Esnaf takımı içinde önemli bir yeri olan kahvehaneler için de ayrı bir başlık açmak gerekti. Tarihi daha eskiye dayanmasına rağmen 19. yüzyılda İstanbul'da yaygınlaşan kahvehanelere aslında Kıraathane deniliyordu. Tanzimat'tan sonra çıkarılmaya başlanan gazeteler ve diğer kitaplar genelde burada okunduğu için okuma salonu anlamında kıraathane denilen bu yerlerde, okuyanı dinleme genelde kahve ve nargile eşliğinde olurdu. Bu yüzden zamanla Kıraathane adı Kahvehaneye dönüşecektir.
Hakkıların Süleyman Yırgal'ın kapının üstündeki ilkel tabelada 'Gençler Kıraathanesi' yazması, kahvelerin eski isminden kalan bir yadigar gibiydi. Oysa kahvehaneye kahve denirdi, kimsenin kıraathaneyi bildiği yoktu. Zaten kıraathaneler okuma işlevinden uzaklaşalı neredeyse bir asır olmuştu...
İstanbul'da ortaya çıkıp oradan bütün ülkeye yayılan kahvehanelerin Eğret'te ilk defa ne zaman açıldığı bilinmiyor. 19. Yüzyılda bizim köyde böyle bir şeye ihtiyaç yoktu, çünkü her sülaleye ait bir oda her şeye yetiyordu. İnsanların bir araya gelip bir şeyler okuması, sohbet etmesi, tütün ve kahve içmesi, gerektiğinde misafir ağırlaması için ayrıca başka yerlere gerek yoktu. 20. Asır ilk çeyreği ise hep savaşlarla geçtiği için böyle bir şeyi düşünmeye kimsenin mecali yoktu...
Cumhuriyet'ten sonra işler değişti... Afyon Halkevi'nin bünyesinde Eğret'te de Halkodası adıyla bir şube açıldığı, bazı Halkevi etkinliklerinin löküz ışığı altında bir kahvehanede yapıldığıyla ilgili bir yazı okumuştum. Bu kahvenin kim tarafından işletildiği ve nerede bulunduğuna dair bilgi yok; ancak yazıdan 1940'lı yıllardan söz edildiği anlaşılabiliyor.
Eğret'te ilk kahvenin Cumhuriyetten sonra 1930'lu yıllarda açıldığını düşünmemiz için yeterli sebep var. Köyün nahiye merkezi olması, gayet işlek bir hafta pazarı kurulması, onun bünyesinde mal pazarı bulunması ve daha başka sebeplerle Eğret nahiye merkezinin ötesinde bir cazibe merkezi olmuştu. Dışarıdan gelen insanların oturup eğlenmesine köy odaları yeterli gelmiyordu. Böylece ilk kahve açıldı. Onun iş yaptığı görülünce bir tane daha açıldı. Zaman ilerledikçe köy erkeklerinin de sair zamanlarda buluşma mekanı haline geldi. 1960'lara gelindiğinde Eğret sosyal hayatında önemli bir yer işgal etmeye başladılar, 70'lerde çoğaldılar, 80'lerde sayılarıyla birlikte oyun çeşitliliği arttı, 90'larda hakeza... Böylece 2000'li yıllara geldik...
Sığıreğleğinde, Tekkenin arkasında bir kahve varmış. O iki katlı metruk binayı hayal meyal hatırlıyorum. Mülkiyeti Yörüğoğlulara ait bu binanın üst katındaki kahveyi Beygirli (Mehmet Tüblek) çalıştırsa da Yörüğoğluların Kahve demişler, çünkü Emirdağ'dan da olsa aralarında akrabalık var... Alt kattaki bakkal dükkanını ise Yörüğoğlular kendileri işletmiş. Hemen yanında tahin helvası ürettikleri bir imalathane kurdukları, onun için özel usta getirdiklerini de bir ayrıntı olarak belirtelim...
