28 Ağustos 2023

Davul Bile Dengi Dengine

    
    Gerçekleşmeyen evliliklerde karşılaştığımız bir atasözüdür. Türkiye'nin her yerinde bilmeyen yoktur: Davul bile dengi dengine der...

    Oğlan ile kız sosyal, ekonomik, biyolojik vs. yönlerden birbirine yakışmayabilir. Zaten insanlar arasında yüzde yüz uygunluktan söz etmek mümkün değil. Farklı farklı yaratılmış olmaları işin doğası gereği...

    Dünürcülükte kız tarafı bu işe gönüllü değilse, olumsuz cevap verilecekse bunun yolu yordamı belli. Kırıcı olmadan hayır demenin bin bir türlü yolu var, illa taraf ailelerin veya gençlerin uygunsuzluğunu dile getirme zorunluluğu yok...

    Davul bile dengi dengine demek, 'siz bizim dengimiz değilsiniz, biz sizden üstünüz' demek oluyor. Kibirden başka bir şey değil ve kibir şeytandan...

        ***

    Davul, tarih boyunca bütün toplumlarda; iletişim, fizikötesi rahatsızlıkların tedavisi için büyü, duyurularda dikkat çekme, askeriyede disiplinli tempo, spor müsabakalarında coşku ve hayatın her alanında ritim sağlama aracı olarak kullanılmaktadır. 

    Herhalde Anadolu'da davul çalınmayan köy yoktur. Bizdeki davul başka milletlerdekinden farklı olarak çaprazlama boyuna asılarak çalınır. Çaprazlama asılması sebebiyle bir yüzü hafif yukarı, diğer yüzü hafif aşağı bakar. Göğe bakan yüz ekseri kişinin sağ tarafındadır. Çünkü büyük çoğunluk sağazdır, tokmağı eliyle tutar.

    Ucu kütümekli değneğe tokmak denir. Kütümek davulun ortasına her vuruşta tok bir ses çıkar, bu yüzden davulların sağ yüzü genellikle ortasından yamanarak güçlendirilmiştir. Tokmak darbeyi hep aynı yere indirdiği için derinin oradan patlama riski vardır... Tokmak ile gergin derinin her şiddetli temasında ortalık güm güm inler...

    Ne kadar gür çıkarsa çıksın, hep aynı tondaki monoton sesler kulağı rahatsız eder. Tek notayla müzik olur mu; olmaz... En lezzetli yemeği bile üst üste beş öğün yesen bıkarsın... Yalnız akbaş çiçeğinin açtığı göbüle gördün mü; garın dikeni de olacak, sormuk otu da ki bahar gelsin... Aynen bunun gibi tokmağın gümgümü de güzellik doğurmaz, bir şeyler daha lazım...

    Davulun yere bakan yüzünde davulcunun sol eli sabit bekler. Parmaklarının ucundaki bir çirpiyle, bu mahcup davul yüzüne belli aralıklarla dokunur. Dikkat kesilirsen, tokmağın güm'leri arasında bu çubuğun hafif fısıltısını seçebilirsin. Sesin hafif çıkmasının sebebi deriye sadece yumuşak dokunuştur. Peki, tok değil de yayvan ses çıkmasına sebep nedir? Herhalde çubuğun ucu değil de uzunlamasına bütün bedeninin deriye değmesi nedeniyle böyle bir ses oluşuyor... 

    Sonuçta tokmağın güm gümleri arasına, çirpinin daha hafif ve dağınık sesleri giriyor ve ortaya muazzam bir doğal beste çıkıyor: 'güm be de! güm be de! güm be de!'...  

    Yöreden yöreye davul sesini tanımlama değişebilir. Ne de olsa her yerin kendine göre bir görgüsü, anlayışı, zevki, algısı var. Mesela Anıtkaya'da biz; 'güm bü dü! güm bü dü! güm bü dü!' deriz. Bazen de davul, 'dañ gı dı! dañ gı dı! dañ gı dı!' filan diye çaldığını düşünürüz... Herhalde toplumların müzik zevki, kulak algısıyla ilgili bir şey...

