Çift toynaklı hayvanların arka ayak diz kısmında bulunan kemiğe aşık deniliyor. Anıtkaya'da bu evelevelden şeddeli söylenir; "aşşık" diye telaffuz edilir. Bu gruba giren bütün hayvanların aşık kemiğiyle ilgilenmiyoruz. Dana, dombeyinki filan büyük oluyor, kullanışlı değil. Geyiğin kendi yok ki aşığını bulasın. Eski Eğret dönemleri düşünüldüğünde koyundan bol ne var. İşte sözünü ettiğimiz kemik koyun-keçinin aşık kemiğidir.
Düzgün biçimli bir kemik, aşık kemiği. Kabaca dikdörtgen prizması şeklinde; ancak köşeli değil. Öyle olsa hiç bir özelliği olmazdı zaten. Kendine has kıvrımlarıyla, girinti çıkıntılarıyla, yağlı doğal parıltısıyla tam bir estetik timsali. "Şurası da şöyle olsaydı" dedirtecek bir kusur bulamıyorsunuz, öyle mükemmel tasarlanmış. Bu fiziki yapısıyla öne çıktığı için aşık kemiği çok eski zamanlardan beri oyun aracı olarak kullanılmış. 6 Yüzlü oyun aracı zarın atası olarak aşık kemiği gösteriliyor mesela.
Belki de insanlık tarihinin en eski oyunlarından birisi de doğal olarak aşık oluyor. Hemen hemen bütün kavimlerde ve her coğrafyada bu kemiklerle birbirine benzer oyunlara rastlanmış. Koyun çok bulunan bir hayvan olunca, aşık kemiği de temini kolay bir araç olmuş. Yine de bazı yerlerde 19. yüzyılda yapay aşıklara rastlanıyormuş.
Her yerde olduğu gibi 'daha düne kadar' denilebilecek yakın zamanda Anıtkaya'da da aşşık oynanıyordu. Şahsen ben oyuna yetişemedim, ama oynayanları hatırlıyorum. Oynarken kullandıkları bazı terimler ve kemik üzerinde yaptıkları işlemlerin bir kaçı aklımda kalmış. Demek ki oynayamayacak kadar küçüktüm. Yine de büyüklere özenip, taze (yani yağlı) bir kaç aşık kemiğini, çapraz askılı mavi kadife ponturumun cebinde gezdirdiydim. Sonra ne oldu hatırlamıyorum.
Ne manaya geldiğini bilmediğim değişik kelimeleri söyler, bağırır çağırır, sevinir üzülürler; yerdeki veya cepteki aşşıklar yer değiştirirdi. Sonradan öğrendim, o sözler kemiğin yerde aldığı pozisyonun adıymış. Kemiğin her dört yüzünden biri göğe baktığında ayrı isimler alır ve ayrı anlamlara karşılık gelirmiş. Mesela 'gazak'ta üzülür, 'hopban'da sevinirlerdi. Meğer ilki geldiğinde yerdeki aşşıkların tamamını kaybeder, ikincisinde ise tamamını kazanırmışsın. Üzüntü ve sevincin sebebi... 'Tök' gelince durgunluk, bir kazanıyorsun, amorti yani... 'Çik' ise kazanç kayıp yok, boş geçiyor, atış hakkını kaybediyorsun. Böyle değerleri var her bir yüzün.
Oynayanlara sordum, "Sivri uçları üzerine dik gelmiyor muydu, onun adı ve anlamı neydi?"... Hatırlayamadılar. Fizik kurallarına göre o pozisyonda durmaz tabi ki; fakat dişli taşlara sürterek kemiğe şekil verdiklerini hatırlıyorum. Herhalde maksat yere oturacak kısmı düzleştirerek aşığın istenilen pozisyonda durmasını sağlamaktı. Öyle olunca dik durdurulabilir sanki... Kemiğin bir yerlerine kurşun dökerek ağırlık merkezini değiştiriyorlardı. Bugünün hileli zarları gibi birşeyler yapıyorlardı demek. Bir de aşıkları boyayıp süslüyorlardı, hatırımda kaldığı kadarıyla. Tabi bütün bu operasyonları her aşık üzerinde değil, yalnızca 'atcek'te yapıyorlardı. Herkesin bir atceği oluyordu, sahip olduğu diğer aşıkları ise sermaye...
