30 Ekim 2025

Deli Hatca

 
    Deli İmam'dan önceki Cuma Camii imam hatibi, Daldal Hüseyin'in torunu Molla Mustafa idi. Aslında öyle olmamasına rağmen Delimamın görevlendirme kararnamesinde 'emmizade' oldukları belirtilmiş. Bu kaydın sebebi çok açıktır, zira Daldal Hüseyin bir Veyisoğlu idi. Dolayısıyla halef selef Molla Mustafa ve Delimam ikisi Veyislerdendir, emmi çocukları sayılırlar...

    Delimam'ı zaten biliyoruz, Molla Mustafa'nın kimliğini de belirleyelim. O, Deli Veyis'in abisi, Haceli'nin de emmisidir... Bu kısa tanımlamadan sonra hikayesine devam edelim... 

    Molla Mustafa 1886 yılında vefat ettiğinde çocuğu yoktu; ancak karısı Satı Hanım hamileydi, bir süre sonra merhum kocasının oğlunu doğurdu. O günün ilginç adetlerinden birine göre, henüz doğmadan yetim kalan erkek çocuklara babasının adını veriyorlardı. Küçük Mustafa'nın adı böylece belirlenmiş oldu. 

    Yeri gelmişken Satı Hanımın kimliğine değinmek gerekirse, O da Arzımanoğulları/Hacılar diye bilinen bir başka kalabalık sülaleden Hacı Küçük Mehmet kızıdır. Kardeşleri ise Hacı Mustafa ile Hacı Murat... Sülalesi ve akrabaları şunun için önemli, kocasından yadigar kalan biricik oğluyla birlikte artık babasından kalan Hacıların yurdunda yaşayacaktır... 

    Hacıların yurdunda büyütüp yetiştirdiği oğlunu, yine kardeşi Hacı Mustafa'nın kızı Hatice ile everdi. Böylece hala dayı çocukları yeni bir yuva kurmuş oldu. Burada damat Mustafa'nın kardeşi olmadığı hatırlanacaktır, ama Hatice kalabalık bir aileden geliyordu. Dört kız ve bir oğlan olmak üzere beş kardeşler... Bunlardan (üvey kardeş) Fatma, Davılcı Arif Azbay eşi; Dudu, Sarı Şükrü Patlar'ın annesi; Fadime, Çil Mahmut Omak annesi; tek oğlan ise Hacınınibram (Halil İbrahim Azbay)dır...

    Hacınınibram'ın ev ile Satı Hanımın evi bu yüzden bitişikti, Şemşilerin evin hemen altında yan yana... Yalnız Satı Hanım oğlu Mustafa'yı everdikten sonra çok yaşamadı, vazifesini bitirmiş insanların huzuruyla öte dünyaya göçtü. Kendi adını verdikleri kız torununu görüp görmediğini bilmiyoruz, zira Hatice'nin doğum tarihini bulamadık. Bunun sebebini ileride öğreneceksiniz...

    Mustafa'nın askerliği 1905/1906 gibi başlaması lazım. O vakitlerin askere alma sistemine göre dört yıllık temel askerliğin ertelenmesi söz konusu olmuyordu. Ancak rediflik sisteminden tamamen vazgeçilmemişti, temel askerliğin bitiminden sonra 5-6 yıllık rediflik süreci başlıyordu. İşte bu dönem bedelini ödemek suretiyle bir kaç kez ertelenebiliyor, ayrıca aralara uzun izinler de girebiliyordu. Son dönemde 12 yıla varan uzun askerlik hikayelerinin sırrı buradadır. Ayrıca 1. Dünya savaşının başlamasıyla seferberlik ilan edildiği unutulmamalıdır. Seferberlikte eli silah tutan herkes askere alınıyor, silah altındakilerin terhisleri de durduruluyordu...

    Her ne hal ise, Molla Mustafa ile Satı Hanımın biricik oğulları 1915 yılında askerdeydi... Cihan harbinin meşhur Çanakkale cephesinde... Kayıtlara göre "... 3. Kolordu, 19. Fırka, 57. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük Piyade Eri iken, Şehir Emaneti Mecrûhin Askeri Hastanesinde, 12 Ekim 1915 günü şehit oldu... "

    Hatice Hanım kocasının şehadetinden sonra kızıyla yapayalnız kaldı. Tıpkı otuz yıl önce halası ve kaynanası Satı Hanım gibi... Lakin onun kadar şanslı olabilecek mi bakalım...

    Birinci dünya savaşı boyunca çeşitli cephelerde savaşan Eğretli asker sayısı 250'den fazla, 300 civarında.... Bunların ancak 60'a yakını Eğret'e dönebilmiş, gerisi şehit ve bu şehitlerin çoğu da evliydi... Yani birdenbire şehit sayısına yakın dul kadın oluşmuştu Eğret'te... Bu, sosyal dokuyu bütünüyle etkileyecek büyük bir rakamdı... Bunca kadın nasıl geçinecek, yetimler karnını nasıl doyuracaktı... Neyse ki köylü açıkta kimseyi bırakmıyor, dul kadınları ikinci eş olarak bile olsa birilerinin nikahına veriyorlardı... Hatta yakın köylere verilmiş şehit dulları bile var... 

    Tabii bu konuda çocuksuz dullar daha şanslı oluyor... Hatice Hanımın bir başkasına varmamasında kızı Satı'nın ne kadar etkisi oldu bilemeyiz. Oysa dul kaldığında henüz 25 yaşındaydı. Dinibütün ve becerikli ve hatta varlıklı bir kadındı. Kızıyla birlikte kocasının Molla Mustafa'dan gelen malları ile, kaynanası Satı halasının Hacılar kaynaklı mallarının tek varisiydi. Ayrıca babası Hacıların Hacı Mustafa'dan çıkan kendi mallarını da düşünmek lazım. Bütün bunları ne kadar varlıklı olduğunu anlayabilesiniz diye sayıp döküyorum. Buna rağmen o dönemde neden kocaya varmadığı muamma... Belki de bütün bu mal mülkü sebebiyledir...

    Ve biricik kızı Satı da öldü... O dönemde çocuk ölümleri çok fazlaydı... Bakımsızlıktan, sağlığa önem verilmemesinden, sefaletten veya daha başka sebeplerden çocuklar ölüyor, hatta bunların kaydı bile yapılmıyordu. Zaten Satı'nın kütükte kaydı yok, öyle bir çocuğun varlığından ve ölümünden ancak canlı şahitlikler sayesinde haberdar olduk.

    Mal mülk yalan... Hakiki tek varlığı kızını da kaybedince Hatice hanımın dünyası yıkılmış. Bunca acıya tek başına dayanmaya çalışmış, ama yalnızlığın bizatihi kendisi ayrı bir dert... Hafiften aklını aldırmaya başlamış...

    Derken Eğret'te Yunan işgali... Bu kara günleri aydınlık geçiren Eğretli yoktur; ama henüz otuzunu yeni aşmış, talihin şehit kocasından ve taze kızından kopardığı bu yalnız kadın için dünya karardıkça kararmış... Ayrıntıya girmiyorum, Gavur etmediğini bırakmamış... İşte o anda, kalan aklı da giden Hatice Hanım, olmuş Deli Hatca... Gavur gittikten sonra da toparlayamamış kendini...

    Belki onun yaşadıklarını aklı başında birinin taşıması mümkün olmazdı. Aklını almakla Kader yükünü hafifleştirdi, bunu da bilemeyiz; bundan sonra Deli Hatca oradan oraya sürüklenecektir...

    Gerçi bedenen sağlamdır; ama şuur, irade, akıl gibi değerlerden yoksun olunca beden ne yapsın... Karnını doyurmak gibi en hayati ihtiyaçları için bile başkalarına muhtaç olmuş. Sık sık komşularına gider karnım aç dermiş. Allah'tan vefalı komşuları varmış da horlamamışlar... Şimdi düşünelim, evin damın var, tarla takga ziyadesiyle; lakin işte onlar da bir şeye yaramıyor, varlık içinde yüzerken aç kalıyorsun...

    Artık Deli Hatca ya... Akıl olmayınca, aklın almayacağı bazı davranışlar göstermesi kaçınılmaz oluyor... Evine girip çıkarken gocagapıyı kullanmıyor da, onun altına kendi oyduğu ve ancak kendisinin sığabildiği bir oyuktan sürünerek geçiyor. Aynı şekilde haney evine de merdivenden değil başka bir delikten giriyor. Çoğu vaktini geçirdiği fırında olur olmaz söyleniyor, kuzu pişireceğim diye eteğinde getirdiği kedileri fırına atıyor ve daha neler neler...

    Bütün bunlar aklı başında birinin yapacağı şeyler değil. Başkaları, elalem, konu komşu için de tahammül edilecek gibi değildir. Gelvelakin sözkonusu Deli Hatca olunca pek ses etmiyorlar. Sonuçta yakın geçmişte başına gelen fecaatin farkındalar, nasıl delirdiğini biliyorlar...

    Deli Hatca da deliliğini bilecek kadar akıllıdır. Bir keresinde durumunu başına kakan yakınlarına çıkışmış: "Ben Deli Hatca'ysam; sen Deli Eşe, sen de Deli Fatma'sın!..."

    Başına gelenler sebebiyle üzerinde bir tür çıldırmışlık hali bulunabilir; fakat Deli Hatca hafızasından ve yeteneklerinden bir şey kaybetmiş değildir. Bunu pek göstermek istemese de, sorduklarında namaz sureleri ve daha fazlasını takır takır okurmuş... Uçkur örmeye çalışan bir kız çocuğunun elindekini almış ve "Uçkur böyle örülür" diye mükemmel bir iş çıkarmış. Bunlar hep Deli Hatca iken yapabildikleri...

    Gelgelelim, işte Deli Hatca'dır, ruhen hastadır... Bu kadının hastalığı tedavi edilemez miydi acaba? O zaman modern tıp şimdiki gibi gelişmiş değildi ve o kadarına bile erişim çok zordu, ama ruh hastalıkları yine de tedavi edilebiliyordu. Neylersin O daha Hatice Hanım iken bile kimsesiz ve sahipsizdi, şimdi Deli Hatca'yken kim ilgilensin...

    Nitekim yabancı bir Hoca onun durumunu fark etmiş. Komşularından birine "Yav bu kadın hasta, hiç yakını yok mu söyleseniz, kırk gün okursam iyileşir." gibi bir teklifte bulunmuş. Bu teklifi ilettikleri bir yakını "Teyzeme bundan sonra akıl ne lazım!" diyerek bu tedaviyi onaylamamış...

    Şu haliyle Deli Hatca yaşayabildiği kadar yaşamış. Resmi kayıtlar onun 1940 yılında, 50 yaşında vefat ettiğini gösteriyor. Belki bu haber cümlesi şöyle olmalıydı: Hacıların Arzımanoğlu Küçük Mehmet torunu, Cuma Camii imam hatibi Molla Mustafa'nın gelini Hatice Azbay, acılar ve elemler dünyasından kurtulup ebedi saadet yurduna göç eyledi.