    Köyün birisinde tokmağın sesi 'deñ', çirpinin sesi 'gi' diye düşünülüp davul ritmi 'deñ gi! deñ gi! deñ gi!' diye tarif edilmiş. Tam olarak yeri belirlenemeyen bu köyde, kızını isteyen fakir aileye baba bu cevabı vermiş: Davul bile 'deñ gi! deñ gi!' diye çalar...

    Kızını vermemek için ayak sürüyen babanın bu cevabı, adı bilinmeyen bu köyden bütün memlekete yayılarak atasözü olarak kalıplaşmış...

    Davul bile dengi dengine...



27 Ağustos 2023

Davulcu Odası ve Odabaşı


    Kızevinde kadınlar arasındaki eğlencelerin merkezi çenizevidir. Ondan bir kaç gün sonra başlayacak oğlanevi eğlencelerinin merkezi de bir köy odasıdır. Dolayısıyla buradaki oyunlar erkekler arasındadır.

    Cuma Namazından sonraki çalgı sesleriyle düğünün başladığı anlaşılır. Düğünün bu en yoğun safhasındaki asıl eğlenceyi sağlayan başat unsur çalgıdır. İlk zamanlarda yalnızca dümbek denilen dini müzik aleti kullanılırmış çalgı olarak... Her tekkede, zaviyede bulundurulduğu için kolay ulaşılabilen kudüme Eğretliler dümbek diyorlar... Sokak çalgısı olarak düğünlerde dümbek çaldırırlarmış... Kapalı mekanda, odalarda ise cura ve saz çalıyorlar... En son 1975'teki bir düğünde dümbek çalındığını hatırlıyorum...

    Karacahmet Sultan'ın etkisiyle orada uzun süre çalgı çalmak doğru bulunmamış, hatta Cumhuriyete kadar hiç çalgı yokmuş. Sadece dümbek çalmaya izin varmış. Bu yüzden dümbek Karacahmet'te çok yaygınmış. Bizimkiler de dümbek lazım olduğunda bellemişler, hemen oraya müracat ederlermiş. Ekseri Dananın Çolak ile Tekeli, düğünlerde dümbeği tercih ettikleri söyleniyor ...

    Bir dönem de davul zurna çalınıyor. Dümbeğe göre daha gür sesli davul tercihinin yanına zurna da eklenince resmen çalgı topluluğu dönemi başlamış oluyordu. Davul zurna ikilisinin sokak çalgısı olarak Cumhuriyetten önce görüldüğü düşünülebilir. Belki sadece davula dellal duyurularında da rastlanıyordu; ama sokak-oda çalgısı diye bir ayrım yapılmadığını düşünüyorum. Çünkü sokakta ve ayakta cura çalındığına dair bir kaç olay var... Belki de dümbekle davul zurna aynı dönemde eş zamanlı kullanılıyordu ve hem dışarıda hem içeride saz çalınarak düğünler şenlendiriliyordu...

    Bizim köyde Davulcu Kelhalil (Halil Göz) ve Düdükçü (Ramazan Zenger) unutulmaz davul-zurna ikilisidir. Nefesli çalgıların hepsine kısaca düdük denildiği için, ayrıca zurna ayrımına gitmeyerek adama lakap olacak şekilde 'Düdükçü' denilmesi ilginçtir. Davul o kadar değil ama, zurna çalmak gerçekten maharet istiyor. Kelhalil öldükten sonra davulu bir kaç el değiştirmiş; lakin Düdükçünün ölümünden sonra Anıtkaya'da zurna çalabilen kimse duymadım... Ne de olsa zurnada peşrev yok...

    Meşhur zurnacılardan biri de Bataklı Cafer Ağa'dır. Anıtkaya'da çok düğünde çaldı. Davulcusuyla birlikte hem çalar hem oynarlardı. Ayrıca geleneksel Türk Tiyatrosunda önemli bir yeri olan köy seyirlik oyunlarını sergilemede de usta birisiydi... En son yaşlılık döneminde, 1992 yılında bir düğünde çalarken izlemiştim...

    Davul zurnanın tarih olmasına sebep daha modern enstrümanların ortaya çıkması, medya ve iletişimin gelişmesine paralel müzik zevkinin değişmesidir. Bu iki emektar çalgıyla istenen coşkulu eğlencenin sağlanamayacağı anlaşıldı, unutulmaya terkedildiler. Bununla beraber davul zurnanın bitkin düşme, can çekişme, sekerat ve ruhunu teslim etme süreci beklenenden uzun sürdü. Yoksa, çok aletli çalgı takımı 1970'li yılların başında ortaya çıkmıştı bile...

