12 Ekim 2024

Köy Adamları

    
    Eskiden köylerin idaresinde vazife alan kişilere Köy adamı denilirmiş. Bunun ne kadar eski olduğunu bilmiyoruz. Ona gelene kadar köy yönetiminde söz sahibi kişilerin hangi ünvanı kullandıklarına bakalım.

    Selçuklular döneminde Köy Kethüdası kavramı var, Eğret Kethüdası ifadesine bir belgede rastlamış değilim. Yalnız bu kelime sonradan kahya'ya dönüşmüş, bununla ilgili Anıtkaya'da hala kullanılmakta olan deyimler var, 'kelkahya' onlardan birisi...

    Osmanlılar zamanında çok kullanılan ve başlıca görevi vergi toplama olan Voyvodalar köy idaresinde en etkili görevlilerden biriymiş. Birden fazla mahkeme belgesinde 'Eğret Voyvodası Mehmet Ağa'nın ismine rastladım. Sonradan voyvoda kelimesi kullanımdan düşmüş ve Ağa kelimesi yer almaya başlamış. Şimdi bizim köyde zengin ve cömert kişi anlamındaki ağa'nın başlangıcı böyle... 

    Ağa kadar kullanım genişliğine sahip olmayan Bey var bir de... Bey'ler de bir dönem köyden vergi toplamakla vazifelilermiş. Eğret'te bu kelimenin lakap olarak verildiği sadece bir kişi var; Alibey... Kantinlerin dedesi olan Alibey'in ataları da 1830'larda kaldırılan sipahilerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bir zaman yerleştikleri köyün yönetiminde söz sahibi olan sipahilerin öne çıkan görevi, mahiyetindeki askerlerle istendiği zaman sefere katılmaktı...

    Köy yönetiminde söz sahibi olan bir başka görevliye de ayan deniliyordu. Muhtarlık sistemine geçene kadar etkili olan ayanlık o kadar halk ağzına yerleşmiş ki, bu kelime Anıtkaya'da yer yer hala muhtar yerine kullanılmaktadır. Bir de köyde Ayanoğlular diye geniş bir sülale bulunduğu unutulmamalı...

    Bütün bu ünvanların kullanıldığı süreçleri görüp yaşayan Eğret'te hepsinin yanında etkili olan bir imam profili de akıldan çıkarılmamalıdır. Eski mahkeme tutanaklarında şahitlerden önce, onlardan daha etkili olduğu için imamın ismi yazılmış. Bir de Eğret'in Cumacamisi gibi özel bir durumu var ki orada cuma namazı kılınıyordu. Bu yüzden daimi bir hatip kadrosu bulundurulduğundan onun da yönetimde sözü geçtiği anlaşılıyor. Hatipoğlular sülalesi bunun bir yadigarı kabul edilebilir... Yalnız Delimam gibi imam ve hatiplk görevini birlikte yürütenler de vardı...

    Birinci dereceden yöneticilerin görevlendirme/atama/tutmasıyla bazı hizmetleri yürütecek kişiler de bulunuyordu. Bunların en bilineni ekili arazilerin korunmasında görevlendirilen destübandır. Halk ağzına desdivancı diye yerleşen bu görevliler, şimdi bizim korucu bildiklerimizin ta kendisidir. 

    Eğret idaresinde bulunan adı ve ünvanı ne olursa olsun yukarıda sayılan görevlilerin tamamına köy adamı denilmiş. Muhtarlık sistemine geçilip 1831'de ilk muhtar ve muhtar yardımcıları atandıktan sonra da muhtar, yardımcısı, imam, desdivancılar hep köy adamı kabul edilmiş. Osmanlı yıkılana kadar bu böyle... Cumhuriyet dönemindeki Köy Kanunu da bu düzene dokunmamış, sadece İhtiyar Heyeti ve Koruma Derneğini de işin içine sokarak köy adamı kavramını genişletip pekiştirmiş.

    Cumhuriyet döneminde Eğret köy adamlarının görev tanımı ve ücretlendirilmesine örnek olması açısından 1955 yılında alınan bir İhtiyar Heyeti kararına burada yer vermek istiyorum. Tıraka Abdurrahman Zenger ve ekibi bir kaç ay önce göreve gelmiştir. Büyük ihtimal gelecek 1956 yılının planlaması çerçevesinde aldıkları bu karar şöyle:

            KARAR NO: 27
            Köy derneğince kararlaştırılan muhtar ve imam ve diğer köy adamlarının yıllıkları kararı, 
            Köy derneği 9.12.955 tesadüf eden Cuma günü toplanarak Köy Kanununun 19. maddesinin 1. fıkrası hükmünce muhtar yıllık ücreti para ve mahsül olarak müfredatı aşağıda yazıldığı vechile kesilmiştir. Aynı toplantıda Köy Kanununun 83. Maddesi hükmünce imam ve diğer Köy Adamlarına verilecek mahsül ve parayı aşağıda müfredatı bildirildiği üzere yıllığının gösterilmiş ve derneğin bu kararı köy karar defterine aynen geçirilmiştir. Keyfiyeti tasdik ederiz. 9.12.955            
            Muhtar                       1200                1200
            İmam                            900                  900
            Katip                            540                  540
            Korucu                         450                  450               

      Sonradan Katip ve Korucunun ücretleri Köy bütçesinden karşılanmış, İmam ücreti ise köylüler tarafından hak usulü ayni olarak karşılanmıştır. Hak usulü ücretlendirmeye kararda 'mahsül' kelimesiyle işaret edilmiş; ama hangi ücretin ne kadarının mahsulden karşılanacağı pek açık değil. Günümüz Anıtkaya'sındaki beş camiden dolayı kafalar karışabilir, 1955'te Eğret'te ibadete açık tek cami vardı; Gocacami...

    Belediye kurulduktan sonra Eğret'te yönetim sistemi değişti. Köy muhtarlığının yerini iki mahalle muhtarlığı aldı, İhtiyar Heyeti kaldırıldı. Koruma yönetimi ve idaresi Belediye meclisine devredildi, fakat işleyişte değişiklik yapılmadı. Bünyesindeki görevlilere yine köy adamı deniliyordu. Ağız alışkanlığıyla Belediye Meclis üyelerine de aynı yakıştırma yapıldı.

     Bu arada Cami-i Şerif Vakfı Hayır Cemiyeti'ne dönüştürülmüş, Kooperatif kurulup onun yönetimi oluşturulmuş, ilk ve ortaokulların da zorunlu Koruma Dernekleri kurulmuştu. Bunların her birine de yönetim kurulu gerektiğinden köy adamı kavramının çapı ve niteliği değişmiş, kamu yararına çalışan gönüllü insan tipine dönüşmüştü. Bazılarına göre ise köy adamı olmak angaryadan başka bir şey değildi.

    Bununla beraber gönüllü olsun, ücretli olsun Anıtkaya'da Köy Adamı kadrosu hiç bir zaman boş kalmamış, insanlar vazifeden kaçmamışlardır. Hatta bazen o işin yürütülmesi için kendi evinin işini bile aksatanlar olmuş. Güdüğizzetin Emin Sağlam onlardan biriymiş...

    Hangi dönemdeyse Belediye, Koruma, Kooperatif, Hayır Cemiyeti vb. bütün müesseselerin yönetiminde üye imiş. Yalnız toplantılara katılsa her günü doluyor neredeyse... Haliyle eve uğramaz olmuş... O vakitler daha Üçevler yok, birlikler yani... Anası rahmetli bu durumdan yakınmış; 

    'Oğlum acık da evin işine bak' filan demiş. O zaman Emin Ağa ağlamaklı;

    - 'Gız Ana, valla hangı birine yetişceğimi ben de şaşırdım. Belediyeye gitsem Goruma galıyo, Gorumeye gitsem Hayır Cemiyeti galıyo, oreye gitsem Kopretif galıyo, Kopretife vasam evin işi galıyo. Hadi n'eden ben de bakam...'

    Dünden bugüne Anıtkaya'da köy adamı bitmez. Sırası gelen kendi işinden, zamanından, sağlığından feragat ede ede koşturur durur...



11 Ekim 2024

Çañ Senfonisi

    
    İkindi sonrası... Akşama daha çok var... Işığındaki şiddet henüz yakıcılığını kaybetmemiş Güneş, ufka doğru istikamet almakta... Kuşluk vaktinden beri sükunet içindeki Anıtkaya sokaklarında tarifsiz senfoni işte bu vakitlerde başlar. Sabah mahmurluğunda damlara dalan koyun sürüleri yeteri kadar dinlendikten sonra yaylıma çıkacaktır. Hareketliliğin sebebi bu... Ve koyunun her kıpırdayışında bir nota, her adımında bir nağme, her kafa sallayışta bir coşku... Binlerce baştan çıkan binlerce ses, bir tek beste olup ortalığı dolduruverir... İkindi sonrasından serin akşama kadar yüze yakın koyun sürüsü, bu senfoniyle yürür, bu besteyle suyunu içer ve sonra kimi Hendekarasın'dan kimi Gademguyusu'ndan tozu dumana katarak çeker gider...

    Burada senfoniyi sağlayan; çoban haykırışları, eşek anırması, değnek takırtısı, sürünün ayak tıpırtıları ve rengarenk meleyişleri kadar boyunlarında taşıdıkları çeşit çeşit enstrümanları, yani çañlarıdır.

    Dışarıdan bakan yabancı gözlere hepsi birbirinin aynı gibi görünen çañlar, işin ehlince farklı gruplara ayrılıyor. Grup içindeki her bir çañın bir benzeri bulunmadığını savunanlar da var. Onlara göre çañlar elle yapıldığı için, ses karakterini ustanın çekiç darbeleri belirliyor. Seri üretimden söz edilemeyeceğine ve usta bire bir aynı işlemi bir başka malzemeye uygulayamayacağına göre, her çañ benzersizdir.

    Her biri ayrı birey olan çañları yine de bazı özelliklerine göre gruplandırıyorlar. Bunu belirlerken boyutu, rengi ve sesi göz önünde bulunduruyorlar. Boyutuna göre adlandırma yapıldığında büyükten küçüğe çañ adları şöyle sıralanıyor: Gaba, orta, çeñe, garayedek, guzuyedeği... 

    Bunların dışında büyüklüğü hakkında bir fikir edinemediğim adayedeği ve takayı da saymak gerek. Ayrıca guzuyedeği, garayedek ve adayedeği isimleri üzerinde durulmalı. Çünkü yedek kelimesi yedmekle bağlantılı düşünülüp, bu çañı takan hayvanın geridekileri peşinden sürüklediği gibi bir mana kastedildiği açıktır. O vakit çañ isimlendirmelerinde onun işlevi de dikkate alınmış demektir.

    Sürü ününde yürüyen eşeklerin boynuna kocaman bir çañ takıldığı da aklımda kalmış. Onun özel bir adı var mıydı, bilemeyeceğim...

    Sarıçañ genellikle pirinç malzemeden yapılan çañlara verilen ortak isimdir. Diğer çañlara göre biraz daha küçük olan sarıçañlara zil adı da veriliyormuş. Tombul değil de kendine has konik yapısından dolayı zil denildiğine inanıyorum. Ne de olsa elle çalınan eski okul ziline benziyor...

    Gelelim çıkardığı sese göre çañ isimlerine... Liklik, takırdak, tıkırdak, şıñşıñ, cura, tıktık... Anlaşılacağı üzere cura dışındaki bu isimler, anlamsız yansıma sözcüklerdir. Bünyesindeki ses ve hecelerden, işaret ettiği çañın çıkardığı sese ulaşabilirsiniz. Bunu tarifle anlatmak çok zor; ama şu kadarını söyleyeyim, liklik kuzulara takılırmış...

