Ahmet KABADAYI
[Berber Ahmet'in yaşam öyküsünün bu ikinci bölümünde, çobanlıktan berberliğe geçiş ve evlenme devresi var. ]
NASIL BERBER OLDUM
Beni
koyuna kuzuya yolluyorlar; ama bu ara yük Abimde… Ondört yaşında delikanlılık
çağına giriyor. Evde iki çift dombey, iki çift öküz, bir çift de beygir var.
Bunlarla da Abim ilgileniyor. Sığır hayvanları hariç… Misal, dombeyleri kışın
en az iki üç kere damdan çıkarmadan yıkar, yağlar… Üşümesinler diye…
Neyse ben yine
avantaya geçtim, çünkü Berberhüseyin camide abimi görünce okulu bitirip
bitirmediğimizi sormuş. Olumlu cevabı alınca da ‘Biriniz bana çırak olsun’ demiş. Ramazan bir gündü, Abim de
sahurda bunu Dedeme söyledi. Sabahleyin Dedem bana ‘Berber Dayının yanına git’ dedi… Amma Hasan Amcam karşı çıktı, ‘Doruğa vardım, binüçyüz lira istiyor, bir
takım da elbise… Onun yerini Ahmet tutar, niye bekar tutacağız. Ahmet’i vermeyelim’
dedi. Dedem fikrinde diretti, ‘Git Doruğa selam söyle, ne isterse ver;
Ahmet’e mani olma.’… Amcam kızdı, gitti Doruğu aldı geldi. Bu vesileyle
Doruk bizim koyunu güttü, ben de Berber Dayımın yanına gittim.
İLK DERS
Berber Dayımın yanında çalışan Şükrü Dayım ve Sağırların Ali
askere gidince yalnız kalmış, dükkanı açıp kapatacak bir çocuk lazım… Yanına
vardım, ‘Dayı ben geldim’ dedim. ‘Hoş geldin’ dedi gülerek. Onun güleryüzlü
tavrı çok hoşuma gitti. ‘Şuraları süpür’ dedi, süpürdüm. Dökülen saçları toparladım.
Müşteri boşalınca ‘Nasıl, benimle
çalışabilecek misin?’ diye yokladı. ‘Çalışırım’
dedim. Ders başladı:
- İlkin şuna dikkat et: Ekmek ayak altında çiğnenir mi?
- Çiğnenmez.
- Öyleyse kesilen saçları ayağaltında ele çiğnetme. Amma sen
keserken basıp çiğneyebilirsin. Neden; ileşber, harmanda buğdayı çiğneyebilir
çünkü mahsulü işliyor; değirmenci unu çiğniyor meslek icabı, ama sonra ekmek
veya dene ayağaltında gördü mü, töbe diye oradan alıyor. Almazsa kazancının
bereketi olmaz… Biz de kazancımızın bereketini görebilmemiz için, kestiğimiz
tüyleri kimsenin çiğneyemeyeceği yere alıp saklayacağız. Bu da bizim ekmeğimiz.
Hadi bakalım, Bismillah. Allah ikimizi de utandırmasın.
Başladık… Gelen ilk müşteriyi sabunlamamı istedi. Ben
sabunladım, ustam traş etti. Tam bir hafta sabunladım. Tabi ‘Sana ustureyi
vermez bir seneye kadar’ diyorlar… Olsun deyip geçiştiriyorum… On günlük oldum
olmadım, ‘Al usdureyi treş yap’ dedi.
Benim heyecanlandığımı anlayınca da
‘Artık heyecan yok, usta oldun’ demez mi… Bunun üzerine bana bir cesaret
geldi, gece rüyamda bile treş etmeye başladım.
Bu vesileyle berberliğe başlamış olduk. Bir yıl olmadan
Yukarı Dandır’ı tuttular. Takgasların Berberhüseyin, yanında Sağırların Sami;
Omracıkların Berberhüseyin, yanında ben Böbülerin Ahmet Kabadayı… Bir sene
Yukarı Dandır’a gittik geldik.