Aşık oyununun da çeşitleri var. Anıtkaya'da oynanan üç tür aşşık varmış. İlkinde yere küçük bir çizgi veya daire çizilerek belirlenen sayıda aşığı herkes oraya dikiyor. Atış yapılacak 5-6 metre mesafeye de atış çizgisi çiziliyor. Atış sırasını belirlemek için herkes kendi atceğini yukarıya atıyor, gelen pozisyona göre birinci, ikinci ve diğer atıcılar belirleniyor. İlk atıcı atceğini, dikili aşıkları nişanlayarak atıyor. Vurup daire dışına çıkardığı aşıkları alıp cebine koyuyor ve atceğinin düştüğü yerden tekrar atış hakkı kazanıyor. Vurup çıkardığı müddetçe atışlara devam ediyor. Çizgi dışına aşık çıkaramadığında atış hakkı sıradaki oyuncuya geçiyor. Burada, atıcının nişancılığı ve atceğinin kalitesi önemli tabi.
İkinci aşşık oyunu genellikle iki kişiyle oynanıyor. Bunda da yine atcek ve nişancılık önemli; yalnız dikmek yok, gezerek oynanıyor. Rakibin aşşığına atış yapacaksın, vurursan bir aşşık kazanırsın. Vuramazsan düştüğü yerdeki senin aşığa bu sefer rakibin atış yapacak. Vurursa bir aşık kaybedersin. Bu durumda, iyi nişan alıp şiddetli atmak gerekir ki vuramama ihtimaline karşı aşık rakibin uzağına düşsün. E o şiddetle atışta nişan almak zor... Risk oyunu güzelleştiriyor. Bu oyunun bir de karışlama versiyonu var. Aşığı vurmak için değil, kendi atceğini onun bir karış yakınına düşürmek için atıyorsun. Ölçü birimin avucunda. Yaba gibi eli olanlar avantajlı oluyor tabi. Uzun parmaklar da mühim, kesilmemiş tırnaklar da... Bazılarının karışı baş ve sırçaparmak arasıdır; bazılarınınki baş ve ortaparmak. Karış boyu uzar ümidiyle karışlamadan önce parmaklarını kütletenler de olur.
Son aşık oyunundan yukarıda birazcık bahsettik. Bunda aşık kemiği zar gibi kullanılır. Öncelikle ortaya belirlenen miktar aşığı her oyuncu diker. Sonra atış sırası belirlenir. Sırası gelen oyuncu atceğini dikili aşıklara değil havaya atar. Yere düşen aşığın aldığı pozisyona göre değerlendirme yapılır. Yani hopban gelirse dikili bütün aşıkları kazanır, diğerlerinin atışına gerek kalmaz. Tök gelirse bir tane kazanır. Çikte sırasını savar. Gazak'ta ise temelli kaybeder, yani başka atış hakkı da kalmamış olur.
Genellikle kızların oynadığı epdiş (beştaş), önceleri aşık kemikleriyle oynanırmış. Aynen epdişin etapları bu sefer kemiklere uygulanırmış. Sonradan ne münasebetle çakıl taşlarına dönüldü bilinmiyor.
Zamanın şartlarına göre aşık yavaş yavaş geri planda kalıyor, oynamayı bilenler de sahneden çekilince tamamen unutuluyor. Yine de onun yerini alan oyunlar aşşıktan izler taşıyorlar. Oynayanlar bilirler; ilik, kutu, ceviz, fındık, bilye... hepsi de aşşığı andırır. Hatta kibrit kutusu ile "candırma-müdür" oyunu oynardık, o bile aşşık oyunundan kalan yadigar.
Oyunu yok olsa da aşık kemiği yine var. Her koyunun dizlerinden hala çıkıyorlar. Bir gün mutlaka karşınıza çıkar; atın bakalım havaya, ne gelecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder