceza vermemişler, ama bir daha vazifesine gitmezse azalıktan azledileceğiyle tehdit etmişler. Meğer İhtiyar Kurulu aralarında işbölümü yapmışlar, nöbetleşe angarecilerin başında bulunma konusunda anlaşmışlar.  Bu, nöbetine gitmeyince olan olmuş...

    Angare işinden başka ücret karşılığında çalıştırılan köylüler de var. Sonradan okul bahçesine doğru düşen taraf Bilallerin Apil'e kazdırılıyor; yine ona ocaktan taş çıkarma işi veriliyor. Turabilerin Salih ve Ahmet Külte, Teke Hüseyin Öncül, Takgasların Mahmut Öncül, Garahmet Özdemir (Halis'in babası), Cıldır Abdurrahman Keleş, Halil Keleş, Dönelerin Hasan Çalışır, Delibayram Ali Aydın, Potuk Mevlüt Gülen, Gıllıoğlu Kazım Yavuz, Galgancıların Osman Aytar, Terlemezlerin Memiş Ahmet Terlemez, Irafanın Hasan Dalgalı gibi isimler de çeşitli zamanlarda inşaatta çalıştırılıp kendilerine ödeme yapılmış.

    Bundan başka Yeniceli duvarcı ustası ve biri Karacahmetli diğeri Ürgüplü iki sıvacı ustasına uzun süren işler verilip ciddi ödemeler yapılıyor. Daha başka boya badana, yalıtım gibi bir sürü Müteahhidin yüklendiği işleri, birilerine vererek hep İhtiyar Heyeti yaptırıyor...

    Müteahhidin işini köylüye yaptırma gibi bu tuhaf durumun sebebi 1956 Kasım ayında anlaşılıyor. O karar şu: "Köyümüze yeni yapılan hamamın eksiltmesinde Müteahhitliği üstünde kalıp kati teminat olarak 1750 lira yatıran İbrahim Yanar’ın şimdi hamam bitmiş olduğundan ve zaten bütçesi zayıf olup da hamam inşasını yarıda bıraktığından sonra Köyümüz emaneten Nafia Müdürünün nezareti altında yaptırdığından hamamın yanışından sonra yani bugün bu teminatın Müteahhide ödenmesine oy birliğiyle karar verildi. 17.11.1956"

    İbrahim Yanar işi yarım bırakınca Tıraka ne yapsın, Valilik ve Bayındırlık'a gidip akıl danışıyor, onlar da köyün imkanlarıyla yapmalarını söylüyor. Bütün o huzursuzluk sebebi angare ve cezaların kaynağı bu... 

    Karardan anlaşıldığına göre Köyümüz namına yapılan yeni hamamın test ateşlemesi 17 Kasım'da yapılmış. Halkın hizmetine açılması o kadar kolay olmayacak. Yenisi dursun, eskisine bakalım...

    Eski hamam tarihi filan, ama orası da büsbütün köhne değildi. Yıkıntısından çıkan malzemeler büyük ölçüde sağlam olup tekrar kullanılabilecek durumdaydılar.

    Beylik söğütleri ve kavakların yanında eski hamamdan çıkan kiriş, döşme, direk, tahta, kapı, pencere, çerçeve ne varsa satışa çıkarıldı. 26 Adet çam döşme Ömer Tüblek, bir çerçeve Sıhhıye Memuru Fevzi Kesecik, bir kapı Halil Keleş, bir sövesiz kapı Ahmet Asan, bir kapı Mustafa Şen, dört kapak tahtası Kadir Taşkın, üç kiriş ve altı öz döşme Kazım Kaçmaz, iki kanatlı bir dış kapı Arif Varlı, 16 hamlama direk Mehmet Kök, 54 çam döşme Hamdi Honça, 30 çam döşme Ali Çalışır'a Eylül ayı içinde satıldılar. Bu malzemelerin çoğu belki de yeniden kullanıldıkları yerde hala yaşıyorlardır...

    Yalnız kullanıma yaramayan ancak yakacak olarak değerlendirilebilecek parçalara ilgi olmayınca şu karar yazılıyor: "Köyümüz şahsına ait Eski Hamamdan çıkan tahta ve ağaçlar 956 Yılı Köyümüz namına yapılan yeni hamama sarf edilip de kesinti ve kırıntı tahta ve ağaç parçaları ihale gününde sahip çıkan bulunmadığından Afyon Nafia Müdürüne yakmak için kilosu dört kuruşa verilmesine karar verildi. 21.9.956"

    Yeni hamama dönelim... İnşaat bitti, tesisat düzenek tamamlandı, 4 ton çam odunu ve 12 ton kömür alındı, test kızdırması yakıldı... Bundan sonrası kararda şöyle ifade edilmiş: "Köyümüze yeni yaptırmış olduğumuz hamama bir çok zamanlar Köyümüz Muhtarı Abdurrahman Zenger tarafından Cuma günleri köylünün en toplu bulunduğu Cuma namazında köylüye duyurulmuş ve tellal ile de mahalle aralarında etraflıca izah edildiği halde talip çıkmadığı, iki ay kadar bir müddet Afyon’da hamam hususlarından anlar kimselerle temas edildi ise de Köy hamamı olduğundan zarar çekerizcesine cesaret edip de talip çıkmadığı, emanet gelmek isteyenler Köyde şüphe hasıl edeceği nazara alınarak..."

     İhtiyar Heyetinin ızdırabını anladınız mı? Âlâyıvâlâ ile yapılan hamamı işletecek kimse bulamıyorlar... Yukarıdaki ifadeler 1 Ocak 1957 tarihli karardan... Yalnız durum o kadar da kötü değil; aynı karardan anlaşıldığına göre mesele hallolmuş... Olay şöyle gelişmiş; Tıraka Eyüpçetine demiş ki; 

    'Yav sen bunca yıllık esnafsın, işletmeden anlarsın, ne diye fellik fellik adam arıyoruz ki!'  Eyüpçetin kabul etmiş bu teklifi... Yalnız Müteahhit kaçalıdan beri Vali ve Bayındırlık Müdürü ile istişare halindeler ya, onlar; 

    - 'Olmaz o iş' demişler, 'İhtiyar Kurulu üyesine iş verilmesine kanun engeldir!' Ama oğlu İbrahim'in hamamı yakmasına yasal engel yok diye de bir yol göstermişler. Bunun üzerine 'Köyümüz namına yapılan yeni hamamın' ilk işletmecisi olarak malum kararla İbrahim Çetin ile bir sözleşme imzalanmış oluyor. 

    "...Valimiz Nedim Evliya ve Nafia Müdürümüz Bedri Tuna şifahi müracatla istişarede bulunup düşünülüp başka çare bulunmadığından Köyümüzün azasından olup eskiden beri esnaflıkla iştigal eden Eyüp Çetin’in kendine Kanun müsaade etmediğinden oğlu İbrahim almak istemiş oğlu hakkında Kanunda bir madde bulunmadığından aşağıdaki şartlar altında Köyümüzden Eyüp oğlu İbrahim Çetin’e verilmesine oy birliği ile karar verildi."
            1.  Sene mukabili ikidir 1.1.1957 – 1.1.1959 arasına kadar yakma tarzı
            2. Hamamın sıva ve boyası senede bir defa olarak Nafia Müdürünün kontrolü altında olmak üzere alan adama aittir,
            3. Yüz liraya kadar olan ufak tefek tamiratlar kırık ve çatlakları yine alan adama aittir.    
            4. Hamamda iki lüküs bulunacak birisi içeride birisi (dış kapı önünde) bulunması şart,
            5. Beş yüz lira para ve tarla ipotek yapılacak,
            6. Hamamın çalışma tarzı kış ve yaz fasılasız sönmemek üzere çalıştırılması 
            7. Yıykanma tarzı 3 yaşından 10 yaşına kadar olanlardan 25 kuruş, 10 yaşından yukarı olanlardan 40 kuruş yıykanma ücreti alınması muhtemeldir,
            8. Yalnız hamam takımı takunya bulunması,
            9. Hamamcı tarafından hamam takımı verilecek olursa 60 kuruş ücret alınması,
            10. Hamamın senelik ücreti 365 lira olup her ay başında 50 lira Köy Sandığına irat etmesi Köyümüz halkına Eyüp oğlu İbrahim Çetin bu şartları kabul ederek Köyümüz İhtiyar Kurulu da muvafık görerek İbrahim Çetin’e verilmesine oy birliği ile karar verildi. 1.1.957"

    Şimdi biz eski hamam hakkında bir şey bilmiyoruz. Yıkılırken çocuk olanlar şimdi ihtiyarlık dönemindeler. 1956 Yılında 'Köyümüz namına yaptırılan yeni hamam' yıkılalı da bir kaç sene oldu. İlerideki kuşaklar ondan ve bizden nasıl bahsedecek acaba?



23 Ocak 2024

Bir Garip Merasim

                           
    Bıgalı Sabri Kocausta, karısının köyü Eğret'e yerleştikten sonra değişik işler tutmuş. Zahire ağırlıklı ticaret ve cambazlık gibi... Bunu genellikle Çakırlarla ortaklık biçiminde yürütmüşler. Sıfırdan başladığı Eğret macerasında neredeyse kısa sürede belini doğrultmuş. Şeker çuvalıyla para taşıdığı günler olmuş; tarla, bahçe gibi arazi satın almış. 1956 yılında bir de arsa alıp ev dam yapmış, her ne kadar Bıgalı diye anılsa da artık Eğretli olmuş...

    Bugün Resul Karakaya'nın oturduğu Akbaşların ev, Bıgalı tarafından o dönemde yapılmış. Sonra Afyon'a taşınma kararı alınca, kaynı Hacıiresilin damadı olan Akbaşların Mustafa'ya satıyor. Anlatacağım olay işte bu evde yaşanmış...