ERCEBİN ÜSEYİNE DÖNERİZ
Bir kış günü yatsı ezanı okunurken Dandır’dan çıktık,
elimizde löküz (luks lambası) var. Çatalüyük Gobakguyusuna gelmeden gömleği
düştü, löküz söndü. Bir tipi difan çevirdi, löküz de sönünce gözlerimiz
görmedi, hepimiz yolu sapıttık. Bir türlü gideceğimiz yönü bulamadık. Aşağı
Dandır’a doğru gitmişiz, ustalar ‘Bu yol değil’ diyorlar. Ağren (Akören) gırına
doğru, Gocagır mevkine atlamışız.
Sami ile ben iyice yorulduk. ‘Biz oturalım’ diyoruz; ama ustalar bir bahane bulup dinlenmemize
fırsat vermiyorlar. Sair vakit Dandır’ı yayan iki saatte alırdık; yedi sekiz
saat oldu, geziyoruz, Köyü veya yolunu bulamadık. En sonunda gezerken büyük bir
añ buldular ‘Bu, sap yolu; mutlaka
anayola çıkacak’ dediler. Havluları peştemalleri makasla doğrayıp berber
leğenine doldurdular. Löküzden gaz döküp
onu da Takgasların Hüseyin Ustaya verdiler. Hüseyin Usta, çakmakla havluları
yakıp onu bir meşale gibi tuttu, ortalık biraz aydınlandı. Biz, o añı
kaybetmemek için önden yürüyoruz, çünkü ışıkla añ görünmeyecek. Meşale
arkamızda biz önde yürüyoruz; ama durmadan şamata ederek… Elindeki alev topuyla
önünü göremiyor, anca sese gelecek…
Bir de baktık sabah ezanları okunuyor. Meğersem o añ,
Fasılüyüğündeki añyolmuş. Etemin Azadı bulunca rahatladık. ‘Ne kadar şükretsek az, iyi ki çocuklar bizi dinlediler…’ Kendi
aralarında konuşuyorlar… ‘Allah muhafaza,
çocuklardan korktum, doñdursak ne olurdu halimiz!’… Biz yorulduğumuz yerde
otursak, doñarmışız. Aralarındaki bu konuşmadan anladığım başka bir şey de
neredeyse hepimiz ‘Ercebin Üseyine’
dönecekmişiz…
O senenin sonunda oradan hakı topladık. Hüseyin Öncül, ‘Başka köylere gitmem ben’ dedi. Bir
daha köyden dışarı çıkmadı, Müdüroğlunun dükkana yerleşti. Sami’yi ayırdı, O da
gitti Sağırların odaya dükkan açtı.
Ertesi sene Şükrü askerden geldi, ona Macur Gopuk Selimin
torunu Ahmet’le beraber Olucak’ı tutuverdi. Bir iki hafta gittiler, sonra Şükrü
Dayının bir işi çıktı, onun yerine beni yolladı Usta. Olucaklılar ‘Şükrü gelmesin, o çocuklar gelsin’ demişler; Macur ile ikimiz
seneyi tamamladık. Hakı topladık.
Daha ertesi yıl Bayramgazi’yi tuttuk. Ustayla beraber gittik
geldik, oradan memnun kalmadık. Ertesi sene Bayramgazi’yi bıraktık. Sekiz hane
Çatalçeşme’ye Usta gitti geldi, beni de hafta sonu Küçük Kalecik’e yollardı.