    Bu hikayenin ayrıntılarının bize ulaşmasını sağlayan teyzemiz, Deli Hatca öldüğünde 13-14 yaşlarında bulunuyordu. Videoyu izlerken, o günün insanları için defalarca 'Neler çekmişler, neler'! diye hayıflandığını duydum. Bir asır önceki atalarımızın neler çektiğini bugünkü kuşağa aktarmak görevimiz olmalı...



25 Ekim 2025

Coruğuñ Köpek


    Lisedeyken Karagöz Hacivat efsanesinin ortaya çıkışını anlatan bir metin okumuştuk. Tarihi ayrıntılarla süslenmiş eğlenceli bir metindi. Oradaki ayrıntılardan biri kısa boylu bir köpek olup 'Efelioğlunun zağarı' denirmiş. O kadar bilinen bir köpekmiş ki zamanla, 'Efelioğlunun zağarı gibi ne hırlayıp duruyorsun' sözü deyimleşmiş. 

    Merak edenler arama motorlarından yazıyı bulabilir, nasıl olduysa benim aklımda kalmış. Galiba okuduğumuz vakit hatırıma başka bir şey geldiği için Efelioğlunun zağarını unutmadım. O başka bir şey, Coruğuñ köpekti; çünkü bizim köyde de Coruğuñ köpek gibi gezmekten söz ederlerdi... İşin doğrusu, şimdi aradan kırk yıldan fazla geçmiş, bu söz hala aynı tazeliğiyle kullanılmakta...

    Coruk Süleyman Boran kendisi 1973'te vefat etmiş, köpeğinin ne zaman öldüğünü bilen yok. Hatta o köpeği bildiğini söyleyen yalnızca bir kişiye rastladım. Hakeza, rengi, şekli şemali, boyu posu, fiziksel özelliklerini de hatırlayan yok... Görülmemesine, bilinmemesine rağmen bu söz münasebetiyle herkesin onun hakkında bir fikri var.

    Anıtkayalıların Coruğuñ köpek hakkındaki fikirleri bir kaç noktada yoğunlaşıyor. Buna göre bu hayvanın en büyük özelliği çok gezenti olmasıymış. Aynı gün köyün her yanında görülebiliyor; bir bakıyorsun Alagır'da, bir bakıyorsun Buñar'da... Sonra asfalt kenarında dolaşırken görülüyor veya Söğütcük yolunda... Öyle bir köpek ki, girmediği sokak yokmuş... Bu yüzden çok gezen kimselere 'Coruğuñ köpek gibi gine nerden geliyoñ!' diye takılırlarmış...

    Bu kadar dolaştığına göre köydeki fırınlara uğramasa olmazdı... Evet, bütün fırınları gezer, nasibini ararmış. Aslında Eğret'te öteden beri 'fırın köpeği' diye bir kavram da var... Fırının kapısında oturup yahut çevresinden ayrılmayarak girenden çıkandan bir lokma bekleyen köpekler böyle tabir ediliyor. Hatta bazı fırın köpekleri o fırının kadrolu bekçisi gibi kapısısndan ayrılmazlar. Ekmek, hamırsız, pide verseler de vermeseler de çenelerini ellerinin üstüne dayayıp uyuklar dururlar. Böyle fırın köpeklerinin ikinci sıfatı sündüktür. Kovsan, tet desen, taşlasan bile umurunda değildir, iki kuyruk sallayıp mayıklar ve geri dönüp makamına kurulur. Coruğuñ köpek bunlardan değil, bir şey verirlerse afiyetle yiyor; vermezlerse sündüklük yapmıyor, hemen ayrılıyor oradan. Her yeri dolaşacak ya, işine bakıyor yani...

    Her gün köyün bütün fırınlarını dolaştığına dair bir rivayet var. Evet, devriyeye çıkmış gibi her fırına mutlaka uğrar, bunu bir vazife şuuruyla yaparmış. İşin garibi çoğunlukla fırındaki kadınlar tarafından bir parça ekmekle ödüllendirilirmiş. Garip bir şekilde köpeğin Eğretliler tarafından benimsendiğine dair bu rivayet bana ilginç geldi.

    Yalnız onun görüldüğü yerler sadece sokaklar ve fırınlar değil. Değişik bir huyu daha var, açık gocagapı gördüğünde dayanamayıp dalıyor içeri. Bu anlamda hırsız özelliği gösterdiğini söylemek lazım. Burada Coruğuñ köpeği methedecek değilim, ama kapıyı açık bırakmak da hırsıza davetiye olmaz mı... Gelgelelim bizimkinin ilgisi sadece açık kapılara değil ki... Kapı baca dinlemiyor, canının istediği eve dalıyormuş. Teknedeki ekmeği, önceğe sarılı pideyi götürürken çok görülmüş.

    Ekmekle, pideyle kalsa iyi... Bir keresinde Hacımahmutların eve girmiş. Bu büyük sülalenin evleri de çok geniş alana yayılıyor, hangisine girdi bilmiyorum. Hangi ev olursa olsun, Hacımahmutlar ile Coruklar hep komşu idiler; gerçi o köpek komşunun evine değil, köyün bir ucundaki ev olsa yine girerdi... Hacımahmutların eve girmiş, bulduğu bir yorganı sürüyerek evden kaçırırken görülmüş... Coruğuñ köpeğin ilgi alanı ne kadar geniş, varın hesap edin...

    İlgi alanı kadar gezi alanı da geniş... Zamanla köydeki bütün fırınlar, sokaklar, evler dar gelir olmuş. Kırlara açılmış. Orada da tarlada çalışanların, çift sürenlerin heybelerini, torbalarını yoklar; işine yarar ne varsa alır gidermiş... 

    Çok ilginç davranışlar gösterirmiş tarlalarda. Adamı takip eder, gözünü yanıltarak en dikkatsiz anını kollar ve yapacağını yaparmış. Misal biri geldi selam verdi, onunla sohbete daldın. Eğer yüzün heybene doğruysa katiyen oraya hamle yapmaz, sabırla beklermiş. Ne vakit heybene arkanı döndün, işte o zaman kaşla göz arasında ekmeği kaparmış... Dağın başında azığını kaptırıp aç kalan vatandaşın halini düşünebiliyor musunuz... Coruğuñ köpeğin umurunda değil tabi...

    Abarttığım sanılmasın, hatta onun hakkında anlattıklarımın çok eksik olduğunu söyleyebilirim.

    Anıtkaya'da belli bir süre şöhrete ulaşıp kendinden söz ettiren köpekler hep olmuş. Misal 1950'li yıllarda Yörük Tahir Akyol'un gocagapısının önünde sakin sakin yatmakla meşhur köpeğini anlatmışlardı. Buñara giderken iki çocuk, zararsızca yatmakta olan bu köpeğe taş atınca Yörüktahir bunlara usturuplu bir cevap vermiş. Bir yerlere kaydetmiştim, bulamadım o sözü...

    Bir başka misal Aliguru (Ali Dadak)ın köpeği... O da çayda esbap yuyan kadınların ekmeğine musallatmış. Sadece ekmeğine olsa iyi; sabunları, hatta mezarlık gaşına serilen esbapları bile alır gidermiş... Ondan bizar olan kadınlar, ancak sündük köpek ölünce kurtulmuşlar...  

    Yumrukların zağarlar, Yarımçakmak'ın gıdik filan gezer, bulduğu ekmekle karnını doyururlarmış. Onlar için 'ekmeğinin peşinde koşan emekçi köpek' diyorlar...

    Bekirlerin Hasan Yola Dayının köpeği de Coruğuñ köpekle benzer özellikler gösterirmiş. Çok gezer, hırsızlık ve sündüklük yapar filan... Böyle bir süreliğine şöhret olmuş köpekler var; ama hiç birinin şöhreti, deyimleri binit yapıp bugüne kadar ulaşan Coruğuñ köpeği yakalayamamış... Bence O, en az Efelioğlunun zağar kadar ünlü bir köpek...




23 Ekim 2025

Afyon'daki Eğretliler Nereli?


    1831 yılındaki Eğret köyünün vergiye esas nüfusunu gösteren kayıtlarda açıklaması zor, ilginç durumlarla karşılaşılabiliyor. 24. sıradaki hane reisi de bunlardan biri: "Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali." Uzun boylu, ak sakallı, 55 yaşında olduğu belirtilmiş. Hanede vergi mükellefi olarak bir oğlu var, "Orta boylu, ter bıyıklı, 36 yaşındaki" Hüseyin... 

    Hane reisinin altına daha sonra "Muhtar-ı Sâni" (İkinci Muhtar) notu düşülmüş. Devletçe köylere ilk defa muhtar atamaları yapılınca böyle açıklama notları iliştirmişler. Birinci Muhtar da Molla Osman'ın dedesi Hatiboğlu Ahmet'tir... Sonraki dönem muhtar atamalarında geçerli uygulama birinci ve ikinci muhtarların yerini değiştirmek iken 1839 atamasında Eğret'te böyle yapılmıyor. Hatiboğlu İkinci muhtarlığa iniyor, ama Birinci Muhtar yeni birisi, Hacılardan İdris oğlu Hacı Ali... Bu garip durumdan yola çıkarak vergi listesinde 24. sırada yazılan hane reisi Mehmet Ali'nin öldüğüne veya Eğret'ten göçtüğüne hükmedeceğiz. Zaten sonraki kayıt ve belgelerin hiç birinde bu aileye dair bir işaret bulunmuyor.

    Asıl garip olan durum Hüseyin oğlu Mehmet Ali'nin lakabı... Buraya başka yerlerden gelen kişiler için asıl memleketine işaret eden bir lakap normaldir, nitekim böyle yakıştırmalar kayıtlıdır ve bazıları hala kullanılmaktadır; Gedikoğlu, Gemlikoğlu, Kinislioğlu, Körslüoğlu, Şeherlioğlu gibi... Fakat Eğret köyünde birini 'Eğretli' diye lakaplamak akıl karı değil. Bu yüzden "Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali"den başka örneği yok. 

    Sadece bir kişinin lakabı olarak kullanılsa bile bu, izaha muhtaç bir durumdur. Birine Eğretli deniliyorsa o kesinlikle Eğretlidir. Bu yakıştırma Eğret köyünde yapılmışsa o kişi başka bir Eğret köyündendir. Anadolu'da Eğret Köyleri başlığıyla bu adı taşıyan başka yerleşimler var mı diye araştırmıştım. Yedi sekiz tane daha Eğret köyü var. Bunlardan bize en yakın olanları Konya, Manisa, Bilecik ve İzmit'e bağlı olanlar; diğerleri Doğuda, daha uzakta yani... Şu durumda Muhtar yardımcısı Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali'nin yukarıda belirtilen başka Eğret köylerinden birinden geldiğini düşünmek gerekir. Yahut daha yakınlarımızda başka bir Eğret'in varlığını...

    ***

    Bir zaman 1720-1839 yılları arasında Eğret köyünden alınan vergileri incelemiş ve elde ettiğim bilgileri Eğret'in Algısı Vergisi başlığıyla listelemiştim. O listede iki madde dikkatimi çekti. 

