25 Ocak 2025
Tekirgizilar
Yörükoğlular
24 Ocak 2025
Eğret Ağzında Hititçe İzleri
Yöresel Eğret Sözlüğü yeni maddeler eklenerek gelişmeye devam ediyor. Bu arada Eğret Ağzı hakkında yeni bulguları da işlemeye devam ediyoruz. Bir film izlerken, yazı okurken veya bir sohbet esnasında akla gelen bir hususla Eğret Ağzı ile ilgili bir özellik ortaya çıkabiliyor. Onu ayrıntılarken de yeni kapılar açılıyor, bir başka bulgu ile karşılaşıyoruz.
2020 Yılında yayınlanan bir makaleye göz gezdirirken böyle bir aydınlanma oldu. Hititçe ile Türkiye Halk Ağızlarındaki kelime benzerliklerini inceleyen makalede(*) ele alınan bazı kelimelerin, bizim Eğret sözlüğündekilerle eşleştiğini fark ettim. Böylece kökensel izahını yapamadığımız kelimelerin bir kaçının sırrı anlaşılıyordu.
Aşağıya tespit ettiğim o kelimeleri sıralayacağım. Burada dikkatimizi çekmesi gereken bazı hususlar var. Türkiye Türkçesi'nde olduğu gibi Eğret Ağzında da yerleşik bazı kelimelerin Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice kökenli olduğu tespit edilmiştir. Bununla beraber Türkçe ve Eğret Ağzının arkaik dillerle etkileşimine dair bir çalışma görmemiştim. Hititçe ilişkisine dair anılan makale ilk oluyor.
Eğret/Anıtkaya köyünün İslamiyet öncesi tarihine de yeni yeni yöneliyoruz. Elde çok fazla veri olmamasına rağmen bölgedeki eski uygarlıklarla Eğret'in kaçınılmaz ilişkisi de malumdur. Bu anlamda Hititçe ile Eğret Ağzına has kelimelerdeki biçim ve anlam benzerlikleri büyük önem arz ediyor.
Türkler Anadolu'ya yerleştiği dönemde önlerinde tamamiyle bakir bir coğrafya bulmadılar. Burası binlerce yıldan beri nice uygarlığa meydan olmuştu. Eski uygarlıklardan kalan topluluklar ve yerleşimler mutlaka varmıştır. Eğret kurulduğu sırada, bu bölgede o halkların yaşayıp yaşamadığını bilmiyoruz. Fakat onların yerleşke kalıntıları bu bölgede bol bulunduğu kesin. Aşağıda göreceğimiz kelimeler, Eğretlilerin eski Anadolu halklarıyla ciddi etkileşimine delildir.
Tıpkı cenevinnesinde olduğu gibi Frigya, Lidya gibi toplumların dilleriyle ilgili yeni bulgular geldikçe Eğret Ağzıyla benzerlik tespit edersek onları da gündeme getiririz. Mesela bir zirai araç olarak annat kelimesinin aslı Rumca'ya dayandığı ispat edilmiş. Bununla beraber bütün uğraşılara rağmen ıramas, tınas, delece'nin kökenine dair bir ize rastlayamadık. Bize anlamsız gelen böyle kelimelerin kökü Friglere, Lidyalılara dayanması hiç şaşırtıcı olmaz...
Talvar, Eğret'te Siesta
Bu mevzu mühimdir, çünkü hem dile bakan yönü var, hem de Eğret iş takviminde kendine yer bulmuş. Dil konusu biraz beklesin, biz Eğretlilerin hayatındaki talvar kavramından girelim. Öküz güdülen günlerdi. Öğle sıcağında hayvanlar yayılmıyor, bir de büylek belası var ki en çok öküze musallat oluyor. Tek çaresi var, bir iki saatliğine malları sürüp eve götüreceksin. Şiddetli sıcak saatler evde geçirildikten sonra ikindiye doğru tekrar yaylıma çıkılabilir.
Anıtkaya arazisinin çok geniş olduğunu her fırsatta söylüyoruz. Malları köye yakın yerlerde güdüyorsan talvara eve gelirsin de, uzak mevkilerdeysen ne yapacaksın; geliş gidiş zaten iki saat sürer... O vakit kendine bir gölgelik bulacaksın, ağaç altı veya boş bir ağıl olabilir; yeter ki gölge olsun... Zaten sınırlı kullanımıyla talvar kelimesi Orta Anadolu'nun bir kaç köyünde gölgelik, çardak anlamına geliyormuş.
Anıtkaya'da sadece talvara gitmek söz kalıbı içinde, yaylıma ara vererek eve gitmek manasında kullanılıyordu. O vakitler, yine köye yakın tarlalarda işe ara vererek günün en sıcak vaktini evde geçirenler de bulunur ve onlar da bu molayı talvara gitmek diye adlandırırlardı. Fakat iş üremediği ve yapılması gereken daha çok çeşitli işyükü sebebiyle sırf bunun için talvara gitmek hiç bir zaman yaygın bir adet olmamıştır. Hatta böyle davrananlar uluk diye ayıplanırdı...
Bu kadar sınırlı kullanıma sahip talvara gitme hususunun Eğret'teki gelişimini tespit etmek pek kolay olmayacak. Bu kelimenin tam olarak gölgelik anlamına geldiğini söylemiştik. Konya-Mersin-Antalya üçgenindeki bir kaç köyde, 'bağ bahçe kenarına kurulan, altında dinlenme amaçlı seyyar gölgelik' biçiminde tanımlanıyor. Buralara nasıl geldiği belirsiz olan kelimenin manası Eğret ağzında çardak ve cerge kelimeleriyle karşılanıyor.