BİR YOL MACERASI DAHA
Küçük Kalecik 1965'li yıllara rastlar. Oranın insanları çok olgun ve merhametli olurdu, en azından bana karşı öyleydiler... Köyde odaya varırsın, hane sahibi yoksa evin kadını veya kız çocuğu gelir, bakar, geri döner... Biraz sonra odanın kapısı tık tık eder, bakarsın, kapının önünde tepsiyle misafir yemeği... Alır, yer, tepsiyi aldığın yere bırakırsın... Kapı tekrar tıkırdar, çay gelmiş, afiyetle içersin... Sonra müşteriler sökün eder... Traşını edersin, son müşteri sorar, 'Oda sahibi köyde değil, bir ihtiyacın var mı?' diye... Mevsim kış ise yakacak getirirler, sobanı yakması için bir genç gönderirler...
Kalecik'te kendimi güvende hissederdim. Kar çok yağardı, 50-60 santim kar sıradan şeylerdendi. Araba yolu yok, patika yoldan ulaşım sağlanıyor, onu da kar kış sürekli kapatır... Ulaşım aracı at eşek; patikanın bir tarafı uçurum... Bir cinayet işlenmişti o yıl; Kalenin eşi ve kızını, Hocanın oğlu Kamil vurdu. Yani hem kaynanasını hem de karısını vurdu. Kaynanası öldü, karısı yaralı... At sırtında hastaneye götürdülerdi.
Yine öyle bir gün kar çok yağdı. Anıtkaya'ya dönmem lazım. Köyün büyükleri bırakmak istemiyorlar; ama çocukluk aklı işte 'Gideceğim' diye tutturdum...
- 'Oğlum, zaten patika yol, o da kapalı. Dereye falan düşersin, donrasın. Yazın bulurlar ölünü!' diye uyarıyorlar; lakin ben,
- 'Yok, ille de gideceğim' diyorum...
Onlar böyle çok kar yağışına alışıklar ve yağdıkça seviniyorlar. Çünkü kar onların harmanı... Toplanıyorlar, imece usulü kar kuyularını dolduruyorlar. Yazın eşeklerle Afyon'un soğuk su, meşrubat ihtiyacını oradan karşılıyorlar. Yani ne kadar çok kar yağarsa, o kadar çok depoluyorlar; kar onların gelir kaynağı olmuş...
Neyse, ben inat ettim sabah saat on gibi filan yola çıktım. Her taraf dümdüz, yol yok. Burası yol zannıyla giriyorum, ayağım kayıyor, aşağı yokarı elli metre yuvarlanıyorum. Çık çıkabilirsen... Normalde 40-45 dakikada vardığım Afyon'a, bu sefer Akşam ezanları okunurken girdim.
Her tarafım buz tuttu. Afyon çıkışındaki Petrolü (Kadaifçioğlu) bizim köylü Fasfasın Ali Osman çalıştırıyor. Ben emsal arkadaşlar da olduğundan, ısınırım umuduyla oraya vardım. Beni o halde görünce telaşlandılar. Bir topak üstüpüyü yanık yağa batırıp sobaya attılar. Ben de sobanın dibine dikildim, ısınıyorum... Üzerimdeki buz, don çözülünce ayaklarımın dibinde bir metre çapında bir gölcük oluştu...
İçeri bir şoför girdi. Beni o halde görünce millete hışımla bağırmaya başladı.
- 'Ne yapıyorsunuz siz, adamı öldüreceksiniz. Böyle soğuktan donan adamı, sıcaktan uzak tutmak lazım. Birden ateşin karşısına geçerse damarları patlar!' diye söyleniyor, bir yandan da beni soyuyordu. Petrolcülerin arkada yattıkları yere götürdü, çıplak bedenimi bir battaniyeye sarıp etrafımdakilere,
- 'Ateşe yaklaşmadan burada bir iki saat yatsın' dedi... Çıkıp gittiler.
Orada sabaha kadar yatmışım. Kalktım. Tipi, soğuk, Köye gitmem lazım; ama nasıl? Çocuklardan beni bir arabaya bindirmelerini rica ettim... Bu arada nereden çıktılarsa; Berberlerin Ali, Şaval Kadir ve Guycuların Adem geldiler. Hava soğuk, tipi var, sıcaklık eksi 18-20 derece... Bir pikap geldi, çocuklar beni onunla yollama niyetinde. Bunlar 'Biz de binelim' dediler... Şoför mahallinde iki kişi var, içerisi dolu yani. Kasada gitmeyi gözümüz kesiyorsa bineceğiz...