    Şüphesiz çañlarda ses oluşumuna katkı sağlayan unsurlar gövdenin yapısı ve ortada ona çarparak ses çıkaran dilin hammaddesidir. Çañ gövdesi, bir kubbenin bağlandığı geniş bir karın ve daha aşağıda daralan bir etekten ibarettir. Kubbe merkezine bağlanan sarkaç ise bu gövdeye çarparak ses oluşturur. Tuhaf kubbe gövdede yankılanan ses, oranın karakterini kazanır. Tabi ortada sallanan dil/sarkaçın payını da unutmamak lazım; gövdeye demir veya ağaç çubuk değmesinden farklı sesler çıkar. Dediklerine göre büyük çañlara ağaç dil takılırmış...

    Sarı renkli; etek kısmı azıcık aralı, neredeyse kapalı küçük çañlar hatırlıyorum. (Kuzulara takıp liklik adını verdikleri bu çañlar olabilir.) Ses oluşumunda etek aralığının mutlaka payı vardır. Keskin, boğuk, ince, tok vb. ses tanımlamalarında etek aralığı önemliyse ve çañ adlandırmalarından sese gidebilirsek; liklik kapalı bir zil/çañdır demeliyiz...

    Çeşitlerini saydıktan sonra, hepsinin birleşiminden ortaya çıkan o malum besteye dönebiliriz... İşin ustaları, sürüye takılacak çañ cinsleri iyi belirlenirse çobana ve millete güzel bir müzik dinleteceğini söylüyorlar. Elbette bunun için çoban kulağının bir sanatçı inceliğinde olması, çañ çeşitlerini ve çıkardığı sesi iyi tanıması, yani kısaca müzik kulağına sahip olması gerekir. Böylece uygun çañları uygun hayvanlara takarak, resmen nota düzenlemesi yapmış oluyor. Siz buna beste mi dersiniz, aranjman mı bilemem...

    Çañ düzenlemesi laf olsun diye yapılmış bir şey değil; bunda hem estetik kaygı hem de sürüye hakim olma kabiliyeti var. Dediklerine göre guzuyedeği ile çeñe, orta ile garayedek çañları eşleştirildiğinde güzel ötermiş. Bunun gibi birbirini okşayan çañların bir arada bulunmasına dikkat ediyorlar. Aksi takdirde kulaklar tırmalanıp yoruluyor... Bir de çoban düzenlemesini kendisinin yaptığı çañları nerede olursa olsun tanıyabiliyor. Böylece çañlardan kendi sürüsünü, onların şiddetinden de sürünün uzaklığını hesaplıyor, hatta nokta atışı lokasyon belirliyor 'Benim goyun Gediği gavradı' deyip oraya yöneliyor.

    Sadece sürü çobanı değil, başka çobanlar da sırf bu çañlardan yola çıkarak kimin sürü nerede olduğunu anlarlarmış. 'Falancanın yedek sesi bu, öteki de filancanın cura...' diyerek kimin nerelerde bulunduğunu anlarlarmış. Bu yüzden rastgele çañ alıp takmak doğru bir davranış kabul edilmiyor...

    Tahmin edileceği gibi bazı durumlarda çoban için çañ, koyundan daha değerli olabilir. Çok hoşuna giden, benzerini çarşıda pazarda bulamayacağı çañları çalmaya kalkan çobanlara da çok rastlanırmış. Onlar bir sürüye dalar, koyuna kuzuya bakmadan kulağına takılan çañı bulup çözermiş... Buradan çañ hırsızı diye bir kavram çıkar mı, çıkar...

    Anıtkaya'da Cumartesi günleri kurulan hafta pazarında mutlaka bir çañcı sergisi bulunur ve ekseri Kelibanın dükkanın önüne yayılırdı. Çobanlar iki parmağı arasında tuttuğu sapından çañları sallayarak hangisini alacağına karar verirlerdi. Bazıları bir enstrüman ustası titizliğiyle onu kulağına yaklaştırır, biz fanilerin fark edemeyeceği frekansı yakalamaya çalışırdı. Bazen de iki çoban yan yana gelerek mesleğin inceliklerine dair bir sohbete dalıp çañları unuturlardı...

    Çañ konusunu kapatmadan Çañlı Hüseyin Karakaya'yı anmak gerek. Annesiyle Eğret'e küçükken gelen yetim Hüseyin, o çocuk aklıyla boynuna çañ takarmış. Boynuna taktığı bu çañın sonradan kendine ve ailesine lakap olup Çañlılar denileceğini nereden bilsin...

    Çañlı Hüseyin Karakaya 1971'de vefat etti. Köyün yüze yakın koyun sürüsünden eser kalmadı. Sürüler azaldı ve küçüldü. Çañdan ve müzikten anlayan çobanlar birer birer göçtü. Her sabah ve akşam Anıtkaya sokaklarından tozu dumana katarak yaylımdan gelen ve yaylıma giden koyun sürüleri de yok, sürüden yükselen tarifsiz senfoni de...

 


10 Ekim 2024

Devşirme Malzeme

     
    İnceleyenler Eğret tarihini Han/Kervansaray veya Hacı İbrahim Zaviyesi ile başlatıyorlar. Öncesinde başka bir yere konan ahalinin sel baskınlarından kaçıp bu tepeye yerleştiği benzeri söylenti, tarihi bir miktar geriye çekse de şimdiki yerine taşınma hadisesi yine Han ve Zaviyeye bağlanıyor. Şimdiye kadar bu kalıbın dışına çıkılabilmiş değil... Bu köyün tarihi 13-14. yüzyıldan daha gerilerde olamaz mı? Bu konu tartışılmalıdır...

    Tartışmaya katkı adına bazı gözlem, derleme ve düşüncelerimi paylaşacağım...

    Resmi adı Maltepehöyük olan ve Anıtkayalılarca Üyük olarak bilinen tümülüs hakkında şu ifadeler önemli: "Önemli bir yerleşim yeridir. Olasılıkla İTÇ'de büyük bir yerleşmeyi bünyesinde barındırmaktadır. Yerleşme; 2005 yılında Frig Vadisi Turizm Kuşağı Projesi kapsamında yapılan arazi çalışmaları sırasında tekrar belgelenmiştir." Belgelendiği söylenen yerleşim, İlk Tunç Çağına (M.Ö. 3000-2000) tarihlenmiş. Bu önemli bilgi şurada dursun...

    Başka bir bilgiye göre Anadolu'ya tümülüs geleneğini getiren Lidyalılar'dır, onlardan önce böyle bir mezar adeti yoktu. Bu bilgiye göre bütün tümülüslerin tarihi M.Ö. 8-6. yüzyıllara kadar götürülebilir, daha eskisi yok. Yalnız çoğu tümülüsün Frigyalılar döneminde yapıldığını söyleyenler de var. Hangi teori doğru olursa olsun, Maltepehöyük tümülüsü, yani bildiğimiz Üyük, milattan önce inşa edildiği kesin. Ayrıca bu tarihlendirmeye Çatalüyük ve Çatalınkuyu tümülüslerini de dahil etmek gerekir.

    Tümülüsler/üyükler konusunda vardığımız sonuç onların milattan önce yığılmış olmaları... Bu tarihlemeden başka bildiğimiz bir diğer gerçek de onların kral veya soylu mezarı olduğudur. Elbette bir krala teba ve ülke lazımdır. Bahsettiğimiz teba/halk bu civarda bir yerlerde kurulu köy/kasabada yaşıyordu. O ülkeyi şimdiki Anıtkaya'dan uzak bir yerlerde aramamak gerekir... 

    Bir üçgenle Eğret'i çevreleyen üç üyüğün üçünde de kaçak kazılar yapılmış. Bulunan bir şey olup olmadığını bilmiyoruz, ancak Maltepe'de çömlek benzeri iki buluntu kayıtlara geçmiş. Bunun dışında gerek köy içinde gerekse arazide bir çok kıymetli şeyin bulunduğuna dair söylentiler var. Falanca para buldu, filancanın tarladan define çıkmış vesair vesair...

    Bir de bizim kuşağın yakından bildiği bir kaç olaydan bahsedeyim... 

    Yetmişlerin sonunda olması lazım, Bakkal Seydi Selman evini yenilerken, üzerinde kadın heykeli bulunan bir mermer bloğu duvara yerleştirmişti. Antik dönemden kalma olduğu aşikar bu mermer, epeyce bir süre gocagapının dibindeki duvarda gelen geçeni selamladı. Sonradan birileri 'tarihi eserdir başın belaya girer', yahut 'puttur dinen sakıncalı' diye uyardıkları için birden ortadan kayboldu. Üzerini sıvayla kapattığını söyleyenler de var, taşı oradan çıkarıp icabına baktığını söyleyenler de...

    Aynı yıllarda bir buluntu olayı da Tellilerin Halil Öztürk'ün başına geldiğini duyduk. Evine su almak için tepedeki şebekeden uzun bir boru hattı döşemesi gerekiyor. Tabi bunun için de o kayalık sert toprağı kazması lazım. Kazarken bir heykelcik takılıyor küreğin ucuna. 'Böbek' diye önemsemedikleri o şey meğer bir tanrıça heykeliymiş. O dönemde köyde bulunan Jandarma Karakoluna haber veriliyor. Böylece ilgili mercilere teslim edilen heykel çok değerliymiş, halen Afyonkarahisar Müzesinde teşhir ediliyor.

    Galiba 1999 yılıydı... Tellilerin Halil'in tanrıça heykeli bulduğu tepenin kuzey yamacında Fişek Cengiz Öztürk kepçeyle kazı yapıyor... Yağışlı bir havada yapılan bu kazı esnasında kepçeye bir sürü nakışlı heykel parçası takılıp geliyor. Dikkatli bakınca bunların bir çok heykelin parçaları olduğu ve çok önceden kırılmış oldukları anlaşılıyor. Hepsini teslim ettikleri müze yetkilileri, oranın adak merkezi, sayısız parçanın da adak heykelleri olduğunu söylemişler... Öteden beri birilerinin o bölgeden önemli tarihi eser bulduğuna yönelik dedikodular eksik değil...

    Ayrıca Seydi'nin duvar örneğinde olduğu gibi bazı evlerin duvarlarında, diğer taşların arasında sırıtan nakışlı bazı mermer parçaları görülürdü. Başka bir yerden alındığı besbelli bu taşlar üzerinde pek durmazdık, sıradan şeylerdi çünkü...

    Bize sıradan görünen, ama diğerlerinin yanında çok farklı duran taşların kaynağı da farklıymış. Her biri başka bir yerden getirilip yerleştirilmişler. Bu yüzden bunlara devşirme malzeme denildiğini de sonradan öğrendik. Han/Kervansaray hakkında bilimsel bir çalışma yapan Ferhat Öztürk, bu binanın yapımında çok sayıda devşirme malzeme kullanıldığını örnekleriyle anlatmış. Yıllardır gözümüzün önünde duran bu taşları ancak Ferhat Hoca'nın söylemesiyle fark edebildik. Dahası var... Cumacamisi duvarlarında bu tür devşirme malzeme kullanıldığını da yine kendisinden öğrendik...

    Ayrıca üç asırlık Yörükçeşmesi, iki asırlık Omarcık ve Mezerböğrü altındaki çeşmelerde bu türden taşlar kullanıldığı dikkat çekiyor. Hem gövdede hem de yalaklarda kullanılan bu hazır taşlı çeşmelerin köy merkezinde ve uzak mevkilerde olması göz önünde bulundurulsun.

    Başta Kervansaray ve Cami olmak üzere Eğret köyündeki binalarda da göze çarpan devşirme malzeme kavramı böylece gündemimize girdi. Olayın nasıl geliştiği Seydi'nin duvardaki heykel örneğinden net anlaşılıyor. Elde bulunan güzel/ilginç/değerli bir malzeme, estetik yahut ekonomik kaygılarla binanın, çeşmenin uygun bir yerine yerleştiriliyor. Bu kadar...