    Aslında çok çalgılı çalgıcılar ile davul zurnanın temelde bir farkı yoktu. Çalgıcılar dediğimiz yeni takım iki vurmalı, iki nefesli toplam dört çalgıdan oluşuyordu. Bildiğimiz davulun tepesine bir büyük zil eklenmişti. Davulun yanına debirdek dediğimiz bir küçük trampet eklenmişti. Düdüklere gelince... Halk arasında gırnata olarak bilinen klarnet ve onun yanında tuşlarla biçimlendirilen trompet...  Davul zurna işte bunlara yenik düştü...

    Zamana göre galip görünen çok aletli çalgıcılar ise genelde Tekkegaren (Kayıhan)dan çıkmışlar. Yahut bizimkiler onları tercih etmişler. Bu anlamda en meşhur ve rağbet görenleri, Çete ve Kötühüseyin idi. Çete'yi şimdi tam olarak zihnimde canlandıramıyorum; ama Kötühüseyin'in unutulmaz bir siması vardı. Keskin, kısık gözler ve kendine has dudaklarının kenarından sarkan bıyıkların merkeze oturduğu bir yüz düşünelim. Tam ortada hepsiyle uyumlu bir burun... Burun dikkatimi çekmezdi, lakin üstteki gözler ile alttaki ağız görene unutma beni der... 

    Çocukluğumda hafızama kazınan bu simayı unutmamışım. Yıllar sonra yaşlılığında görünce hatırladım, yine de Çalgıcı Kötühüseyin olup olmadığını sordum. Heyecanla eski günleri anlatmaya başladı. Neredeyse bütün Anıtkayalıları biliyor. Askerde nasıl bandocu olduğunu, orada öğrendiği trompet çalmayı terhis sonrasında nasıl devam ettirdiğini ve nasıl çalgıcı olduğunu bir bir sayıp döktü. Anlatırken maziyi tekrar yaşıyor gibiydi...

    Sonuç olarak düğünlerde tutulan bu üç ayrı çalgının tarihlerini net çizgilerle ayırmak çok güç. 20. Yüzyıl başlarında odada çalgı çalındığına yönelik güçlü rivayetler var. Bununla beraber aynı dönemde bu üç tarz çalgının da tercih edilebildiğiyle ilgili örnekler bulunuyor. Mesela 1969 sonunda Tekelilerin Halil Taşkın'ın düğününde dümbek çalındığı fotoğraflanmış. Ondan iki ay sonra Berber Ahmet Kabadayı'nın düğünü davul zurnayla mı yoksa çalgıyla mı olacak diye tartışılmış ve çalgıda karar kılınmış. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt Seçen'in düğünü ise davul zurna ile yapılmış. Demek ki çalgı, düğün sahibinin görgü, imkan ve tercihine göre belirleniyor...

    İki gece üç gündüz çalacak olan çalgıcılar bir odaya yerleştirilir. Davulcu Odası diye adlandırılan bu oda  düğün sahibinin mensup olduğu sülaleye ait olur. Çünkü hemen her sülalenin bir odası var... Sülalenin odası, ama Davılcıodasının da bazı özellikleri taşıması gerek. Bir defa oğlan evine yakın olmalı; çalgıcılara yemek servisi, şu bu  derken sürekli git gel yapılacak... İkinci olarak, geniş bir oyun alanına sahip olmalıdır, mümkünse çalgıcıların çaldığı yer ile oyun alanı birbirinden ayrı olmalı. Üçüncü olarak davılcıodası merkezi bir yerde bulunsa iyi olur. 'Harman yelinen, düğün elinen' yapıldığı için herkesin kolay ulaşabileceği bir yer olması tercih edilir...

    Bahsi geçen fiziki şartlara sahip davılcıodası bulmak her zaman kolay değildir. Bu yüzden bazen kahveler bu amaçla kullanılabilir. Buna en güzel örnek Gambır Muhtar Ahmet Öncül'ün düğünü olsa gerektir. Güçcükhalilin kahvede bir kaç saat oynanılan bu düğün, aynı zamanda Anıtkaya'daki ilk video çekimli düğün olması bakımından da önemlidir...