    Yine Çakırlarla ortak büyükbaş hayvan işine giriyorlar. Çakırosman bu işte var mı emin değilim, ama Çakırmehmet ile ortaklar... Küçük bir köy sığırı gibi sürüleri var, yaylıma çıkarıyorlar...

    Olur ya, hayvanlardan biri hastalanmış; fakat kesip yemeye izin yok. Nasıl olduysa yetkililerin haberi olmuş bundan, yasak koymuşlar. Ya biri bildirmiştir, ya da kendileri söylemiştir, yoksa kimin nereden haberi olacak... Muayene edince hayvanın kuduz lduğunu söylüyorlar, işler iyice karışıyor. Çünkü bu insanlara da bulaşabilen ölümcül bir hastalık...

    Mesele kuduz olunca karantinaya alma gibi bir tedbir de uygulanıyor. Çakırmehmetin ve Bıgalının avluda yirmişer otuzar mal öylece kalıyor; yaylıma çıkamıyor, suya gidemiyorlar... İş bununla kalsa iyi, Hükümet adamları bu mallarla kim ilgilendi diye isim istiyorlar, onlara da aşı yapılacak... Çakırmehmet ile Bıgalının Ahmet'in adını veriyorlar, hadi bakalım aşıya... Aslında herkes mallarla içli dışlı, ama iğne ve kısıtlılık korkusuyla diğerlerinin adını vermemişler; böylece iki hasarla kurtuluyorlar...

    Belanın kesin olarak defedilmesi o kadar kolay olmuyor. Sürü iki evde mahpus hayatı yaşıyor, dışarıya çıkmalarına izin yok. Buna bir çare bulmak lazım, aynı zamanda masum hayvanları tedavi etmek lazım; ama nasıl? 

    Bugünün imkanları ekseninde düşünürseniz durumun vehametini anlamayabilirsiniz. Baytar, iğne, ilaç bugünkü gibi yaygın değil... Daha önce kayıp koyunları canavar yemesin diye kurt ağzı bağlatıldığından bahsetmiştim size. Çekirge afetiyle mücadele için Sandıklı taraflarından okuya okuya nasıl sığırcık sürüsü getirdiklerini de... Vakti gelince kayıp koyunları kimin çaldığını bulmak için neler yapıldığını da anlatırım... O zaman işler böyle hallediliyor...

    Duymuşlar ki Seyitgazi'de bir Hoca var, dertlerinin devası onda... Üşenmeyip gidiyorlar... Hoca ile birlikte okunmuş tuz da getirmişler, mallara bir güzel yalattırıyorlar tuzu. Asıl keramet tuzda değil elbet, öyle olsa Hocayı getirmeye ne gerek vardı değil mi...

    Canları sıkkın hayvanlar Bıgalının avluda... Hoca orta yere çıkıp bayrağını dikiyor. Evet, bir bayrak, ayyıldızlı değil belki sancağa benzer bir şey... Onun yanında başlıyor okumaya... Kezban Hanımla evin kızı Şaziye de ellerine birer değnek alıp hayvanları sürüyorlar... Zaten küçük avlu, nereye gidecek sürülen mallar; başlıyorlar Hoca'nın etrafında dönmeye... 

    Vaziyet şu; ortaya bayrağını dikmiş sürekli bir şeyler okuyan Hoca, malları süren iki gariban ve bayrağın etrafında dönüp duran hayvanlar... Dışarıdan bakan birine tuhaf görünen bu merasimin böyle olmasını belki de Hoca istedi... Belki de o zat Hoca filan değildi, sadece o duayı bildiği için bu şekilde adlandırılmıştı... 

    Aynı merasim Çakırmehmetin avluda tekrarlanmış... Şaziye Hanımın söylediğine göre, bir müddet sonra büyük bir meydanda köyün bütün malları da okunmuş. Galiba herkes aşağıdaki Sığıreğleği'ne getirmiş, okutup döndürüp götürmüşler. Döndürme işleminin Uyuşak Dede türbesi etrafında yapıldığını ayrıca söylediler. Köyün bütün hayvanlarına genişletilen bu seramoniye sebep şap hastalığı olabilir...

    1960'lı Yılların başında yaşandığı düşünülen bu garip okuma merasiminin neticesi ne olduğunu bilmiyoruz, çok da önemli değil zaten...



22 Ocak 2024

Susa Yolu

    
    Han/Kervansarayın yapılmasına sebep oranın önemli bir yol üstü olmasıydı. Eskiden beri İstanbul-Konya yolu Kütahya'da çatallaştığında sağdan ticaret yolu, soldan Hac yolu uzanıyordu. Eğret doğal olarak ticaret yolundaydı. Bu yüzden tarihi ticaret yollarının belki birincisi olan İpek Yolunun önemli duraklarından biri Eğret Kervansarayı gösteriliyor.

Kervansarayın konumu dolayısıyla, bu önemli ticaret yolunun Eğret'e yaklaşan bölümü eski zamanlardan beri hiç değişmemiş. Ne köy içine girmiş ne de köyden fazla uzaklaşmış, hep onu yalayarak geçmiş gitmiş.

    Buñar'dan bülken Eğret Deresi ile arasına biraz mesafe koyup bir müddet öyle ilerler, köye vardıklarında omuz omuza, sırt sırta, yan yana ikiyüz metre kadar o vaziyeti korurlar. Dere, bu samimeyetten sıkılmışcasına başını alıp Gatçayır'a doğru uzaklaşır. Kısa bir müddet sonra Üyük'e varmadan pişman olup geri döner; lakin bizimki buna yüz vermez... Çaprazlama birbirini keser ve uzaklaşırlar, yol ile dere ebediyyen küsüşmüşlerdir...

    Eğret Deresi mi daha kıdemli, İpek Yolu mu?... Bunu bilemeyiz, yalnız dere önceleri tahminimizden daha güçlüymüş. Bülktüğü yerin çevresinde küçük bir gölcük oluşturur, oradan taşan su fazlalığı dereyi oluştururmuş. Dibinden sürekli büngüldeyen gölcüğe Eğretliler Bunar adını vermişler. Bir asır önce köyün yüksek yerlerinden bakıldığında çok rahat görülebilen bu gölcüğü, suyunun ne kadar kuvvetli olduğunu anlayasınız diye söylüyorum; yoksa konumuz Buñar değil...

    Eğret'ten o kadar uzaklaştıktan sonra bile çok güçlü akıntısı olduğuna bir örnek daha vereyim. Büzüğaliniñ Guyu civarında bir değirmen kalıntısından söz ediyorlar. Şimdi hayatta olanlardan dinlediğime göre pek de öyle uzak geçmişten bahsetmiyoruz. Orada değirmen çevirecek suyun gücünü siz hayal edin...

    Şimdi, bu kadar güçlü bir dere üzerine yapılacak köprünün üzerinden İpek Yolunun bir şubesi geçecek... Dere güçlüyse, yol önemliyse onları buluşturan köprü alalade olamaz. Kullanımdan düşse bile varlığını sürdürür, cesedi çürüse mezar tümseği baki kalır; hasılı başka bir yere köprü yapılsaydı ondan bir iz kalırdı. Bu yüzden İpek Yolu ile Eğret Deresinin bir kaç kilometrelik güzergahı, çok eski zamanlardan beri bu vaziyetteydi.

    Köy ne zaman kurulmuşsa bu yol o zamandan beri orada... O halde Eğret ve Eğretlinin yaşadıklarına tanıklık eden bu yol ile ilgili söyleyecek şeylerimiz olmalıdır.

    Eski dönemlerde kervanların gelip geçtiği bu yolun sırtına fazla yük binmiyordu. Onu tahrip edecek, en fazla at öküz arabaları olurdu; lakin onlar da yol üzerinde sadece iki kalın iz bırakırlardı, o kadar... Çok rahattı yani... Son dönemlerde motorlu araçlar çıktıysa da henüz Eğret'ten geçecek kadar yaygın olmadıkları için onları kaale almaya gerek yoktu...

    İstanbul-Medine arasına inşa edilen Hicaz Demiryolu yakınlardan geçirildi. Hicaz yolu zaten eskiden de vardı, onun demiryoluyla desteklenmesi Eğret'i teğet geçen bu yolun öneminden bir şey eksiltmedi..

    Bütün dönemler boyunca taş, çakıl, kum ile sürekli güçlendirildi. Bu son zamanlarında köye yabancı bazı işçi, memur, mühendislerin ona 'şose' demeleri Eğretlinin ilgisini çekti. Öteden beri diline yabancı bazı sözleri Türkçeleştirmeye ağızları alışıktı. Asırlardır yan yana yaşadıkları yolun adı bundan sonra 'susa yol' olarak kaldı.

    Susa Yolu işgal günlerindeki Eğret'in kaderini paylaştı. İlk defa yabancı postallar çiğnedi onu. İlk defa bu kadar çok kamyon homurtusu işitti, ilk defa bu kadar ağır tekerler altında ezildi. Kurtuluşun coşkusunu da birlikte yaşadılar. Afyon'dan kaçmakta olan Trikopis güçlerinin kamyon kolunu 28 Ağustos sabahı Türk süvarileri bu  susa üzerinde vurdular. Vurulan kola yardım için Eğret'ten ayrılan otomobil kolu bu susayı kullandı ve bir daha geri dönemedi... Bir gün önce güncellenen emirle Türk ordusunun yetki alanı belirlenirken bu susa hudut kabul edildi. Hasılı kelam, susa yolu, işgali de zaferi de iliklerine kadar yaşadı...

    Bundan sonra kervan katar işi bitti, artık motorlu araçlar vardı. Susa yolu bildiğin asfalta dönüştü; başkaları karayolu dedilerse de Eğretlinin gözünde ve ağzında hep susa yolu olarak kaldı.