Burası Eğret'in ilk kahvelerinden biri olabilir... Pazaryerine uzaklığı tuhaf gelebilir; bu durum kahvenin işlekliğinde belirleyici değil. Ayrıca o zamanlar pazaryeri çok geniş alana yayılırdı, özellikle dene pazarı oralara kadar uzanırdı. Hatta alt katta Bıgalı zahirecilik yaparmış... Bir de Sığıreğleği sapa bir yer değil ki, bir bakıma köyün en merkezi yeri bile kabul edilebilir... Merkezi yerdeki bu kahve 1940-50 arasında açık kalmış. 1963-64 gibi okulun yetersizliği sebebiyle derslik olarak da düzenlendiği ve bir sınıfın orada okuduğunu söylüyorlar... Şimdilerde bu ilk kahvenin yerinde yeller estiği için hayalen nerede olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Keşke bir fotoğrafı olsaydı...
Abdurrahman Yavuz'un evin bulunduğu yer aslında Kelahmetlerinmiş. Ömer ve Arzıman Azbay kardeşler kahve açıp çalıştırmışlar. Pazaryerinin hemen ucundaki bu kahvede özellikle Cumartesi günleri köfte filan da yaparlarmış. Stratejik bir noktada bulunduğundan iyi de işlermiş aslında. Ömer Azbay Eskişehir'e göçünce düzen bozulmuş, kapatmışlar...
Kelahmetlerin kahve ne zaman kapandı, sonra aynı kahveyi Patlakların Celep (İhsan Patlar) ne vakit işletmeye başladı bilmiyorum. Galiba 1975 yılıydı, Essanın Kahve yıkıldı... Yıkıntıların arasında, zamanında sıva tutması için çakılan kutular (gazoz kapağı) ilgimizi çekmişti; kim bilir kimlerin ne hatıraları kaldı o yıkıntılar arasında...
Cumartesi günleri dikkatimden kaçmazdı, bir de sair günlerde okula gelip giderken görürdüm; omuzunda peşkir, belinde öncek iri yarı bir adam, nasıl dikkat çekmesin... Kim kimdir, hangisi yabancı hangisi Anıtkayalı pek ayırt edemezdik; ama kahvenin önü çok kalabalık olurdu... Bilenler, Celep'i temizlikte titiz biri olarak anlatıyorlar; omzundaki peşkirin sırrı bu... Çayın reklamını da güzel yaparmış... Ocaklığın başına oturup bardaktan öyle bir yudum alırmış ki, höpürtüsünü duymayan kalmazmış. Çayın demlediği haberi böylece kahvenin dip köşe, her tarafına ulaşırmış...
Kahveyi yıktıran Abdurrahman Yavuz, orayı Kelahmetlerden satın almış. Maksadı yeni bir inşaatla ev yaptırmakmış. Böylelikle meşhur kahve de yenilenmiş oldu. Bu haliyle Kelibanın Moruk (Üzeyir Dalgıç) çalıştırdı. Eski haliyle karşılaştıracak durumda değilim, lakin Cumartesi günleri orada çalışmayacak kahve yoktur... Kaç yıl açık kaldı bilemeyeceğim, Moruk'tan sonra orası bir daha kahve olarak işletilmedi diye hatırlıyorum...
Ömer Onbaşı emekli olduktan sonra o boşluğu dolduracak bir hamle yaptı. Evinin altına inşa ettiği büyükçe işyerine kahvehane açtı. Pazaryerinin ucunda, fakat pazar hayhuyundan uzak, tam yerine açılan bu kahveyi uzun zaman kendisi çalıştırdı. Sair günlerin akşamlarında, bir ölçüde elit kesimden kendine has bir müşteri kitlesi oluştu. Bir ara Avganın oğlu da işletti bu kahveyi, fakat asıl işletmecisi hep Ömeronbaşı oldu. Sonra İstanbul'dan geldiğinde Nurettin Akkaş çalıştırdı. Anıtkaya'da ilk olarak bilardo masası filan kurulunca, onun girişi biraz havalı oldu... Nurettin Akkaş vefat ettikten sonra Onbaşı'nın oğlu Selami çalıştırdıysa da pek istikrar yakalanamadı... Pazaryeri o günden sonra kahvesiz kaldı...
Pazaryeri demişken, oradan fazla uzaklaşmadan kıyısında köşesinde yer almış kahveleri de unutmamak lazım... Tenikeci Hüseyin Öztürk'ün dükkanıyla sırt sırta bir kahve vardı. Köşede yer alan bu büyük dükkanın mülkiyeti Şeytanhasan (Hasan Can)a ait olduğundan Şeytanhasanın Kahve diyorlar. Kim işletiyordu bilmiyorum, sanki bir ara Deliali (Ali Öztürk) de çalıştırmıştı. Şimdi yerinde Hüseyin Saki Hocanın evi var... Tam karşısında da Gobakların Deliyakıp (Yakup Kopan)ın dükkanı varmış. Orada Kötühüseyin (Hüseyin İnanır)ın kahvecilik yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Onun yerine de Çakırların Adem Erdem ev yaptı...