Bindik. Pikabın üstün de bir çadır var; ıslanmış donmuş, tahta gibi... Kaldırıp altına girdik, en azından rüzgarı kesiyor... Köye kadar böyle geldik. Karakolun yanında camı tıklattım. Araba durur durmaz bizimkiler atlayıp yürüdüler yukarı doğru. Şoför arkalarından baktı kaldı.
- Abi borcumuz ne? dedim, gülüştüler...
- Bir teşekkür bile etmediler, ne insanlar var! Aslanım, sok paranı cebine de böyle adamların yanına takılma.' deyip yollarına devam ettiler... Ben de bir maceralı yolculuğu daha aldığım bir nasihatle noktaladım... Yukarı, Tekkeye doğru yürüdüm...
Kalecik’te peşin traş yapıyorduk. Başka yerler haklı idi,
sene sonu hak toplardık. Etraf köylere gitmemizin sebebi, kendi köyümüzün peşin
traşa alışık olmamasıdır. Kurulalı beri köylü hakla traşa alışmış, peşin
bilmiyor. Berber, sığır, bızağı hakla; harmandan harmana… Onun için köylü
peşinata yanaşmıyor.
Köy Belediye olduğunda, ilk Belediye Başkanı olan Çakır
Osman Erdem, denetim adı altında Meclisten şöyle bir karar çıkarıyor: ‘Berberlerin Cumartesi Pazar günleri köylüyü
traş etmesi yasak. İhtiyaç hasıl olursa peşin traş olacak. Çünkü biz
berberlerden bazı şeyler isteyeceğiz. İlkin Maliyeye kayıt edeceğiz. Sonra
Selçuklulardan beri cumartesi günü kurulan pazardan etraf köylüler de
yararlanmaktadır. Bu yüzden hafta sonundaki iki günde etraf köylülere hizmet
vereceklerdir. Sair günlerde Anıtkayalılara hizmet verilip, iki gün yabancılara
çalışarak masraflarını karşılayabileceklerdir.’ Bu kararla eski usül
bozulmadan işler halledilmiş oldu. Köylü de berberler de memnun kaldı.
Ben İzmir’e gidene kadar hakla çalıştık… Ben İzmir’e gittim…
Ustam emekli oldu… Takgaslarınki öldü… Sami ve Ali de İzmir’e gitti…
ARABIN OĞLU
Ustamın yanında altı sene çalıştım. Mekanı cennet olsun,
bana karşı bir arpa ağırlığı kötü söz duymadım. Altı sene evlerinde durdum, ne
Yengemden ne Ustamdan beni incitecek bir söz sadır olmadı. Hatta daha sonraları
İzmir’e geldiklerinde bana uğrar, hal hatır sorar, ihtiyacım olup olmadığını
yoklardı. ‘Hareketlerini bozma, ben sana
Allah’ın izniyle güveniyorum’ derdi. Allah ondan razı olsun…
Altı yılın sonunda bir gün ‘Ahmet gel bakalım’ dedi. ‘Hayrola
Dayı’ dedim. ‘Oğlum yanlış anlama’ diyerek
başladı ve devam etti. ‘Altı yıldır
beraber çalışırız, bir zızıltımız çıkmadı. Senin de yuva kurma vaktin geldi.
Ben senden razıyım, Allah işini rast getirsin.’ dedi. Böyle bir şey
beklemiyordum, o şaşkınlıkla ‘O zaman ben ne yapayım Usta?’ dedim. Her şeyi
ayarlamış.
- Sana Aşağı Dandır’ı tutalım. Kemiğin Ali seni istedi, ben gidip bir
konuşayım.