    Her ne kadar köyün dibinden geçse de, susa yolunun yaklaşık beşyüz metrelik kısmı köy içindeymiş gibi şenlik olurdu. Kazlar, yaylıma giden mal maşat, koyun sürüleri; Daşlıtarla ve Gatçayır taraflarına gelip giden insan ve arabalar; Üyük istikametinde tarlaya giden  gelenler; susa boyunca volta atan delikanlılar; Karakolun karşısında 'Ademin Arabayı' bekleyen Afyon yolcuları; mevsim müsaitse Çay'ın önünde mola veren turistler...

    Kelibanın ev ile Üyük arası başka bir yerdeymiş hissi verirdi; iki taraftan yükselen söğüt ağaçları tepeyi neredeyse tamamen kapatır, tünelden geçiyor sanırdınız. Afyon tarafından gelenler için susanın sol tarafı yeşilken, köy tarafı çıplak görünür. Buna rağmen herkes sağına bakar, çünkü yükseklere kurulmuş bu köy görene ilginç gelir.

    O zamanlar karavan maravan bilmediğimizden, ardına ev takılmış arabalara cip der geçerdik. Cipler bahar ve yaz mevsiminde görülürler, genellikle durup eğlenen, fotoğraf çekenler hep bu cipten inenlerdir. Fotoğrafını çektiklerine ufak tefek hediyeler verdikleri için onlarla muhatap olmak hoşa giderdi. 

    Genellikle Hafızın Çeşme civarında köy halleri, Alimenin Guyu yanında harman manzaraları için duraklayan cipler ile ben daha başka yerde karşılaştım...

    Dört beş yaşlarında olmalıyım, Çorbeci Guyusunun oralarda oynuyoruz... Bir cip durdu, fotoğrafımızı filan çektiler... Gırın başında bir köylü çocuğunun üstü başı toz toprak, çamur olabilir; belki sümük salvar filan da varmıştır, bilmiyorum... Adamla kadına ilginç geldik demek ki... Bize fotoğrafı verdiler mi hatırlamıyorum, ama enterimin eteğine doldurdukları ciyirdekli şekerleri akşama kadar yemiştik... Şimdi o fotoğraflardan birini görsek kendimizi tanıyamayız...

    Biraz büyüdüğümüzde bazılarının Mezerböğrü'ne çıkıp araba taşladıklarına da şahit olduk. Pek isabet etmezdi atılan taşlar, ama cama filan denk gelse hasar verirdi. Zavallı şoförlerin bazıları dururdu, yine de ne yapabilir ki; atıcılar tedbirli, fırlayıp kaçıyor... Eskiden beri yaparlarmış taşlama işini... Adına da taş boyama derlermiş... Kamyonun kasasına taş fırlatıyorsun, taşın hızıyla kamyonun hızı çarpışınca kasanın boyası taşa yapışıyor. Sonra o taşı bulup nasıl boyadım diye sanatınla (!) gururlanıyorsun. Adamdaki oyun eğlence anlayışına bak...

    Susa yolu, gelin indirilirken de kullanıldığı olurdu. Konvoy susaya çıkarsa Macurun benzinliğine, yahut Bayramgazi'ye kadar varır geri dönerdi. Köyden bu kadar uzaklaşmak biz çocuklar için çok değişik şeylerdi...

    Düğün dedim de aklıma geldi... Susa yolu Eğretlinin zihnine öyle bir yerleşmiş ki, yalnız burada söylenen bir türküde kendine yer bulmuş: 

    Su yolu, susa yolu
    Boş gider, gelir dolu
    Haydiñ amanıñ gımıldan gımıldanıver
    Gara gözlüm gımıldan gımıldanıver

    Tabi susa yolu, köylünün hafızasında hep güzel hatıralarla yer etmedi. Bu kadar hareketli bir ortamda kazalar eksik olmuyordu, çok canlar yandı. Genişletilerek yenilenen karayolu, bir kilometre kadar dışarıya alınmasına bir sebep de bu kazalar mıydı acaba?

    Başlangıcını bilmediğimiz bir zamandan beri birbiriyle cilveleşen ikilinin dostluğuna ilk ihanet yoldan geldi. Akgaya'ya doğru çekip gitmişti... Yıldan yıla eriyen Buñar ve dolayısıyla Eğret Deresi, bu ayrılığa yarım asır kadar dayanabildi ve geçtiğimiz yıllarda tamamen kurudu..

    Fotoğraf Kaynak ERT Arşivi

17 Ocak 2024

Mumaklık

     
    Çayırözü'nden başlayıp Kepezler ve Bağlarla devam eden, Mantarlık'tan sonra köy içine giren; Kuyuderesi, Atmezarı derken Çayırlar'da eriyen tepe zinciri, Anıtkaya'nın boynuna takılmış gerdanlığı andırır. 19. Yüzyılda İstanbul tarafından gelen gezginler, bu yüzden Eğret'i koca bir kaya üzerine konmuş gibi tasvir etmişler. Aslında gördükleri, koca gerdanlığın sadece bir taşından ibarettir...

    Zamanında tepe zincirinin birisinin ucuna kervansaray ve müştemilatı inşa edilmiş. Hacı İbrahim Zaviyesi çevresinde Eğret köyü oluşmaya başlayınca kervansarayın yaslandığı tepenin büyük bölümü kabristan olmuş. Yerleşim ise genellikle tepelerin kök kısmında kalmış, burunlara doğru inilmemiş.

    Kabristanın bulunduğu tepenin güney yamacındaki diğer burun, son zamanlara kadar çıplak kalmış. Mumaklık denilen bu tepenin neden böyle adlandırıldığına dair bilgi edinemedim. Bilindiği üzere Eğret çocuk dilinde mumak, yemesi çok zevkli ve tatlı yiyecek anlamına gelir. Bugünkü karşılığı tatlı abur cubur gibi bir şey. Ayrıca bir yiyeceğin çok lezzetli ve tatlı olduğunu belirtmek için 'mumak gibi' benzetmesi hala kullanılmaktadır.

    Mumaklık'ın mumak sözüyle ilgili olduğunu düşünmüyorum. 1950'li yılların resmi Köy Karar Defterinde bir kaç kararda 'Mumatlık Mevkisi' diye yazılmış. Buna göre oranın adının resmen Mumatlık olduğunu, halkın ağzına daha kolay geldiği için Mumaklık'a dönüştüğünü kabul etmek lazım...

    Tabi mumat diye bir kelime de bulunmadığına göre, burada da bir değişim dönüşüm var demektir. Arapça ölüm anlamında memat kelimesi çıkış noktamız olabilir. Memat > mamat > mumat mantıklı bir dönüşüm gibi duruyor. Kelimenin anlamını esas alıp, 'Bunun ölümle ne alakası var!' derseniz, karşı tepedeki eski kabristana bakmanızı öneririm...

    Neyse... Yerleşimin olmadığı zamanlarda, 1930 öncesinde diyelim, Mumaklık Eğretlilerin toplanma eğlenme yeri gibi bir şeymiş. Güreş, dövüş, kavga ve her türlü yarışı burada yaparlarmış. Genellikle ikili yarışlara sahne olan bu kel tepe tamamen de kel değilmiş ki mesire yeri gibi de kullanıldığına dair bir rivayet var. Yalnız bu rivayeti destekleyecek bir bilgi bulamadım...

    İkili müsabakalara dönecek olursak... Misal, güreşte birine meydan okuyorsun, bunun yeri Mumaklık oluyor 'Ge Mumaklığa çıkıverem' diyorsun... Taş atmada böyle, kavgada böyle, koşuda böyle... Mumaklık bir spor alanı gibi, öyle bilindiği için seyirci de eksik olmuyor; faul yok, hile yok, garımak yok...

    Takım oyunları için de uygun bir ortam orası... O günün en popüler oyunlarından meti küçük çocuklar köy içinde oynuyorlar; evli barklı koca koca adamlar mahalle arasına sığamaz ki, geniş alan lazım. Bu yüzden onlar Mumaklık'ı buluyorlar...

    Kış sporları deyince gayık kaymayı unutmamak lazım. Yine çocuklar için küçük tümsekler yeterli olabilir; lakin koca adamlar için kayak merkezi lazım... Mumaklık biçilmiş kaftan... Şeherlioğlu Ahmetçavuşun Alaattin Şık, düğün öncesi sağdıcı Gavasın İsmail Sargın ile birlikte oraya kaymaya gitmişler. Tek tük yapılaşma başladıysa da kaymayı engelleyecek kadar değil henüz. Tepeden koyvermişler kendilerini... Aşağıda öküzler suya mı gidiyor ne... Altgeçitten geçer gibi öküzün altından kayıp geçmiş... O kadar hızlı kayıyor ki, durduramamış kendini... O zaman eski asfalt işlek değil, orayı da aşıp Hafızın bahçeye uçmuş...

    Mezerböğrü'nü anlatırken söylemiştim; çifte çeşmeye suya inen kızları gözlemek ve kendini onlara göstermek için delikanlılar orayı mesken edinirlermiş. Aynı durum Mezerböğrünün tam karşısındaki Mumaklık için de geçerliymiş, hatta Mezerböğrü'ndekinden daha fazla genç bulunurmuş Mumaklık'ta...

    Her şey değiştiği gibi zamanla Mumaklık da değişiyor. Eğret büyürken onun olduğu gibi kalması mümkün mü? 1930'lardan itibaren oradan yurt yeri göstermeler başlıyor, 1940'lı yıllarda devam ediyor, 1950'lerde ise yapılaşma başlıyor ve 1960'larda o eski kel tepe Mumatlık'tan eser kalmıyor, neredeyse bugünkü halini alıyor. Orayı gösteren eldeki en eski foroğrafa göre, Mumaklık bugünkü iskeletine atmış yıl önce bürünmüş...