Tahminime göre talvar kelimesi önceleri Eğret'te de yaygındı. İnsanlar yakınlarında azat olmayan tarlalarına, yahut uzun süre (bazen Kasım'a kadar) bulunacakları harmanyerine hayvanları ve kendileri için gölgelik kuruyorlardı ve buna talvar adı verilirdi. Sıcaktan korunmak istediklerinde kendilerini talvara atıyorlardı. Ayrıca yemek aralarını ve kısa kestirme vakitlerini de talvarda geçiriyorlardı. Talvara gitmek, işe ara vermek anlamında genişleyerek yerleşti. Zaman ilerledikçe talvar kelimesi yerini çardağa/cergeye bıraktı, ama talvara gitmek deyim haline geldiği için, kelime bu kalıplaşma içinde kendini korudu. İnsanlar işe ve yaylıma mola verip eve gitmeyi talvara gitme olarak adlandırdılar.
Allah sağlık versin, bizim Nuri Toka talvara gitmeyi 30 yıl önce 'siesta' olarak tanımlamıştı. Akdeniz ülkelerinde, bilhassa İspanya'da çok yaygın olan siesta, öğle sıcağında çalışmaya ara verip bu dönemi evde uyuyarak geçirme demek oluyor. Bilhassa Endülüs bölgesindeki şehirlerde bir kaç saatliğine hayat durma noktasına gelmesinin sebebi siestaymış. Hatta devlet dairelerindeki mesaiyi de buna göre düzenliyorlar.
Bu adetin Endülüs Emevileri'nden kalma olduğu, Araplar'da çok yaygın öğle uykusu olan kaylulenin Akdeniz ülkelerine böyle yerleştiğini söylüyorlar. Daha sonra Meksika'ya kadar uzanıp oralarda da adetleşmiş. Bizdeki talvara gitmenin kaynağını ta oralara çekmenin anlamı yok. Lakin Nuri Toka'nın benzetmesindeki isabet önemlidir, talvara Eğret siestası demenin mahzuru yok...
22 Ocak 2025
Küllük
Fışgı yakılacak kadar bir boşluk varsa yeni ağızlarla fırın yakılmaya devam edilir. Ancak seviyesi yüksek ise, kızgınlığına soğukluğuna bakılmaksızın fırının paklanması gerekir. Bunun anlamı ateş alanının külden temizlenmesi demektir. Atık külleri bırakmak için her fırının yakınında bir küllük bulunur. Fırıncı sabah kontrol ederek temizlenmesi gereken külü tenekeyle küllüğe çeker.
Zamanla küçük bir dağ gibi yükselen küllüğü dolduran sadece fırın külleri olmayabilir. Evinin ebir gübürünü de getirip buraya dökenler de çoktur. Aslında her evin bir küllüğü/bokluğu vardır; avlu süprüntüsünü, ocak külünü filan orada biriktirirler. Bazıları damın bokluğunu aynı zamanda küllük ve gübürlük olarak da kullanır. Gelgelelim çöpünü götürüp fırın küllüğüne dökene de pek bir şey diyemezsin. Bu yüzden küllüklerde kül dağı sürekli yüksektir...
Bizim küllük öyle sürekli yükseklerdendi, gölet tarafındaki eteklerine bakarsan gübürlük de diyebilirdin. Çöp ve çöplük kavramının olmadığı o yıllarda atıkların toplandığı yere gübürlük denirdi. İşte gübürlük-küllük karışımı bizim yüksek yığınımızın üzerindeyken, bir zıplayışta fırının dambeşine çıkabilirdik. Bir anda oyun alanımıza dönen dambeşten, bir büyüğümüzün hışmına uğrayana kadar inmezdik.
Küllük zaten doğal oyun alanımızdı. O vakitler, 'Vay canından yanasıca, üsdün başın toz/toprak/kül/çamır olmuş!' diye kimse çocuğunu azarlamadığından oralarda özgürce ve neşe içinde küle belenirdik.
Aklımda kalan küllük oyunlarının en meşhuru fıydırmalı mettir. Kaba kül üzerine değneğin ucuyla kolayca bir kanal açarsın. Kanala dikine yerleştirdiğin metin altına değneğinin ucunu sokup var gücünle ileri ve yukarıya fırlatırsın. Buna fıydırma denir. Küllük rampasından oldukça havalanan met çok ileriye uçar, bu yüzden amacı yere düşürmeden meti yakalamak olan rakip oyuncunun işi zordur. Bunu başaramazsa, metin düştüğü yerden bir atış hakkı vardır. Fıydırdıktan sonra metin yerine yerleştirdiğin değneği vurmaya çalışır. Vurursa sayı onun, değilse senindir... Bütün bu oyun sırasında her iki oyuncunun üstü başı, dizi dirseğinin temiz kalması ne mümkün...
Küllüğümüzde rakım, oyunlarımıza ara verecek kadar hiç düşmezdi. Çünkü ilk zamanlarda özel olarak fırın küllüğünün temizlendiğini hatırlamıyorum. Yalnız belli aralıklarla bir kaç teneke kül götüren olur, fakat bu hissedilecek derecede eksilmeye yol açmaz. Bir kaç teneke külü kim, niçin götürüyordu derseniz, bu da ayrı bir hikayedir.