Seki gibi yükseltilmiş Pazaryerine Galip Bey Caddesi yönünden iki merdivenle çıkılarak girilirdi. Elli metre arayla konulmuş taş-beton merdivenler hala hayattadır. Bu merdivenlerin arasına denk gelecek biçimde inşa edilmiş sıra dükkanlar vardı ki onların pazaryerindeki sırtına da sundurma şeklinde üstü kapalı alanlar yapılmıştı, yemenici esnafı yayılsın diye... Neyse, sıra dükkanların Tenikecinin dükkan karşı başında olanı, diğerlerine göre daha büyüktü, sanki iki dükkan birleştirilmiş gibiydi... Görsen kahvecilik yapılması için böyle büyük tutulmuş dersin... İşte orada Hakkıların Hakkı Yırgal kahve işletmişti... Daha sonraları aynı yerde Öterin Nurettin Tüblek de kahvecilik yaptı... Lakin buralar uzun soluklu olmadı...
Yine Pazaryerine yakın kahvelerden birisi de Almanmahmut (Mahmut Öztürk)ün evin altındakidir... Almanya'dan kesin dönüş yaptığı yıllara rastlayan bu kahveyi, kayınbiraderleri Nuri ve Mehmet Toka çalıştırmıştı diye hatırlıyorum. Video kasetlerin revaçta olduğu dönemde bu kahve macerası da kısa süreli olmuştu...
Galiba ondan daha önce, Kelahmetlerin Gırgafa/Almanbahattin (Bahattin Azbay) kendisi dönmeden önce evini yaptırmıştı. Üst katta Karakol Komutanı Sabri Başçavuş otururdu... Alt katına da Kelahmetlerin Delisayit (Sait Azbay) kahvehane açtı. Buranın önemi, Anıtkaya'da okey oynanan ilk kahve olması sebebiyledir. Yoksa iz bırakacak kadar uzun süreli değildi...
Ömrü kısa kahvelerden biri de Kelibanın evin köşesine açılandır. Moruk ve Misgin (Üzeyir - Abdullah Dalgıç) kardeşler tarafından işletildi. Karakol ile karşı karşıya olan bu kahvenin yakınlarında başka da bir şey yoktu. Böyle ıssız bir yere kahve açılmasının tek sebebi, eski İstanbul karayolu üstünde olmasıdır. Afyon yahut Kütahya istikametine gidecek yolcular potansiyel müşteri görülmüş olabilir...
Cıldırın Kahveyi de aradan çıkaralım madem. Anladığım kadarıyla Cıldırapban (Abdurrahman Keleş) bakkal dükkanını bir ara kahveye çevirmiş. O bölgede başka bir kahve olmadığı için bilhassa gençler tarafından çok rağbet görmüş. Belki de fiziki olarak yetersiz bu dükkan çok küçük olduğu için sürekli tıklım tıklım görünüyordu, bilinmez; fakat öyle anlatıyorlar... Dediklerine göre Cıldırın uzun bir çirpisi varmış, oturduğu yerden o çirpiyle bütün müşterilere hükmedermiş... Siz bundan ister çirpinin uzunluğunu anlayın, ister kahvenin büyüklüğünü (!)... Dükkanda yaptığı gibi, gazoz kapağında sucuk partilerini kahvede de sürdürmüş. Nasıl ki Celep, çayının reklamını höpürtüyle yapıyordu; Cıldır da kendisi için pişirdiği sucuğu kokutarak reklam edermiş. Sonra gelsin siparişler...
Zafer mahallesinin nadir kahvehaneleri içinde en uzun süre açık kalan Almanyalıyaşarın kahvesi denilebilir. İlk açıldığı günden beri aralıklarla kapatılıp açılsa da hayatiyetini bugüne kadar ulaştırabildi. Yaşar Soylu'nun bizzat kahvecilik yaptığını hatırlamıyorum, orayı çalıştıran hep oğlu Ahmet oldu; fakat Almanyalıyaşarın Kahve diye bilindi. Paşatekkesinin yanındaki evinin hemen altındaki bu kahve tuhaf görünümlü boğazda işlek bir noktada bulunuyordu. Açık kaldığı zamanlarda müşterisi hiç eksik olmadı; bununla beraber artmadı da... Kendince Almanyalıyaşarın Kahve olarak varlığını hep sürdürdü...
Bizim çocukluğumuzda Sağırların Oda ile Kelarzımanın ev arasında harabe bir dükkanımsı vardı. Kepenkleri filan sağlamdı ama dambeş göçüktü... Vaktizamanında orası da kahve imiş, İstanbul'a gitmeden önce Çulluların Mehmet Azbay çalıştırmış. Kahvehane olarak kullanıldığına dair fazla bir şey bilmiyorum. Kendisi vefat ettikten sonra ailesi tamir etti, Afyon'a taşınana kadar orada oturdular...
Belediye Kahvesi, Anıtkaya'da hayatın bu sayfasında net bir iz bıraktı... Bir köşesinde eski Karakol binasının bulunduğu köy tüzel kişiliğine ait arsaya usturuplu bir bina yapıldı. Daha inşa safhasındayken kocaman bir kahve olarak planlanan bina, Belediyece yaptırıldığı için oranın adı Belediye Kahvesi olarak kaldı. İlk kiralayan Ahmethocanın Sarıali (Ali Mola) oldu. Masa sandalyeleri, kahveci ve müşterileri, binası ve her şeyiyle yeni bu kahvenin sektöre girişi hızlı oldu. Sarıali ile Garibanın İbrahim Honça ortaklar mıydı acaba?... Bir süre sonra Moruk-Misgin kardeşlere devrettiler. Onlar uzun süre işlettikten sonra, koca kahve bir kaç bölüme ayrıldı. Bir kısmı Tekel ofisi olarak kullanıldı. Kalan bölümün bir parçasında nikah törenleri yapıldı. Galiba bu dönemde Belediye Kahvesi kapalı kaldı... Bir müddet sonra küçük bir bölümünü tekrardan Misgin çalıştırmaya başladı. O kendisini emekli edip oğlu Alparslan'a devretti; Alparslan sektör değiştirirken Belediye Kahvesi küçük kardeşi İbrahim'e kaldı. Halen bu durumda devam ediyor...
Anıtkaya kahveciliğinde Moruk (Üzeyir Dalgıç)ın önemli bir yeri olduğu görülüyor. Abdurrahman Yavuz'un binasında, kendi evlerinin dibinde ve Belediye Kahvesindeki bu uzun kahvecilik macerasını Afyon'a yerleşerek noktaladı. Bununla beraber orada evinin yanındaki bir konteynırı yarı oda, yarı kahve gibi düzenleyip komşularıyla krizini kırdığına şahit oldum...
Kronolojik sırayı takip etmiyoruz, bu yüzden Kahvelerin Önü'nü sona bıraktım. Anıtkaya ticari, ekonomik ve sosyal hayatı esas alınırsa ilk başta ondan söz etmek gerekirdi...
Yerine sonradan Kur'an Kursu yapılan Hacıların Odanın kıblesindeki bu tuhaf görünüşlü dörtyol kavşağının adı Kahvelerin Önü olmuş. Buna sebep, aralarından gündoğusuna doğru dar bir sokak geçen yan yana iki kahvedir. Bu kahveler tam olarak ne zaman açıldı ve öncelik hangisinde bilemem. Lakin ikisi birlik olup meydanın adını değiştirmişler.
Bunların birisi Faddiklerin Güçcükhalil (Halil İleri)nin kahvesi... Haney evinin alt katını biri küçük, diğeri kocaman iki dükkan olarak düzenlemiş. Toprak tabanlı büyük dükkan kahveydi... Ortasında kalın bir direk vardı, tek basamakla yükseltilmiş ocaklık yan tarafındaki küçük kapıyla evinin avlusuna bağlanırdı. Bizler kahveyi televizyon marifetiyle tanıyan kuşak olarak, ilgimiz ona odaklı camdan içeriyi gözetleyebildiğimiz kadarıyla tanırdık; yoksa Güçcükhalilin müşterisi değildik. Camdan görünen ise şu; herkesin yüzü televizyona dönük. Bu durum normal kabul edilebilir; ama o alet kapalıyken de insanlar ona bakıyor, tuhaf olan bu... Acaba tv denen bu alet köye girmeden önce de kahve ahalisi hep o tarafa mı bakıyordu, bunu bilme şansımız yok...