    Bugün Mumaklık tepesinde kimlerin evleri varsa ta o yıllardan arsaları alınmış. Yurt yeri, yani arsa ihtiyacı olana Muhtarlıkça gösteriliyor; belirli bir fiyattan satmak suretiyle arsa ihtiyacı karşılanmış oluyor. Günümüzden farklı olarak Bilallerin Ercebin ev vardı mesela, Gobaklara geçti. Ahmetçavuşun arsa Yarımçakmağın Osman'a geçti. Delişükrünün de arsası varmış, o kime el değiştirdi bilemeyeceğim... 

    Böyle ufak tefek değişiklikler olduysa da atmış yıldır Mumaklık özünde çok değişmemiş. Yalnız 1970-80'lerde yol ile evler arasındaki geniş boşluklar satılarak bugünkü görünüme büründü... Bununla beraber asıl değişikliğin 1960'larda tamamlandığını ve gerdanlığa bir taş daha eklendiğini unutmayalım...

    Fotoğraf Kaynak; Natali Avazyan


Kör Hocanın Saati


     Dağ eskiden çok şenlik olurmuş. Bir defa ağıllar sayesinde orası geniş alana yayılmış bir köye benzermiş... Neredeyse herkesin koyunu var, buna uygun olarak o kadar fazla sayıda koyun ağılı da Dağ'ın her tarafına serpiştirilmiş. Baksan Eğret'in küçük bir kopyasını orada görüyorsun...

    Dağ'daki Eğret'te cami yok tabi; hele de yaz ise her taraf mescit çünkü... Cuma namazı için köye gidiyorlar, ama Ramazan'da her gün her gün bu imkansız... Onlar da ne yapıyor, teravih imamı ayarlıyorlar kendilerine; Ramazan'ı ağıllara taşıyorlar...

    Yaz mevsimine denk gelen 8-10 yıllık oruç dönemlerinde bunu titizlikle uygulamışlar. Ağıllar da mevkisine göre iki gruba ayrılmış. Almalı ve Bahçecik tarafındakiler ayrı mescitlerine ayrı imamlar tutmuşlar. Mevkileri, bölgeleri, imamları farklı olsa da, olan aynı; bütün çobanlar toplanıyor, imamın ardında saf tutuyorlar. İşin manevi yönünü bilemeyiz; ama açık havada, yıldızlar altında bir imamın bir de cırcır böceklerinin sesi eşliğindeki namaza fantazi mi dersin, huşû mu dersin...

    Almalı tarafının 1949 Ramazan imamı Kör Hoca... Ağıllarda ilk hocalığı mıydı bilmiyorum, belki öncesi de varmıştır... O sene Aşiret Yörüklerinden Gara Ahmet diye lakaplanan Ahmet Alaybeyi, obasını Almalı mevkiine açmış ve ilk akşamdan teravihlerin müdavimi...

    Bir Ramazan oruç, namaz, muhabbetle geçiyor... Bayramda veya sonrasında Ağılcılar Körhocanın hakını vermişler. Garahmet de hesapta olmayan cemaat olarak;

    - 'Hak ne istiyorsan söyle; dana mı, keçi mi, koyun mu, koç mu...' diye gönül cüzdanını açıyor... Körhocanın tek gözünde bunların hiç biri yok... İlle de saat...

    'Hiç birini istemem' demiş, 'Vereceksen, aha cebindeki şu saati ver...' 

    Galiba Garahmet için de o saat çok önemli, işin maddi değerinde değil; lakin bir hatırası var... Bu yüzden vermek istemiyor;

    - 'Sürüden istediğin kadar mal götür, ama saat olmaz' diyor... Orada mevzu tıkanıyor... Bir kaç gün sonra Garahmetin gönlü oluyor, Eğret'te Körhocanın yanından saatsiz ayrılıyor... Artık saat Hoca'nın cebinde...

    Körhocanın cebindeki saat, hayatının bundan sonraki döneminde önemli bir yer edinecek. Zaten işi namaz kıldırmak olan bir hocanın hayatında, vakti bilmek ne kadar önemli olduğunu tahmin edersin... Yalnız bugünün kafasıyla düşünme, şimdi nereye baksan bir saat görüyorsun; o vakitler öyle mi, saat bir servet...

    İşi namazla olanlar, ezanî saate göre her gün ayar ve kurma işlemi yapıyorlar. Onlar için akşam saatlerinde güneş garip bir merasimle batıyor. Ezan başladığı anda saat 12'ye ayarlanıp kuruluyor, bu her akşam üstü ihmal edilmemesi gereken bir uygulamadır... Amma senin okuyacağın ezanla saatler ayarlanacaksa, senin saatin şaşmaz olması gerekir...

    İşte Cumalı ve Susuzosmaniye köylerinde imamlık yaparken Körhocanın cebinde Garahmetten aldığı bu saat vardı. Vaktin öneminden dolayı saatinin bakım ve ayarı konusunda aşırı titizlik gösteriyordu. Galiba onu biraz seviyordu da... Saatine karşı aşırı düşkünlüğünü fark eden cemaat bunu Hoca'ya takılma konusunda zaman zaman koz olarak kullanırdı... Körhocanın asabiliğini de düşününce, bazen eğlenceli haller oluşurdu...

    Bir Ramazan günü Hoca'nın ailesi Eğret'te, kendisi ise vazife başında... Müezzini var, ezanı okutturuyor filan; ama vakti tayin edip namazı kıldıran kendisi... Mübarek gün; 

    - 'Hoca senin saat yanlış, ezanı vaktinde okutmuyorsun' diye dalına basmışlar... Saatine laf etmek ne demek... Körhocaya çok dokunmuş bu... Cevap vermediyse de manalı bir edayla kafasını sallamış...

    Kafa sallayışın ardındaki anlam ertesi günü ortaya çıkıyor... İftara yakın bütün evlerde, gözler kurulu sofraya, kulaklar ezana kilitlenmiş... Hocaevi'nde de durum böyle, yalnız Körhocanın gözü saatinde kulağı ise serbest...  Vakit girince çırağını da sofraya çağırmış, güzelce karınlarını doyurmuşlar. Cigarasını yakarken müezzine;

    - 'Hadi oğlum, çık minareye ezanı oku; şu bilmemnetdiklerim de orucunu açsın!' diyerek keyiflenmiş... Saatine dil uzatanlardan böyle intikam aldığını sayısız kişiden dinlemişimdir...

    1949 Ramazanı sonunda Garahmetten aldığı saati Körhoca ölene kadar ihtimamla saklamış. Uhrevi bir vazife edasıyla her akşam üstü cebinden çıkarıp 12'ye ayarlayıp kurmuş. Ezanı ona göre okuyup namazı ona göre kılmış. Ona bakarak niyetlenmiş, iftar etmiş... Dolayısıyla çevresindekiler de hayatının merkezine hep o saati almış...

    1969 Yılının Aralık ayında bir akşam üstü, sevenleri Körhoca Dedemin başucunda toplanmış. Çünkü bir gün öncesinden Aşşağılı Efemehmet değilse kendisinin öleceğini bildirdiğinden, ölüm döşeğinde olduğu anlaşılmış... Bu durumdayken akşam ezanları çınlamaya başlamış; lakin Hoca Dedemin, cebindeki sevgilisini çıkarıp her zamanki yaptıklarını yapmaya dermanı yok... Macur Ali Dedeme işaret etmiş, o da saati 12'ye ayarlayıp kurmuş ve tekrar Hoca'nın cebine sokmuş. Ritüel yerine getirilince bir rahatlık inivermiş yüzüne... O rahatlıkla Eşhedüenlailaheillallah...

    Hep anlatırlardı, hala da anlatırlar... Ama vefatından sonra Körhocanın saatine ne olduğu bilinmiyor...



15 Ocak 2024

Şehadetname

    
    'Böyle şeylere ilgilisin, değerlendirirsin.' diye çektiği fotoğrafı bana gönderdi. Mustafa Kırbaç Abinin babasından kalan belgeler arasındaymış. Alicikler/Naymelerin Hasan Kırbaç'a ait bu öğrenim belgesi 1936 yılında düzenlenmiş. Onu değerli kılan, Türkiye Cumhuriyeti Devletince verilmiş Eğret'e ait eldeki en eski öğrenim belgesi olmasının yanında, ayrıntılara gizlenmiş bizim için yeni bilgiler içermesidir.

    Evvela genç bir devletin bir köy okulu için uygun gördüğü böyle bir belgenin, o günün şartlarına göre gayet estetik tasarlanmış ve kaliteli basılmış olduğunu belirtmek lazım. Baskıda ikinci bir renk olarak kırmızıya da yer verilmiş ve üç ayrı harf stili kullanılmış. Başlıktan sonraki asıl çerçeve iki bölüme ayrılıp ilkine iki basit tablo yerleştirilip ikincisine de metin bölümü yayılmış. En altta onay ve imzalar bulunuyor... Bütün bunlar gözü yormuyor...

    Şekil ve görüntüden sonra ona asıl önemini kazandıran hususlara gelelim...

    İşin eğriliğinde doğruluğunda değilim... Şimdi düşünelim, 1928 sonunda harf inkılabı yapılmış. Aynı günlerde okuma yazma seferberliği başlatılmış; ama sıfır noktasındasın, öğreticin yok... Şuncacık yıl sonra o noktadan Eğret'te böyle diploma verebilecek duruma geliyorsun. Bu, küçümsenemeyecek bir seviyedir...

    Belgedeki başlık 'Türkiye Cümhuriyeti Maarif Vekaleti Eğret Okulu Köy Mektebi Tasdiknamesi'dir... 'Eğret Okulu' ifadesi hariç diğer kısımlar matbu... Burada dikkatimizi çekmesi gereken hususlardan birisi de aynı başlıkta mektep ve okul kelimelerinin bir arada kullanılmasıdır. 'Güneş Dil Teorisi' ve 'Öztürkçe' kavramlarının yol açtığı karmaşayı göstermesi açısından ilginç bir durum...