Eskiden helalarımız evin içinde değil avlunun bir köşesinde bulunurdu. Kanalizasyon sistemi filan da bulunmadığı için yılda iki, bilemedin bir kez de olsa periyodik olarak helaların paklanması icap ederdi. Küreğe gelmeyecek kadar cıvık pisliği temizlemenin en kolay yolu, onu külle karıp biraz olsun katılaştırmaktır. Böylece arabaya atıp tarlaya ters olarak götürebilirsin. Bunu bir kişi değil bütün mahalleli belli aralıklarla yapmak zorundadır. Böyle olunca, bizim küllük hep aynı yükseklikte kalır, biz de gönlümüzce üzerinde eşinirdik.
Şaşırtıcıdır; küllük dağı tamamen saman külünden oluşuyor, doğal bir gübre çeşidi olduğu aşikar olmasına rağmen neden tarlaya çekmiyorlardı ki... Gerçi onlara da hak vermek lazım, damdan çıkan tersi çekmek bile meşakkatliydi...
Belediyeye kepçe alındıktan sonraki zamanlarda, her mahalle fırınının küllüğünü belli aralıklarla temizlemek kolay ve zorunlu hale geldi. O dönemde zaten çöpler toplanıyor, helalar evin içine girip tuvalete dönüşüyordu. Ayrıca oyun oynamak için çocukların küle filan ihtiyacı kalmamış, çağ ve zaman hızlanmıştı...
Bizim üzerinde oynadığımız zamanlarda, daha kepçeyle küllük temizleme adeti çıkmamışken insanların en pratik ulaşım aracı eşek olduğunu yeni nesil nereden bilecek. Oranın bu iş için en uygun yer olduğunu keşfetmişcesine, gelip geçerken eşekler küllüğe uğrar bir güzel yatıp sırt üstü debelenirdi. Küllenme dediğimiz bu olay hayvanın dinlenmesini sağlar, aynı zamanda sırtındaki yağır ve yaraları iyileştirirmiş. Eşekler fırın külünün bu özelliğinden habersiz olabilir; amma insanların bu durumu 'küllenme' diye adlandırmasında küllüğün mutlaka payı vardır.
Köydeki diğer fırın küllükleri, tıpkı bizim küllüğümüz gibi fırının hemen dibinde olurdu. Başka çocuklar da o küllüklerde oynayıp oynamadığını bilmiyorum. Yalnız Garadellerin fırın küllüğü son dönemlerde mezarlığın duvarı dibiydi. Berberlerin çöpünü, etraftaki evlerin gübürünü döktüğü bu alan tam bir mezbeleliğe dönüşmüştü. Bir de fırının külü eklenince manzara hepten kötüleşmiş olmalıdır. Kepçeyle küllük temizleme işine oradan başlamış olabilirler.
1904 Tarihli Eğret nüfus kayıtlarında Turabiler sülalesi Külcüoğlu diye kaydedilmiş. Eğretliler de bunlara Külcüler diyor. Hatta Obagumandanı'nın babası özel olarak 'Külcü' diye lakaplanmış... Bunun fırın külü ve küllüğü ile ilgisi olup olmadığını bilemeyiz. Yalnız bu hususu güçlendirircesine sülale önce Külçe soyadını almış, sonra bunu Külte'ye çevirmişler. İkisinde de baskın isim kül...
Yarım asır önce Anıtkaya'daki fırınların bir çoğu bugün artık yok... Geride kalanların tamamı yenilendi; modern, temiz ve aydınlık mekanlara dönüştüler. Her bayram sabahı, yakınında neşeli pozlar verdiğimiz bizim fırın da bundan nasiplendi. Artık yan tarafında pis görüntü arz eden küllük bulunmuyor. Üzerinde küllenen eşekler de yok, fıydırmalı met oynarken üstünü başını küle beleyenler de... Hepsi bir çocukluk rüyasında kaldı...
21 Ocak 2025
Sobi Taşı
Vıddik bahsinde söz etmiştik biraz, dünyanın en eski ve yaygın çocuk oyunu saklambaçtır. Ona bizim köyde sobi derdik. Sobe diye bilinen daha başka yerler de var, bizimkisi onun azıcık değiştirilmiş hali.
Zorunlu hallerde evlerde filan da oynansa da sobi bir sokak oyunudur, dışarıda oynanır. Şimdi torunlarımız çocuklarımız evin içinde sobi oynuyorlar, kendilerince haklılar; çünkü onlara oyun alanı bırakmadık. Mecburiyetten evin içinde oyalanıyorlar. Aslında bu da bir şeydir, telefona tablete kilitlenmektense…
Zorunluluktan eve tıkıştırılan sobiyi bir yana koyup, bizim oynadığımız asıl sobiyi anlatayım.
Başta ebe seçimi için mutlaka bir tekerleme söylenir. Saymaca/sayışmaca da denilen bu kalıplaşmış tekerleme sözlerini herkes bildiğinden, ebeyi belirleyen son hecenin kime isabet edeceği az çok bellidir. Yani tekerlemeyi sayan kişi gıcık kaptığı kişiyi ebe seçmede mahirdir. Yalnız oyuncu sayısı çoğaldıkça bu şeytani plan işlemez olur. Ebenin sobilediği ilk kişi de yeni ebedir.
Sobi için herhangi bir oyun gerecine ihtiyacınız yok, karmaşık bir oyun da sayılmaz. Ebe gözünü yumar, diğerleri saklanır. Temel kural bu. Ebe saklananı bulursa sobiler, saklanan ebeden önce davranırsa onu sobiler. Ebenin göz yumduğu yer, belirlenen bir direk, köşe yahut duvar olabilir. Sobileme işlemi oraya dokununca gerçekleşir.
Bizim dönemde özel sobi taşımız vardı. Bizim evin fırına bakan gaş ortasındaki nispeten yalabık beyaz bir taştı. Duvara bakıldığında diğerlerinden kolayca ayrılan bu taş belki de antik dönemden kalma bir devşirme parçasıdır, o yönüyle hiç dikkatli bakmadım. Yalnız çocukluğumun bütün sobilerinde o vardı. Bu yüzden adını sobi taşı koymuşuz. Diğer bazı başka oyunları da sobi taşının yanında oynamak adet haline gelmişti.
Dediğim gibi; önünde fırın, fırının küllüğü, küllüğün bir ucunda gölet, göletin doğu ve batı sahilleri(!) hep bizim oyun alanımızdı. Her daim kalabalık, her daim cıvıl cıvıldı sobi taşı civarı. Hani Kabe’nin duvarındaki kara taşa renginden dolayı ‘Hacerülesved’ diyorlar ya, eğer küçükken adını koymamış olsaydık, şimdi sobi taşını ‘Hacerülebyaz’ diye adlandırır, hoca takımından bir sürü zılgıt yerdim. Çevrelerinin her daim kalabalık olması bence güzel bir benzetme yönü…
Biz yıllarca okşadığımız, yüz sürdüğümüz, göz yumduğumuz sobi taşını unuttuk gittiydik; tıpkı sobiyi, manneyi, kutuyu, bilyeyi terk ettiğimiz gibi… Onu tekrar hatırlamama sebep iki fotoğraftır. Biri doğduğum yıllar, diğeri de iki üç yaşlarımdayken çekilen iki fotoğrafın yerini sırf o sobi taşından dolayı tespit etmem zor olmadı. Demek ki bizden önceki kuşak da kutsal(!) taşı aynı amaçla kullanıyormuş. Bunu özellikle sordum, eli taşın üzerine sobileme pozisyonunda görülen Emmime, gerçekten öyleymiş. Hatta onlar da sobi taşı diyorlarmış. Taşın isim babası biz olmadığımıza baya bi hayıflandım…
Gelelim sobi taşımızın bugünkü haline… Yere çok yakın. Sanki alnımızı dayadığımız taş kendisi değilmiş gibi çok alçaklarda göründü bana. Ya biz çok büyüdük, ya da kot yükseldi. Belki de çok gerilerde kaldığı için küçük ve alçak görünüyor, kim bilir...
17 Ocak 2025
Arzılar
13 Ocak 2025
Bayramgucağı
Antik Havzanın tam merkezinde olması sebebiyle öteden beri çeşitli kazı ve buluntu hikayelerine konu olmuş. Gökdaşderesi’nden bahsederken adını geçirdiğimiz Heykelcemal rahmetlinin gezi ve kazı alanlarından biri de Bayramgucağı imiş. Buralardan bulamadığı para/altının amortisi olarak eline geçen ıvır zıvırı (kendi tabiri, para dışındaki şeylere böyle dermiş) Hökümete, yani Müze’ye teslim edip ciğara parasını çıkarırmış. Daha başka birilerinin bir şeyler bulduğuna dair hikayeler de hep anlatılır. Beş altı kiloluk külçe altın bulan, lakin ne olduğunu bilmeyip kül diye çöpe atan birinin hikayesi de buralarda geçiyor. Kendisinden dinlediğim dramatik olayı bir gün anlatırım.
Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Bayramgucağı mevkii, dediğimiz gibi tam antik bölgenin göbeğinde bulunuyor. Haliyle böyle şeylere meraklı kişilerin de ilgi odağı olmuş. Bir de ilgisiz kişilerin önüne nasip kısmet biçiminde çıkma durumu var. Nasıl? Şöyle; oralar zirai mevkidir, yani her taraf tarla. Ya pulluğun ucuna takılan bir şekilli taş, yahut cizinin ortasında görülen bir mezar kapağı biçiminde karşına çıkabilir. Bir şeyler bulmak için defineci olmaya gerek yok. Bayramgucağı’na dair bu tip olaylar da çok anlatılır.
İleşber olduğu halde toprağı bir başka dikkatle inceleyen, arazi yapısından değişik anlamlar çıkaran Eğretliler de yok değil. Onlara göre İsgileyolu-Omarcık-Yörükçeşmesi üçgeninde, ki tam da Bayramgucağı bölgesi oluyor, irili ufaklı bir çok tümülüs var. Küle benzer toprak yapısından dolayı o tepeciklerin yığma olduğu sonucuna varmışlar. Ayrıyeten aynı yerlerde kul yapısı bir takım kalıntılara da rastlanıyormuş. Bütün bunlar Bayramgucağı hakkında Anıtkayalılarca anlatılagelen şeyler. Bilimsel bir çalışmaya dayanmıyor. Zaten ilk ve tek bilimsel çalışma 2020 yılında Yüzey Araştırmaları biçiminde yapılmış.
Burada yapılan Yüzey Araştırmaları çalışmasının Türkiye geneli içindeki yeri, 2021 yılındaki e-sempozyum kitapçığında şu paragrafla özetlenmiş:
“Bu bölgede Anıtkaya
Köyü sınırlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi ise İTÇ buluntularının
zenginliği açısından dikkat çekicidir. Burada farklı renk ve form repertuvarı sunan çok sayıda İTÇ çanak-çömlek parçası tespit edilmiştir. Kütahya yolu
yakınlarında yer alan Bayram Bucağı yerleşmesi bu zenginliğinin yanı sıra
konumu, büyüklüğü ve bilinen mezarlığı ile birlikte bölgenin önemli İTÇ
yerleşmeleri arasında görülmektedir.”
Bu özet paragrafında bize lazım olan her şey var. Çok çeşitli renk ve biçimde çanak çömlek buluntusuna Maldepesi’nde biz de rastlamıştık. Burada önemli husus, bölgede bulunan mezarlık ve buranın büyüklüğüyle birlikte stratejik konumu gibi özellikler birleşince Bayramgucağı’nın İTÇ döneminde önemli bir yerleşim yeri olduğu hükmüdür. 2022 Yılındaki yayında biraz daha ayrıntıya inilmiş:
“Susuzosmaniye Köyü’nün
güneyinde Terlemez Höyüğü Mevkiindeki bir tümülüs incelendi. Tümülüsün doğu
yamaçlarında 8 m derinliğinde bir kaçak kazı tahribatı görüldü. Anıtkaya Köyü’nün
1 km kuzeydoğusunda ve Anıtkaya-Susuzosmaniye köy yolunun 100 m doğusundaki
Bayram Bucağı Yerleşmesi ve Mezarlığı incelendi (Bayram Kucağı?). Burada GKÇ ve
yoğun İTÇ seramiklerine rastlandı. Höyüğün kuzey ve batısındaki yamaçlarda İTÇ’ye
tarihlenen bir mezarlık bulunmaktadır.”
Görüldüğü üzere ikinci paragrafta da Bayramgucağı’nın önemi vurgulanırken, farklı olarak birkaç ince ayrıntıya değinilmiş. Her bir ayrıntı önemlidir ve her biri hakkında ayrıca yazılar yazılabilir. Şimdilik bahsedilen yerin isimlendirilmesi hususuna dikkat çekmek istiyorum.
İki paragraf da aynı kişilerin elinden çıktığı için, ortak isimlendirmeyle ‘Bayram Bucağı’ adı verilmiş. Yalnız 2022 paragrafı bu adlandırmanın gelişimi ile ilgili bir ipucu barındırıyor. Parantez içinde verilen (Bayram Kucağı?) ifadesine bir anlam verilemediği anlaşılıyor. Muhtemelen bizim köylülere sormuşlar bu mevkinin adı ne diye. Bayramgucağı sözünü yanlış bulup, kendilerince doğrusunu Bayram Bucağı olarak yazmışlar. Bunu da parantez ifadesiyle belirtme gereği duymuşlar.
Aslında ilk duyanlar veya benim gibi bir sözün gelmişini geçmişini araştıranlar için Bayramgucağı sözü gerçekten anlamsız görülebilir. Tam teşhis edilemeyen Bayram adında birinin kucağı… Yahut Bayram’dan Ramazan veya Kurban bayramı kastediliyor. Öyleyse kutlanılan bayramın kucağı ne? Nereden baksan anlamlandırmakta zorlanacağın bir tabir. Anıtkaya’nın yabancısı araştırmacıların kendilerine göre Bayram Bucağı yakıştırmasını bu yüzden mazur görebiliriz. Fakat Bayramgucağı’nın bir açıklaması olmalı değil mi, ona kafa yoralım…
Tiyatro dersimiz vardı, modern tiyatronun gelişimiyle ilgili eski Yunanların Bağbozumu şenliklerinde ortaya çıktığı bilgisi aklımda kalmış. Tabi Anadolu, özellikle Ege bölgesi bu kültürün merkezi sayılır. Üzüm bağları Anadolu’nun hemen her yerinde çok yaygın yetiştiğine göre Bağbozumu şenlikleri de her yerde yapılıyormuştur. Oyuncular ellerinde maskelerle meydana çıkıyor, eğlence amaçlı oyunlar oynuyorlar. Tabi bunu seyircilere sunabilmek için açık hava tiyatroları inşa etmişler. Şimdi antik tiyatro denilen bu açık hava tiyatro alanlarına Ege ağırlıklı olmak üzere Orta ve Batı Anadolu’nun her yerinde rastlanabiliyor. Yunanlardan sonra Roma döneminde iyice yaygınlaşmış.
Eski Anadolu medeniyetleri bir bir yıkılınca yüzyıllar içinde ona dair eserler de toprak altında kalıyor. Türklerle birlikte yeni gelen medeniyette bu sanatın yeri yok. Haliyle çoğu tamamen nisyana terk ediliyor. Ancak Osmanlı’nın son döneminde Batılı arkeologların öncülüğünde bir çoğu tekrar gün yüzüne çıkarılmaya başlanmış. Bunlardan en önemlisi ve meşhuru belki de Efes antik kentindeki tiyatrodur. Günümüzde bir çok yerde ortaya çıkarılan antik tiyatronun hala çeşitli etkinliklerde kullanıldığı malumdur.