    İlkinde "Egret-i Sagir" (Küçük Eğret) diye bahsedilen bir köy kaydedilmiş. Aynı yıl Eğret köyünün ödeyeceği vergi miktarı belirtildikten sonra ayrıca Küçük Eğret için başlık açılması, bu köyün ayrı bir birim olduğunu gösteriyor. Fakat bilinen Eğret'ten büsbütün kopuk olmadığını ifade edercesine "Eğret'ten yoklanır" diye not düşülmüş. 

    Bu nottan ne anlamalıyız? Eğret-i Sagir adıyla bilinen büyük Eğret'ten ayrı bir köy var, ayrı ama Egret'ten uzak değil, yine de ondan bağımsız... Vergisi ayrı bir kalemde belirtilecek kadar bağımsız, lakin kaydı Eğret'ten takip edilecek kadar ona bağımlı bir köycük...

    Küçük Eğret'in büyüklüğü(!) ve önemine delil olarak sadece bu kayıt yeterlidir. Gerçi bir tek kayıttır, sadece 1724 vergi cetvelinde rastlanmıştır, ama yine de mühimdir. Kim bilir belki bizim ulaşamadığımız başka kayıtlarda da Egret-i Sagir yazılıdır, bir gün ortaya çıkarılır. Şimdilik elimizdeki tek kayıtta vergi miktarı yarım nefer piyade olarak gösterilmiş. O günkü sistemde bu asgari vergidir, ve 7-8 askere karşılık gelir. Bir yerleşimden bu sayıda asker alabilmek için oranın bunun iki katı haneye sahip olması gerekir ki, bu hesaba göre Küçük Eğret'in 15-20 hanelik olduğunu söyleyebiliriz. Aynı dönemde Eğret köyünün birbuçuk nefer asker gönderdiğini, bunun ortalama 20-25 asker=40-50 haneye karşılık geldiğini söylersek, iki Eğret'in karşılaştırması hakkında fikir verebilir.

    Sonuç olarak 18. yüzyılda Eğret yakınlarında Küçük Eğret olarak bilinen bir köy daha vardı. Eğret'ten kontrol edilen bu köyün yeri tam olarak belirtilmiyor. Onun konumunu bulabilmek için ek ipuçlarına ihtiyaç var. Vergi cetvelinden dikkatlere sunacağım ikinci kayıt böyle bir ipucu sunabilir.

    Bu tek kayıttan başka Küçük Eğret'e dair başka bilgi görmediğimi söylemiştim. 1727 yılının vergi listesinde Eğret köyünden ayrı olarak Eğret Susuzu adlı bir yerleşimin kaydına rastlanıyor. Yine "Eğret'ten yoklanır" notu düşülmüş ve yine yarım nefer piyade vergisi yazılı. Yani üç yıl önceki "Egret-i Sagir" için ne yazılmışsa "Eğret Susuzu" için de aynı bilgiler verilmiş. 

    Bu kadar kısa sürede bir köy yok olamayacağına, yahut 3 yılda vergi diliminde değişiklik gözlenemeyeceğine göre aynı köyden bahsediliyor demektir. Küçük Eğret resmi kayıtlarda bazen Eğret-i Sagir, bazen de Eğret Susuz'u olarak geçiyordu. Belki halk arasında yalnızca Eğret veya yalnızca Susuz deniliyordu. 

    Ne olursa olsun, ve adına her ne denilirse denilsin 18. yüzyılın ilk yarısında Eğret yakınlarında 15-20 hanelik bir köy vardı. Her ne kadar Eğret'ten kontrol edilse de, bu köyden zaman zaman yarım neferlik vergi bile alınıyordu...

    ***

    Doksanüç Harbinden sonra Kafkaslar ve Balkanlardaki Türk nüfusun Anadolu'ya tersine göçü hızlandı. Devletin iskan programı çerçevesinde bazı muhacir grupları da Eğret arazisi üzerine yerleştirildiler. Eğret Çevresi Macur Köyleri başlıklı yazıda bu konuyu ele almıştık.

    Bu muhacir köyleri adlandırılırken geldikleri yer ile ilişkilendiriliyorlar; misal Woçapşiye Çerkeslerin Kafkaslardaki köylerinin adıdır bu yüzden Yenice'nin ilk adı Woçapşiye... Yine Bulgaristan'ın Eskicuma kazasından gelen Türklerin yerleştirildiği köye de Cumalı adı verilmiş. Aslında Osmaniye de öyle, ora köylüleri de Osmanpazarı kaynaklılar. Lakin Osmaniye'nin önüne Susuz eklenmesinin açıklaması yok. 

    Bir de Anıtkayalılar bu köye hala kısaca Susuz derler... Aklımıza neden Eğret Susuz'u gelmesin ki! Acaba 1727 kayıtlarındaki Eğret Susuz'u ile şimdiki Susuzosmaniye (kısaca Susuz) aynı bölgede mi yerleşikti? Başka deyişle, Eğret-i Sagir/Küçük Eğret buralarda bir yerde miydi?

    ***

    Anıtkaya'nın antik geçmişiyle ilgili olabilecek her türlü yayını gözden geçiriyoruz. Sayısı çok fazla olmayan bu yayınlara ek olarak esasında bu yörelerle ilgili olmayıp da içinden Eğret bölgesine dair ipuçları yakaladığımız yayınlar da var. Hepsini değerlendirince bu bölgenin yaklaşık üç bin yıllık geçmişinin izlerine ulaşıyoruz. Ayrıca her tarafta ortaya çıkan tarihi kalıntılar da bunu ortaya seriyor. Bayramgucağı mevkii böyle bölgelerden biridir.

    Yüzey araştırmaları raporu, öteden beri buralarla ilgili ortalıkta dolaşan söylentiler, bölgenin coğrafi yapısı gibi özellikler birlikte değerlendirildiğinde bölgenin eski bir yerleşim yeri olduğu fikrine ulaşıyoruz. Ayrıca buraların neden böyle isimlendirilmiş olabileceğine yönelik tahminimi Bayramgucağı adlı yazıda anlatmıştım.

    Bahsedilen yazıda daha çok bölgenin antik tarihiyle ilgili çıkarımlar vardı. Bölgenin Sususzosmaniye köyüne yakınlığı ve yukarıda sıralanan bilgiler birlikte değerlendirildiğinde Küçük Eğret, bir başka ifadeyle Eğret Susuzu'nun bu bölgede yerleştiğini düşündürtecek yeterli sebep var.

    ***

    Osman Şevki Efendi'nin oğlu Cemal Efendi icazet aldıktan sonra Eğret köyü imamlığı ile mesleğe başladı. Öteden beri Eğret imamlığı, imamların yetişmesinde stajyerlik gibi bir aşama kabul ediliyordu. Bu yüzden Afyon uleması arasında çok sayıda Eğret İmamzade lakabına rastlanır. Eğret imamının oğlu anlamına gelen bu tabiri Cemal Efendi'nin babası için de kullanıyorlar. Yani onun atalarının da Eğret'te imamlık yaptığı sabit, hatta babası Osman Şevki Efendi'nin de Eğret imamlığı var. 

    Yukarıda bahsedilen 1831 tarihli kayıtların ilk iki hanesi eski ve yeni Eğret imamlarına ayrılmış. Onlar Eğret halkıyla bütünleşmişler, genellikle vazifeleri bitince Afyon'a dönmüşler; ama oğulları arasında Eğretli kızlarla evlenip burada kalanlar ve Afyon'a dönenler bulunuyor. Böylece bir bakıma Eğretli olan imam çocuklarına da Eğret İmamzade ünvanı verilmiş.

    Cemal Efendi'ye dönecek olursak, uzun yıllar yeni yapılan Gocacami imamlığı yapmış. Önemli fıkhi eserlerinin birkaçını bu dönemde yazmış. Yunan işgaline de Eğret'te yakalanmış. Kurtuluştan sonra Afyon'a dönmüş ve orada fahri vaizlik yapmış. Buna izin verilmediği zamanlarda gezek kültürünü başlatıp eğitime vaaz kürsüsünden değil evlerin maketlerinden devam etmiş. 

    İyice şöhreti yayıldığı dönemde Afyon halkı kendisini Eğretli Hoca olarak tanımlamış ve bu tabir adının önüne geçmiş. 1934 Soyadı uygulamasında bu yüzden kendisine Eğretli soyadını seçmiş. Bundan sonra Cemal Eğretli Hocaefendi olarak tanınacaktır.

    Yalnız içinde bulunduğumuz 2025 yılı içinde onun Eğret imamlığı ve Eğretliliği hakkında yeni bir bilgi ortaya çıktı. Bir fotoğrafı üzerine eski yazıyla düşülmüş bilgi notunu Dr. Selami Kurt Bey çözümleyene kadar kimse bu ayrıntının farkına varmamış. Fotoğrafüstü notta şu yazıyor: "Susuz Osmaniye karyesi imam hatibi Cemal Efendi"

    Herkes kendisini Eğretli Cemal Hoca diye çağırırken, bu çağrıya binaen Eğretli soyadını almışken ortaya çıkan bu gerçek onun Eğretliliğine ve Eğret imamlığına halel getirmez. Bilakis Eğret köyünün Susuzosmaniye ile ne kadar bütünleştiğini gösterir. Tıpkı 18. yüzyıl başlarında, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılın tamamında olduğu gibi. Zira son yüzyıla kadar o topraklar da Eğret'in idi ve hatta orada Küçük Eğret/Eğret Susuzu bulunuyordu...

    ***

    Şimdi tekrar başa dönüp, 24. hane reisi Eğretli Hüseyin oğlu Mehmet Ali'ye neden böyle denildiğine cevap arayalım. Mehmet Ali, Küçük Eğret'ten; yani Eğret Susuzu'ndan idi. Çok uzak olmayan bu küçük köyden de gelmiş olsa kendisine Eğretli diyorlardı. Küçük Eğret'ten geldiler, onlar geldiğinde bu Eğret Susuzu bitmek üzereydi, belki de oranın san hanesiydiler; çünkü onlardan sonra Küçük Eğret'in adı hiç bir belgede geçmedi. Eğret'te yöneticilik de yaptılar, ama oraya yerleşmeyip nihai olarak Afyon'a taşındılar...

    Yine 18. yüzyıl vergi ve harcama cetvellerinde Afyon Merkez mahallelerinde, Eğretli diye lakaplanan bazı gerçek kişilerin çeşme gibi vakıflara yaptıkları bağışlar kaydedilmiş. Gerek onlar ve gerekse soyadı uygulamasında EYRET, EĞRET, EĞRETLİ soyadlarını alan ailelerin Küçük Eğret-Büyük Eğret'ten hangisiyle ilişkilendirildikleri belli değil...

    Hangi Eğret ile bağlantılı olurlarsa olsunlar, tamamı Eğretlidir. Çünkü "Küçük Eğret/Eğret Susuzu, Eğret'ten yoklanır..."



20 Ekim 2025

Ekin Bozma


    'Bahçe bozmak' sözünde hasat etmek, mahsulü kaldırmak anlamı var. Yani bozmak fiilinin olumsuzluğu söz konusu değil. Tıpkı bağbozumu deyiminde olduğu gibi burada da sezon sonunda elde edilen ürünü alma anlamında kullanılmış. Tabi ürünü almak için de bahçeye ekili olgunlaşmış mahsulü bozmak, toprakla bağını kesmek gerekir. Bahçe bozmaktaki tek olumsuz anlam bu olabilir.

    Bir de ekin bozmak var ki, bu beklendiği gelişimi göstermeyen ekini iptal etmek demek oluğundan tamamen olumsuzdur. Hava şartları, toprağın hazır edilmemesi veya başka sebeplerden dolayı tohum çimlenmez, ekin çıkmazmış. Çıksa da çok seyrek olup ekine benzemiyor, bir kök orada, iki kök şurada... Buna ekin mi denir! Boşuna uğraşmayıp o tarlayı başka bir şey ekerek değerlendirmek en iyisi... İşte buna ekin bozmak deniliyor.

    Mantıklı ve karlı gibi görünüyor, ama ekin bozmanın da şartları var. Bu şartların gözlenmediği ekini bozmak günah sayılırmış. Bir defa ekine benzeyip benzemediğinin ilginç bir ölçümü varmış. Bir buğday kökünü iki bacağının arasına alacak şekilde dur ve elindeki örendireyi tırpan gibi salla. Örendire başka bir buğdaya değerse ekin yeterince sıktır, onu bozmak günah... 

    Bu inanç neden kaynaklanıyordu bilmiyorum, ama geçtiğimiz yüzyılda örendire metoduna pek itibar etmezler, ekinin olmadığına kanaat getirirlerse gözünün yaşına bakmayıp bozarlarmış. Tabi bozduktan sonra genellikle o tarla boş kalıyor. Çünkü bizim arazi kıraç olduğundan her an, her şeyi ekemezsin. Büyük ihtimal bir başka ekim vaktini kaçırmış oluyorsun. Ekin tarafına nohut, günaşık da ekemezsin zira hasat zamanları farklıdır... Hasılı kelam, ekin bozmak çoğunlukla o tarla için sezonun kapatılması demek oluyor...

    1960'lı yılların birinde çoğu ekin olmamış. Bozan bozmuş, çoğu da vakti geçtiği için ellememiş, öylece bırakmış tarlayı... Galiba Nisan ayı ortaları... Artık yazlık tabir edilen ekin dönemi de geçmişmiş, bu yüzden o mevkide, çıkmayan buğday tarlaları için yapılabilecek bir şey yok...

    Çakır Osman Erdem  öyle düşünmemiş ama... Bozmuş buğdayı, yerine arpa ekmiş. Ekim zamanı geçtiydi, olurdu olmazdıyı dinlememiş... Netice? Netice şu, iyi dinle... O yıllarda dönüm başı ortalama 20 demir arpa kaldırılırmış. İyi olursa 25, çok iyisi 30 demire kadar çıkarmış... Çakır Osman, zamansız ektiği o tarladan dönümüne tam 50 demir almış. 

    Emmisinin buğday bozup arpa ekme olayını Hacapo (Abdullah Erdem) Abiden dinledim. Mevzu ekin ekme, ekim zamanı, toprak tavı, 'Veli tavı' filandı... Zamansız ekimlerin kırk yılda bir tutacağına örnek olarak anlatmış ve sonunda bunun benzerinin başka yaşanmadığını belirtmişti.


18 Ekim 2025

Buz Gibiymiş!

 
    Aslında Anıtkaya mutfağında bamya çorbasına yer yoktu. Evlerde zaten bilinmezdi de, düğün yemeklerinin kralı kötdü dolması ile pirinç pilavı ikilisi olup yanlarına bazen kuru fasülye ile hoşafı alırlardı. Bu düzen ne zaman bozuldu da araya bamya girdi bilemiyorum, uzun bir süre düğün sofralarını süsledi. Meşhur Afyon gezeklerinde sofraya en son bamyanın geldiğini söylüyorlar, bize de oradan geçmiş olmalı...

    Ekşi/mayhoş tadıyla kendini belli eden bamyanın belki bundan daha belirgin özelliği sıcaklığıydı. Ortadaki tastan ilk alınan bir kaç kaşıkta ağzınız mutlaka yanar. Yok, yanmak ne kelime; diliniz, damağınız, avurdunuz, ağzınızın her bir köşesi dağlanır resmen. Bu özelliğini keşfettikten sonra ona karşı daha temkinli yaklaşmaya başladık, kaşıklarımız geri durdu; nefeslenmesini bekledik...

    Yemeğin içine katılan malzemelerden de kaynaklanıyor olabilir, ama bamyanın sıcak kalmasının asıl sebebi üzerindeki yağ tabakasıymış. Bütün yüzeyi kaplayarak yemeği öyle bir örtüyor ki hava ile temas mümkün değil. Dolayısıyla ısı kaybı yok... Peki ne zaman soğuyacak bamya? Bir kaç kaşık alınırken yağ tabakası delinecek, bu arada yemek ısısı havaya karışırken soğuk hava içeri girmiş olacak. Önce ılıma sonra soğuma dediğimiz olay böyle gerçekleşiyor. Bamya tasındaki yağ (ve haliyle yemek) azaldıkça soğuyacak ve onu yiyebilmek mümkün olacak...

    Sofrada bamyaya karşı çekinik durmak, onu ilk kaşıklayanlardan olmamak için azami dikkat göstermenin sebebi budur. Kimse ağzının yanmasını istemez... 

    Yakıcı bamya bulunan sofralarda onun bu özelliğini bilmeyen acemilere kötü bir şaka yapma adeti böyle başladı. İlk defa bamya yiyecek yabancının, tasa ilk kaşık daldıran kişi olması sabırla beklenir. Eğer yabancı yanaşmıyorsa bunun için yönlendirme yapılır. Aralarında oyunbozan bulunmayan sofradakilerden biri kendini feda ederek bir kaşık alır. Ağzının yanışına aldırmadan;

    - "Buz gibiymiş yav!" diyerek hayıflanır. Yine de çok lezzetli olduğunu filan belirterek anlatımı ballandırır, ta ki meraklı yabancı bu lezzetli yemeği tatsın. Tedbirsizce kaşıklayan acemi misafirin yanakları al al olacak kadar yandığını görünce gülüşürler... Bamya yangınına maruz kalmadıysanız bu şakadaki fecaati bilemezsiniz...

    Arpalık'taki yeni yaptıkları evin avlusunda, rahmetli Talip Azbay'ın düğün yemeğindeydik. Aramızda köyde oturan öğretmenlerin de bulunduğu altı yedi kişilik bir masadayız. O yıllarda öğretmen arkadaşlarla Anıtkaya halkı arasında sıcak ve samimi ilişki oluştuğundan cenaze, düğün gibi merasimlere katılırlardı. Tabi içli dışlı olunca, yeri geldiğinde seviyeli şakalaşmalar da kaçınılmaz oluyor... Nihayet birisi malum şakaya başvurdu, "Buz gibiymiş yav!" diyerek ortaya bıraktı. Bakalım kim düşecek tuzağa diye beklemeye kalmadı, Matematikçi Mesut Taşdemir birden kaşığını daldırdı... Keşke bu kadar tezcanlı olmasaydı, nefesi kesildi resmen...

    Hararetin bütün yükünü bamyaya sardırmak haksızlık olur. Elli yıl önce hayatımızda bamya mı vardı sanki, ama yine de ağzımızı yakacak bir şey buluyorduk. Fizik kuralını hatırlayalım, üstü yağ tabakasıyla örtülü yemek geç soğur. Bu kural yalnız bamya için değil, bütün yemekler için geçerlidir; sulu patates, kuru fasulye, çorba... 

    Hele de çorba... Misal ocaktan yeni indirilmiş oğmeç çorbasına, soğanla yakılmış yağ döküldüğünü düşünün, halberi soğumaz... İşte sofrada böyle bir çorba varmış. İçlerinden biri ilk kaşığı almış... Almış ama, ne alış... Yazık ne yutmuş, ne çıkarabilmiş adam... Ağzının yangınıyla yaşaran gözlerini tavana dikmiş, öylece kalakalmış... Neden sonra zor bela yutunca ağzını açmış ve öyle bir feryat koyvermiş ki, deme gitsin... Şaşırmış diğerleri;

    - "Ne ağlayıp figan ediyon?" diye meseleyi anlamaya çalışmışlar. Bizimki;

    - "Anamın bubamın öldüğü aklıma geldi." diye cevaplamış. Böylece olağanüstü bir şey olmadığına kanaat getirenlerden biri de çorbaya daldırdığı kaşıktan ağzı yanınca hanyayı konyayı anlamış. O kızgınlıkla; 

    - "Ananı bubanı garışdırceğine çorbadan yandım desen ya, hey herif!" diye çıkışsa da bunun ağız yanığına bir faydası olmamış.

    Mustafa Ayas'tan duyduğum bu olayın kaynağı belli değil; bamya hikayesiyle örtüşüyor, bizim köyde yaşanmış olabilir... 

    Nitekim böyle olabileceğine delil, hikayenin iki yeni versiyonu geldi. İlki Omarcıkların Feyzullah Sağlam'dan nakil. Buna göre sıcak çorbadan kaşıklayınca ağzı yanan misafir gözünü tavana dikmiş. Evsahibi de buna şaşırıp 'N'oldu bilader?' diye sorunca adamın cevabı 'Şu döşmeler nereden diye baktıydım...' olmuş... İşin aslını bilen evsahibi durur mu, 'Al da üfür dağından geldi' diyerek gülmüş...

    İkinci versiyon yine Omarcıklardan Dik Hasan Kaya merhumun bizzat yaşadığı bir olay, kendisi Ahmet Külte'ye anlatmış, biz de ona kulak verelim:
    "Gavalcının İban (İbrahim Aracı) ile Hasan Ağa erkenden sapa giderler. Galiba Gavalcıya çalışıyorlar, öğle yemeğine onların eve gelmişler. Onlar ellerini yıkayana kadar Hatice teyzem mercimekli bulgur pilavını yeni ocaktan indirmiş. Sofra hazırlanır, pilav da ortaya gelir. Rahmetli Dikhasan iyi acıkmış,  pilavın üstünde pek buhar filan olmadığını görünce daldırmış kaşığı... Ağzına alınca olan olmuş, pilav aşırı sıcak... 'Üf! Üf! Üf! diye sağa çevirmiş, sola çevirmiş, çıkaramamış da... Kaldırmış başını yukarı... Gavalcı ne olduğunu sorunca 'Bu döşmeleri nerden getirdiniz?' demiş.  İşte o vakit rahmetli Gavalcı; 'Üf dağından Hasan, Üf dağından!' diye gülmüş. Rahmetli Dikhasan emmi olayı anlattıktan sonra 'Hiç böyle kötü duruma düşmediydim.' demişti."



17 Ekim 2025

Yadigar

 
    Bizim mahalledeki odaya son zamanlarında Macurali'nin oda derlerdi. O vakit dedem ilgilendiği için böyle denilmiş, aslında Gademlerin oda... 1970'li yıllarda Böbülerin, Gödeşlerin, Buydeycigadirin ve Dedemin dolavları vardı, demek ki mahalledeki herkes ilgilenirmiş. Anlatacağım olay bu odayla ilgili...

    1964 veya 65 yılındayız, belki iki yılın kış dönemi... Küçük Kalecikli Bicinin Mahmut diye bilinen bir çerçi geliyor. Zaten çerçiler genellikle Kalecikli oluyor. Şimdiki nesile çerçiyi anlatmak zor, kısaca gezici bakkal diyebiliriz. Ayrıntısını öğrenmek isteyeni 'Çerçici' başlıklı yazıya havale edelim.

    Kalecikli Mahmut akşama doğru tek beygir arabasıyla gelip odanın önüne yanaşmış... Galiba daha erken köye girmiş de, biraz sokaklarda dolaşıp çerçicilik yapmış. 

    O vakitler öyle, gelen misafirin arabası odanın önüne, hayvan da damına çekiliyor. Misafir olarak kaldığı bir kaç gün vaziyet böyle... Hem kendisinin hem de hayvanın bakımı, konaklama ve güvenliği tamamen odayı sahiplenip işletenlerin üzerindedir, bunun için karşılık veya herhangi bir ücret beklenmez. Eğret odalarının en büyük özelliği bu...

    Bicinin Mahmut arabayı kenara çekip beygiri de dama bağladığı saatlerde öyle bir kar yağışı başlamış ki, göz gözü görmüyor. Bunun sonu belli, hayırlısı demişler. Eski zamanlarda öyle bir yağıyor ki kar, aylarca kalkmıyor. Goca gar derlermiş böylesine... Bu yağışın sonu da ona çıkacağa benzer... Nitekim sabah kalktıklarında bakmışlar, depdiregomuş...

    Bundan sonra dışarıda çerçiciliğin mümkün olmadığını anlayan Mahmut, atını arabasını öylece bırakmış ve almış başını gitmiş. Galiba o vakit pek nadir de olsa asfalttan geçen yol arabalarına, yahut bir kamyona binmiş... 

    Bicinin Mahmut kendisi gitmiş, ama arabasıyla atı öylece kalmış. Müezzinin Ömer Emmi onların sahipsiz kalmasına razı gelmemiş. Arabayı gocagapının altına çektirip malzemeyi ambara taşıttırmış. Onların avlunun ucunda bir meydan ambarı vardı, kapalı olduğu için orada güvende ve korunaklı duracağını düşünmüş olmalı. Gerçi çerçi malzemesi ne olacak kap kacak, incik boncuk; olsun, kardan yağmurdan etkilenmemeli... Diğer yandan odanın damında kapalı yerdeymiş at, onu da kendi evindeki dama, diğer beygirlerin yanına bağlattırmış. Hasılı kelam, çerçinin bırakıp gittiklerine kendi malıymış gibi sahip çıkmış... Ne zamana kadar?... Mahmut gelene kadar...

    Yollar açılıp Bicinin Mahmut geldiğinde aradan 40-45 gün geçmiş. Bu arada atının sağ salim, mallarının da güvende olduğunu görünce çok sevinmiş. Ömer Emmiye;
    - "Borcumuz ne Ömer Ağa?" diye sormuş... Bu soruya biraz içerlemiş Ömer Emmi;
    - "Ne borcu len köpoğlu, sen bizim misafirimizsin."  demiş, ama Mahmut ısrarcı;
    - "Tamam ben misafirin de, beygire de bakdınız..." diyecek olmuşsa da Ömer Emmi kestirip atmış;
    - "At da misafirimizdi oğlum, misafirin borcu mu olur!"
    - ".....?"
    
    Kar kalkıp yolların açılması; malına, atına arabasına kavuşmanın sevinci ve şu ihtiyarın geniş gönüllülüğü karşısında değişik duygulara kapılan Bicinin Mahmut, ne diyeceğini bilemez bir halde sükutta boğulmuş. Neden sonra kendine gelip;
    - " O zaman şu tepsiyi küçük bir yadigar olarak kabul edin, odaya çorba götürürsünüz." diyerek bir çinko tepsiyi uzatmış.
    
    Şimdi itibardan düşseler de çinko tepsiler o gün için yeni çıkmışlar. Herkes sahip olamıyor, çok değerli, hatta lüks sayılıyor. Tabi önemli olan maddi değeri değil, yadigar olarak 60 yıl öncesinden esintiler taşıması...
    ....
    Müezzinin Ömer Kabadayı Emmi, 1970 yılında 68 yaşındayken vefat etti. Böbülerin Anıtkaya'daki son ferdi taşınırken İzmir'e götürdüğü göç içinde bu tepsi de varmış. Küçük Kalecikli Çerçi Bicinin Mahmut yadigarı, şimdi Ömer Emmi'nin torunu Berber Ahmet Kabadayı'da bulunuyor. 


16 Ekim 2025

Yetimlerin Demlik


    Kahveden çaya geçiş sürecinin Eğret'te nasıl yaşandığı tam olarak bilinmiyor. Önceleri, erişimin kolay olduğu zamanlarda rağbet kahveye imiş. Özellikle odalarda en gözde ikram bu. Evlerde de boy gösterdiği biliniyor, ama odalardaki kadar yaygın olmayabilir.

    Odalarda eksik olmayan misafirlere ikram ediliyor. Kilci Goca Hüseyin Sağlam'la ilgili 'telve' meselesini daha önce anlatmıştım, misafire kahve pişirme alışkanlığına dair benzer olaylara hemen her odada rastlanırmış. Dışarıdan gelen misafirler haricinde oda müdavimleri kendi aralarındaki sohbet esnasında da kahve içiyorlar. Keyfine içilen bu kahvelerin kişinin statüsüne göre çeşitlendiğiyle ilgili bir hikayeyi de Hayta Mahmut Özdemir'e dayandırarak anlatacağım, lakin şimdi değil...

    Evlerde, özellikle kadınlar arasında kahve içmek çok yaygın değilmiş, ama bu evlerde hiç kahve içilmezdi anlamına gelmez. Her yerde çok yaygınken oralara uğramaması mümkün değil. Belki fazla popüler değildi ve pişirme tekniği odalardakinden farklıydı. Rahmetli ninemin sıcak suya toz kahve katıp karıştırarak içtiğini hatırlıyorum...

    Odada, kahvehanede veya evde bir anda kahve bırakılıp çay içmeye başlanması gibi bir durum söz konusu değil. Bunun tedrici olarak gerçekleştiği düşünülüyor. Hatta Eğretli, çaya büsbütün yabancı da değilmiş. Özellikle çobanlar ağılda kekik gibi, çay otu (funda) gibi bitki çaylarını çok demlerler, bu alışkanlıklarını köye de getirirlermiş. Fakat bugünkü siyah çayın bilinirliği yok.

    Galiba 1960'lı yıllardan itibaren odalarda kahvenin yanında çay da boy göstermeye başlıyor. Belki bu kahvehanelerde çay yaygınlaşmasıyla aynı döneme rastlar. Fakat bu sıralar çay odalar için kahveden daha lüks sayılırmış. Yine de her odada bir çaydanlık bulunuyor.

    Biraz daha yaygınlaşınca odada her akşam çay demlenmeye başlanılıyor. Herkesin iştiyakla beklediği bu olay bir merasim yavaşlığıyla icra ediliyor... 

    Her şey sırasıyla dolavdan çıkarılacak. Önce gamanto çıkar, ispirto ile tutuşturulur ve gazyağı dolu karnından pompalanarak ocak harlandırılır. Çaydanlıktaki su yeterince kaynayana kadar beklenir. Çaydanlık kapağı dolduracak miktar çay atıldıktan sonra demlemeye bırakılırken, yüz gramlık çay paketi kapatılarak ertesi akşama kadar bekleyeceği dolav köşesine gamanto ile birlikte geri yerleştirilir. Bundan sonra yine dolavda ters çevrilmiş durumdaki bardaklar teker teker çıkarılır. Kaç taneyse her biri dizilerek içlerine kaşıklar çın çın atılır. Büyük ihtimal Tenikeci Hüseyin'in yaptığı özel kaşıkla birer ölçek şeker konur. Bu arada ümzüğüne kağıt sıkıştırılıp üzeri kirli peşkirle örtülü demlik, kapağı açılarak kontrol edilir. Dalmamışsa daldırılarak çaylar doldurulur. Bardak sayısına ve herkesin sosyal durumuna göre ilk turda içeceklere sunulur. İkinci postaya kalanlar da çaylarını içtikten sonra çaydanlık, şekerlik ve yıkanan bardaklar dolava yerleştirilerek çay merasimi sonlandırılır.

    İlk zamanlarda odalarda çay macerası aşağı yukarı böyleydi. Sonradan çay demleyen kişi sayısı arttıkça buna paralel olarak demleme ve çaydanlık sayısı da arttı. Sıraya bindirdiler ve her demleyişte herkes içebildi.

    Bu dönemde evlerde de çay yaygınlaştı, yalnız ilk zamanlar sıkıntılıydı. Şeker zaten vardı da, bir şekilde çay temin edilse bile evlerde demlik yoktu. Öyle ya, kırk yılda bir demlemek için çaydanlığa ne gerek vardı... İrtibatı olan evlere, odadaki demliği öndüş getirmek yeterliydi. Başkaları içinse, çay içmek için bunca meşakkat ve masrafa ne gerek vardı... İlk zamanlar için çay ancak özel günlerde demlenen bir içecekten öteye geçmedi...

    Seyrek yapılan işler için araç gereç bulundurmak adet değil, ayrıca ekonomik de değildi. Misal yılda bir bulgur kaynatma esnasında kullanmak üzere herkesin dört kulplu süzgeç bulundurması, yahut cenazenin kırkı ve yılında bişi etmek için büyük dığan sahibi olması hiç mantıklı değil. Köyde bir kaç tane olsa yetiyor, onları lazım olan herkes kullanıyordu. İşte Yetimlerin demlik de böyle bir ev aletiydi...

    Bu bakır devasa demliğin tarihi hakkında farklı rivayetler var. İlki çay içme alışkanlığının yerleşmeye başladığı zamanlarda temin edildiğine dair. Buna göre Yetimler büyük bir aile olarak gerekli diye düşünüp satın almışlar. Onun Hacımurat oğlu Şükrü dedelerinden kaldığına dair bir söylenti var. Şükrü Azbay'ın 1955'te öldüğünü düşündüğümüzde, henüz çay adetinin oluşmadığı o kadar eski dönemde çaydanlığın ne işe yaradığı izaha muhtaçtır. Belki siyah çay demlemenin Eğret'teki tarihi zannettiğimizden daha eskidir, veya ot çayları filan kaynatılıyor, yahut başka türlü şerbetleri çaydanlıkta hazırlıyorlardı, veyahut daha başka şeyler...

    Kaynağı ve tarihi ne olursa olsun Yetimlerde böyle bir demlik var. Bakırdan yapılmış, çok ağır... Ve çok büyük, bir demir (18 litre) kadar su alabiliyor... Zaten tanınmışlığının, şöhreti bugüne kadar ulaşmasının sebebi de bu boyutlarıyla ilgili olsa gerek...