    Devşirme malzeme kullanılması, bu kadar basit bir endişeden kaynaklanmış. Selçuklu veya Germiyanoğulları dönemine tarihlenen Eğret Han'ında devşirme malzeme kullanılmış olması çok da garip karşılanmıyor, çünkü her eserde karşılaşılabilecek bir durum... Fakat bu durum taç kapıda öyle bir abartılmış ki, bir benzeri daha yok. İşi, kapının iki yanına devşirme altı sütun yerleştirmeye kadar götürmüşler. Eğret Han'ı ayrıcalıklı yapan belki de bu değişik taç kapıdır...

    Gelelim esas meseleye... Bu kadar yaygın bir kullanım alanına sahip devşirme malzeme nasıl temin edildi, nereden devşirildi? Çok uzaklardan getirmiş olamazlar, yakınlarda bir yerlerden, mesela eski/antik bir kalıntıdan almış olmalılar...

    Yunan zamanında çekilmiş fotoğraflardan, taç kapı sütunlarının bir kaçı eksik olduğu görülüyor. Yirminci yüzyılda yapılan ilk onarımda sütunlar tamamlanmış. Bu sütunlardan birinin Hoca Dedemin babası Hacı Arif Dedenin mezar taşı olduğunu söylüyorlar. Eski Mezarlıktan uygun gördükleri taşlarla restorasyonu tamamlamışlar. Devşirme malzeme teminine güzel bir örnek...

    Hacı Arif Dede öldüğünde başına diktikleri o koca sütunu nereden buldular peki? İhtimal onun da dedelerinden birinin taşıydı... Peki onlar nereden devşirdiler? Antik bir kalıntıdan getirip diktiler. O koca heyula gibi sütunları çok uzaklardan getiremeyeceklerine göre, hemen yanıbaşlarındaydı... Eski kabristanı inceledim, vaktiniz olursa siz de girin dolaşın, çok değişik biçim ve boyutta antik taşların mezar taşı olarak dikildiğini göreceksiniz. Bu kadar çok devşirme malzeme, ancak çok yakınlardan devşirilir...

    Mezarlığa da gitmeye gerek yok... Eski dambeşlerin her birinde loğ taşı bulunduğunu orta yaşın üzerindekiler hatırlayacaktır. İşte o loğ taşları kim bilir hangi sütunun parçasıydı, her biri Eğret'ten daha yaşlıdırlar... Gocacami duvarının dibinde bir sütun başı, Bunar camisi ile kuyunun arasında su deposu olarak kullanılan mermer lahit, Hacıların Ağıl kuyusunun dibindeki lahit kapağı ve Anıtkaya'ya serpiştirilmiş onlarca benzeri... Her bir devşirme malzeme buraların antik yerleşim olduğunu bağırıyor...

    Geçtiğimiz yaz ilk defa duyduğum, Frig Vadisi olarak sunulan turizm bölgesinin ne kadar yanıltıcı olduğunu, Frigya Salutaris (Şifalı Frigya) sınırlarına Ömer-Gecek-Bayramgazi-Eğret hattının da dahil edilmesi gerektiği fikrini çok iddialı bulmuştum. Çengelli iğneyi Frigyalıların icat ettiğini, göğüslerinde kullandıkları bu alet şimdi bütün dünyaya yayılmış olduğu halde, Frigya bölgesi içinde yalnız Anıtkaya'da cenevinnesi diye adlandırıldığını keşfedince yavaş yavaş bu iddialı fikre hak vermeye başladım. Devşirme malzemeleri de düşününce artık inanıyorum; Eğret'in tarihi Friglere kadar gider...


 

08 Ekim 2024

Çobansalığı


    Herkesin bildiği manasıyla çobansalık/çobansalığı, büyük ve küçükbaş hayvanları satın aldıktan sonra evin çocuğu veya hanımına verilen sembolik bahşiştir. Hayvanın yetiştirilmesinde güdülmesinde gösterilen emeğin karşılığı olarak düşünülmüş. 

    Günümüzde yalnız kurbanlık alışverişlerinde uygulanan çobansalık  geleneği, bu sınırlamayla adeta bir görgü kuralı haline gelmiş. Alıcı bu bahşişi vermezse alışverişin hayrını göremeyeceği, bereketsiz bir işe girişmiş olacağı, uğursuzluk getireceği gibi inançların yanında çobansalık vermemek görgüsüzlük alameti olarak algılanır.

    Bu konuyu araştırmaya önce salık kelimesinden başladım. Baştan söyleyeyim bunun sağlık kelimesiyle ilgisi yok. Çobanın eline koluna sağlık dileme göstergesi olarak bahşiş verildiği, çobansağlığı sözünün zamanla çobansalığına dönüştüğü gibi açıklamalar geçersizdir...  

    Salık haber, bilgi anlamlarına geliyormuş... Bunun konumuzla alakası olmadığı çok açık... Bir deyim olarak bu kelimeye salık vermek sözünden aşinayız. Burada tavsiye etme, önerme anlamları var. Uygun bir doktora yönlendirme isteyen birine 'Falanca doktoru salık veririm' deriz. Bu kullanımın da bilgi ve haber anlamıyla alakası kurulamıyor. Her iki anlamın ise çobansalık kavramıyla bağlantısı bulunmuyor.

    Salık kelimesinin kıyıda köşede kalmış bir manası daha var; ağıldaki çoban odası... Genellikle dağda bulunan bildiğimiz koyun ağıllarından söz ediyoruz. Eğret/Anıtkaya ağıllarındaki bu odaların salık diye adlandırıldığını doğrulatamadım. Ev veya oda dendiğini hatırlıyorum, ama eski zamanlarda salık kelimesi kullanılmış olabileceğini düşünüyorum. Çünkü çobansalık yahut çobansalığı sözündeki anlam genişliği ile buradaki isimlendirme arasında bağ kurmak önceki kelimelerde olduğu gibi zor değil.

    Derken bu kelimenin Eğret'teki tarihine dair Berber Emmim önemli bir şey anlattı. Dinledikten sonra çobansalığı kavramı yerliyerine oturdu.

    Sürü sahipleri çoban tutarlarmış eskiden. Evde yeterli işgücüne sahip olmadığı için, yahut başka sebeplerle... Bu uygulama son zamanlara kadar geçerliydi; Arapların Gözelali Gödeşlere, Kelahmet ise Çolaklara çoban durduğunu hatırlarım...

    Çoban tutarken mutlaka bunun pazarlığı yapılıyor, yazılı olmayan sözleşmeyle bütün şartlar karara bağlanılıyordur. Konuşulmasa bile adetleşip yerleşmiş bazı hususlar da bulunuyor. Bunlardan birisi çobanın etlik hakkıdır. Genellikle bir kısır koyun, çobanın arkadaşlarıyla veya kendisi yemek üzere daha işin başında belirleniyor. Vakti gelip etlendiğinde kesilmesi planlanan bu etlik koyunun daha pazarlık aşamasındayken sözleşmeye sokulduğu da olurmuş. Çobanın hakkı diye pazarlığa sokulan yemelik koyunun diğer bir adı, tahmin edilebileceği gibi, çobansalığı...

    Eğret'te çobansalığı uygulaması genellikle kafası uyuşan diğer çoban arkadaşlarıyla birlikte yürütülürmüş. Bu dönem uzun süre kırda kalan çobanlar, birinin çobansalığını kesip bitene kadar onu yerler, sonra diğerininkine başlarlarmış. 

    Biraz ayrıntıya gireceğiz... Koyunu kesip garnını bütün olarak çıkarıyorlar. Temizleyip uygun yerini de bütün olarak pişiriyorlar. Koyunun etini de özellikle kuyruk yağıyla pişirip donduruyorlar. Ayrıca pişirilen garını (işkembe) bir tuluk gibi kullanıyor ve içine koyun etini depiyorlar. Garın içindeki bu eti, sürekli eşek sırtındaki heybenin bir gözünde tutuyorlar. Acıktıklarında, öğün geldiğinde içinde bulunan bir kaşıkla yeteri kadar eti çıkarıp icabına bakıyorlar. Heybe boşaldığında gelsin sıradakinin çobansalığı... Kar yere düşene kadar bu böyle devam ediyor...

    Dinlediklerimden sonra, artık çobansalığı sözünün kökenini açıklamak çok kolay. Çoban durmak/tutmak Eğret'te eskiden beri yaygın bir sektördü. Pazarlıklarda çobana yemelik bir koyun tahsisi de yaygındı hatta zamanla kural haline geldi. Çoban bu koyunu ağılın kendi konaklamasına ayrılan bölümünde (yani salıkta) serbestçe, istediği gibi yeme hakkına sahipti. Bu yüzden koyuna çobansalığı adı verildi, çünkü salığa tahsis ediliyordu. Zamanla salık dışında, kırda bayırda veya daha başka yerlerde de yenilmiş olmasına rağmen çobansalığı tabirinden vazgeçilmedi. Salık unutulsa da çobansalığı unutulmadı. 

    İş ağıllardan, salıklardan uzaklaştı; çobansalığı seyrek de olsa uygulandı, ama uygulama alanı daraldı. Bununla beraber anlamında garip bir kayma ve genişleme yaşandı. Çobanlık mesleğinden çıkıp cambazlığın bahşişine dönüştü. Daha sonra yalnız kurbanlık alışverişine sıkıştı kaldı...


 

04 Ekim 2024

Eğretli Ezogelinler

    
    1970'li yıllardı... Televizyon denilen alet henüz yerleşmemiş, kahvelerde ve sayılı evde bulunuyordu. Salı akşamları yayınlanan Türk filmini izlemek için kadınlar bu evlere yığılırdı. Ezo Gelin de o vakit yayınlanmış. Biri nasıl akıl ettiyse, filmdeki türküleri ve bazı sahneleri teyp kasedine kaydetmiş. Ben bir ev dolusu kadını salya sümük o kaseti dinlerken buldum, işin doğrusu bu içten gözyaşlarına pek bir mana verememiştim...

    Sonradan defalarca izlemek zorunda kaldığımız Fatma Girik ile Tugay Toksöz'ün boşrol oynadığı bu filmde gerçek bir olay biraz değiştirilerek senaryolaştırılmış.  Güzelliğiyle dillere destan Ezo, Ali ile evlendirilir. Kore savaşına giden Ali'nin şehit olduğu haberi gelince, töre gereği onu Ali'nin küçük kardeşi ile everirler. Aslında ölmeyen Ali'nin askerden sağ olarak dönmesiyle dram başlar. Filmin sonu ise trajiktir...

    Ezo Gelin, biraz da  yanlış bazı töre ve adetlerin eleştirisi gibidir. Onların neticesi acı ve gözyaşı olduğu dokundurucu bir ustalıkla perdeye yansıtılır. Gerçek olay Güneydoğu'da yaşansa da benzerleri bütün Anadolu köylerinde fazlası var eksiği yok, aynıyla görülmüştür. Bu yüzden film seyircide müthiş bir etki bırakır.

    Doğveller
   'Kalanlar Gelenler ve Bekleyenler' başlığıyla Cihan harbi sonrası Eğret'te yaşananların bir kısmını anlatmaya çalışmıştım. Orada da Ezo Gelin benzeri bir kaç dram vardı. Bunlardan en çarpıcısı Veyisoğlu Veli (Doğu Veli/Doğveli) torunlarının yaşadığıdır. Burada biraz ayrıntıya ineceğiz.