Binlerce yıl toprak altında kalmış her antik tiyatro Efes’teki gibi şanslı olmayabilir. Bir defa onun gibi büyük bir yerleşime ait olmadığı için daha küçük inşa edilen bir tiyatro toprak altında kalınca belli belirsiz olur, yeryüzünden fark edilemeyebilir. Geç de olsa fark edilen Roma Döneminden kalma bir tiyatro Konya’da bulunmuş. Açılmadan önceki fotoğrafını görseniz, oranın bir tiyatro olduğuna inanamazsınız. Normal bir yükselti gibi gelebilir insana. Konya bölgesi fazla engebeli olmadığı için göze çarpmıştır belki de… Bizim buralarda olsa, mesela Gocagır tepelerinin bir uzantısı zannedilebilir… Bir de çevresi ve hatta kendi üzeri sürekli ekilip biçiliyorsa, nereden bileceksin, yerin altında ne var…
Sahi bizim buralar da Frigya, Lidya, Yunan, Roma dönemlerini görmüş geçirmiş… Bayramgucağı da önemli bir yerleşim olarak tespit edildiğine göre, bu yerleşimin büyüklüğü, stratejik konumu ve mezarlığı bulunduğuna göre, tiyatrosunun olması normal karşılanmalıdır. Çünkü buralarda da üzüm bağları vardı ve Bağbozumu şenlikleri illa ki yapılıyordu…
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, eski yerleşiklerin kültür ve medeniyetini bıçak gibi bir anda kesip atmadılar. Görüp tanıyacak kadar o kültürle bir süre birlikte yaşadılar. Muhtemelen antik tiyatrodaki şenlikleri gördüler, ancak bizim kültürümüzde şenliğe bayram deniliyor. Uzaktan dikkatle baktıklarında bağbozumu bayramını antik tiyatroda kutlandığını görenler, orayı bir insan kucağına benzettiler. Bundan sonra aralarında oradan bahsederken ‘Hana şu bayram etdikleri gucak va ya, Bayramgucağı, işde orası…’ dediler. Böylece o mevkinin adı Eğretlilerin ağzına Bayramgucağı olarak yerleşti…
Yukarıda bahsettiğim geniş mevkiyi başka bir gözle incelerseniz, eminim Bayramgucağı’nı görürsünüz…
10 Ocak 2025
Gökdaş Deresi
Gökdaşderesi, sözü edilen geniş derenin Söğütcük-Omarcık arasındaki bağlantı yolundan ibaret değil. Yolun Gocagır tarafındaki tepelerinden ta Arpalık'taki köy kenarına kadar olan mevkinin de adıdır. O Arpalığın bir yanında Ayanoğlunun Tarla denilen ve içinde Gobaklar, Galgancılar, Tokanoriler, Kölgeciler, Tırılların evlerin bulunduğu alan; diğer yanında ise Gıdiler ve Hacımahmutların evlerinin yer aldığı bölge bulunur. Kuzey- güneydoğu hattında bir yay çizen bu sınırlar daha sonra iki ucundan başka binalarla uzatıldı. İşte Arpalık kenarından doğudaki Gocagır tepelerine kadar uzanan, kuzey ve güney sınırları ise Omarcık-Söğütcük denginde ilerleyen mevkinin adı Gökdaşderesi oluyor.
Gök kelimesi Eğret ağzında gri, boz, maviye çalan renk, gökyüzü rengini anlatmak için kullanılır. 'Gökgözlü' tabiri mavi gözlüleri tanımlar mesela. Gök taş ise, taşın rengiyle ilgili bir tamlamadır ve koyu renkli taşları ifade eder. Bir yer böyle adlandırılıyorsa o mevkinin gök renkli taşlarıyla meşhur olması beklenir. Ama arazi incelendiğinde başka bölgelerle farkı olmadığı görülecektir. Rengiyle öne çıkan gök taş filan bulamazsınız.
Hal böyle iken Gökdaşderesi'ne neden böyle bir isim verildi ki? Acaba eskiden böyle taşlar mı vardı? Şimdi bizim göremediğimiz gök taşlar, zamanla toprak altında kalmış olabilirler mi? Bölgenin yukarıda tanımlamaya çalıştığımız Antik Havza içinde yer alması bu soruların cevaplanmasına ışık tutabilir mi?
Derenin Söğütcük’e yakın tarafındaki Gocagır yamaçlarında iki mağara varmış. İlk çağlarda çeşitli amaçlarla kullanıldığı tahmin edilen bu mağaraların geçtiğimiz yüzyılda bulunduğu söyleniyor. Bir kazı sırasında ortaya çıkmış. Duvarlarının insan eliyle şekillendirildiği belliymiş, ancak bundan öte bir değeri olmadığını düşünüp halk fazla önemsememiş. Bununla beraber kaçak kazıcılar tarafından yanı yöresinde çok fazla kazıntı yapılmış ve hala yapılıyormuş.
Mağaraların daha önceden Eğretlilere malum olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak o civarda öteden beri bir şeyler arayanlar hep varmış. Bunların en ünlüsü Heykelcemal olarak bilinen Cemal Öztürk gösteriliyor. Dediklerine göre elinde kazma kürekle sürekli Gökdaşderesi’ne gelip giderken görülürmüş. Ben o taraflardaki maceralarını bilmiyorum, ama son zamanlarında elinde kürek veya bel ile dolaştığı doğrudur. Sebebini sorduğumda ‘Hendek atıyon’ derdi rahmetli…
Gökdaşderesi’nde kazma kürekle görülme sebebi hendek atma filan değilmiş. Dediklerine göre o taraftan hiç eli boş dönmezmiş, kandil gibi, çanak çömlek gibi şeyler bulurmuş; lakin bunları buluntudan saymazmış… Onun asıl aradığının para olduğunu söylüyorlar.