    Herkes tarafından biliniyor, belki bütün evlere girmiş, herkes onun çayını içmiş. Kimin düğünü, nişanı, sözü varsa hemen Yetimlerin demliği istiyor. Veya mevlid gibi, ölüyeri gibi başka dernekler olduğunda davetlilere onun çayı ikram ediliyor. Yani kime lazımsa onun evine gidiyor mübarek. Bu kadar kalabalık davetliye çay yetiştirmek her babayiğit demliğin harcı değil...

    Yıl kaç bilmiyorum, Samancı (İsmail Saçak, ö.1964) kızını sözlüyor. Dolayısıyla kalabalık bir misafir topluluğunu ağırlamakta... Yetimlerin demliği getirmişler... Gamantonun üstünde kaynıyormuş galiba, bir sebeple oradan almak icap etmiş. Kulpundan tutup kaldırayım derken, Samancı'nın kolu küt diye kırılıvermiş... 

    Kimileri kırılmaya sebep olarak 'İsmail Ağa'da zaten kemik erimesi vardı, kolu zayıf olduğu için kırıldı' derken, kimileri de çaydanlığı yanlış tutmasına bağlamış. Fakat başka birilerine göre de zaten kendisi çok ağır olan büyük bakır çaydanlık, ağzına kadar doluyken iyice ağırlaşmış; Samancı'nın kolunu kıracak kadar...

    Doğrusunu Allah bilir, sonuçta Yetimlerin demliği kaldıracağım derken Samancı'nın kolu kırılmış...

    Kol kıran Yetimlerin demliğin akıbetine dair bir şey duymadım. Belki bir yerlere sıkışıp kalmış, varlığını hala sürdürüyordur...


13 Ekim 2025

Isınmak İçin Köy Yakmak


    Nikos Vasilikos günlükleri Milli Mücadelenin Yunan ordusu tarafında nasıl yaşandığını ortaya koyması bakımından önemli. Olayların içeriden birinin gözüyle aktarılmış olması sebebiyle, Yunan askerlerinin hatıralarına göre bilgilerimizi tamamlıyor veya teyit ediyoruz.

    Er Vasilikos'un hatıralarından bir video vesileyle haberdar oldum. 'Yunan Askerlerinin Cepheden Mektupları' adlı bu çalışmayı izlerken 28 Ağustos 1922 tarihli bir paragraf dikkatimi çekti. Sonradan her yıl şenlik olarak kutlandığı için her Anıtkayalı'nın 28 Ağustos 1922 tarihi dikkatini çeker. Orada yer bildirilmiyordu, ama Vasilikos mektubu diye sunulan bu küçük paragrafta anlatılanlar ile kayıtlı tarihte Eğret civarında yaşanan olaylar birbiriyle örtüşüyordu. Kesin bir şey söylemek için mektubun tamamını görmek gerekiyordu. *

    Videoda belirtilen kaynak beni Nilüfer Erdem'in doktora tezine götürdü. Oradan bahsedilen metnin mektup değil hatıra olduğunu öğrendim. Er Nikos Vasilikos fırsat buldukça günlüğünü yazmış, Nilüfer Hanım da çalışmasının kaynakları arasına bu günlüğü almış. İlgili bölüm şu:

    Türk Ordusu’nun asıl neticeyi almak için 27 Ağustos’u beklemesi gerekmiştir. Taarruzun ikinci günü Yunanlılar bozguna uğratılmış ve Afyon kurtarılmıştır. Planın ilk evresindeki başarının akabinde muharebeler tüm cephelerde Türklerin lehine gelişme göstermiş ve geceli gündüzlü üç dört günlük muharebeden sonra Türk kuvvetleri için istenilen noktaya gelinmiştir. Vasilikos 28 Ağustos 1922’yi de günlüğüne taşımıştır:
    “28 Ağustos 1922: … [Türkler] gece çevredeki tüm tepeleri aldılar ve bizi sığınağa hapsettiler. Neredeyse tamamen çevrilmiş durumdayız. Dağınık olarak, tek çıkış durumundaki kuzeye çekiliyoruz. Sığınağın ağzındaki ilk geçide geldiğimizde, karşı tepeyi almış az sayıdaki, ancak çoğunluğu köylülerden oluşan Türklerin açtığı ateşe maruz kalıyoruz. [Türkler] ayakta ateş ediyorlardı ve panik düzenimizi bozdu. Sığınaktan çıkmak için herkes koşuyordu. Aynı anda taşımacılar yüklerini atıp, atlı olarak panikle dört nala kaçıyorlardı. İç burkan, umutsuz bir durum. 300 Türk, 10 bin eri kovaladı. Pek çok top ve makineli tüfek, yüklemeye fırsat bulunamadan Türklerin eline geçti… Birçoğu yaralandı, bir o kadarı hayatını kaybetti… Zavallı yaralılar, iç burkarcasına yalvararak arkadaşlarının yardım etmesini istiyorlardı. Hiç kimse yardım eli uzatmıyor, herkes kaçarak kurtulmak istiyor… Hiç kimse nereye gittiğimizi bilmiyor. Hiç kimse, hiç kimseye emretme ve emredilme yetkisi vermiyor. Başsız, lidersiz, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu ve ne olacağını bilmeyen ayak takımına dönüştük. Gece yarısı, Türk köyüne varıldığında, üşümekte olan askerleri ısıtması için köy yakılmıştır. Askerlerin bir örtüsü ve battaniyesi yoktu… Ateşin yanında koyunlar gibi, biri diğerine yaslanmış gecelediler. Açlık bizi kırıp geçiriyor. Tek battaniyeyi yayıyor ve Manoli İlyaki’yle birlikte dinleniyoruz." **

    Alıntıladığım metinde, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki olaylarla örtüştüğünü söylediğim iki temel olay Eğret baskını ve Olucak yangınıdır. 

    Eğret baskını iki aşamadan oluşuyor. Gece karanlığında yanlışlıkla bölünen 2. Süvari Tümeninin iki alayı sabah Çirçir yakınlarında kuzeye çekilmekte olan Trikopis güçlerini bastı ve onlara büyük zayiat verdirdi. Diğer iki alay ise Eğret'teki Yunan jandarmasını taciz ettikten sonra koptuğu alaylarla tekrar birleşerek geceyi ovada geçiren büyük düşman ordugahını bastılar. Hiç savaşmamış bu ordugahta Kolordu karargahı, dinç 9. Tümen, yedek subay talimgahı ve daha birçok birlik bulunuyordu. 12 bin kişilik ordugahı bin kişinin basmasını intihar saldırısı olarak değerlendirenler var. Buna rağmen Yunan toparlanana kadar büyük zayiat verdiği kaydedilmiş. Elbette Türk süvarisinin de kayıpları var.

    Olucak tarafına çekilmek için 2. Türk süvari tümeni tekrar iki kola ayrılmışlar. Kaçmakta olan Yunan kuvvetleri ise o geceyi Olucak'ta geçirmiş ve orada insanlık dışı katliamlar yapılmış. Bütün köy ateşe verilmiş. Yakılmadan önce insanların camiye doldurulduğu bile söyleniyor.

    Vasilikos günlüğüne dönecek olursak, panikle kaçmakta olduklarını ve kuzeye yöneldiklerini anlıyoruz. Burada sığınak kelimesinden dar vadi ve geçitler kastedilmiş olmalıdır. Kuzeye doğru kaçış söz konusuysa, bunlar Afyon'u boşaltan Trikopis güçlerinden başkası değildir. 

    Yalnız ne Trikopis ordusunun sadece bir bölümü olan kolda on bin asker vardı, ne de onları basanlar 300 köylüydü. Ayrıca Türk askerinde ne postal, ne çizme, ne de tam tekmil elbise vardı. Vasilikos çarıklı, şalvarlı ve perişan hallerini görünce onları köylüler diye düşünmüş olabilir.

    Bununla beraber Vasilikos'un verdiği rakamların ikinci baskınla ilgili olduğunu düşünmemizde bir sakınca yok. Yalnız Türk kaynakları süvarilerin bin kişi civarında olduğunu söylüyor. 10.000-300 ve 12.000-1.000 karşılaştırmalarının her ikisindeki oransal fark dikkate değer...

    Panikle biraz da acındırarak Yunanların nasıl kaçıştıklarını Er Vasilikos pek güzel anlatmış. Lakin Olucak'a (veya başka bir köye) vardıklarında canice çıkarılan yangını normalleştirmesi ibretlik: "Gece yarısı, Türk köyüne varıldığında, üşümekte olan askerleri ısıtması için köy yakılmıştır." Isınmak için köy yakmak... İnsan ne diyeceğini bilemiyor...

    Nikos Vasilikos'u da biraz araştırdım. Sıkı Venizelosçu bir er. Yazdıklarından anlaşıldığına göre subay olmak için çok uğraş vermiş. Aralık 1921'de yedek subaylık sınavına girmiş, kazanmış; ama Venizelosçu olduğu için elenmiş. Başka terfiler için de her sınava girmiş. Bundaki amacını da bir yerde cepheden kurtulmak, kendini savaş bölgesinin dışına, Yunanistan içine naklettirmek için istediğini belirtmiş: "25 Ağustos 1922: Dün geç saatte 22 Ağustos’ta sınav vermek için gittiğim Afyon’dan döndüm. Saat 10:00’da Subaylar Kulübü’nde sınava girdik. Cephede geçirdiğim üç yılın ardından, daha iç bölgelere gidebilmek için her türlü sınava katılma taktiğini uyguluyorum. Ancak bos bir umut." Bunları Büyük Taarruz başlamadan bir gün önce yazmış...

    Bir başka ipucuna göre Vasilikos Yunan 2. Kolordusundaki bir tümene mensuptu. Sakarya Savaşı sırasında Prens Andreas, Büyük Taarruzda ise Diyenis komutasındaki bu kolordu bünyesinde ihtiyat güçlerini barındırıyordu. Anlattığı olaydan yola çıkarak ikinci baskındaki paniği iliklerine kadar yaşayan 9. tümen erlerinden olduğunu söyleyebiliriz. O vakit sığınak dediği şey çadırlardır, çünkü baskına uğrayan Yunan ordugahı çadırlıydı. Hatta Fahrettin Altay Paşa, 'Diyenis baskında kendi çadırının isabet aldığını bana söyledi' diyor. Şu halde büyük olasılıkla Nikos Vasilikos 9. tümen eri idi...

    Genel olarak objektif bir tavırla kaleme alınan günlükleri oğlu Vasilis Vasilikos babasının ölümünden sonra daktilo ederek 1992 yılında "Anadolu Harekatının Günlüğü" adıyla bastırmış. Türkçe'ye çevrilirse Nikos Vasilikos günlüklerinden daha başka tarihi ayrıntıları da öğrenebiliriz.



    * https://www.instagram.com/reel/DOvlLx-jL_i/?igsh=bnUwNHJwbWNzMzF3 
    ** Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekatı 1919-1923, İstanbul 2009, s.465




07 Ekim 2025

Heykel!

     
    Eğret sözlüğünde heykel kelimesinin karşılığını 'hakaret sözü' olarak vermişiz. 'Heykel gibi' söz grubunun karşısında ise "1.Çok büyük, 2.Hareketsiz, duygusuz, durgun." açıklaması yer alıyor. Biraz daha ayrıntılandırarak heykel kelimesinin Eğret ağzındaki durumunu açıklamak istiyorum.