    Eğret'te bir okul kurulmuş. Kısa zamanda açılan bu okulun yeri neresiydi acaba? Açılma aşamasındayken mektep deniliyormuş, hatta buna uygun basılı evraklar hazırlanmış; bu arada kelimelere yeni karşılıklar aranırken mektebe okul demeye karar vermişler. Açılırken mektep, belge verirken okula dönüşümün açıklaması böyle... Benzer karışıklığı mühürde de görmek mümkün; 'T.C. AFYONKARAHİSAR EYRET KÖYÜ MEKTEBİ BAŞMUALLİMLİĞİ'

    Henüz diploma kavramı bilinmiyor, bu yüzden başlığa Tasdikname yazılmış. Yalnız başlığın altında sol üstte 'Şehadetname No' bulunuyor; burada da belge böyle adlandırılmış. Diploma numarası olarak düşünmemiz gereken bu bölümden de anlaşılıyor ki şehadetname, diploma kavramının eski adıymış. 1984'te ilk defa duyduğum bu kelimeyi rahmetli dedem tam da bu anlamda kullanmış, mezun olduğumu söyleyince 'Şehadetnameyi aldın mı?' diye sormuştu...

    Şehadetname numarasının tam karşısında sağ üst köşede ise Mektep No kısmı bulunuyor. Okul Numarası 10 olduğu halde Diploma Numarası 27 olan bir öğrenci, okulun en azından ikinci dönem mezunu olduğu düşünülebilir; belki de üçüncü dönem... Her dönem üçer yıldan hesap edilirse Eğret Mektebi en geç 1928'de açılmış olmalıdır...

    Şehadetname üzerindeki iki küçük tabloya dersler ve davranışlar derecelendirilmiş. Bu haliyle, bildiğimiz karneyi andırıyor. Eskiden diplomaların böyle olduğunu duymuştum, görmek bugüneymiş... Hatta büyüklerimiz bizim karne için 'Hal ve Gidiş kaç?' diye sorarlardı da bir anlam veremezdik. Sebebi şimdi anlaşıldı, onların zamanında ders ve davranış notlarından ayrı olarak 'Gidiş ve Hal' bölümü varmış...

    Matematik yerine 'Hesap Hendese', Beden Eğitimi yerine 'Cimnastik' denilmesinden başka bir farklılık olmayan ders değerlendirmeleri bölümünün altında şu metin doldurulmuş: 'Afyon vilayeti Eğret Köyü mektebinde tahsilini bitirerek geçirdiği imtihanda yukarıda gösterilen dereceleri kazanmış olan Karamehmet o. Hasan'a bu tasdikname 1936 yılı Haziran ayının onuncu günü verilmiştir.'

    1934 Yılında Soyadı uygulaması başlatılmış olmasına rağmen, ondan iki yıl sonra düzenlenen bir belgede niye soyadı değil de sülale adı kullanılır ki? Bunun açıklaması şöyle olabilir; Aliciklerin Hasan 1933'te okula kaydedilirken henüz soyadı uygulaması yoktu, bu yüzden kütüğe Karamehmet oğlu Hasan diye kaydedildi. Nitekim ilk tablodaki kimlik bilgilerinde Aile Adı satırına 'Karamehmetler' yazılmış... Şehadetname/Tasdikname/Diploma düzenlenirken kütük kaydı esas alındığı için Hasan Kırbaç değil Karamehmet o. Hasan yazılmış...

    Aynı karışıklık Doğum tarihi hususunda da görülüyor. Ölçü ve Takvimdeki değişiklikler 1926 yılında yapılmasına rağmen bunların ayarlanması, uygulanması ve yaygınlaşması uzun yıllar aldı. Son değişiklik ancak 1933'te yapılabildi. Hasan'ın doğum tarihi de kütüğe 1340 olarak işlendi. Aynı sebepten, yani kütük bilgileri esas alındığı için de diplomaya öyle geçirildi.

    Kimlik kısmında Doğduğu yer kısmına cevap olarak 'Eğret Kamunu' yazılmış. Kamun kelimesi de dil değişikliği yıllarındaki karmaşanın hatırasıdır. Nahiye yerine uydurulmuş, ama tutmamış çok kısa bir süre sonra kullanımdan düşmüş. O kadar ki ben başka bir yerde bu kelimeye rastlamadım. Düşünsenize, aynı dönemde mektep yerine uydurulan okul kelimesi tutmuş; ama nahiye yerine uydurulan kamun kelimesi kendine halkta yer bulamamış...

    Halkta karşılık bulamayan uyduruk kelimelerden birisi de belgenin sonundaki imza kısmında bulunuyor. Vali Türkçe değil diye, onun yerine İlbay kelimesini öneriyorlar... 1936'da şehadetnamede görülen bu kelimeyi bugün duyamazsınız, il yöneticisine hala vali diyoruz. 

    Tasdik bölümünü İlbay Vekili (Vali Yardımcısı), Maarif (Milli Eğitim) Müdürü, Başmuallim ve Sınıf Muallimi imzalamışlar. Başmuallim ve Sınıf Muallimi aynı kişi olduğuna göre o sırada Eğret Mektebi'nde tek öğretmen varmış... Bu öğretmen her kim ise, yine o yıllarda Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Sonradan Türk Dil Kurumu) adına Eğret halkının kullandığı yöresel kelimeleri derleme çalışmalarını başlatan kişidir.

    Sonuç olarak Naymelerin Hasan Kırbaç, 1936 yılında Eğret Mektebi'inden aldığı 27 numaralı şehadetnameyi saklamış. Kendisinden sonra da çocukları iyi muhafaza etmişler, sanal da olsa Eğret Müzesinde sergilenmeyi hak ediyor. 



14 Ocak 2024

Güzel Hikaye

     
    Camilerin vazgeçilmez aksesuarıdır; mihrabın sağına 'Allah', soluna 'Muhammed' isimlerinin yazılı olduğu hat levhaları asılır, sonra yukarıdan bir kuşak oluşturacak şekilde dört halife ile Efendimizin iki torununun isimleri sıralanırdı. Yeni yapılan camilerde daha başka süsleme ve aksesuarlara yer verilse de çoğunda yine bu levhaları görmek mümkün.

    Erken gittiğiniz zamanlarda gözünüz takılıp incelemişsinizdir, sekiz levhanın her birinin kendine has ayrı bir estetiği vardır. Okuma bilmeyip de az çok harfleri tanıyanlar levhada hangi isim yazdığını çıkarabilirler. Bununla beraber iki levhadaki Hasan ve Hüseyin isimleri birbirine benzer ve bu benzerlik Arapça yazıya en uzak kimselerin bile gözünden kaçmaz. Yalnız iki noktalık bir fark Hüseyin'i kardeşinden ayrır...

    Eski harflerle yazıldığı zamanlarda iki ismin hep karıştırıldığını, aynı kökten geldikleri için ikisine birden 'Hasaneyn' denildiğini, bu kelimenin yalnız Peygamberimizin iki güzel torunu için kullanıldığını, kelimelerin 'hüsn' (güzel) kökünden geldiğini 'Çifte Güzeller' başlığıyla anlatmıştım. Orada, aslında 'Hüseyin' diye bilinen kişinin adı 'Hasan' olarak kaydedildiğini, ferasetli Eğretlilerin ikisini de ifade eden Hasaneyn kelimesini dönüştürerek 'Esnan' yapıp adamın lakabı haline getirdiklerini, böylece Esnanlar  diye yeni ve güzel bir sülale adı meydana çıktığını izah etmiştim. Yine orada aynı kökten türeyen Hasan ve Hüseyin'den başka Hüsnü, Hüsnüye, Tahsin, Muhsin, Muhsine gibi isimleri de zikretmiştik...

    Güzel/hüsn kökünden gelen Muhsin ismi Anıtkaya'da pek bilinmiyor; sadece Kekecin Muhsin İdis ve Haydarın Muhsin Acar var... Geçenlerde İzmir'de Muhsin İdis Abi ile tanışınca isminin hikmetini sormuştum. Anlattı, çok basitmiş... Kekecin askerdeyken çok sevdiği ve saygı duyduğu komutanının adıymış. Onun hatırasına oğluna bu ismi vermiş. Hatta Eğretliler olarak aynı birlikte baya da kalabalıklarmış. O komutan hepsinin ortak kumandanıymış; fakat oğullarına sadece Haydar ile ikisi onun adını vermişler. Yani Anıtkaya'lı hepi topu iki Muhsin'in isim kaynağı aynı imiş...

    Muhsin Abi babasının diğer asker arkadaşlarını da söylemişti; lakin not almadığım için unuttum gittiydi... Bugün Demircisalek (Salih Yakışır)ın torunu Osman Yakışır ile tanışıp sohbet ettik. Dedesinin özenle sakladığı bir kaç fotoğrafı da benimle paylaşma nezaketinde bulundu. Bazı fotoğraflardaki yüzlerin kimler olduğunu da Annesi Hatice Hanım bize söylüyordu. Beş kişilik bir askerlik hatırası fotoğrafında Kekeç ile Haydar isimlerini duyunca benim kafamda şimşek çaktı.

    Muhsin İdis Abinin söyleyip de benim unuttuğum üç kişinin daha adı meydana çıkmış oldu. Belki dahası da vardır; gelirse onları da zikrederiz... Fotoğraftaki kişiler; Dönelerin Ali Çalışır, Kekeç Halil İdis, Demircisalek Salih Yakışır, Aydınlı Delimehmetin Haydar Acar ve Tekelilerin Halil Temel...

    Çifte Güzellerde Esnanların hikayesi gibi burada da bir başka güzel Muhsin hikayesi ortaya çıktı. Ne güzel...

    Fotoğraf Kaynak. Osman Yakışır



13 Ocak 2024

Tıraka'nın Karar Defteri


    Sülale çalışmaları bitince sıradaki konuyu incelemeye başladım. Bir süre önce, Metin Tüplek'in muhafaza altına alması sayesinde bugüne gelebilen 1955-58 dönemine ait Eğret Köyü İhtiyar Heyeti Karar Defterini gördüm. Fotoğraflayıp müsait zamanı beklesin diye kenara koymuştum, şimdi vakti geldi...