Genellikle yaşlılardan oluşan Güçcükhalilin müşteriler çoğunlukla çay ve maden suyu içerlerdi. Burada kahve hiç yapılmazdı; gazoz, meşrubat ise nadirattan... Ocaklık, buzdolabı ve televizyonun bulunduğu duvar hariç; üç duvar kenarında kilise sırası gibi uzun oturmalıklar sıralanmıştı. Girişin sol yanındaki köşeye ters çevrilerek istiflenen kazık sandalyeleri alanlar televizyonu görebilecekleri bir yere oturur, çay servisini beklerlerdi. Oyun yoktu bu kahvede, bu yüzden her şey oyunsuzluğa göre dizayn edilmiş gibiydi. Beş küçük ve bir büyük masa vardı; ama o masa çevresine oturacaklar hemen hemen belliydi.
Yazılı olmayan bir kurala göre herkesin oturacağı yer belirlenmiş gibiydi, bu garip hiyerarşi ve disiplin nasıl sağlandı hala şaşarım... Mesela uzun, büyük masanın yeri televizyonun altı idi ve bu hiç değişmezdi. Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok) gelir, masanın duvar kenarında kalan sırasına oturur; kendisini ilgiyle dinlemeye teşne gençlerin birer birer toplanmasını beklerdi... Bunun gibi yatsıdan sonra herkes gelir yerini bulurdu. Biraz daha meraklı gençler, ortadaki direğe teğet bir yay çizerek televizyonu karşılarına alırlardı. İzleyecekleri program her ne ise en iyi buradan görülürdü. Hassönlerin Kırtümmet (Hüseyin Omak)ın tv umurunda değildi, gerideki sol masaya başını kor komaz uyurdu...
Dediğim gibi Güçcükhalilin müşterisi değildik. Bu şerefe nail olamadık, lakin kahvenin müdavimi sayılırdık. Gündüzleri pek oralı olmazdık ama geceleri mutlaka cama kapaklanır, içeriyi dikizlerdik. Hayır, derdimiz içerisi değil televizyondu. Biz müşteri değildik, ama iyi bir tv izleyicisiydik. İkindiden sonra Güçcükhalilin tv'yi törenle açmasını bekler, gece İstiklal Marşı okunup tv kapanıncaya kadar oralarda sürterdik.
Güçcükhalil bize karşı asabiydi. Öyle sırnaşık şeylerdik ki, defalarca kovalamasına rağmen o içeri girdiğinde biz cama yapışırdık. Onunla iletişimimiz cam vasıtasıyla sağlanırdı. İçerideki bakışı ve hızından hücuma geçeceğini anlayıp camdan uzaklaşırdık. Bazı şaşkın çocuklara denk getirirse elindeki boş tepsiyle ateş ederdi. O tepsiyi alıp içeri girdiğinde yine cama üşüşürdük, kaçırmamamız gereken sahneler vardı... Şimdi bu adam bize nasıl kızmasın...
Camdan televizyon izlememizin aslında Güçcühalile de bir zararı yoktu. Yine de adam bize sinirlenip, gördüğü yerde kovalamakta hakkı vardı. Çünkü ortada bir jandarma gerçeği bulunuyordu... Henüz Karakolun taşınmadığı o yıllarda jandarma gece devriyeye çıkar, özellikle kahveleri kontrol altında tutardı. Çocukların kahve çevresinde bulunmalarına ve içeriye alınmalarına karşı özellikle dikkatli davranan onlardı. Yoksa, soğukta sıcakta film izlemek için cama yumulmamıza millet niye karışsındı, Güçcükhalil niye kızsındı... Böyle bir durumun hesabını gelip kahveciden soruyorlardı. O da ne yapsın, mümkün oldukça çocukları kahveden uzak tutmaya çalışırdı.
Jandarma tehlikesinin olmadığı zamanlarda girişte sağdaki sekiye, hatta bazen onun önündeki sıraya oturmamıza bile ses etmezdi. Hele yanılıp yenilip oralet filan içersek müşteri yerine bile koyardı. Lakin böyle eşref saatine çok seyrek denk gelirdik; genelde o kovalamaya, bizse kaçmaya hazır tetikte bekleşirdik.
Güçcükhalilin oğlu Ali'nin kahvede olduğu zamanlar nispeten daha sakin geçerdi. Çünkü böyle gecelerde kendisi ocaklıkta durur, servisi oğluna bırakırdı. Halim selim bir insan olan oğlu bizimle pek uğraşmaz; çay dağıtır, boşları toplardı...
Günler döndü, yıllar geçti, devran devrildi... Güçcükhalil de yaşlanınca kahveyi kapattı... Ondan sonra bir müddet boş kalan kahveyi Fişek (Cengiz Öztürk) ve Siçanali (Ali Tüblek) de çalıştırdılar. Lakin eski zıngazınk ve capcanlı parlak günlerini bir daha yakalayamadı...
Kahvelerin Önü adının kalıplaşmasını sağlayan ikinci kahve, Hakkıların Süleyman Yırgal'ın evinin altındaydı. Ne zaman açıldığını bilmiyorum, ama sahibi ve işletmecisine 'Kahveci' lakabını kazandıracak kadar önemlidir. O kadar kahvecinin arasında bu lakapla anılan sadece O idi; 'Kahveci' dendiğinde Hakkıların Süleyman anlaşılırdı...
Kapısının üstünde 'Gençler Kıraathanesi' yazdığını ancak okumayı öğrendikten sonra fark etmişimdir. Oysa benim bu kahveye ilk girişim daha önceki yıllardan birine rastlar. Bir akşam babam elimden tutup götürmüş olacak... Masaları birleştirip sahne gibi yüksekçe bir platform oluşturmuşlar. Sandalyelere oturan seyirciler sahneyi çevrelemişler, içeri çok kalabalık. Ben babamın kucağındayım... Millet pürdikkat... Masaların üzerinde garip hareketler yapan bir adam var. Sihirbaz lafını ilk defa orada duydum. Sihirbazın aklımda kalan iki numarası bıçak ve yumurta ile yaptıklarıydı. Bıçakların aklımda kalmasının sebebi, aman bir kaza çıkacak korkusu olabilir... Yumurta numarası (Ben yumurta gibi gördüm, ama şimdi onun pinpon topu olabileceğini düşünüyorum.) sırasında Deliyakıbın Aziz Kopan'ı sahneye aldı. Ne yaptı nasıl ettiyse, Aziz'in kulağından yumurta çıkardığını unutamıyorum...
Kahve ismiyle müsemma, sırf gençler için açılmış gibiydi. Bir yandan maden suyu içip bir yandan domine oynamak için arada sırada gelen Macurali ile Berberhüseyin dışındaki bütün müşteri gençlerden oluşuyordu.
Gençlerin rağbetine sebep Kahvecinin onlara hoş gelen davranışları olabilir. Onların rağbeti de Kahvecinin hoşuna gittiyse aralarında imzalanmamış bir sözleşme varmış gibi birbirlerini hiç terk etmemişlerdir. Çünkü kemikleşmiş bir müşteriydi Kahvecininki...
Bu genç kemik müşteriye başka sebepler aranacak olursa, kahvedeki kağıt oyunları gösterilebilir. Güçcükhalilin kahve ne kadar sakin ise, Gençler Kıraathanesi o kadar gürültülü olurdu. Elbette müşteri profilindeki farklılıktan kaynaklı bir durumdur bu. Ancak gürültü kaynaklarından biri de masaya vurulan kağıtların takırtısı olduğu unutulmamalıdır...
Sabahları erkenden açan Kadir Dede, asıl Kahveci gelene kadar erkenci müşteriye eğlenme imkanı sunardı. Bu yüzden bu kahvede onun hizmeti de anılmalı. Büyüdüğünde burasıyla bütünleşecek olan iki iğdeyi kahvenin önüne diken de Kadir Dede idi...
İğdeler altını gölgelendirecek kadar büyümeden Kahveci bu işi bıraktı. Yeni aldığı Ford minibüsle Afyon'da hat dolmuşçuluğuna başladı. Bu arada Gençler Kıraathanesini abisi Hakkı Yırgal'a devretti. Bir kaç yıl sonra Keçilerinkazımın İsmail Seçen işletmeye başladı. 12 Eylül 1980 bu minval üzere geçildi...