    Aslında 'hakaret' anlamı 'heykel gibi'nin karşılığında açıklanmış. Yani bu kelimeye neden ve nasıl hakaret anlamı yüklendiğinin cevabı verilmiş. Bu anlam yükleme tamamiyle dış görünüşle ilgilidir, kişinin karakterine bir şey denilmez.

    Bilindiği gibi heykel, güzel sanatların bir dalıdır ve göze hitap eden plastik sanatların en önemlisi kabul edilir. Esasında bizim kültürümüzde yokken batılılaşma sürecine paralel olarak son dönemde  girmiş ve bu alanda önemli eserler verilmiş. 

    Bu anlamda Eğretlinin hayatına en yakın heykel Afyon'daki Utku/Zafer anıtıdır. Hala bu adlarla anılan ve içinde bulunduğu parkın da Anıtpark adını almasını sağlayan muhteşem esere Anıtkayalılar heykel der. Anıta da, zafere de, utkuya da, parka da itibar etmez...

    Bu konuda çok bilgim yok, heykel sanatında varlıkları gerçek boyutundan daha küçük yontulduğu durumlara da rastlanabilir; ama genellikle olduğundan daha büyük yapılıyorlar. Belki genellikle anıt biçimli heykelleri tanıdığımız için bize öyle geliyordur, çünkü böyle eserlerden maksat herkes tarafından görünür olmasıdır. Haliyle büyük, hatta devasa boyutlarda yapılıyorlar. Zaten küçüklerine heykel değil, biblo falan diyorlar galiba...

    Bizim Utku anıtına Heykel dememizin altındaki temel sebep onun boyutu olabilir. Yani başta heykel sanatının bir ürünü olduğu için değil, çok büyük olduğu için öyle adlandırılmıştır. Zamanla bu mantıklı gerekçe unutulsa da 'Heykel' adlandırması yaşamaktadır.

    Uzun boyu, iri yarı görüntüsü, cüsseli duruşundan dolayı bazı insanların 'heykel' diye vasıflandırılmasına Anıtkaya'da hala tanık olabilirsiniz. Lakin sırf bu yüzden yapılan heykel benzetmesi veya yakıştırmasında hakaret anlamı bulunmaz. Böyle uzun boylu kimselere mesela 'zıravıt' da denilebilir... 

    Yalnız heykellerin göze çarpan tek özelliği sadece devasa boyutları değildir. Hammaddesi taş veya maden olan bu ürünler doğal olarak haraketsizdirler... Cansız ve şuursuz oldukları için aynı zamanda duygusuzdurlar. İşte bu özelliklerini de ima ederek birine 'heykel' dediğinizde hakaret etmiş olursunuz. Eğret ağzında 'heykel' ve 'heykel gibi' sözleri işte tam da böyle kullanılır. 

    Herkes bir işin ucundan tutuyorken birinin öylece durması sinir bozucudur. Uygun bir dille tepki göstermek gerekir. 'Heykel gibi durma da yardım et!' denir mesela... Yahut sadece 'Heykel!' denilerek bu bir tek kelimeye söylenmek istenen her şey sığıştırılır.

    Tabi bu sözler söylenirken vurgu ve tonlama önemlidir. Her iki kullanımda baştaki 'hey' hecesindeki baskı, muhataba şiddetle hissettirilir. Ve öyle bir tonda söylenir ki bırak hakareti, aşağılamayı; o sözde bir miktar küfür çeşnisi bile bulunur.

    

04 Ekim 2025

Hamıraşılardaki Teyzemiz


    Emiralioğlu Mehmet'in iki oğlu, iki kızı vardı. Yaş sırasına göre sıralarsak Ali 1872, Ömer 1884, Ümmühan 1889 ve Ayşe 1894 doğumludur. En büyük ile küçüğü arasında yirmi yıldan fazla var. Asıl fark Ali ile Ömer arasındaki 12 yıldır, diğerleri beşer yıl arayla doğmuş. Bunun sebebi ayrı anadan olmaları, yani Ali'nin anası ile Ömer, Ümmühan ve Ayşe'ninki farklı... Babalarının ne vakit öldüğü bilinmiyor, yalnız kayıtların esas alındığı 1905'te hayatta değilmiş. Şimdi dört kardeşin macerasına bakalım...

    En büyükleri Ali, Osman adını verdiği bir oğlunu everip 1910'dan önce vefat etmiş. Aşşağılının Efemehmet kardeşiyle evlenen Osman'ın çocuk kaydı yok, Cihan harbinde bu halde şehit olunca Emiralilerin Ali hanesi kapanmış oldu.

    Göz rengi sebebiyle 'Yeşilömer' diye lakaplanan Ömer ile Emiraliler sülalesi devam etti. Fakat bundan böyle onlara Emiraliler değil, Yeşilömerler denilecektir. 1934'te Fidan soyadını alan Yeşil Ömer, bir yıl sonra 1935'te vefat etti.

    Üç numara Ümmühan 1889 doğumlu idi. Annesi hayattayken onu Veyislerin Ali Osman ile başgöz ettiler. Bu Veyisoğlu Ali Osman'ı bugünden tarif biraz zor. Deliban (İbrahim Dadak)ın emmisi, Ösüzömer (Ömer Acar) ile Kötü (Hüseyin İnanır)ın büyük emmisi olur. Böyle dolambaçlı tarifin sebebi soyunun günümüze ulaşmamış olmasıdır. Zira Veyisoğlu Ali Osman, Cihan harbinde şehit olduğunda çocuğu yoktu. 

    Veyisoğlu'ndan çocuksuz dul kalan Ümmühan'ı Manavın Körlan (Mustafa Öztürk)e verdiler.  O sırada ilk eşi yeni vefat etmiş, küçük kızı öksüz Kör Mustafa ise dul kalmıştı. İki dulun ikinci evliliklerinden de üç çocukları oldu; 1917'de Emine, 1920'de Ahmet ve 1924'te Şerife doğdu. Küçük kızı henüz bir yaşına girmişken Ümmühan Hanım 1925 (veya 1926) yılında vefat etti.

    Gelelim Emiralilerin küçük kızı Ayşe'ye... Afyon'a gelin gitti... Hayvancılık ve kasaplıkla meşgul ve fakat Hamıraşılar diye lakaplanan bir ailenin oğlu Ali ile evlendi. O dönemde özellikle kızların evlilik yaşı çok düşük olduğu herkesin malumudur. Ayşe de 1910 gibi gelin olmuştur diye tahmin yürütüyoruz. 1904 yılı Eğret nüfusunu gösterir kütükte isminin kayıtlı olmaması bir muamma, fakat bu konuyu ayrıca ele almak gerek...

    Hamıraşıların Ali ile Ayşe Hanımın üç çocukları oluyor; Mehmet, Zehra ve Havva... Osmanlı'nın bu son döneminde ne kadar olabilirse işler o kadar yolunda gitmektedir. Lakin süregiden harplerden bu aile de nasibine düşen darbeyi yer, Hamıraşıların Ali 1916 yılında şehit olur. Ayşe Hanım tam on yıl, 1926'ya kadar üç çocuklu bir dul olarak yaşar...

    Peki ne özelliği var 1926'nın? Hatırlanacağı üzere bu yıllarda Ümmühan ablası vefat etmişti. Ardında en büyüğü 8-9 yaşında üç öksüz bırakarak vefat eden ablasıyla birlikte yeğenlerine de çok üzülmüş. Sırf onlarla yakından ilgilenebilmek için Manavın Körlan ile evlenmeyi kabul etmiş. Madem yeğenlerinin başına bir üvey anne gelecek, o üvey anne ben olayım diye düşünmüş olmalıdır... Böylece Ayşe hanım köyüne geri dönmüş...

    Ayşe Hanım ikinci evliliği için Eğret'e dönerken yanında kendi üç çocuğunu getirip getirmediği bilinmiyor. Zaten özel niyetlerle yaptığı bu evlilik uzun sürmemiş. Ayrılmaya karar vermelerinin sebebi tam olarak belli değil. Dediklerine göre Yunan gittikten sonra yedi yıl yağmur yağmamış, bu derece kuraklık ve kıtlık yılları... Bir de bütün dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz var, ülke ve insanlarının bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yani Ayşe Hanım ile Kör Mustafa'nın ayrılma kararı almalarında çok değişik faktörler etkili olabilir...

    Yalnız 1927 yılında mahkemeye başvururken 'çocuk olmuyor' diye bir gerekçe göstermişler. Mahkeme bu gerekçeyi kabul etmemiş, 'Bu sebeple boşanılmaz' diyerek duruşmayı ertelemiş. Sonrakine tarafların ikisi de katılmadığı için dava reddedilmiş. 

    Benim yorumuma göre bunlar geçinemediler. Huzur ortamı olmayınca, yeğenlerine de bakamayacağını anlayan Ayşe Hanım boşanmak istedi. O dönemde şimdiki gibi 'şiddetli geçimsizlik' sebebiyle boşanma olmuyordu, hatta boşanmak çok zordu. Hele kadının böyle bir dava açması durumu yok denecek kadar azdı. Bu yüzden böyle bir yol izledilerse de sonuçta boşanamadılar...

    Boşanamadılar ama, Ayşe Hanım Kör Mustafa'yı terk ederek Afyon'a, çocuklarının yanına geri döndü... Kendi üç çocuğu artık çocuk değil, yetişkin olmuştu; onlarla ilgilendi, lakin Eğret'te bıraktığı öksüz yeğenleriyle alakasını büsbütün kesmedi. Düşündüğü gibi Kör Mustafa hemen evlenmişti, bu bir şey değil fakat yeğenlerine üvey anne demekti. Nitekim ortanca yeğeni Ahmet 1928'de, sekiz yaşındayken öldü. Bu ölümün üvey anneyle ilgisi olamaz, lakin özellikle küçük yeğeni Şerife'ye zulmedildiğine dair haberler alıyordu. Bu yüzden Emine ile Şerife'yi zaman zaman Afyon'a yanına getirdi. Maksadı yeğenlerini üvey anne zulmünden kurtararak daha iyi bakılmalarını sağlamaktı. Kör Mustafa ise her seferinde gidip kızlarını tekrar köye götürdü. Onun amacı da kızlarını tarlada, kırda bayırda çalıştırmak...

    Ayşe Hanımın yeğenlerini çok sevdiği ve Körlan ile evliliğe sırf onlara bakabilmek için katlandığı belirtiliyor. Afyon'a geldikleri zaman çocuklar kısa süreliğine de olsa insanca yaşarlarmış. O günlerin birinde onlara annelerinin küpelerini göstermiş. Kör Mustafa ile evlenmesi sebebiyle haberdar olduğu bu değerli küpeleri bozdurarak parasını ikisinin arasında pay etmiş. Bu olay büyük yeğeni Emine Gara Ömer Kök ile evlendiği yıllara denk gelebilir. Evet büyük yeğeninin gelin olduğunu görmüş. Fakat 10 Ekim 1941 günü vefat ettiğinde küçük yeğeni Şerife'nin çilesi devam etmekteymiş. Onun Macur Ali dedemle evlenmesine daha bir kaç yıl var...

    Ayşe Hanımın vefatından sonra yeğenleri ve yeğenlerinin çocukları ilk zamanlarda irtibatı kesmemişler. Afyon'da Hamıraşılardaki teyzelerini unutmamışlar. Ondan hatıra kalan Zehra ve Havva ablalarına aynı hürmeti göstermişler, hatta onlara da teyze demişler. Sonra onların çocuklarını fırsat buldukça ziyaret etmişler. Fakat son otuz kırk yılda bu irtibat kesilmiş, kopukluk yaşanmış...

    Sülale araştırmalarımız bitince sıra, dışarıya gelin olan Eğretlilere gelmişti. Ayşe teyzemiz onlardan biridir. Hamıraşılara gelin gittiğini biliyorduk, ama bu sülaleyle irtibata geçmemiz bir kaç ay önce gerçekleşti. 

    Bu vesileyle Hamıraşıların Ahmet Erçoban ile geçen hafta tanışıp sohbet ettik. Ninelerimizin teyze çocuğu olduğu ortaya çıktı. Gerçi Ayşe ninesinin Yeşilömerlerden olduğunu duymuş, rahmetli Ali Osman Fidan Dayı ile görüşürlermiş, ama onun ölümüyle bu irtibat da kopmuş. 

    Hamıraşılardaki Ayşe Teyzemizin torunlarına Yeşilömerler dışında; Cingenaliler (Saçan), Garaguzular (Önkal), Çolakfatılar ve Faddikler (İleri), Danalar (Duran), Emetiler (Kaya), Macuraliler (Öncül), Garaömerler (Kök) ve bunlarla ilgili yan dal niteliğindeki ailelerle akraba olduklarını söylemek isterim...

 


02 Ekim 2025

Yeni Okuldan Eski Okula

     

    Hamam konusunu işlerken eski hamamı bırak yenisinin bile bir fotoğrafını bulamamıştım. 69 İmar Planı albümünde diğer pek çok bina ile birlikte on yıl önce yapılan yeni hamamın fotoğrafını bir kaç karede görebiliyoruz. İşte onlardan birisi... 

    Bu fotoğrafın yakın planında hamam olmak üzere, ileride belediye binası, eski ortaokul, Çakırların ev, daha ötede Yörüğoğluların ev; solda Gıvığın ev ile Hatiplerinki çok belirgin...

    Yeni açılan İlkokuldan çıkmış öğrenciler... Öğle paydosu olduğu besbelli, ilerideki kalabalık evlerine gitmekte... Bir kaç yıl sonra öğrenciliğe adım atacağımız bu okula dair aklımda kalan seslerden biri de 'evlere' kelimesidir. Birbirimize ders ve teneffüs programını sayarken 'Birinci ders, birinci tenefüs, ikinci ders, uzun tenefüs, üçüncü ders, üçüncü tenefüs, dördüncü ders, evlere!' diye bağırırdık. Bu kelime dersin ve okulun bittiğini, en zevkli oyun  ve serbest gezme zamanlarının başladığını bildiren sihirli bir anlam müjdelerdi. İşte bu öğrenciler evlere kelimesinin müjdesiyle pek mutlu görünüyorlar... Özellikle çekim yapıldığının farkındaymış gibi objektife bakan şu dördü...

    Bu çocukların olduğu yerde genelde dağdan getirilmiş meşe odunları yığılı olurdu. Şu anda görülmediğine göre ya bitti, ya da hamamın aşağıdaki avlusuna atıldılar. O yıllarda kim yakıyordu acaba?

    İleride köşedeki belediye binasını daha önce konuşmuştuk. Uçtaki belli belirsiz direğin başka fotoğraflarda daha net göründüğünü ve onun sokak aydınlatmasında kullanılan lüks lambası direği olduğunu da... Yalnız bahçe köşesindeki o karaltıyı anlayamadım; kıştan kalma odun yığını mı, yeni palazlanmaya başlamış çam ağacı kümesi mi, yoksa kamelye mi?

    Belediyenin karşısında duvarla çevrili alanın ucunda dört köşe ağartı var, öğrenci grubunun ardına denk geldiği için dikkat çekmiyor. Sanırım Atatürk büstünün duvar kaidesi. Kireçlenmiş, yahut mermer kaplanmışsa ondan parlıyordur... Bu avlu görünümlü park tam bir kayalıktı, 1980 yılında Korkmaz Ayvaz bey azmetti, öğrencilerine kazma kürek, çapa bel ile orayı parka çevirtmişti. Ondan sonra yine mezbeleliğe döndü, ta ki 1994'te yeni belediye binası yapılana kadar...

    Meşhur meydandaki telgraf direğine dayanmış manzarayı izleyen kişi, az ilerisinde durup yarenlik eden örtmeli iki kadın ve daha ötede okulun yan tarafında biri boz diğeri kara iki eşekle aralarındaki sıpayı zikredip ortaokula geçelim.

    Burası 1948'den beri ilkokul olarak kullanılmıştı. Üç derslikli olarak planlanmış, sonra bir derslik daha eklenmiş, büyüklerin birisi de bölünerek derslik sayısı ite kaka beşe çıkarılmış. Buna rağmen son yıllarda binanın yetersizliğinden dolayı bir sınıf sağda solda ders görürmüş. Bunun üzerine planlı 6 derslikli ilkokul binası yapılarak bu yıl (1969) öğretime açılmış. Şu evlere dağılırken gördüğünüz öğrencilerin yeni binada ilk yıllarıdır.

    Geçenlerde Hacapo (Abdullah Erdem) Abi, eski okula ayrı kapılı bir ek derslik yapıldığını anlatmaya çalışmış, fakat Fişek (Cengiz Öztürk) ile ben böyle olmadığına dair itiraz etmiştik. Tam öfkelenecekken 'Belki yıkılmıştır, bizim zamanımızda yoktu' diye tatlı bir viraj alıp yumuşatmıştık. Hacı'nın haklılığı bu fotoğrafta apaçık görünüyor, zira Kelahmetlere doğru ayrı kapılı ek derslik işte orada... Sanki kapısının önünde biri var gibi...

    Kapı önünde insana benzer karartı dışında eski binada kimse görülmüyor. Terk edilmiş bir virane gibi; dış duvarlar yıkık dökük, sıvalar dökülüyor, çatının görünümü kötü... 

    Oysa bugünlerde, şu binada Anıtkaya Ortaokulu açılmasına dair onay çıkmak üzeredir. Hızlı bir tamir süreci başlayacak ve 3-4 ay sonra Eylül 1969'da okul öğretime açılacaktır. Belki de merhum Aliefe (Ali Tüplek) öncülüğünde tamire başlanmıştır...

    Bundan on yıl sonra, 1979 baharında biz birinci sınıftayken baksanız; bahçe duvarlarının muntazam yapılarak yükseltildiğini, ön tarafta güzel ve sağlam bir demir kapı bulunduğunu, yandaki dişbudak ağacının gölgesi altında bir sınıf oturacak kadar genişlediğini, arkada Çakırların meydan ambarı okul bahçesinde kalacak şekilde bahçe genişlediğini ve arkada öğle sonraları voleybol oynandığını görürdünüz...

    Şimdi şuradan bakıldığında ise, iki kareden müteşekkil fotoğrafta bulunan nesneleri göremezsiniz. Gıvığın ev ile Yörüğoğluların haney müstesna...



30 Eylül 2025

Gayalardan

 

    Beş karenin birleştirilmesinden oluşan bu fotoğrafta makine Bunar istikametindeki Gayalar mevkiine yerleştirilmiş. Bugün artık görünmeyen kayaların altında Kelsalek (Salih Azbay)ın çeşme vardı, işte onun biraz daha üst tarafında bir yer...

    Kareler başarılı bir şekilde birleştirilmiş, buna rağmen sol tarafta Söğütaltı'na doğru bariz eğim şu birleştirilmiş fotoğrafta verilememiş. Bunun sebebi her kare için makineyi 10 derece kadar döndürme zorunluluğudur. Son karede İlbulak dağ sırasına dikkat edilerek birleştirilme yapılmış, ama bu kez de harmanyeri zemini şaşmış. Sanırım eğim verilememesinin bir sebebi de bu...

    Harman dökülmeden önce buralarda bol bol galgan dikeni ve eğilce gibi otlar çıkardı. Baharda iyice gösterişli olan bu otlar harman zamanına kadar kuruyup meydandan çekilirlerdi. Sağ tarafta başaklarıyla dalgalanan ekin değil eğilceler, çocukların hizasında da galganları seçebiliyorsunuz.

    Çocukların koşarak indiği yolun yeri sürekli değişirdi. Çünkü yağmur sel sebebiyle alttaki kayalar meydana çıktıkça özellikle sap arabalarını sarstığından sap kaydırma tehlikesi oluşur, topraklı kısımdan yeni yol oluşturulurdu.

    Bir de Harmanyerinden Mantarlık tarafındaki hendeğe paralel inen bir yol vardı, ikisi derede, Çatalların harmanyerinde birleşirdi. Şu görünen o yol da olabilir. O zaman sağdaki başaklar eğilce değil arpadır ve büyük ihtimal şimdi Pilot'un ev bulunan tarlanın ucu görünüyor.

    İlk karede dam samanlık gibi müştemilatıyla tekmil bir ev görüyorsunuz. Bizim çocukluğumuzda harmanyerinin terk edilmiş yalnız eviydi, çok oynadık çevresinde... Yakınlarında bir otluk yığıldığına göre o vakitler kullanılıyormuş demek ki... Naymelerin İsmail Kırbaç emmininmiş bu ev. Afyon'a taşınana kadar burada kalmış. Şimdi Sağırların H.İbrahim Sancak'ın diye biliyorum...

    Son karede hamanyerinin ucunda bir ev daha görülüyor. Ben o evi hatırlayamadım, yalnız o civarda Daldallardan birisine ait bir ev bulduğundan bahsetmişlerdi. Demek ki erken dönemde yıkılmış.

    Gözüme kestirdiğim bir noktadan benzer bir fotoğraf çekeyim dedim de, buna yakın bir görüntü yakalamak mümkün olmadı. Bir defa buralarda şöyle bir açıklık artık yok, her taraf evlerle dolmuş. Yine döne döne çekmek gerek, o vakit de milletin evini görüntülüyormuş gibi olacak. Hasılı tek kare çektim, şuna benzemiyor bile...

    Dikkatli bakılırsa İsmail emminin evin yan tarafında ikinci karede su deposu, üstelik ayaklarıyla görülebiliyor. Günümüzde aynı yerden onu görüntülemenin imkanı yok, çünkü araya bir sürü yüksek binalar girmiş. Çocukların arkasındaki tepeye çıkınca deponun başını ancak görebiliyorsunuz. O vakitler Yenicami'nin minaresi daha yapılmamışmış, olsaydı şu resimde görülebilirdi.

    Her karenin üstüne keçe kalemle X işareti konulmuş, istenirse temizleme teknikleriyle silinebilirler. Orijinalini vermek istedim...

    1969'dan 2025'e... Manzara ne kadar değişmiş...