    Hazır yerel seçimler gündeme girmişken, Anıtkaya'daki tabirle 'üçaylar' başlamışken, bu defter hakkında bir iki laf etmek geldi içimden. Kararların içeriğiyle ilgilenmiyorum, onlar sonraki iş; defterle ilgili dikkatimi çeken bir hususu dile getireceğim...

    1955 Yılında Türkiye geneli yerel idare seçimleri iki aşamalı yapılmış, son aşamada Kasım ayında Köy İhtiyar Heyetleri seçilmiş. Burada önemli husus Muhalefet partisi olan CHP'nin bu seçimlere girmemiş olmasıdır. Tamamen de boykot etmeyip bağımsız adayları desteklemiş. Bağımsız adayların beklenenden çok oy alması dikkat çekici. Eğret seçimlerinde Tıraka (Abdurrahman Zenger)in karşısında kim vardı, şimdi bilemeyeceğim; ama DP'li oldukları bilinen azalarla seçimi kazanmış...

    Eldeki defter 94 sayfadan oluşuyor, daha doğrusu ancak bu kadarı bugüne ulaşabilmiş. Başından ve sonundan bazı sayfalar kopmuş, yırtılmış, uçmuş; bir şekilde yok olmuş. Baş tarafından 6-7 yaprak eksik, bu yüzden  9 Aralık 1955 tarihli en yakın karar 27. numarayı almış. Yani Kasım'da kazanılan seçimlerden sonraki bir ayda alınan kararları göremiyoruz. Rutin görev dağılımı filan yapılmıştır herhalde...

    Asıl kayıp sayfalar defterin sonundakiler. Eldeki en son karar 11 Kasım 1957'ye ait. Yeni kurulan belediyeler için yapılan ara yerel seçimlerin 1958 sonbaharında yapıldığını düşünürsek yaklaşık son bir yılın kararları kayıp demek oluyor...

    Buna da şükür diyelim, çünkü elde kalanlardan da çok şey öğreniyoruz. Benim ilk dikkatimi çeken şey karar metinlerindeki elyazısının güzelliğiydi. Biz yıllarca üstüne eğilmemize rağmen çocuklara böyle yazma kabiliyeti kazandıramadık. Bırak çocukları, kendi yazılarımız berbat. Bizim öğrenciliğimizde divit, kamış, dolmakalem, söğüt dalı gibi çok çeşitli gereçlerle talimini yapmamıza rağmen, misal iki  üç yıl okumuşların yazılarındaki güzelliği yakalayamadım. Eskilerin yazısında anlaşılamayan ve anlatılamayacak bir sır var. İşte o gizemle kaleme alınmışa benziyor kararlar...

    Tıraka'nın İhtiyar Kurulunda bulunanlar; Kelömer (Ömer Öncül), Yörükkerimi (Kerim Demir), Delişükrü (Şükrü Dadak), Gulizosman (Osman Koç) Paşanınahmet (Ahmet Yaman) ve tabii ki Eyüp Çetin... Çoğunluk sağlanıp toplanıldığında karar alabiliyorlar. Kararın altını imzalamıyor, o günün yaygın uygulamasına göre pirince kazınmış mühürlerini basıyorlar... İmzalayan sadece Muhtar... Belki çoğunun yeni yazıyı okuma yazması yok... O halde kararları, bu güzel yazı stiliyle  kim yazdı?

    İşittiğime göre o yazılar, Anıtkayalının 'İbrahim Hoca' olarak bildiği İbrahim Çetin'in elinden çıkmış. O sıralarda 18-19 yaşında olan İbrahim Çetin, İhtiyar Kurulunda bulunan Garapaçanın Eyüp Çetin'in oğlu oluyor. Liseden mezun olmuş... O günün şartlarını bugünden değerlendirmek kolay değil; yalnız şu kadarını söyleyeyim, 50'li yıllardaki lise mezununun dengini, günümüz öğretim seviyelerinde bulmak çok zor... O kadar kaliteli yani... Anlaşıldı mı şimdi o hayranlık uyandıran yazıdaki sır...

    Bununla beraber defterdeki bazı kararların başka bir elden yazıldığı çok belli. O kararların katibi başka bir karakterle yazmış, ve değişik bir sitil oluşturmuş. Onunki de elyazısı ve o da ayrı güzellikte, hatta daha okunaklı... Acaba diğer katip kimdi? Tıraka kendisi de yazmış olabilir mi?

    Yazı görünüşünün ötesinde ifade ve manadaki uyum, hiç bir aksaklığa meydan bırakmayan kendine has üslup ve anlatım bozukluğu bulunmaması da anlatım özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Bunlar az buz şeyler değil. Bugün bir fakülte mezunundan paragraf yazmasını isteseniz, istediğinizi alamazsınız. Oysa yetmiş yıl önceki büyüklerimiz, meramını kusursuzca yazabiliyormuş...

    Eskilerden kalan basit yazılar bile çok kıymetli, onları korumak lazım... Okumayı bitireyim, zaman zaman karar içerikleriyle ilgili de bir şeyler yazarım...



09 Ocak 2024

Eğretliler

     
    1831-1839 Arasındaki Eğret Köyü vergi mükelleflerini gösteren belgedeki seksen hanenin büyük ölçüde karşılığını 1904 kütüklerinde görebiliyoruz. Bununla birlikte  o an için vazifesi gereği Eğret'te bulunan yabancılar yetmiş yıl sonrasında görünmüyorlar. Yirminci yüzyılda yer verilmeyen hanelerin ikisi hemen başa yazılmış; köyün önceki ve şimdiki imamı...

    Birinci sıraya Eğret'in o anki imamı 'İmam Molla Halil Efendi, uzun boylu kırçıl sakallı, 45 yaşında' biçiminde yazılmış. Vergi mükellefi kaydı olduğu için kadınlara ve kız çocuklarına yer verilmeyen bu listeye göre imamın erkek evladı yokmuş. Varsa kız çocuklarından haberimiz yok...

    İkinci sırayı işgal eden haneye de eski imam kaydedilmiş. Vazifesi bittikten sonra hala Eğret'te oturuyor olması ilginçtir, bu eski imamın... Kayıttaki ifade şöyle: 'Köyün eski imamı, orta boylu kırçıl sakallı İbrahim Efendi, 38 yaşında...' Eğret'ten ayrılmayan eski imamın üç de oğlu var; Mehmet, Yusuf, Yahya... 

    Görevdeki imamın kızları varsa Eğretli birilerine gelin eder mi? Yahut eski imam oğullarını Eğret'ten everir mi? Bilemeyiz... Lakin İbrahim Efendi'nin en küçük oğlunu Çatalların kızı Şerife ile everdiğini biliyoruz. O Yahya ki, Yarımağanın dedesidir; İbiş Tür'ün dedesidir; Delibıdık ile Boduoğlunun babalarının dedesidir... O sülaledeki Yahya isimlerinin kaynağıdır... İbrahim isminin kaynağı da eski imam İbrahim Efendi'dir...İbiş'in babasının ilme yönelip Molla Mehmet olmasına sebep de büyük ihtimal, dedesi İbrahim Efendi'dir...

    Anlaşıldığı kadarıyla Yahya'yı everip Eğret'te bırakmış, kendileri Afyon'a geri dönmüşler. Torunlarıyla da irtibatı kesmeyip en azından Mehmet'in tahsiline öncülük etmişler.

    Benzer bir çalıştığı köy ile bağ kurma durumu Molla Halil Efendi için de söz konusu olabilir. Çocuklarını Eğretlilere vermese bile kurulan iyi ilişkiler görev bitip şehre dönüldüğünde sürdürülür. Eğret ile bağ koparılmaz.

    Sadece bu iki imam için değil, geçmişteki bütün görevliler için geçerli bu durum gayet insani bir şey, hiç değilse komşuluk hukuku var... Eğretli Cemal Hocanın babasının da Eğret'te imamlık yaptığı, halasının Hatipoğlu Mahmut'un karısı olduğu, dedesine Eğret İmamzade denildiği, Afyon'da 'Eğret İmamzade' künyesiyle bir çok müderris bulunduğu vb. hususlar da düşünüldüğünde, Eğret imamları sayesinde Afyon ile güçlü bir bağ kurulduğu söylenebilir...

    ***

    1830'lardaki listeye girdiği halde yirminci yüzyıl Eğret Köyünde kendisine rastlanılmayanlardan birisi de 24. hane olarak kaydedilmiş. Adamın adı ve sanı ilginç, 'Uzun boylu ak sakallı, Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali, 55 yaşında' Bir de oğlu var, 36 yaşında Hüseyin... İlginçliği şurada, Eğret Köyü listesinde 'Eğretli' lakabıyla kaydedilen tek kişisiniz. O listedekilerin zaten hepsi Eğretli değil mi, neden özellikle bu husus vurgulanmış?

    Çok eski belgelerde Küçük Eğret (Eğret-i Sagir) diye bahsedilen bir yer var, o kadar küçük ki çoğu zaman vergi bile alınmıyor; o kadar küçük ki zamanla silinip gitmiş; o kadar küçük ki esamesi okunmaz olmuş... Büyük ihtimal Mehmet Ali'nin babası Hüseyin o Küçük Eğret'ten idi... Gelip buraya yerleşince 'Eğretli Hüseyin' dediler. Kendi öldü gitti lakabını Mehmet Ali'ye miras bıraktı...