Sadece Heykelcemal’e hakim değilmiş Gökdaşderesi’nden para bulma hayali, böyle şeylere ilgili olan Eğretlilerin çoğu oranın fi tarihinde para döküm merkezi olduğuna inanıyormuş. Onlara göre Gökdaşderesi eski halkların darphanesiymiş… Tabi paradan kasıt altın olduğunu söyleyelim, altın olmayan diğer madenlerden şeyleri para veya hazine kabul etmiyorlar. Düşünün; Lidyalılardan, Romalılardan kalma para buluyorsunuz, paslanmış, küflenmiş kara kara, gök gök bu şeylere burun kıvırıyorsunuz. Üzerinde kelleler veya başka bir takım şekiller var, lakin neylersin ki para değil, sarı sarı ışıldamıyor çünkü…
Heykelcemal rahmetlinin de arayıp bulamadığı altın olsa gerektir. Bu arada bulduğu başka değersiz(!) şeyleri kim bilir ne yaptı… Kendisinden işitmiş birisi ne yaptığını bana anlattı. Yine bir kazı esnasında sütunlar bulmuş, bildiğiniz mermer sütunlar. Onlar mutlaka koca bir kalıntının parçalarıymıştır, çevresinde daha başka neler vardı kim bilir. Cemal Ağanın umurunda değil ki, algısı paradan, yani altından başka her şeye kapalı… O sütunları geri kapatıp öfkeyle köye dönmüş…
Gökdaş deresine dair mutlaka başka hikayeler de vardır. Hepsi bir birine benzeyecek olan bu hikayelerdeki ortak nokta bulunan veya bulunmayan şeylerdir. İnsanın aklına gelmiyor değil, acaba bulunup da değersiz diye üzeri kapatılan gök gök taşlardan dolayı mı o bölge böyle adlandırıldı?
08 Ocak 2025
Vıddik
Onu takım saklambacı diye adlandırmak Anıtkayalılara tuhaf gelebilir, ama gayrıya tarifin başka bir yolu yok. Bununla beraber saklambaç dediğimizde akla gelen sobi/sobe oyunuyla karıştırmamak lazım. Temeli bir yere gizlenen oyuncuları bulup çıkarmak olan sobi daha dar mekanda oynanır, hatta sabit bir noktaya dokunarak sobileme şartı bulunur. Bunu yapan ebe, oyunu saklanan diğer oyunculara karşı kazanmak durumundadır. Yani bir ebeye karşı diğer oyuncular... Bu anlamda sobi (saklambaç) takım oyunu gibi görünebilir, ama değildir. Çünkü ebe karşısındakiler grup ruhuyla hareket etmezler...
Vıddiğin diğer bir özelliği de gece oynanmasıdır. Gündüz aydınlığında saklanmak zor, saklananı bulmak ise kolay olacağından gece oynamak daha mantıklı gelmiş olabilir. Şimdi; geceye ve geniş mekana ihtiyaç duyulduğuna göre, bu oyunun erkek çocuklara mahsus olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca başka yerlerde oynandığına dair bir işaret de bulamadım. Şu durumda vıddik Eğret'te erkek çocuklarının gece oynadığı bir çeşit takım saklambacı diye tarif edilmelidir.
Anıtkaya'dan Eğret'e geçmemizin sebebi 1950'li yıllarda da vıddik oynandığını tespit etmemiz... Belki daha önceki dönemlere kadar iniyordur. Yani tarihi, Eğret zamanlarına dayanan bir oyundan bahsediyoruz...
Gece oynanır, ama 1973'ten önce Anıtkaya'da elektrikle sokak aydınlatması bulunmadığını unutmayalım. Ayın aydınlığı da yoksa gece oyunu olmasının önemli sebebi karanlıktan yararlanmaktır. Saklanmayı kolaylaştırıp, bulunmayı zorlaştırıcı etkisi sebebiyle gece tercih ediliyor. Gerçi 1959'dan itibaren lüks ile aydınlatma sistemi başlatmışlar da bu ne kadar şavk veriyordu, bilemeyiz... Bir de bu karanlık dönem eskiler içindir. Bizim dönemimiz nispeten aydınlıktı, ama yine de çoğu zaman korkardık, ürkerdik, ürperirdik...
İki takım kurulduktan sonra kurallar belirleniyor. Daha doğrusu kural açık zaten, bir takım saklanacak diğeri de onu bulacak. Burada asıl belirlenen oyun alanının sınırlarının belirlenmesidir. Bilindiği gibi köy öteden beri bir kaç kilometrekarelik çok geniş bir alan üzerine yerleşmiştir. Sadece yerleşim alanına izin verilse bile, ki öyle olmalıdır, burası da vıddik için büyüktür. Bütün köy serbest olursa sabaha kadar ara, bulamazsın... Bu yüzden alanı daraltmak lazım...
İki mahalleye bölünmüş Anıtkaya'nın yalnız bir mahallesi, Zafer veya Cumhuriyet de vıddik için geniş sayılır, biraz daha kısıtlanmalı... Buna iki takım karar verir, şuradan şuraya, öteki yoldan berideki camiye kadar vs. gibi ifadelerle hangi bölgeler içinde kalınacağı böylece belirlenmiş olur. Vıddik aynı mahalle, sokak çocukları arasında oynandığı için, oyun alanı da genellikle oturdukları evler civarı olur. Bununla beraber belirlenen alan içinde başka bazı kısıtlamalar da gerekir...
Ek sınırlamalar şöyle... Bir defa evler; evlerin avlusu, damı, samanlığı ve diğer aksamı kesinlikle yasak olmalıdır. Çünkü sen gidip kendi evine saklanabilirsin, ama ben seni aramaya oraya rahatça giremem ki... İkincisi mezarlık ve cami gibi kutsal sayılan mekanlar bu işin dışında tutulmalıdır. Zaten gece vakti yanından geçmeye korktuğun mezarlığa girmek de yürek ister... Bahçeler, tarlalar oldum olası yasak... Biz yazın oynarken bazen harmanyerini de vıddik dışında tutardık. Çünkü bir kaç kere başımıza geldi, adam sapın içine gömülüp yatıyor, nasıl bulacaksın... Hatta orada uyuyup kalanlar bile olmuştu, bu yüzden harmanlara saklanmak yok...
Peki nereye saklanacaksın? En önemli saklanma yerleri örenler idi... Terkedilip yıkılmaya yüz tutmuş viranelere ören derler. Biraz insanın içine ürperti verir, ama örenler saklanmak için ideal yerlerdir. Bizim oyunlarımızdaki merkez ören Çakırların yurt diye adlandırdığımız eski bir kahveyi andıran viraneydi. İçinde bir sürü direk olan Çakırların yurt aslında ören sayılmazdı. İki kahvenin arasındaydı, demir parmaklığı hala sağlam duran kocaman penceresi Kuran Kursuna bakardı. Dambeşi de yıkılmamıştı, ama yağmur yağdığında corul corul akardı. Gündüzleri de orada oynadığımızdan her köşesini karış karış bilirdik. Buna rağmen viddiklerde oraya saklanırdık, çünkü karanlıkta her köşeye bakacak cesareti olan pek çıkmaz. Fakat saklanmak için de biraz cesaret gerektiği başka bir gerçek...
Diğer bir saklanma yerini Gulizin Ara diye anardık. Bunun sebebi, koca bir samanlıktan dolayı oraya sadece Gulizosmanların girip çıkmasıydı. Kelalilerin Halit Azbay ile İncemehmet'in ev arasından bir araba geçecek kadar ince bir ara girişi olan Gulizin Ara'nın başka bir çıkışı yok, çıkmaz sokak yani... Biz çıkmazı da açmanın yolunu bulmuş, Gödenlerin ev köşesindeki gaştan atlayarak kendimize kestirme bir yol bile yapmıştık. Gulizin Ara da viranelik değildi, ama viddik saklanması için labirent kıvrımlı ideal bir yerdi. Elbette gece karanlığında ürkütücü olurdu...
Dolağınkiyle Kelapdılla'nın ev arasındaki bir patika yolla bizim mahalle Kahramanlar Caddesine bağlanırdı. İşte bu patika yola da Dolağın Ara derdik. Çulluların ve Gademlerin ev civarındaki bazı girinti çıkıntılar da bizim için ideal kovuklardı, oraya saklanan zor bulunurdu.
Tabi bir de fırınlar var... İlk zamanlarda erkeklerin gece hayatında pek popüler değilmiş fırınlar. Yani sucuk kültürü tam gelişip yaygınlaşmadığı dönemler... Her daim karanlık gecelerdeki fırınlar da saklanmak için kullanılırmış. Bununla beraber bizim zamanımızda pek tercih edilmezdi. El lambası, çakmak, kibrit gibi şeylerle zaten küçücük yer olan fırınları bir çırpıda kontrol edebilirsin. Böyle araçların olmadığı 1950'lerde oralara da saklanırlarmış...
Benim örnek gösterdiğim örenler, aralar gibi yerlerin benzeri her mahallede ayrı ayrı bulunurdu. Oraların çocukları da kendilerine göre uygun saklanma yeri belirlerlermiş. Amcaların Oda çevresindeki ören gibi... Bunar mahallesindeki vıddiklerde Salih Azbay Hoca'nın saklanmanın pîri olduğunu söylüyorlar. Takımını alır, kimsenin aklına gelmeyecek yerlere götürüp saklarmış...
Böylece geniş oyun sahası sınırları ve başka nerelere saklanılmayacağı hususunda mutabakat sağlandıktan sonra oyuna geçilir. İlk hangi takımın saklanacağı belirlenir. Aynı yere veya farklı yerlere saklanma konusunda saklanacak oyuncular anlaşır. Bu sürecin bitip aramaya başlanacağının işareti fıyık/ıslık çalarak verilir. Saklanan oyuncuların fıyık çalması 'Tamam biz saklandık, aramaya başlayın' demektir. Süreç başlatma işlevinden başka, fıyık saklanma yeri konusunda diğer takıma ipucu verir. Bu yüzden sesin geldiği yeri iyi belirlemeye çalışırlar. Onun şiddeti ve yönüne göre tam lokasyon belirleyen keskin kulaklara bile rastlanır. Bunun önüne geçmek için, daha saklanmadan farklı bir yerde fıyık çaldıktan sonra asıl yerine saklanmak gibi yanıltıcı yöntemler bulmak da saklananların işi...
İşin hileleri yok mu?.. Nasıl olmasın... Çaktırmadan saklananları izleyen bir casus... Köyün farklı noktalarından bir anda yükselen fıyık sesleri... Kural kaide tanımayıp sürekli sınırları ihlal eden bitirim tipler... Vıddik başlayınca evine gidip karnını doyuran gaygısızlar... Her şeye rağmen saklananları bulup fıyık çalmak oyunun bittiğine işarettir. Saklananlarla arayanlar yer değiştirip vıddiğe devam edilir... Ta ki uyku gelene veya oyuncular bıkana kadar...
Vıddik karanlık gecelerimizin güzel bir eğlencesiydi... Çağın gereği unutup terkederek mazinin bohçasına çıkıladık ve bir daha çözmemek üzere aktoprak sıvalı duvara astık...