Kahveci bir daha kahveciliğe dönmedi; ancak bu işi kotarabilecek seviyeye gelen oğlu Kadir Yırgal işi devraldı. Bundan sonra onun lakabı 'Kahveci Kadir' olacaktır. Babasından kalan müşteriyi tekrar topladı ve yeni bir kemik kitle oluşturdu. Kahveci ise ciddi bir kaza sonrası arabaya binemez oldu, tekrar kahveye döndü; ama bu sefer müşteri olarak...
İğdeler büyüdü, kahve eskidi, Kahveci vefat etti, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra iğdeler kesildi, kahve yıkıldı, yenisi yapıldı, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra... Sonra Kahveci Kadir öldü... Kahvenin yeni sahibi Günaydın Yırgal, bir kaç işletmeciye kiraladıysa da bu yeni modern kahve hiç bir zaman eski, köhne 'Gençler Kıraathanesi'nin yerini dolduramadı...
Bu tuhaf aralığa 'Kahvelerin Önü' denilmesine baş etken iki önemli kahvenin macerası böyle... Maceranın bütünlüğünü bozmamak için Kahvelerin Önü ile ilgili bir başka hususu ayrıca ele almak gerektiğini düşündüm, ki o da Takanın Kahvedir...
Güçcükhalilin Kahve kendine has bir müşteri profiline sahipti. Belli yaşın üzerindekilere hitap ediyor, oyunsuz sakin bir ortam sunuyordu. Kapandıktan sonra bu müşteri bir an boşlukta kaldı. İşte bu arada, galiba 1983 yılında Taka (Nuri Argunşah) kahvesini açtı. Burası iki önemli kahvenin karşı tarafında, tam da Kahvelerin Önünde bulunuyordu. Hazırlanmış bir piyasaya girmiş sayılırdı Taka... Çünkü buraya müşterinin ayağı alışıktı. Üstelik nereye gideceğini bilmeyen azımsanmayacak bir kitle için yeni adres olacaktı. Oyun yoktu, şamata yoktu, sükunet vardı... Güçcükhalilden öksüz kalanların bir kısmı hemen buraya yöneldiler. Hiç kahveyle alakası olmayan bir kısım da sırf Taka'nın hatırına bunlara katılınca Kahvelerin Önündeki bu yeni kahve, hazır bir müşteri topluluğuyla başlamış oldu. Sonuna kadar bu öz müşteriyi hiç kaybetmeyecek...
Çorak dambeşli, toprak tabanlı bu küçük kahvenin, görünüşünün aksine sıcak bir atmosferi vardı. Neler neler yaşandı orada... Zaman geçti, şartlar değişti; burası yetersiz gelmeye başladı. Yıkıldı, yenisi yapıldı, büyütüldü. Oyun yoktu, oyun oynanmaya başlandı... Zamanla burasının da yetersiz kaldığı görüldü, kat çıkıldı. Üst kata bilardo masası bile kuruldu. Bütün bunlar yaşanırken kahvenin başında Takanın oğlu Ahmet vardı... Başlangıçtaki öz müşteriden öte tarafa göçenler oldu, bunun yanında eklemeler yapıldı... Zaman aktı, Taka vefat etti. Şimdilerde Kahveci Ahmet işi büyük ölçüde oğlu Bekir'e bırakmış durumda. Takanın Kahve, Kahvelerin Önünde yerliyerinde...
Nasıl ki Kahvelerin Önündeki iki kahvenin macerasıyla eş zamanlı olarak Takanın Kahve olayı yaşandıysa, onunla eşzamanlı Muhittin'in Kahve durumu da vardı. On yıldan fazla süren Muhittin Varlı'nın kahveciliği, Kahvelerin Önünde değildi; ama oradan çok da uzakta sayılmazdı. Dodirinin Adem Öztürk'ün evi altındaki bu kahvede şimdi börekçi var...
Hala hayatta olan bir genç kahveyle bitirelim. Takanın Kahvenin altında, Tülümuratın evi alan Davılcının Gökhan Özdemir buraya bir kahve açtı...
Anıtkaya esnafı arasında önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm kahvecilerin bu kadar kalabalık olabileceğini ben de tahmin etmiyordum...