    1830-31 Yıllarında, daha önceden pilot uygulaması başarılı bulunan Köy Muhtarları bütün yurda genellenerek atamaları gerçekleştirildi. Yukarıda sözünü ettiğimiz Eğret vergi mükellefleri yani erkek nüfusunu gösteren belgenin hazırlanması bitmişti ki muhtar atamaları yapıldı. Aslında mükellef belgesi hazırlanırken yöneticiler başa yazılıyordu, bu yüzden yeni ve eski imam ilk iki haneye yazıldılar; o günün yöneticileri onlardı çünkü... Fakat yeni duruma göre mülki amir muhtar kabul edildiği için onların başa yazılması gerekiyordu. Belgeyi sil baştan yeniden düzenlemeye üşenen katipler mevcut belge üzerine not düşerek yeni durumları işlediler... Bu durumda Birinci Muhtar Hatipoğlu Ahmet 59. sırada, Yardımcı Muhtar Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali de 24. sırada gibi tuhaf bir durum oluştu. Ferman acele edip daha önce gelseydi muhtarlar ilk sırayı alacaklardı...

    Burada asıl anlatmak istediğim şey, Eğretlioğlu Mehmet Ali'nin Muhtar Yardımcısı olarak atandığıdır. 1839'da Tanzimat ilanından sonra Muhtarlık atamaları yenilendi; yenilendi derken genelde Muhtar ile yardımcısı yer değiştirdi, yardımcı muhtar, muhtar da yardımcı oldu... Yani Hatipoğlu Ahmet artık yardımcıydı; Eğretlioğlunun Muhtar olması beklenirken Hacılardan İdris oğlu Ali yeni muhtar oldu... Çünkü Eğretlioğlu Afyon'a taşınmıştı. Bu yüzden Yirminci Yüzyıl kütüğünde onların çocuklarını göremiyoruz...

    Şimdi Afyon'da EYRET, EĞRET, EĞRETLİ soyadını taşıyan ailelerin Eğret köyü ile mutlaka bağı var. Ataları Afyon'a taşındıkları için bu bağı Eğret kütüğünü inceleyerek ortaya çıkarmak mümkün değil...



06 Ocak 2024

Örenler

    
    Geniş Eğret arazisi 19. yüzyıl sonlarında küçülmeye başladı. 1885 Yılında Kafkas kökenli olup Suriye’de yapamayan  bir grup Çerkes, kuzeydoğuda Süleymanboğazı mevkiinin ağzına yerleştirildi.  Woçapşiye/Yenice Köyü böyle kuruldu.

    Ardından 1887 yılında, Bulgaristan’ın  Eskicuma kazasından gelen bir grup muhacir  de Yenice’ye yakın bir yerde iskan edildi. Bu köyün adı da Cumalı olarak belirlendi.

    Beş yıl sonra 1892’de yine Bulgaristan’ın Osmanpazarı/Tırnova kazalarından gelen 166 kişilik bir grup da Eğret Susuz’u diye bilinen kuzeydoğudaki bölgeye yerleştirildiler. Bu yeni köyün adı da Susuzosmaniye oldu…

    Yedi yıl içinde köyün kuzey hattının tamamen kapandığını görünce Eğretliler paniklediler. Devletin muhacir iskan politikasına karşı yapacak bir şey yoktu, ama bir yandan da koca koca tarlaları bir anda ellerinden uçup gitmişti.

    Diğer yandan Balkanlardaki bozgun ve bunun sonucu tersine göç bitecek gibi değildi. Türkler akın akın Anadolu’ya gelmeye devam ediyordu. Eğret kuzeyinin tamamı iskan edilmişti, aynı durum güneyde de yaşanma ihtimali vardı; paniğin sebebi bu…

    “Eğer biz kendimiz güneyde bir yere küçük köy kondurursak, arazi incelemesine gelen memurlar o civarda macur iskanına uygun yer bulunmadığına karar verirler, böylece arazinin geri kalanını kurtarmış oluruz”  diye düşündüler.

    Birkaç hanenin taşınması fikri bu düşünceyle oluştu. Taşınanlar arasında Omarcıkoğlu Mehmet ‘i yani; Altındiş, Arap ve Güdük İzzet’in babasını biliyoruz. Bir de Kürt Osman (lakabı buydu, Türkmendir)…  Kürt Osman da Demirci Salih Yakışır ile Kel Yusuf Yakışır’ın dedesi oluyor… Belki daha başkaları da varmıştır, bunlar bir güzel yerleşiyorlar o bölgeye. Ev, dam, samanlık şu bu… her şey yapıyorlar… Hatta Kürt Osman’ın elinden geldiği için bir demirci dükkanı bile varmış orada…

    Bu arada Devlet yeni muhacir/macur köyleri oluşturmaya devam ediyor. Arazi incelemesinde yakınlarında yerleşim olduğu için o bölgeye yeni iskan izni vermiyorlar. Eğretlilerin taktiği işe yarıyor ve yeni macur köyü Kurtluoğlan Kapısı denilen bölgeye kaydırılıyor. Saadet Köyü bu şekilde doğal yollardan daha güneye itilmiş oluyor.

    Araya Cihan Harbi giriyor; aileler, köyler hatta koca devlet darmaduman oluyor. Oğullarının üçü şehit olan Kürt Osman galiba Eğret’e geri dönüyor. Omarcıkoğlu Mehmet’in küçük oğulları da olduğu için yahut başka sebeplerle bu yeni ve geçici köyünde yaşamaya devam ediyor. Bu arada Yunan işgali yaşanıyor. Ağırlık merkezi Eğret olmak üzere Yunan Yedinci Tümeni bazen Yenice, Cumalı ve Susuzosmaniye köylerine bazı küçük birliklerini gönderiyor.

    Birbuçuk yıl böyle geçiyor… 1922 Yılı baharında Yunanlar, kaçınılmaz Türk Taarruzu için önlemleri alıyorlar. Yeni savunma hatları oluşturuyorlar. Bu hatlardan biri de tam olarak Eğretlilerin geçici oluşturduğu köycükten geçip İlbulak tepelerine uzanıyor. Hasılı 28 Ağustos 1922 günü o civarda da çok büyük çarpışmalar yaşanıyor.

    Yunan gittikten sonra da Omarcıkoğlu Mehmet bu yeni Eğret’te yaşamaya devam etmiş. Büyük oğlanları bilmiyoruz, ama ikizler Şükrü ile İzzet de yanlarında… Otuz kırk tane dombey varmış. Bir gün onları güderken, erkeklenmiş ilibada köklerini yolup yığmışlar.  Dombey güderken oynayıp eğlenirlermiş böyle… Yığdıklarını ateşlemişler, bu arada olan olmuş… Birkaç yıl önceki savaşlardan kalan patlamamış bir bomba gümlemiş…

    Gürültüyü duyan ana babaları koşmaya başlamış, ama çok uzaktalar...  Feryat figan gelirlerken çocukları boyluboyunca yere kapaklanmış görüp iyice korkmuşlar. O sırada birisi sersemleyerek doğrulmaktaymış, elinden de adeta kan fışkırıyor…

    ‘Şükrü kalkmıyor ana’  demiş İzzet… Şükrü bir daha hiç kalkmamış, orada vefat etmiş. İzzet’in elinden kan fışkırmasına sebep ise uçları kopan iki parmağıymış. Bilenler, Güdüğizzetin iki parmağında taşıdığı o patlamanın izini gördüklerini söylüyor…

    Patlama tahminen 1926/27’de oluyor.  O sırada ikizler ondört onbeş yaşındalar… Arap Halil İbrahim emmisi 1941’de doğan oğluna Şükrü adını verirken mutlaka onbeş yıl önce ölen yeğenini düşünmüştür. Berber Şükrü’nün isim hikayesi budur…

    Bu olaydan sonra Omarcıkoğlu Mehmet tamamen Eğret’e taşınıyor. Zamanla geçici Eğret’teki evler, damlar, ağıllar yıkılıp harabeye dönüyor; ören oluyor…  O mevkinin adı Örenler kalıyor…



04 Ocak 2024

Kel Ahmetler


    Aşşağılılar sülalesinde üç kardeşin (Efemehmetin babası, Cücelerinazizin babası ve Göçmensüleymanın babası) dışında bir aile daha var ki Aşşağılılardan olsa da onun Aşağı köyü ile ilgisi yok. Mevzuyu daha iyi anlayabilmek için üç kardeşin hikayesinde başa dönmek gerekiyor.

    Kardeşlerin büyüğü Ahmet, Halil kızı Hatice ile evlenmişti. Hatice Hanımın Ayanoğlu/Garahmetlerden Halil kızı olduğu bildirildi; fakat kayıt sırasında hayatta olmadığı için bu Halil'in kimliği tam olarak belirlenemedi... 

    Daha önceden Ayanoğlular/Patlaklardan bir kadın Akören'e gelin gitmişti. Orada evlendiriliyor, bir kızı bir oğlu oluyor. Durup dururken kocası bunun üstüne bir kadın daha alınca, yediremeyip kocasından ayrılıyor. Sonradan kızı da Aşağı Dandır'a gelin ediyorlar sonra. Bu hikaye de burada dursun...

    Sultan ve Mehmet doğduktan sonra Aşşağılı Ahmet vefat etti. Bu vefatın 1920 gibi gerçekleştiği tahmin ediliyor. Dul kalan Ayanoğluların Hatice Hanım Akören'den gelen bir başka Ahmet'i içgüveyisi olarak aldı. Gariban birisi olarak bilinen Ahmet, köyünde sığır güder, bekar dururdu. Eğret'e gelip Hatice Hanımla böylece yeni bir hayata atılmış oldu. Yalnız Ahmet, daha önceden Ayanoğlulardan Akören'e gelin giden kadının oğlu olduğunu da belirtelim. Kısacası Hatice Hanım ile Akören'den gelen Ahmet'in Ayanoğlular ortak paydasında bir akrabalık bulunuyor.

    Bu evlilikten bir oğlu ve bir kızları oluyor ki bunlar Efe Mehmet'in karın kardeşidir.  Kızı Şerife 1926 doğumlu Capbağın Ali Külte eşidir, 2008 yılında vefat etti... 