    Kız çocuğu gelin edildikten sonra kocasının anasını ana, babasını baba beller. Her yerde böyle olan bu Türk töresine göre kâim-i ata/kayın ata/gayınta ve kâim-i ana/ kayın ana/gayınna seslenmeleri de aslında 'ana baba yerine' manalarına gelir. Bu anlayışa göre gelinin ana babası artık onlardır. Oğullarının başına bir iş geldiğinde de gelin hakkında onlar söz sahibidir. Başka birine kocaya verme de dahil... Bu durumda gelinlerini en yakınlarından biriyle tekrar başgöz etme olayları sık yaşanır. Ezo Gelin hikayesindeki törenin temeli de budur...

    Tekrar Doğveli torunlarına dönecek olursak... Veyisoğlu Mehmet'in dört oğlu var. Cihan harbi başladığı sırada ikisi evli; ikisi daha küçük yaşta... Bunların büyüğü Veli, Gocamat (Ahmet Tektaş)ın ablası Ayşe ile evlenmişti. Henüz çocukları yoktu... Şehit olduğu haberi geldiğinde, küçük kardeşleri Şükrü köyde eceliyle vefat etmiş, Ali Osman ise henüz evlenebilecek yaşta değildi. Ayşe'yi kocasının hala oğlusu Hacıların Ali (Dindin Ali Azbay)a verdiler, Halit Azbay'ın anasıdır. 

    İkinci oğlu Halil İbrahim'in askerliği tam da büyük harbin başlangıcına denk gelmiş. Öncesinde onu da evermişler tabi ve onun da çocuğu yok... Savaş sonunda gelen geldi, gelmeyenin de ölüm haberi geldi. Böyle bir haberini dahi alamayanlar ise bu durumu onun şehadetine yordular. Doğvellerin Halibram gelmediğine göre şehit olmuştu. 1904 Doğumlu küçük kardeşi Ali Osman da artık evlenecek yaşa geldiğine göre, şehidin karısını kaynıyla everdiler...

    Ötede ise vaziyet zannettikleri gibi değildi. Kafkas cephesinde esir düşen Halil İbrahim kurtulduğunda harp bitmiş, ama henüz askerliği bitmemişti. Dağıtılmayan birliklerle işgal edilen yerler kurtarıldığı sıralarda Maraş'ta redif asker olarak bulundu. Ancak bundan sonra Eğret'e dönebildi. Geride bıraktıklarının, planlarını onun öldüğü üzerine yaptıklarını ne bilsin... 

    Bundan sonra Doğvellerin evde hayat herkese zindan oldu... En çok da evin gelinine... Kadın kısa bir süre sonra kahrından vefat etmiş... O kadar araştırmama rağmen bu talihsiz kadının adını, kimliğini ve kimlerden olduğunu öğrenemedim... Eğretlilerce Doğveli olarak bilinen Halil İbrahim Varlı ve Köse diye lakaplanan Ali Osman Varlı kardeşler, tekrar evlenerek hayatlarına devam etmişler; lakin ikisi de bu acıklı olayın izlerini ölene kadar üzerlerinden atamamış...

    Doğvellerin başına gelen olaylar ilk de değil, son da değil... Aklıma gelen bir ikisini daha anlatayım.

    Ayanoğlular
    Tureş Hanımın yaşadıkları mesela... Ayşe, Tureşoğlu Mustafa'nın kızı; Tingildeklerin atası Mehmet Ali ile Gödeşlerin atası Gödec Ahmet'in kardeşidir. 1864 Yılında doğmuş, hem sülalesinin lakabı olması hem de dillere destan güzelliği sebebiyle Tureş diye lakaplanmış. Herkes onu adıyla değil lakabıyla bilip, çağırıyor...

    Nasıl olduysa Tureş'i gönlünün kaydığı Ayanoğlu Hüseyin'e değil de onun abisi Halil'e veriyorlar. Belki de (belki değil mutlaka öyledir) büyüklerinin gençlerin hissiyatından haberleri yoktu... Evin büyüğü Ayanoğlu Ömer, küçük oğluna da Tureş'in teyze kızını alıyor... Burada dikkat etmemiz gereken şey, evlilik olayında taraflara söz hakkı verilmemiş olmasıdır. Büyükler kendi aralarında anlaşıyorlar, o kadar...

    Hal böyle iken, Tureş'in kocasının askerdeyken birliğinde vefat ettiği haberi geliyor. Yıl 1888 ve henüz çocukları yoktur... Bu arada kayınpederi de vefat etmiş bulunan dul Tureş Hanım'ı, kocasının emmioğlusu Ayanoğlu Derviş Ahmet'e verdiler. Burada bir oğlu dünyaya geldi...

    Ayanoğlu Hüseyin'e dönelim... Tureş'in teyzesi kızı Ümmühan ile evlenmişti. Bir oğlu bir kızı oldu, çocuklar küçükken anaları vefat etti. Hacı Hüseyin tekrar evlendiyse de bu kadının çocuklarına karşı tutumundan hoşnut değildi...

    Ötede Tureş Hanımın önce oğlu sonra kocası peş peşe vefat ettiler. Komşularındaki üvey annenin yeğenlerine acımasız tavrını Ayşe hanım da gözlüyor, ama elden bir şey gelmiyordu. Hacı Hüseyin karısını çıkarınca (boşanmanın o zamanki adı böyleydi) sırf küçük yeğenlerine merhametinden dolayı Tureş Hanım kırgın olduğu Ayanoğlu Hacı Hüseyin'e varmayı kabul etti. Zaten kısa bir süre sonra Hacı Hüseyin de vefat etti. 

    Bundan sonra Tureş Hanım yeğenlerinin hem anası hem babası olacaktır. Onların büyüğü olan kızı gelin ettiler, Öter (Ömer Tüblek)in anasıdır. Küçük ve oğlan yeğenine de dedesinin adını koymuşlardı. Hacı Hüseyin'in bu küçük oğlu da ileride Kölgeci diye lakaplanan Ömer Kayır'dır...

    Tureş Hanım yeğenini oğlu bilmiş, bakmış büyütmüş. Yeğeni de onu anası bilmiş, kendisine ana gibi hürmet etmiş. Aralarında kan bağı olmadığı halde Kölgecilerin bir lakabı Tureşler olmuş. Yani Tureş Hanım Ayanoğlularla bütünleşmiş. 

    Gelvelakin son kocası Ayanoğlu Hacı Hüseyin'den çocuğu olmadığı için kocası öldüğünde hukuken o ev ile bağı koptu kabul edilmiş. Fiiliyatta yeğeniyle sıcak bir aile ortamı kurduğu halde, soyadı kanunu çıktığında hayatta olan tek erkek kardeşi Gödecin Ahmet hanesine Ayşe Seviş olarak kaydedilmiş. 1946 Yılında vefatı da kayıtlara böyle işlenmiş...

    Hatipler
    Biz Hatiboğlu Hacı Mahmut'un Mollaosman ve Deliahmet lakaplı iki oğlunu biliyoruz. Oysa Deliahmet'in büyüğü ve küçüğü olmak üzere iki oğlu daha vardı ki isimleri İbrahim ile Mehmet idi...

    İbrahim, Molla Osman Aykaç'ın küçüğüdür, 1895 yılında doğdu. Hacımahmutlardan Zeliha ile evlendi. Zeliha/Zele Hanım; Hafız, Manda, Ayımevlüt ve Garaçaylı'nın ablaları oluyor. Dünya savaşı sırasında asker olan Hatiboğlu İbrahim, 1916 yılında Tuzla'daki birliğinde şehit olduğunda bir kız ve taze bir oğlan babasıydı. Oğlana İbrahim ismini verdilerse de bu çocuk fazla büyümeden vefat etti. 

    Bir kızıyla kalakalan Zele Hanım'ı öyle bırakmıyorlar ve yeni yetişmekte olan evin en küçük oğlu Mehmet ile nikahlıyorlar. Zaten hasdacak olan Mehmet kısa süre sonra vefat ediyor. Zele Hanım yine dul... 

    Bu kez Apdıramanların Ali'ye veriyorlar. O da yabancı değil; zira Zele Hanımın kaynanası da Ali'nin anası da Omarcıklardan... Aralarındaki muazzam yaş farkından bu evliliğin formalite olduğu anlaşılıyor. Nitekim Zele Hanım kısa bir süre sonra Apdıramanların Ali nikahında vefat ediyor. Demek ki bu kapıya huzur içinde vefat etmek için gelmiş. 

    Şimdi hem yetim hem öksüz kalan kızının adı Refiye'dir. Bundan sonra Yeniali diye lakaplanan Ali Kirkit'e babası gibi hürmet edecek, o evi de kendi evi belleyecektir. Zaten anasının yerine gelen de Mollaosman emmisinin kızı Ratibe'den başkası değildir, burada hiç yabancılık çekmez. Büyüdüğünde Kirpitçilerin Cemal eşi olan Refiye Kirkit, Şehit Hatiboğlu İbrahim ile Hacımahmutların Zele kızı olarak 2004'te vefat etti...

    Alicikler
    Verdiğimiz örnekerde dul kadınların en yakınlarıyla tekrar evlendirilmeleri hususu işleniyor. Büyükler böyle karar verirken neler düşündüğünü bilemeyiz, haklı endişelerle böyle bir yol tutmuş da olabilirler. Yalnız bu iyi niyet bazı çarpıklık ve sakıncaları ortadan kaldırmıyor.

    Bu örneklerde ilk ve ikinci evliliğin taraflarında söz hakkı bulunmadığı da anlaşılıyor. Yalnız bu hep böyle olmamış. Hayır, benim rızam yoktur, diye oldubittiye karşı çıkanlar da var. Sonuncu olay buna bir örnek teşkil etsin istedim.

    Aliciklerin Osman'ın büyük oğlu İbrahim, Emine Hanım ile evliymiş. Halime, Ramazan ve Hasan Hüseyin adlarında üç çocukları var. Hasan Hüseyin küçükken Aliciklerin İbrahim vefat ediyor. Adet olduğu üzere kayınpeder Osman, sıradaki oğlu Ahmet ile dul gelinini evermek isteyince Emine Hanım bunu reddediyor. 

    1901 Yılında, en küçüğü yedi yaşında olan üç çocuğunu da alıp Afyon'a kaçıyor ve doğruca Kadı'ya başvuruyor. Rızası olmadığı halde kayınpederinin kendisini kaynıyla evlenmeye zorladığını belirterek şikayetçi oluyor. Üstelik merhum kocasının hakkı olan nafaka talep ediyor. O yıllarda bir kadının bu iradeyi göstermesi büyük cesaret... Ayrıca istikamet olarak Afyon'a yönelmesi de İsmail kızı Emine'nin Afyonlu olabileceği izlenimi veriyor. Zaten Alicikler/Karamehmetler de iki nesil önce Afyon'dan gelmişlerdi.

    Bu arada kızı Halime'yi Afyon'a gelin etmiş. Mahkeme sonucu olumlu çıkmış ki, bundan sonra Emine Hanım iki oğluyla Eğret'e dönüp Aliciklerin yurtta kocasının hakkı olan bölüme yerleşmiş. Bundan sonra küçük oğlu Hasan Hüseyin cihan harbinde şehit oldu. Döğerli Mücellit Hocanın kızı Naime ile everdiği büyük oğlu Ramazan ise aynı savaştan gazi olarak döndü. Cesur çıkışıyla kendisi ve çocukları için bir irade ortaya koyan Emine Hanım böylece vefat etti... Ondan yadigar Naymelerin Ramazan Kırbaç dedesi ise 1974'te vefat etti...

    Sonuç
    Ezo Gelin repliklerini dinleyip burnunu çeke çeke ağlayan koca karıların bu hareketine o zaman bir anlam vermemiştim. Meğer onlar benzer hikaye kahramanlarını görüp tanıyan, onların acısını derinden hissedebilen kimselermiş de bu yüzden ağlıyorlarmış. Mevzu derin yani...



30 Eylül 2024

Yalak

 
    Kümes hayvanlarının yemlenmesi ve sulanması için şimdiki gibi fenni yemler ve modern suluklar yok. Ayazin taşı denilen bir çeşit kaba taş yontulup oyularak derin bir kap elde ediliyor. Küçük hayvanların deviremeyeceği kadar ağır olan bu su kabı, çok kullanışlı ve gerekli olduğu için her evde bulunacak kadar yaygındır. Avlunun bir köşesinde, eksilse de bitmeyen suyuyla öylece durur.

    Kısaca yalak diye adlandırılan bu taş kaplar şekil ve işlevi itibariyle hamam kurnalarına benzer. Altında veya yanında boşaltım mekanizması sayılacak bir delik bulunmaz. İçinde su bitmemesinin sebebi budur. Sürekli ilaveyle beslendiği ve tek su akışı bu olduğu için, haliyle hep yosunludur. Bu duruma aldırmayan tavuklar, kazlar, culuklar ve onlardan fırsat buldukça yanaşan serçeler kafalarını daldırıp  daldırıp gökyüzüne bakarlar. Bulutları görmeden ağızlarındaki suyu yutamazlar çünkü... Bu yüzden yalak, başı havada hayvancıklarla hep kalabalıktır...

    Kurnaya benzettim, ama duruşuyla, görünüşü ve doğallığıyla ondan daha çok gaka benzetilebilir. İçinde yağmur ve kar suyunun biriktiği doğal kaya oyuğuna gak deniliyor. Bir mevkiye, o civarda çok bulunduğu için Gaklık adı verilmiş. Kuyu, çeşme gibi su kaynağı olmayan o mevkideki gaklar, hayvanların su ihtiyacını ciddi anlamda karşılıyormuş. Taşı oyup yalak yapma işini gakları örnek alarak akıl etmiş de olabilirler. Ayrıca gak ile yalak arasında ses benzerliği, hiç olmazsa iyi bir kafiye var.

    Ses benzerliği arayacak olursak yalak ile yal arasında da bağ kurabiliriz. Özellikle köpek yiyeceği olarak bilinen yal, un veya kepeğin sulandırılmışıdır. Buna yal karma denilir ve yal ekseri yalakta karılır.

    Su kabı olarak kullanılan yalak ile köpeklerin yal yediği yalak farklıdır. Yalağına alışkın olan köpekler, yal zamanını da bilir ve vakti geldiğinde yalağın başındaki yerini alır. 

    Köpeklerin yalla beslenmesi işine kısaca yallama dendiği de olur. Yallama zamanında yalak başındaki köpekleri izlemenizi tavsiye ederim. Dillerini bir kaşık gibi yala daldırıp ağızlarına çekerler; lap! lap! lap!... Ortalığı lapırtı doldurur.

    Yal, yallama ve yalak kelimesiyle anlam irtibatı kurmak mantıklı geliyor. Fakat köpeklerin yal yemesinde ciddi anlamda yalama fiili unutulmamalı. Bu işte asıl organ dil olduğu için yalamak fiili öne çıkıyor. Bilindiği gibi bütün yalama işleri dil ile yapılır...

    İşte burada biraz durmak gerekiyor, çünkü ciddi bir noktadayız... Yalaklanmak, yaltaklanmak, yalakalık vs. bütün bu aşağılık durum işareti kavramları yalamak ve yalak kelimeleriyle irtibatlandırmak o kadar da zor değil. Üstelik işin içine köpek de girdi...

    Kelsalek (Salih Azbay) çocuk mezarı büyüklüğünde küçük bir mezar taşı bulmuş, kenleri çok yüksek değil. Belli ki lahit kapağı gibi bir şey... Bunu kuyunun yanına, aharın dibine koyup köpeklere yal karmak ve kuzuları sulamak maksatlı kullanmış. Değişik bir yalak olarak kayıtlara geçen bu mermer taşın hala kuyunun dibinde olduğunu söylüyorlar...

    En iyisi işin dil kısmını bir kenara koymak... Yalnız yalak kelimesine başka anlam yüklenen yerler olduğunu da belirtelim. Mesela bizim ahar dediğimiz hayvanların yem ve saman yediği uzun taş veya ağaç yemlik ile çeşme ve kuyuların suyunun biriktiği uzun havuzlara da başka yerlerde yalak diyorlar. Bunun bizim yalaklarla ilgisi yok...

    Esvap/esbap taşının yalağından bahsedelim. Yine Ayazin taşından oyularak biçimlendirilmiş esbapdaşları da her evin avlusunda bulunması gereken demirbaşlardandı. Yaz kış üzerinde çamaşır yıkanan bu taşların ucunda bulunurdu yalak. Herhalde suda bekletilip yumuşatılması gereken çamaşırlar buraya yatırılırdı. Yahut sabun çok kıymetli olduğu için, sabunlu su ziyan olmasın diye yalakta biriktirilip tekrar kullanılırdı.  

    Esbapdaşının yalağındaki temel mantık bu... Zaman zaman kirli su boşaltılabilsin diye bir ucuna veya altına delik açılmıştır. Şu haliyle esbapdaşı yalağı modern mutfakların evyesine benzer.

    Bir de fırın yalağı var... Şurası unutulmamalı ki, anlattıklarım evlere ve fırınlara şebeke suyu sağlanmadığı zamanlara aittir. Şu yazdıklarımla bugün fırınlarda gördüklerini bağdaştırmakta zorlanacaklara bu uyarım... Bununla beraber yalaklar daha modern ve temiz haliyle günümüz fırınlarında da var.

    Eski fırınlarda da biri sönge, ikincisi diğer işler için kullanılan su dolu iki yalak olurdu. Sönge yalağı ne kadar temizlersen temizle hep pistir. Görevi taşı temizlemek olan sönge, her fırına girdiğinde, eteğinde bir kürek külle gelir ve onu yalağa boşaltır. O yalak suyunun temiz ve berrak olması mümkün mü? Bir de deliksizdir zaten, zaman zaman suyunu tahliye etme imkanın da yok. Ayrıca unutmayalım, o yıllarda su da bol değil, 'gıdaynan...'

    Aynı dönem şartlarının diğer yalağı nispeten daha temizdir, çünkü içine ikide bir sönge daldırılmaz. Bu yalak hamurlu elleri, kapları yıkama gibi şeyler için kullandığından ve un-hamur-ekmek 'nimet' olarak düşünüldüğünden daha saygıdeğerdir. Kısaca bulaşık kabı olarak kullanılsa, bu yüzden tam temizliği sağlanamasa da çöplük muamelesi görmez, temiz kabul edilir. 

    Tabi temiz fırınyalağı ne kadar temiz olabilir ki... Buna rağmen, iddialı bir şey söyleyeyim: Bir dönem çocukları arasında fırınyalağından su içmeyen yoktur... Fırın sıcak... Laf anlamaz çocuk ne zaman susayacağı belli olmaz, mızılayıp durur... Şimdi kim eve gidip su getirecek... O yalaktan avuçlanıp çocuğa vermek varken... Anasının avucundan içenler şanslı sayılabilir. Zira yemeninin koncundan içenleri de gördük... 

    Fırınyalağının bir benzeri, yani yerine sabitlenmiş bir yalak türü de kahvelerde bulunurdu. Güçcükhalil (Halil İleri) ve Gaveci (Süleyman Yırgal)ın kahvelerden hatırladığımız bu yalakların kullanım amacı da şimdiye kadar ele aldıklarımızdan tamamiyle farklıydı. Meşrubatları soğuk tutmak amacıyla, suyla dolu bu yalaklarda tutarlardı. Sürekli kontrol ederler, eksilen maden suyu, kola, gazoz şişelerini takviye ederlerdi. 

    Yani kahveci yalakları şimdinin buzdolabı görevi görürlerdi. Zaten buzdolabının girmesiyle bu çok işlevsel yalakların kahve hayatı bitmiş oldu. Yok, tam olarak öyle sayılmaz. Buzdolabıyla birlikte bir süre daha kardeş kardeş yaşamışlar. Müşterilerin dediğine göre Kahveci Kadir meşrubat isteyene 'Dolaptan mı, yalaktan mı?' diye sorarmış...

    Evlere şebeke çekilip suya ulaşım kolaylaştıkça ve zaman hızlanıp değişim kaçınılmaz olunca, bütün türleriyle yalaklar hayatımızdan çekildi...



29 Eylül 2024

Aliciklerin Aliye Hanım

     
    Eğret soykütüğüne başlarken mevzunun genişliği gözümü korkutmuştu. Bu yüzden inceleme yaparken işi kolaylaştıracak bazı pratik yollara sapmak elzemdi, çünkü aksi durumda işin içinden çıkmak mümkün olmayabilirdi. Pratik yollardan birisi, bir ailenin kız çocuklarını gelin gittikleri sülale başlığında ele almaktı. 

    Böyle başlamak gerçekten de işimizi hafifletti, ayrıca mantıklıydı da, zaten yeni kurduğu yuvada işlenecek birini baba evinde bir kere daha anlatmak zaman kaybıydı. Böyle yaparak iş yükünü hafifletirken büyük bir açmaza düştüğümüz projenin sonunda anlaşıldı. Eğret dışına gelin olanlara hiç yer verilmemiş oluyordu. Bu durumda olanların uyarısıyla durumu tamir etmeye çalıştık, ama gedik tam olarak kapatılamadı.

    Bu yöntemin sakıncası sadece Anıtkaya dışına gidenlerle sınırlı değildi. Eğret'te kaldığı halde eski ve yeni sülalesinin arasında kalmış, iki tarafta da kendine hakkıyla yer verilmeyen kadınların hikayeleri ihmal edilmişti. Bunu da sonradan anladık. Aliciklerin Aliye Hanım onlardan biridir...  

    Afyonlu olup da hasbelkader Eğret'e yerleşen Karamehmetoğlu Ali'ye Alicik lakabı takılmış. Gademlerden evleniyor, sonra bir kızını tekrar Gademlere vererek tam Eğretli oluyor. Hanımının yeğenine verdiği o kızı ileride Gademali ile Banguş'un nineleri olacaktır.

    Garamehmetoğlu Alicik'in 20. yüzyıl başına ulaşabilen oğlunun adı da Osman'dır. Üç oğlu ve iki kızı olan Osman'ın büyük oğlu İbrahim Naymelerin atası; ortanca Ahmet'in lakabı Deliçakır olup Çakıriban'ın babası; en küçük Mehmet de son Garamehmet olarak bilinen kişidir. Her birinin hikayesi kendi başlıklarında anlatıldı. İki kız Ümmühan ile Aliye mevzuuna ise Canaliler ve İdirizler konusunda değinildi. Yukarıda sözünü ettiğim sebepten sadece değinildi... Madem fırsat geldi, şimdi Aliye konusunu derinleştireceğiz. 

    Aliye 1878 yılında doğmuş, kendisine bu isim verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor. Büyüyünce yine Afyon kökenli İdirizlerden Mehmet Ali oğlu Hasan'a vermişler. İdirizlerin bu kolundaki erkekler bir bir vefat edince, sona kalan anaları çocuklarını toplayıp tekrar Afyon'a döndükleri için şimdi Anıtkaya'da nesli bulunmuyor. Bu yüzden o sülaleyi tanımlaması çok zor. Belki de Aliye Hanım çocukları o ailenin Anıtkaya'daki tek temsilcisi sayılabilir. Sırf bu yüzden de Aliye Hanım hikayesi ayrıca önemli...

    Aliye-Hasan evliliğinden üç kız dünyaya geliyor; Ayşe, Hatice ve Kezban... Kızlar daha küçükken babalarından yetim kalıyorlar. Afyonlu İdirizlerin üç erkek kardeşinden ilk vefat eden Hasan'dır... 

    Üç yetimiyle dul kalan Aliye Hanım Garapaçanın Hüseyin'e varıyor. Eyüpçetin, Körşükrü ve Bali'nin emmisi olan Hüseyin de o sırada dul kalmış. Fakat daha önemli husus, Aliye ile Hüseyin'in akrabalığıdır. Garapaçanın Hüseyin, Alicik dedenin yeğeni oluyor, yani O da bir Garamehmetoğlu... Galiba ayağında biraz aksaklık varmış, bu yüzden Topalüseyin diye lakaplanmış...

    Garapaçalarda Aliye Hanımın bir oğluyla bir kızı daha oldu, adları Şerife ile Mehmet... 1932 Yılına gelindiğinde ikinci kocası Garamehmetoğlu Toplaüseyin de vefat etti. Yok, elli yaşının üstünde olan Aliye Hanım bir daha evlenmedi, kah oğlunun kah kızlarının yanında dul yaşadı. 1960 Yılında vefat ettiğinde 82 yaşındaydı...

    Kendisi öldü, ama hikayesi çocuklarıyla devam etti Aliye Hanımın... Onlara tek tek bakacağız. Evvela İdirizlerin Hasan'dan olma büyük kızı Ayşe... 1897 Yılında doğdu. Söylemezoğlu Mehmet ile everdiler. Söylemezler bugün Özen soyadını kullanan sülale oluyor. Fakat evlendikten kısa bir süre sonra kocası Çanakkale'de şehit oldu. Harpten döndükten sonra karısı vefat eden İdirizlerin Gocaosman'a verdiler. Gocaosman'ın ölen eşi de Ayşe idi ve Söylemezlerdendi. Yani şehit kocasının sülalesindeki büyükler, taze dul Ayşe'yi, kendi kızlarından dul kalan Gocaosman eniştelerine verdiler.

    Aralarındaki yaş farkını önemseyecek durumda değildi Ayşe, başını sokacak bir ev bulduğuna şükretti. Gocaosman'da mı yoksa Söylemezlerdeyken mi tam belli değil, 'Zağarayşa' lakabı takılmış, bundan sonra kendisinden hep böyle söz ediliyor.

    Zağarayşa'nın Gülsüm ve Atike adlarını verdiği iki kızı dünyaya geldi. Gülsüm'ü Çakıriban İbrahim Ata ile everdiler. Damadı ile Zağarayşa'nın hala dayı çocukları olduğu hatırlansın; ayrıca Gasapüseyin, Dolakahmet ve Osman Ata Zağarayşa'nın torunları olduğu unutulmasın... Küçük kızı Atike ise Selimhoca'dan sonra Eselerin Hasan'a vardı. Hasan ile Atike de teyze çocuğu oluyorlar... Zağarayşa 1971 yılında vefat etti...

    Aliye hanımın İdirizlerden ortanca kızı Hatice 1900 yılında doğdu. Bir yanağında küçük bir tutam tüy bulunduğundan mıdır nedir, 'Yanalhatca' derlerdi. Tabi bu lakabın ne zaman takıldığı bilinmiyor. Aslen Emirdağlı Ese ile everdiler. Yusuf, Hasan, Hüseyin, İbrahim, Bayram Eminç ile Gülsüm Öztürk'ün analarıdır. 1986 Yılında vefat etti...

    Küçük kızı Kezban ise 1907 yılında doğdu. Babası öldüğünde tazeymiş. Zamanın şartları gereği iki ablası tam vaktinde gelin edilmiş, ama Kezban ilk kocaya verildiğinde çok küçük olduğunu söylüyorlar. Bundan sonra bir kaç evliliği daha oldu. Garaca (Süleyman Yavuz)dan olan Münevvere adındaki kızı, Demirci Salih Yakışır'a vardı... Ne zaman yakıştırıldığı bilinmeyen 'Gızılgız' lakabıyla anılan Kezban Hanım en son Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok ile evliydi. Yanalhatca ablası ile aynı yıl, 1986'da vefat etti.

    Aliye hanımın Topalüseyin'den olan iki çocuğuna geldik. Büyüğü Şerife 1910 yılında doğmuş. Patlağın İsmail ile everdiklerinden olsa gerek, hep 'Patlakşerfesi' diye bilinirdi. Hasan, Hüseyin, Ahmet ve Veysel Patlar ile Selime Yırgal, Kerime Kırdar ve Fadik Öncül'ün analarıdır. Patlakşerfesi de 1988 yılında, 78 yaşındayken vefat etti...

    En küçük çocuğu ve tek oğlu Mehmet 1912 yılında doğdu. Avgan lakabıyla bilinirdi; Süleyman, Mehmet, Adem ve Şükran Çetin ile Emsal Arslan'ın babaları oluyor. 1985 Yılında vefat etti.

    Fazla ayrıntıya boğmamak için Aliye Hanımın hikayesini onun torunlarında kestim. İsteyen benim bıraktığım yerden üç dört nesil daha uzatabilir. Yalnız Aliciklerin Aliye Hanım gibi tanıtılması gereken bir de küçük kardeşi Ümmühan Hanım var. Canalilerin ninesi olan Ümmühan Hanımın hikayesi için de başka bir fırsat bekleyeceğiz...



27 Eylül 2024

Galipbey Caddesi

    
    Tekke'den eski asfalta kadar uzanan çift yönlü bu geniş caddenin halk ağzına yerleşip yaygınlaşmış bir adı yok. Bu yüzden resmi adıyla anıp Galip Bey Caddesi diyeceğiz.

    Dış kapı numaralandırma ve sokak adlandırmaları daha Eğret kasaba olmadan başlamış. 1958'de belediye kurulunca iş hızlandırılmış. Bu caddenin adı da 1950'lerin sonunda verildiği düşünülüyor. 

    Binbaşı Galip Bey, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki çarpışmalarda şehit olan, 13. Süvari Alay kumandanıdır. Zaferden hemen sonra Üyük'e anıt diktiren Fahrettin Altay Paşa, bu şehitlerin adlarını taşa kazıtmıştı. Bundan sonra her fırsatta Eğret'e yolunu düşüren Paşa şehitlerin adı ve hatıralarının hep canlı tutulmasını sağladı. Öncesinde pek rastlanmamasına rağmen son dönemde Eğret'teki erkek çocuklarına Fahrettin adı verilmesine birinci sebep Paşa'nın bu ilgisidir.

    Fahrettin Altay Paşa'nın öne çıkardığı isimlerden biri de şehit kumandan Galip Bey idi. Tuhaftır, kişi ismi olarak buna köyde pek itibar edilmemiş. Bildiğim kadarıyla sadece Arapların Galip Tok var, onun doğum tarihi de nispeten yenidir. Ayrıca şehit Binbaşı ile irtibatlı mı onu da bilmiyoruz. Kişi isimleri hususundaki bu ilgisizlik üzücü, lakin köyün (yeni kasabanın) en büyük ve işlek caddesine Galip Bey adının kazınması da sevindiricidir. Sürekli dualarla ruhu şad edilmesi gereken birinin adı böyle bir caddeye çok yakışmış.

    İsmi bu şekilde konulduğu sıralarda cadde bugünkü görünümünden uzaktı elbette. Hatta cadde bile denilir miydi, bilemiyorum; fakat daha kötü günleri de oldu. Bilinen tarihine bir göz atmak gerek...

    İlk yerleşilen mevkide sürekli sel baskınlarından illallah deyince, Eğretlilerin daha yüksekçe şimdiki konuma taşındıkları anlatılır. Yeni yerleşimde sel tehlikesi yoktur, öyle ki kar yağmur suları hiç eğlenmeden anında aşağı akar. Bu hala böyledir... Yalnız sürekli ve şiddetli akıntıdan dolayı, köyü araziye bağlayan yollar bir türlü düzgün durmaz, her yağış sonrası akan seller yüzünden hendekler, sel yolakları oluşur. Baskında kalmaktansa buna razıdır millet...

    Eğret'i araziye bağlayan en mühim yol, merkezdeki tekke/zaviyeden aşağıda Han ve çeşmeye doğru iner. Burası aynı zamanda köyün en işlek yoludur, lakin dediğimiz gibi bayırdan aşağı sallandığı için yoldan çok sel yolağını andırır. Böyle de olsa, ortaya oyulan selyolağına pek dokunmadan yaya, araba ve hayvan ulaşımını kenardan kenardan sağlamışlar. Yüzyıllar boyu orası böyle işlemiş, tıpkı Mezerböğrü'nün eski hali gibi...

    Yolun ortasından derin bir selyolağı geçmesi orayı uzunlamasına kullanmaya engel olmamış, yolu selyolağının kenarına almışlar. Amma karşıya geçişlerde müşkül duruma düştüklerinden bazı noktalara köprüler kurmuşlar. Yaya ve hayvan geçecek kadar küçük bu köprülerin ikisinin yeri biliniyor. Şimdi Daldalların odanın hemen üstündeymiş birisi. Yolak burada derinleştiği için bunun ciddi anlamda bir köprü olduğunu söylüyorlar. İkincisi Tekke'ye yakın bir yerdeymiş, selyolağı burada henüz derinleşmediği için köprü de daha hafifmiş. Başka yerlere de köprü kurulmuş olabilir, bunun bilgisi yok.

    Gocacami'nin yapıldığı 1910 civarı... İnşaatta kullanılacak kereste ve uzun kirişler, döşmeler Kütahya tarafındaki ormanlardan getirilmiş. Kütahya'dan gelen yol, Atmezarı yanından kıvrılıp Han'ın önünden geçiyor. Yani yük, malum bayırdan çıkarılmak zorunda... Şöyle düşünelim, en azından şimdiki Sağlık Ocağından Tekke'ye kadar bu bayır kullanılacak... Yük ağır olduğu için öküz değil de mandalar koşulmuş. O yıllarda her evde manda var, lakin yine de onların en namlılarını seçmişler, Hacapdırmanların ve Böbülerin mandalarla görev başarıyla tamamlanmış...

    Bu inşaattan on yıl kadar sonra Eğret işgal ediliyor. Bu yıllarda (1921 ve 1922) çekilen iki fotoğrafta bayırın hali; sel yolağının derinliği, köprüler, kenardaki yol, etrafındaki yapılaşma vs. çok net gözlemlenebilir.

    Kurtuluştan sonra daha uzun bir süre böyle geçtiği düşünülüyor. 1930 ile 1941 arasındaki dönemde Eğret Nahiye merkezidir, o yıllarda da bu görünümde bir değişiklik yok. Belki etrafında yeni yapılaşmalar başlamıştır, ama yol kolay kolay düzlenecek gibi değil.

    Yapılaşma deyince... Mesela Daldalların oda bu yeni yapılardan biri olabilir, dediklerine göre eskiden daha içerilerdeymiş. Ayrıca Nahiye merkezinin Eğret olduğu bu dönemde Nahiye Müdürlüğü de caddeye dönüşmekte olan bu bayır üzerinde bulunduğu tahmin edilebilir. Muhtarlıkça evi olmayana 'yurtyeri gösterme' olarak adlandırılan arsa temini hususu da bu dönemde başladığı tahmin ediliyor. Böylece henüz adı konulmayan Galip Bey Caddesi şekillenmeye başlamış.

    Belediye kurulduğunda iyiden iyiye caddeydi. Çakırosman (Osman Erdem) zamanındaki sokak aydınlatması projesine buradan başlanmış. Eskiden beri en işlek yol olan Galip Bey Caddesi, artık Anıtkaya kasabasının yönetim merkezi ve çarşısı konumuna terfi etmiştir. Mesela karakol binası caddenin en yukarısında eski belediye kahvesindeyken, en aşağıda asfalt üstüne yapılan yeni belediye kahvesine taşınmış, eski ve yeni yeri olarak Galip Bey Caddesinden ayrılmamıştır. Keza eski ve yeni belediye binaları karşılıklı olarak caddenin iki yakasına inşa edilmiş. Tarım Kredi Kopperatifi, PTT, Tekel binaları hep cadde kenarında bulunmuş...

    Resmi, yarı resmi daireler burada bulununca resmi törenler bayramlar da cadde üzerinde yapılmış, bunun için bir kenara Atatürk anıtı düzenlenmiş, sonradan bu anıt caddenin ortasına alınmıştır. Bayram kutlamalarının merkezinde yer alan okul binaları da caddeden fazla uzaklaşmamış. İlk olarak Gocacami bitişiğindeki medrese binası ilkmektep olarak kullanılmış, 1940'lardaki yeni okul binası ve 1968 yılında yapılan daha yeni okul da hep caddenin yanına inşa edilmişler.

    Bunun resmiyetle alakası yok, ama 1960 ihtilalinden sonra Daldalların odadan 'Senato' diye söz etmeye başlamışlar. Güya bir partinin tarafları orada toplanıp ajans haberlerini dinler, gelişmeleri değerlendirirlermiş... Cadde üzerinde bulunmanın bir yansıması...

    Galip Bey Caddesi hasbelkader kasabanın yönetim merkezi olmuş. Buna bağlı olarak Anıtkaya ve çevre köylerine yönelik çarşı hükmünü almış. Caddenin iki yanına ve yakınlarına her sektörden dükkanlar, imalathaneler, ticarethaneler açılmış. Bunun bir sebebi resmi kurumlar ise, diğer sebebi de Eğret/Anıtkaya hafta pazarıdır. 

    Cumartesi günleri kurulan hafta pazarının tarihi Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar çekilebiliyor. Nahiye merkezi olmadan önce  Eğret'te pazar kuruluyormuş. Belki de nahiye/bucak olmasına bir sebep de bu hafta pazarıydı, o kadarını bilemiyoruz. Pazar eskiden beri şimdiki yerinde kuruluyor. Yalnız cadde oluşmadan önce de sonra da cumartesi pazarı hep Galip Bey Caddesine taşıyor. En azından sebze meyve dışındaki pazar esnafı hep o tarafa meyyal olmuş. Dolayısıyla cumartesi günleri o cadde pazaryeridir. Hiç olmazsa dene pazarı, yani zahirecilerin o tarafta bulunması bile caddeyi pazaryeri hükmüne sokar.

    1970 ve 80'lerde cumartesi günleri çift yönlü Galip Bey Caddesinin tamamı araçlarla dolu olurdu. Bu araçlar, iki 'bazararabası' dediğimiz mavi şeritli ve burunlu otobüs, Afyon-Anıtkaya arası çalışan dolmuşlar, çevre köylerden gelen traktör ve at/öküz arabalarından oluşurdu. Öğle sonuna kadar devam eden bu trafik, pazar dağılmasıyla yerini alıştığımız dinginliğe bırakırdı.

    Sakin canlılık bir sonraki haftaya kadar devam ederdi. Canlılık diyorum, çünkü caddenin iki yanındaki dükkanlar bir hafta boyunca kapalı kalıp yalnız cumartesi günleri açılıyor değildi. Her zaman açık bulunur, yine kasaba halkı ve etraf köylerden gelenlere hizmete devam ederlerdi. Bu yüzden Galip Bey Caddesi bir çarşıdır diyoruz. Hala da öyle Anıtkaya'nın çarşısıdır...

    O cadde eski selyolağı görünümünden ne zaman kurtuldu, çukurlar ne zaman dolduruldu, parke taş ne zaman döşendi bilemiyorum. Delimısdık (Mustafa Erdem) zamanında ortaya dizi halinde çam ağaçları dikilmiş. Bizim aklımız erdiği yıllarda bu ağaçlar oldukça büyümüşlerdi. Bazı yerlere geçiş noktası bırakılarak, Karakoldan Tekkeye kadar muhafaza altına alınan bu ağaçlar caddeyi bulvar gibi gösterirdi. Ağaçlar o kadar büyümüştü ki, gelen geçen sap arabalarından takılıp düşenlerle kazlar akşama kadar karnını doyururdu. Bazılarının cılız kalmasından kökünün kayaya denk geldiğini tahmin ettiğimiz bu çam dizisi, bakanlara çok güzel bir görünüm arzederdi. 

    Ne zaman oldu, nasıl olduysa; o canım çamlar kürünmüş... Şimdi Galip Bey Caddesi bir asır öncesi kadar yamru yumru olmasa da, o kadar çıplak... Allah'tan yeni asfalta açılmış bağlantı yolu var. Her ne kadar kullanımında ve trafik akışında problem olsa da Galip Bey Caddesi'nin uzantısı hükmündeki bu yol, yeşillikler arasında ve ortası da ağaçlandırılmış.

    Binbaşı Galip Bey ve diğer şehit ve gazilerimize rahmet okumaya vesile oluyor... Bu bile Galip Bey Caddesi'ni sevmek için yeterli bir sebep bence...



26 Eylül 2024

Koçkatımı

    
    Eğret takvimini yani Eğret köyünün bir yıllık iş takvimini tariflerken bunun genel halk takviminin bir parçası olduğunu ve oluşup yerleşmesinde ziraat ve koyunculuğun belirleyici olduklarını söylemiştik. Ziraat/ileşberlik açısından takvim tanıtımı bitti sayılır. Herhangi bir yılı koyunculuk bakış açısıyla ve günlük biçiminde tekrar ele alacağız. İleşberlikte yılı Hıdrellez ile başlatmıştık, koyunculuğun yılbaşı olarak da koçkatımını esas almak münasiptir diyorlar.

    Kuzulama mevsiminden sonra, sürü içindeki kuzulara zarar vermesinler diye koçlar ayrılırmış. Anadolu'nun başka yerlerindeki bu uygulamaya Anıtkaya'da pek riayet edilmemiş. Bizde eskiden beri koyun koç karışık. Ta ki Eylül ayına kadar...

    Evvela koyunculukta koçun önemi üzerinde durmak lazım. Sürünün üremesi, çoğalması için erkek koyunun gerekliliği malum. Üremede koyun cinsi ve neslinin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesi için de özel koç bulundurmak gerekiyor. Yoksa görünüm ve verimlilik açısından sürü cinsi istenmeyen noktalara varabilir. Bu yüzden koçları da kendi süründen üretiyor ve yetiştiriyorsun, böylece sürünün cinsi bozulmamış oluyor.

    Normal bir sürünün en az 300 baştan oluştuğunu söylüyor eskiler. Beş yüzü aştığında ikiye bölerler, yahut fazlalığı elden çıkarırlarmış. 1970'lerde bile yüze yakın sürü olduğunu söylüyorlar Anıtkaya'da... Ortalama yirmi otuz koyun için bir koç düşünüldüğünde, sürü başına 10-15 koç gerekir...

    Bu kadar koç Eylül başında sürüden ayrılıyorlar. Yaklaşık iki ikibuçuk ay kadar bu vaziyette kalacaklar. Genel olarak ayrım yapılmazken bu dönemde birden koçların ayrılmasının sebebi kızışmalarını sağlamaktır. Katımdan sonra kontrollü döllenme ve planlı kuzulama ile sürü sağlıklı bir şekilde çoğalacak.

    Bir evin 20-30 gibi az sayıda koçu oluyor. Ne kadar az olursa olsun netice de onlar da kendi çapında bir sürü, ayrıca başında bir çoban ister. Koyun çobanı zaten malum. Yayılacak duruma geldiğinde kuzu ayrıldı, onlara da bir kuzu çobanı lazım. Şimdi koçlar için genellikle evin en küçük oğlu çoban olarak görevlendiriliyor. Taş yiyecek değil ya bu hayvan, kıra yaylıma çıkarılması gerek. İkindiden sonra koyun sürülerinin bulunmadığı köye yakın mevkiye çıkarılıp yatsıya kadar filan dolaştırılıyorlar.

    Eylül ayında artık kırda ekin kalmamış, her taraf anıza dönmüştür. Bu arada nadas tarafındaki günaşık, nohut, mısır gibi mahsül kaldırılmış ayrıca bahçeler de bozulmuştur. Koç güdenler için buralar çok uygun. 

    Koyun sürülerinden uzak tutmak ise koçu sürüden ayırmanın temel mantığının gereğidir. Aksi halde istenmeyen sonuca çıkılır. Koyun gördüğünde azgın koçu zabtetmek güçtür. Hovardalığa gidip zamansız dölleme gerçekleşirse kuzulama erken olur, ondan sonra her şey karman çorman... Bu kuzulara kış kuzusu denilirmiş, çünkü Ocak'ta filan doğuyorlar.

    Çocukların önüne katılsa da koç gütmek meşakkatli iş, bunu anlatmaya çalışıyorum. Buna dair 1960'lı yıllarda Berberahmet (Ahmet Kabadayı)nın anılarından aldığım koç çobanlığı hikayesine bakalım: 

    "Harman kalktı, koçları ayırdılar. Buyol da koç çobanı olmamı istiyorlar. Tabi abim pulluk falan tutabildiği için onu tarlaya götürüyorlar. Koçlar bize kaldı… Önüme kattım, Buñara doğru vardım. Arkadan Garapaçaların Mehmet Çetin geliyor, O da Hacıların Kelsaleğin koçları güdüyor. İki çocuk karıştırdık, önümüzde oldu elli atmış koç, teke; Çorbeciguyusunun yanına vardık. Gobakların İzzet Kupan geldi, lafa daldık, onunkiler de karıştı. Bağlarınaltındaki kuyuya vardık. Arkamızdan Çerçilerin Hilmi geldi, derken Çolağın Salim geldi… Kuyunun başına toplandık, oyuna daldık."

     "Tabi sürümüz çoğaldı, neredeyse ikiyüzelliyi geçti. Böbülerin, Kelsaleğin, Gobakların Halibramın, Çerçilerin, Çolakların… Bir de bunun üstüne Yeşilömerlerin Ali Osman geldi, olduk altı kişi… Hepimiz çocuk yaştayız..."

    "Kendimizi oyuna kaptırdık. O kadar tatlı ki oyun, hayvanları unuttuk. Belki üç dört saat aklımıza bile gelmedi. E bu hayvanlar bir sürüye ait değil ki karıştıkları gibi parçalanmışlar. Kimisi Körguyuya doğru, kimisi Çolağınçeşmeye doğru, bir grup da Tekgeyerine doğru… Her biri bi yana dağılmış. Yalnız hiç biri hayvanlarını doğru dürüst tanımıyor."
    ...
    "Bu ara tabi gün indi, arkadaşlar hayvanları topladılar. Ama kim kimin hayvanı olduğu bilmiyorlar. Ben önce bizimkileri ayırdım, sonra Kelsaleğinkileri de ayırdım. Güç bela Yeşilömerlerinkini de ayırdım. Salim ‘Ben bizimkileri bilirim’ dedi. ‘Öyleyse gerisini İzzet’le Hilmi kendileri ayırırlar’ deyip yola düştük."

      "Zaman nasıl geçmiş bilemedik, Yatsı camicileri falan dağılmış. Tabi evdekiler merakta…"

    Kasım ortalarına kadar koçlar böyle güdülüp kırda dolaştırılıyorlar. Kış başlangıcı kabul edilen 8 Kasımı (eski takvimde 1 Gasım) takip eden günlerde ayrılık sonra erer. Yeterince kızışan koçların sürüye katılması vakti gelmiştir. Koç katımı denilen bu olayı, çok eski zamanlardan beri tecrübe ederek bu döneme denk getirmenin uygunluğu belirlenmiştir. 