    Davılcıodasında idare ve hakimiyet Odabaşınındır. Oğlanevine yakın delikanlılar arasından seçilen odabaşının büyük görevleri olduğundan, koordinasyon yeteneği bulunmasına dikkat edilir. Her önüne geleni odabaşı olarak dikemezsin. Nedir o görevleri? Çagıcılarla oğlanevi arasında iletişimi sağlamak; çalgıcılar hem görevli hem misafirdir, onların iaşe ve konaklamasına hizmet etmek; dışarıda çalgıcılara kılavuzluk etmek ve davılcıodasındaki eğlenceyi huzur içinde yürütmektir...

    Yüksek performanslı çalgıcılarla eğlence zirveye çıkar. Düğünde coşku istiyorsan (kim istemez ki) çalgıcının gönlünü hoş tutacaksın. Karnı doyacak, uyku problemi olmayacak... İşinden memnun olacak ki iyi çalsın, düğün sahibi de memnun kalsın... Tabi bu adamlar isteklerini odabaşı aracılığıyla bildiriyorlar. O görevini yapmayıp odadaki önemli durumlardan ağayı haberdar etmezse olası problemler çözülmez. Hatta bazı problemlerin çözümünde odabaşı yetkilendirilmelidir...

    Odabaşının çalgıcılara kılavuzluğu okuma esnasındadır. Henüz davetiye adetinin olmadığı zamanlarda, oğlanevinin düğün davetleri çalgıyla yapılır buna da 'okuma' denirdi. Cuma ve Cumartesi günleri bitirilmesi gereken bu önemli vazife oldukça meşakkatlidir. Kimler okunacaksa yazılı veya sözlü olarak odabaşının eline liste halinde verilir. Koca köye dağılmış olan okunacakların her birinin evine çalgılarla gidilecek, gocagapının önünde ev sahibi kendini gösterene kadar okuma havası çalınacaktır. Bazıları çok çalınsın diye bilerek dışarı geç çıkar. Karda kışta vay o çalgıcının haline... Lakin yapacak bir şey yok, evden biri çıkıp da odabaşı aracılığıyla çalgıcılara bahşişi verene kadar çalacaksın... Bu bahşiş bazen üç beş kuruş, bazen bir yumurta olabilir; ne çıkarsa bahtına... Böyle böyle bütün okunacaklara çalmak lazım... Berberahmetin düğünde odabaşı Posdeci Mehmet Ali Ölçer imiş... 'Öyle bir okuma listesi vardı ki bitirene kadar ayaklarıma kara sular indi' diyor...

    Bir yandan okuma işini sürdürürken, çalgıcıların bazı vakitlerde belirli yerlerde bulunmaları gerekiyor. Çeyiz kağnısı gidecek, çeyiz kağnısı gelecek; damatlar berbere gidecek, sonra kına yakılacak; vatandaş dışarıda çalgı ister, onlara çalınacak, isteyen oynayacak; Cumartesi akşamı kızevine gidilecek, orada damat oyunu var... Bütün bunlar çalgı eşliğinde olması gerekenler... Onları peşinden sürükleyecek olan da odabaşıdır... Bütün bu hay huy arasında boş vakit kalırsa (ki çok zor) oğlanevinin önünde çalmalı, isteyene oynama imkanı vermelidir. Ne de olsa oğlanevinin küçük çocuklarını oynatma hususunda, büyükler çok heveslidir...

    Odabaşının belki de en zor görevi Cuma ve Cumartesi geceleri davılcıodası eğlencelerini yönetmektir. Buraya her isteyen gelir, karınca kararınca eğlenceye katılır, gider. Bu yüzden özellikle Cumartesi akşamı trafik çok yoğun olur. Oyun alanı sürekli doludur, herkes oynamak ister. Elindeki kaşıkları kime verirse onlar oynayacağı için; oyun sırasını belirleme işi de odabaşındadır. Böyle zamanlarda kafası dumanlı çok kişi olur, ufak bir şeyden kavgalar çıkar. 'Vay benim istediğimi niye çalmıyon!... Yok ben oynayacaktım!... Niye öyle bakıyon!... Onun babası beni şurda dövdüydü!...' Odadaki coşkuyu sağlamak, ama taşkınlığa meydan vermemek; çalgıcıları ayrı, odadakileri ayrı; düğün sahibini ayrı, damatları ayrı idare etmek odabaşının görevidir ve bu hiç de kolay değildir...