O vakitler Ali Muhtar… Gitti, anlaşmışlar. Ertesi gün Dandır’a
gittik. Öğleye kadar traş ettik. Orada Dedemin teyze oğlusu var, Cepli Ahmet
derler. Öğlen üstü çıktı geldi, ‘Oo
Berber hoşgeldiniz’ dedi Ustaya. Hoşbeşten sonra beni tanıtarak ona emanet
etti. ‘Senin yeğenindir, sahip ol ha!’
diye de üsteledi. Bir iki lakırdıdan sonra Cepli Ahmet ‘Berber iyi dekgeldiniz, Yengen gatmer ediyor, gidelim sıcak sıcak
yiyelim’ diye bizi eve buyur etti.
Gittik, katmeri yedik. Oradan tam çıktık, korucu geldi,
Muhtar bizi çağırıyormuş. ‘Gidelim
bakalım’ dedi Usta… Vardık… Muhtarın tavrı değişik… ‘Daha bugün geldiniz, hemen evlere daldınız!’… Ustam bu söze
bozuldu; ama izahat istedi: ‘Ne demek
istedin Ali?’… Muhtar açıklama yerine sözünü tekrarladı ‘Hemen eve daldınız!’… Orada Ustamın
celalli yüzüne tanık oldum. ‘Bana bak
Ali!’ dedi, ‘Ben senin gibi hırsız Kemiğin oğlu değilim! Eğretli Omarcıkların
Arabın oğluyum. Beni kendin gibi südübozuk mu sandın!’ Ortalık buz gibi
oldu. Bu sözlere cevap vermek için mecali olmayan Muhtarın araya girmesine
fırsat vermeden devam etti. ‘Bu köyün
namusu bizden sorulur. Çünkü sen hastalanceñ, karın veya kızkardeşin hasta var
diye beni çağırdı… Ben hastayı traş için evine gelince karın veya bacına göz mü
koyacağız!.. Ben Arabın oğluyum. Elli senedir berberlik yaparım, hiç böyle
südübozuğa dekgelmedim.’… Böyle bağırıp çağırırken muhatabı Muhtardı. Sonra
bana döndü, öfkeli sesine bir nebze şefkat katarak ‘Topla düzenleri oğlum, ben seni böyle çapsızlara yem etmem!’ dedi…
ÖNCEK DUASI
Dandır’dan olaylı bir şekilde döndük geldik. Yine onun
dükkandayız. ‘Şimdi ne olacak Usta?’
diye biraz da endişeli sordum. Babamı çağırttı, ben dükkanda çalışırken ikisi
birlikte çıkıp gittiler. ‘Hayay şuraya
gidiyoruz’ da demediler… Akşama yakın geldiler. Meğer Afyon’a gidip bana
düzen almışlar, sonradan öğrendik. ‘Akşama
sizin odaya bir sandık lokum al gel’ dedi.
Odaya lokumu götürdüğümde Dedem de şaşırdı ‘Hayrola oğlum?’ diye sordu; ben de bir
şey bilmiyorum ki. ‘Bilmiyorum Dede’
dedim. Sonra Usta geldi, Körhoca Emmiyi çağırmamı istedi. Çağırdım geldim. Beş
on kişi oldular… Usta Körhocaya döndü, ‘Hocam,
bugünden itibaren Ahmet, usta oldu, duasını yapıver de önceğini kuşatalım.
Dükkanını açsın, usta olarak görelim artık.’ dedi. Dua edildi, Usta
peştemalı kucağıma atıp ‘Hayırlı olsun’ dedi… Berber olmuştum… Ertesi gün
Aliyelerin Odaya dükkanı açtık.
Aliyelerin Odada iki
sene çalıştım. O sırada Dedem ‘İki yetimi başgöz edeceğim’ demiş. Bu durum bana
intikal ettirildi. Ben buna pek yanaşmadım, Amcam da ‘Olmaz!’ demiş. Dedem
Amcama ‘Almayacak olan da vermeyecek olan da burada durmasın!’ diye kestiririp
atmış. Buna karşılık Amcam Dedeme bir şey diyememiş; ama vasıtalı olarak bana
sordurdu. Olmaz falan dedim… Dedim amma; gocagapıda Yengemi karşılayışım,
kucağıma bebeği bırakması, bana vereceğini söylemesi… kafama dank etti…
Bir müddet sonra da Gadıngız Ninesi beni çağırmış. Vardım,
hasta yatıyor. Bir ara evde Nineyle başbaşa kaldık. Bana döndü ve ‘Oğlum, Neslihan sana emanet…’ dedi…
Dedi ve ertesi gün vefat etti. O zaman kafama koydum, kendisinin fikrini
soracaktım… Sordum da… ‘Büyükler böyle
düşünüyorlar, senin düşüncen ne? Bu senin ve benim hayatım, sonra el yüzüne
çıkmayalım… Gönlün yoksa sen belki bir şey diyemezsin; ama ben olmaz diyebilirim’
dedim…
‘Zehra Ninem de benim yanımda kızımı Ahmet’e verin dedi.
Anam hastaneye giderken Nineme böyle söylemiş. Sen bilirsin…’ Cevap böyle
olunca tutulacak yol belliydi. Durumu Dedemin kılavuza söyledim. Ertesi gün
Dedem meclisi topladı, üçüncü gün Afyon’a Nüfus Müdürlüğüne gidilip muamele
yapıldı. O zaman onbeş gün ilan müddeti vardı. Müddet bitti, hemen alışveriş
oldu…
- Davul mu tutacaksın, çalgı mı? diye sordu Dedem.
- Çalgı, dedim.
- Hemen git Gocagafaya, o biliyor. Çalgıları tutacakmışsın
Dayı, de…
Dedemin direktifleri doğrultusunda Gocagafaya vardım, ‘böyle
böyle’ dedim. ‘Tamam yeğenim’ dedi.
Fakat Amcam bana kızdı. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt’ün
düğünü var, beraber davul tutalım diye sözleşmişler. ‘Çalgı çok para, davul daha ekonomik’ dedi… Orada Amcama çok
patavatsızca bir laf ettim, ‘Nerede
görülmüş kayınpederin damada davul/çalgı tutması’ dedim… Amcam bozuldu.
Dedem araya girdi, ‘Hasan, ben dedim, sen
esnaf adamsın, çalgı tut diye…’ Sustu, konu kapandı; ama evlendikten üç
dört ay sonraya kadar Amcam bana karşı sıcak durmadı.
BİR GARİP MÜCÜDE
Evlendiğimizin ertesi günü candırma geldi.
- Berber mücüde, sana
iyi bir haber getirdim. Düğün baklavasından bir tabak getir mücüdelik.
- Le Gardeşim, eveli
gün odada yidiñiz ya…
- O zamankiler
yaktığımız mermiler içindi. Şimdiki ayrı bir sürpriz mücüde için…
Baklavayı verdim. ‘Gözünaydın’
diyerek elime bir kağıt tutuşturdu… Asker kağıdı… 2 Şubat 1970 günü şubeden sülüsünü al… Moralim bozuldu.
Beni asık suratlı görünce Dedem endişeyle karışık meraklandı.
Ona da tekazelendim ‘Ben sana demedim mi evlenmeyeceğim diye…’ Her zamanki rahatlatıcı
sükunetini devreye soktu. ‘Acele etme
oğlum, haleyola gonur bakam.’ dedi ve hemen Babamı çağırttı. Ona da Şubeye
gitmesini, büyük oğlunun askerde olduğu, o gelene kadar Ahmet’in celbinin
ertelenmesi hususunda istida vermesini söyledi.
Babam bir dilekçe yazıp Şubeye verdi, sekiz ay ertelediler.
Gerçekten de işler haleyola gondu…
Devamını oku...