    Akören'deki babasının adı Ahmet olduğu için 1924'te doğan oğluna da aynı ismi koyuyor. 'Kel Ahmet' diyorlar ona. Mardakların Hüseyin kızı Halime ile evlendi. Halime Hanım'ın anası Zehra, Patlakların Gabaoğlan kızıdır. Kel Ahmet'in ana babası da  aslen Patlaklardandı. Evliliklerde uzak da olsa akrabalıklar mutlaka gözetiliyor... Kelahmet ayrıca, Velciklerin Kelhasan oğlu Ramazan Ün ile de bacanaktır...

    Aşşağılıların Ahmet, patlamamış bir bomba buldu. Tokası kayış bağlamaya yarar diye sürgüye çakmaya çalışırken bomba patladı. Bu yüzden çolak kaldığından 'Çolak Ahmet' de diyorlardı... Oğlu Kel Ahmet askerdeyken, 1944'te vefat etti... 

    Bacıdedenin defterde bu vefat 'Çolak Ahmet'in ölümü, 25 Eylül 1944 Salı' biçiminde kayıtlı. En azından defterin çevrilmesi Kelahmetin huzurunda yapıldığına ve kendisinin bu kayda itirazı olmadığına göre babasının adının da Ahmet olduğunu kabul etmek gerekir. Şu halde Akören'den başlayıp Eğret'e uzanan kesintisiz dört halkalı bir Ahmet zinciriyle karşı karşıyayız demektir.... Bir de Aşşağılı Ahmet var tabi... Neyse konuya dönelim...

    Bu arada hepsinin anası; yani Efemehmet ile Kelahmetin anası Ayanoğluların Halil kızı Hatice Hanım da 1948 yılında vefat etti...

    Bakalım Kelahmete... Halime Hanım ile iki kız iki oğulları oldu. Büyük kızı Nazik, Corukların İsmail Oran eşi; küçük kızı Hatice de Guycuların Enver Mola eşidir... 

    Kelahmetin büyük oğlu, dedesinin adı olan Halil ismini taşır. Aşağı Dandır'dan Hanife Hanım ile evlendi. Akören'den Dandır'a gelin edilen, dedesinin kardeşi vardı... İşte Hanife, o büyük halanın torunudur. İki kardeşin torunları evlenmiş oldu. Halil ile Hanife'nin de iki kız bir oğulları oldu. Oğlana erken vefat eden Efe Mehmet'in büyük oğlunun hatırasına Osman adını koydular. Büyük kızları, Berberlerin Emin'in oğlu Erkan Öztürk eşidir...

    Kelahmetin 1962 doğumlu küçük oğlunun adı da Ahmet... Gobakların Apak kızı Halime ile evlendi. Parlak Mehmet, Hacemirlahların Abdullah, Hatiplerin Adem ve Çaylının Osman ile bacanak oldular... Uzun zaman önce Gebze'ye yerleşti, iki kızı oldu. 2023 Yılında Gebze'de vefat etti, çocukları orada oturuyor...

    Eşi Halime Hanım 1999, Kelahmet ise 2001 yılında vefat ettiler...

    Hatice Hanıma içgüveyisi olarak gelen Akörenli Ahmet'in ve çocuklarının nüfus kaydı doğal olarak Akören'de idi. 1970'lere kadar böyleyken ondan sonra Anıtkaya kütüğüne geçtiler. Bu arada Aşşağılılar olarak anıldılar, hala da öyle... Belki bu yüzden bağımsız bir soyismi almışlar: BAR...




03 Ocak 2024

Kör Osman

     
    Omarcıkoğlu Hüseyin'in üç oğlan iki kız olmak üzere beş çocuk babası olduğunu biliyoruz. Büyük oğlu Ali, Gıralinin dedesidir... Ortanca Mehmet; Altındiş, Arap ve Güdüğizzetin babası oluyor... En küçükleri Abdullah ise Gocahüseyin, Gocaismail, Feyzullah ve Bödünün babalarıdır... Büyük kızı Ümmügülsüm Hatipoğlu Mahmut eşi oldu, Mollaosmanın anasıdır... Küçük kızı ve çocuklarının sonuncusu Ayşe ise Çorcalıoğlu Topal Ali'ye vardı; lakin daha önce başka bir evliliği var, ona da geleceğiz. Çorcalıda oğlu olmadı, Bezeki ve Olucaklı Ahmet Aydın'ın kaynanasıdır... Omarcıkların bir uzantısı olarak Kör Osman hikayesine dayanak olan da Ayşe Hanım olduğu için, bu biraz da onun hikayesidir...

     Olayın kendisi karışık olduğu için bunu anlatmak basit olmayabilir. Yine de deneyelim. Çorcalı Osman kimlerden olduğunu şimdi çıkaramayacağımız Ayşe ile evliydi. Yusuf ve Ali adında iki oğlu olunca anaları vefat etti. Bu kez Ayanoğluların kızı Fatma ile evlendi; Fatma Hanım Halilakgaşın halasıdır. Karısı hamileyken Çorcalı Osman vefat etti, çocuğu doğunca babasının adını koydular... Fatma Hanımı Topaloğlu Kelhasana verdiler, orada Tokanorinin anası olacaktır. Fakat Çorcalıların oğlu küçük Osman da yanında tay gitti...

    Omarcıkoğlu Hüseyin'in küçük kızı Ayşe'yi Ahmet adında birine verdiler. Tam olarak Ahmet'in kimliğini belirleyemiyoruz, çünkü çok yaşamadı; Kezban adında bir kızı doğduğu sıralarda vefat etti...

    Çorcalı Osman'in ilk hanımından büyük oğlu Yusuf, Dönelerin atasıdır; onun hikayesi ayrı koldan ilerledi. Öteki oğlu Topal Ali ise, Omarcıkoğlu Hüseyin'in kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe, ilk kocasından yeni dul kalmış ve yanında küçük kızı Kezban tay olarak Topala gelmişti... Oğulları olmadı; Emine, Halime ve Satı adını verdikleri üç kızları oldu. Halime'yi bilmiyoruz; ama Emine Bezekimustafa, Satı da Olcaklıahmet eşi oldular...

    Ayşe Hanımın yanında tay gelen Kezban vardı ya, işte o küçük kız büyüdü; gelinlik çağa geldi. Anasıyla tay giden Topalalinin küçük kardeşi Osman da gittiği yerde büyüdü. Topalali, küçük kardeşi Osman ile üvey kızı Kezban'ın evlenmesine öncülük etti...

     Osman'ın durumu şu; anası Ayanoğlulardan, babası Çorcalılardandı. Topaloğlunun   evinde büyüdü, burada evlendi. Bunların hiç birine değil de kaynanası Ayşe Hanımın sülalesi olan Omarcıklara nisbet edilerek 'Omarcıkların Osman' diye bilinmesi gariptir...

    Lakabı tam olarak Omarcıkların Kör Osman idi, sadece Kör Osman dedikleri de olurdu. Bununla beraber her zaman Omarcıklara nispet edildi.

    Omarcıkların Körosman evlendikten bir süre sonra Eğret'ten ayrılıp Karacahmet'e göçtü. Bunun sebebi tam olarak bilinmiyor, ama Eğret'ten kopmamış, sürekli atına atlar gelip gidermiş. Yine de hikayesi Karacahmet'te devam edecek...

    İki kızı ve bir oğlundan haberimiz var; Ahmet, Fatma ve Gülsüm... Gülsüm'ü bilemeyiz; Ahmet, Kezban Hanımın babası adı; Fatma da Osman'ın anası adı... Kızlar çok yaşamıyor, 1930'ları göremeden sekiz dokuz yaşlarında vefat ediyorlar. Aynı yıl, çocukların anası Kezban Hanım da vefat ediyor... Bunlardan başka Körosmanın çocuğu olup olmadığını, dahası yeniden evlenip evlenmediğini bilemiyoruz, Ahmet'ten devam edeceğiz...

    Serseri

    Körosmanın Ahmet 1917 yılında doğdu. Neden 'Serseri' diye lakaplandığına dair hiç bir fikrim yok. Yalnız Ahmet ve kardeşlerinin nerede doğduğu hususu da açık değildir, Eğret doğumlu da olabilirler...

    Kendisi Eğretli olduğu için Ahmet'in Eğretli bir hanımla evlenmesinden doğal bir şey olamaz. Bu yüzden Körosmanın Serserinin, Bezekinin kızı Şerife ile evlenmesi normal karşılanmalıdır. Tabi bu işte akrabalık bağlarının etkisi gözardı edilmemelidir. Körosman ile Bezekinin hanımlarının karınkardeş olduğunu hatırlayalım. Şu halde onlar bacanak, çocukları da teyze çocuğudur...

    Teyzesinin kızıyla evlenmekle Serseri; Kantinin Osman, Gavureyübün Celil, Tongulların Gociban ve Hacıların Tülümurat ile bacanak oldular...

    Bu konuda çok fazla bilgi kıtlığı var. Serseri ile Şerife Hanımın çocuklarına dair bildiğimiz sadece Süleyman... 1946 Yılında doğan Süleyman, 2019'da vefat etmiş...

    Bezekinin kızı Şerife Hanım 1962 yılında vefat etmiş. Eşi, teyzesinin oğlu Körosmanın Serseri Ahmet de 1980'de vefat ediyor...

    ***

    Omarcıkların Körosmanın şahsi dünyasının sonu 1958'dir; o sene vefat etti... Her ne kadar kendisi Omarcıklara nispet edilse de; dayılarının soyadı olan Akkaş'ı değil, bababir kardeşinin soyadı Aydın'ı değil, karınkardeşinin soyadı olan TOKA'yı almış olması manidardır... Bu soyisim bazen Tota, bazen Tokay'a dönüşmüş; ama aslını hep muhafaza etmiş. Eşi Kezban Hanımın bir ucundan Omarcıklar kızı olduğunu tekrar ederek meseleyi kapatalım...