    Toplum hafızasına iyice yerleşen bu olay, her yıl aynı zamanda bir tören havasında yapılır olmuş. Kendine göre olmazsa olmaz bazı ayrıntılar adeta törenin vazgeçilmezi haline gelmiş. Bilenlerin dediğine göre koçkatımı, güvey kuymayı andırırmış. Güveyi girecek damat gibi süslerlermiş onları.

    Bazılarının boynunda, kıvrım kıvrım boynuzunda, alnında gördüğüm mavi boncukları sırf nazar için sanırdım. Meğer koçlar boncuklarla asıl bu katım günü için süslenirlermiş. Bir de rengarenk boyalar. Pembe, yeşil ağırlıklı bu boyaların başka rengi de bulunur, ama ille de bu renkler tercih edilirdi. 

    Boya meselesi ayrı bir paragrafı hak eder. Toz halindeki bu boyalar Kelsüleyman (Süleyman Eren)in dükkan ile özdeşleşmiş. Hafız (Mehmet Öztürk)te de hatırlar gibiyim, yine de akla hemen Kelsüleyman geliyor. Sulandırılarak koçun her yanına sürülen pembe ve yeşilin tonlarından dolayı, koçlar güveyiden çok gelini andırırdı; hem de rüküş gelin... Onları boyayan çobanların hali de bir başka tabi... Eldiven filan bilinmezdi o yıllarda, çobanların ellerine giren boya haftalarca çıkmazdı... Bazıları koç boyamayı, damata kına yakmaya benzetiyor ki haklıdır...

    Güveyi yatsıdan sonra camiden dualar ve tekbirlerle getirilir ve yine dualarla gerdeğe sokulur. Bu törende evliliğin ve nesillerin hayırlı olmasına yönelik beklentiler öne çıkar. Koç katımında edilen dualar da sürünün hayırlı ve bereketli üremesine yöneliktir. Burada güveyi benzetmesinin ne kadar isabetli olduğu anlaşılabilir.

    Koyunun gebeliği 5 ay sürdüğü düşünülürse, Gasım başındaki goçgatımı sonucu kuzulama Mart-Nisan aylarına denk gelir. Kar kalkması, baharın gelişi, yaylıma çıkış, hayvanın kış yiygisi vb. daha bir sürü etkenin koçkatımı vaktini belirlemede göz önüne alındığı anlaşılıyor. Eskilerin her hareketinde ince anlamlar yüklü...

    Gelelim koç kaçıntısına... Sürüde soyun devam ettirilmesi ve koyun cinsinin bozulmaması için koç seçiminin ne kadar önemli olduğu herkesin malumu... Bunun için koçlar sürüden yetiştiriliyor, iyi bakılıyor. Onların başka sürüye kaçmamasına dikkat edildiği gibi, yabancı koçların da sürüye girmemesine özen gösterilir. Aksi takdirde soy bozulmuş olur. Bütün dikkate rağmen gözden kaçan yabancı koçlar sürüye girebilir. Bunun sonucunda doğan kuzulara 'goçgaçıntısı' denir ve uygun bir vakitte sürüden ayıklanırlar...

    Şu anlattıklarımız kırk elli yıl öncesinin Anıtkaya'sı için geçerlidir. Günümüzde sayısal olarak gerçek anlamda bir sürüden bahsetmek mümkün değil. Küçük koyun sürüleriyle hala koyunculuk yapanlar var, ama onları sürüden ayırmaya da koçkatımına da gerek görülmüyor. Zaten kuzulamanın da belli bir mevsimi bulunmuyor...

    


22 Eylül 2024

Saman Alevi

     
    Güncel Türkçe sözlüklere göre 'saman alevi gibi' benzetmesi kalıcı olmayan gelip geçici, birden şiddetlenip etkisi kısa süren durumları mecazi olarak anlatmada kullanılıyor. 

    Bir münasebetle köy fırınlarında yakılan fışgılar aklıma düşmüştü. Yakmanın zahmeti, avuç avuç ve ara vermeden fışgı atmak, attığın yere topak topak düşmemesine, fırının her bir köşesine dengeli serpilmesine dikkat etmek, sol elinle önüne çektiğin fışgıları sağ elinle hapazlarken işi otomatiğe bağlamak, bu arada terini silmeye vakit bulamamak gibi  daha nice hafızama kazınan çocukluk döneminin karmakarışık kareleri gözümün önünden geçti.

    Aslında ısı değeri sıfıra yakın saman kırıntılarıyla ekmek pişirilmesi de çok ilginçti. Bu ilginç durumu deneme türünde yazmak gerektiğine kendi kendimi ikna ettim, hatta yazının başlığını bile kafamda atmıştım. Sabah olunca ilk iş olarak... Sabah da oldu, öğle de geçti; ama yazmaya elim varmadı. Bir sayfa açıp kendimi  zorladım. Yukarıda verdiğim saman alevinin sözlük anlamıyla da o zaman karşılaştım. Durumum deyimin anlamıyla ne kadar da uyuşuyordu. Yazma isteği gece gece gelmiş, ama saman alevi gibi parlayıp geçmişti... (Böylece girişi yaptık, artık gerisi gelir.)

    Ninem rahmetli fırın yakardı, bu yüzden çocukluğumun büyük bir bölümü fırında geçti. Külünü almak, yakmak, odu ayarlamak, söngelemek; hamuru yazmak, uğralamak, maya gomek, bırağmak, guymek; külü debertmek, tunlamak, ekmeğin yerini değişdirmek vs. her birini iyi gözlemledim. Yapamam, ama bilirim...

    Fırın yakmada yakıt olarak kullanılan malzemenin cümlesine fışgı denir, hadi özel olarak fırın fışgısı diyelim. Fırın fışgısının temeli de samandır. Hayvanların kışlık yiygisine dokunmayalım diye sonbaharda özel olarak fırın fışgısı ayarlanırdı. Harmanyerlerinin kıyıda köşede, diken aralarında kalmış kısımlarında bol saman birikir. Sahipleri uzaklaşan bu birikintilerin peşine düşmeye vakit bulamadıklarından aslında onlar sahipsizdir. Bir bakıma saman başşağı... Zamanla içine toz toprak dolar, bu yüzden mal maşat yemez onları. İşte bunlardan iyi fırın fışgısı olur...

    Ekmek etmede, günün ilk posta ekmeğini çıkarmaya ilk ağız deniliyor. Sonra ikinci ağız, üçüncü ağız... Mahallede millet birbirini kollar, önceden saha araştırması yapılmıştır, o gün kimlerin ekmek edeceği az çok bellidir. Buna göre un eleme, hamur yoğurma gibi işlemlerin zamanı ve hızı belirlenir ki, hamur kıvama geldiğinde ilk ağız yakmak zorunda kalınmasın. Neden? Çünkü ilk ağıza çok fışgı gider, soğuk fırını kızdırmak kolay mı... Ayrıca ilk ağızda fışgının altını cıv, günaşık kökü, çöğür, kuru ters gibi daha kaba malzemeler yakarak doldurmak gerekebilir; fakat onlarla ekmek pişmez, ille de fışgı lazım...

    Bir iki santimlik arpa buğday sapının enlemesine bir kaç parçaya bölündüğünü düşünelim. Saman tanesi işte kaleme dahi gelmeyecek çöptür. Yansa ne olur, yanmasa ne olur. Onun biraz daha kalınına kes dendiğini ve eskiden ocaklarda kes yaktıklarını, buna rağmen etrafına hiç ısı vermeden tütüp geçtiğini anlatmıştım. Kes bu iken saman çöpünün yanmasından ne umulabilir ki. Yanar, yanar da... alevlenmesiyle sönmesi bir olur, o kıvılcımın da kendine hayrı olmaz... İşte bu yüzden işe yaramaz, gelip geçici halleri saman alevi benzetmesiyle anlatmışlar.

    Bizim fırın fışgısının durumu tam da bu değildir ama... Tamam özü küçük, tozlu, kirli samandır; ısı değeri yoktur, lakin onu yakmadan da hala tadı damağımızda eski lezzetli ekmekleri pişiremezdin. Bu nasıl oluyor peki, demek ki yakma yönteminin bir püf noktası var... Mutlaka öyledir, zira gariban işi, zelil bir sosyal sınıf gibi görülse de herkes fırın yakamıyor. İlle de ilmini bilen bir fırıncı kadın bu işi yapmalı...

    İlk ateşleme sağlanıp fırın tutturulduktan sonra, öyle bir ritim yakalanmalı ki hem ateş sönmesin, hem de atılan saman kırıntılarından yanmamış parça kalmasın. Bu arada alevler fırının her yanını eşit miktarda yalasın, bununla beraber bir yumak halinde kıvrılıp tun deliğinden yukarı uzansın. Bütün bu ayar ancak fırıncının sağ el ritmine bağlıdır. Makul bekleme aralıklarının dışında uzun süreli ateş besleme bozukluğu, sönme tehlikesini doğurur. Avuçtan çıkarırken fışgıyı serpiştirmeyip löp löp atarsan saman çöpleri yanmayıp diri kalır, sadece tüter. Bu da sağlıksız küle yol açar...

    Sağlıksız kül, kızgın ama, içinde yanmamış ögeler barındıran küldür. Diri kaldığı için oksijenle temasında yeni ve istenmeyen yanmalara yol açar, bu da patlama çatlama demektir. Hamur girdikten sonra bu istenmeyen yanmalar sebebiyle tun deliğinden kül püskürür, içerdekiler kirlenir. 

    Meraklılarının anlayacağı başka bir örnekle anlatayım. Beze sarıp yumurtayı, gazeteye sarıp sucuğu küle gömeriz ya... On dakika sonra çıkardığımızda içindeki pişmiştir, ama ne bezin ne de gazetenin yanmadığını, sapasağlam kalarak sucuğu külden koruduğunu görürsün. Bunun sebebi fışgının tam yanarak küle dönüşmesi, içinde yanmamış köz bulunmamasıdır. Öyle olsa, mesela bir odun parçası külün içine gizlense, bir şekilde gazetenin hava alarak yanmasına sebep olacak ve sucuğu batıracaktı...

    Konudan fazla uzaklaşmayalım, fışgı içinde bulunan saman tanelerinin tam ve eşit yanmasının önemi anlaşıldı sanırım. Lakin bir mesele var... Tek tek düşünüldüğünde saman tanelerinin ısı değeri olmadığını söylemiştik. Hatta kes de öyleydi, tüter durur kimseye faydası olmazdı. Şimdi nasıl oldu da bu çelimsiz, verimsiz şeylerden elde edilen ısı ekmeği pişirdi? Diğer bütün yakacakların önüne geçerek, bu işin olmazsa olmazı haline geldi? Bunun sırrı nedir?

    Bence fırınfışgısının ekmek pişirmede en uygun yakacak bellenmesine sebep, yakarken uygulanan tekniktir. Bu da kısaca devamlılık, süreklilik diye adlandırılabilir. Hiç bir değeri olmayan samanlarla sürekli beslediğin ateş... Dörtgulplu dolusu ekmeği sana pişirecek olan sadece budur...

    Galiba fırınlarda fırınfışgısı yakmayı bıraktılar, ya da onun ağırlığı kalmadı; ne bulurlarsa onu yakıyorlar. Acaba ekmeklerde bulamadığımız o eski lezzetin bir sebebi de fışgı mıydı?

    Saman alevi deyip geçme... Süreklilik sağlarsan tekneyi doldurursun. Konuyla alakası var veya yok, "Allah'ın en sevdiği amel, az ama devamlı olandır." manasında bir hadis aklıma geldi...