    Pazar günü gelin indikten sonra, oğlanevi önünde oyunlar oynanır. Bunlar kapanış oyunudur ve isteyen herkes oynar. Bittikten sonra çalgıcıların görevi sona erer. Düzen takanları toplanarak memleketlerine uğurlanırlar... Ancak onların gidişiyle odabaşının zorlu görevi sonlanmış olur...

    Odabaşının görevinin önem kazanması, herhalde seymanların bir bir meydandan çekilmesinden dolayıdır... 1960'lı yıllara kadar düğünde eğlenceyi ve düzeni sağlayan temel öge seymanlar ve seymanbaşı olduğu anlaşılıyor.... Düğün boyunca, ihaleyle aldığı Gocacamideki sancağı taşıma hakkını elinde bulunduran seymanbaşı, aynı zamanda delikanlıların çıkaracağı oyunları da organize ediyordu... Onların yavaş yavaş önemini yitirmesiyle odabaşı öne çıkmaya başlıyor... Cuma günü, düğün boyunca orada dalgalanacak olan oğlanevinin dambeşine dikilen bayrak da sanırım seymanbaşının taşıdığı sancak yerine getirilmiş bir adet oluyor...




25 Ağustos 2023

İzmir'i İcat Eden

     
    Nüfus sınırlamasından dolayı Anıtkaya Belediyesinin lağvedilip köy statüsüne düşürüldüğü yıllarda, Anıtkaya nüfusuna kayıtlı 15 bin civarında insan varmış. Bunun anlamı, burayla irtibatlı yaklaşık 13 bin kişinin Anıtkaya dışında yaşadığıdır. Hemen her tarafa yayılmış bu insanlar en çok İzmir'e yönelmişler...

    Ekonomik şartlar sebebiyle Türk işçilerin Almanya merkezli Avrupa akını vardı. Aynı dönemde yurt içinde köyden kente doğru bir yönelim de yaşanmış. Ekmeğinin peşinde koşan bu insanların yerleşecekleri yeni yerler konusunda pek seçenekleri yoktu. Kendilerine öncülük eden kişi nereye yönlendirdiyse oraya gittiler. 

    Toplu göçler toplumların hayatında olumlu olumsuz çok etkili oluyor... Eğret/Anıtkaya halkının geleceğini derinden etkileyecek bir göçten söz edilecekse, herhalde bu İzmir göçü olurdu. 

    Artan nüfus karşısında durağan köy imkanlarının yetersizliği anlaşılınca başka diyarlara yüzünü dönmek kaçınılmazdı. Bizim burada aradığımız şey, neden tercihin İzmir yönünde olduğudur.

    Cumhuriyet kurulduktan hemen sonraki ekonomik kriz Eğret'te de derinden hissedilmiş. Yedi yıl süren kuraklık da buna eklenince, eskilerin anlattığı meşhur kıtlık dönemi başlamış. İşte bu dönemde ekmek parası için ilk çıkışlar başlamış. Tarlası olmayanlar hemen, arazi sahibi olanlar ise harman kalktıktan sonra bir yerlere çalışmaya gider olmuşlar. Tabi iş neredeyse oraya gidecekler... Tuhaf olan şu ki, hep batıya doğru yönelmişler; Manisa, Aydın, Muğla, İzmir gibi... Bu dört il arasında Eğretlilerin ilgisi açısından İzmir sonuncuya geliyor... Bundan ilk gidenlerin tarım işçisi olarak çalıştığını çıkarabiliriz... Bir başka husus da bu ilk gidişlerin kısa süreli, mevsimlik olduğudur...

    Temelli, yerli yetikli gidişler 1950'den sonra başlamış, 60'lardan itibaren yoğunluk kazanmış. İşte sözü edilen İzmir göçü bu döneme rastlıyor. Fabrikalar açılıp işçiye ihtiyaç duyulduğu, 'kadrolu' iş imkanının arttığı yıllar... 

    1960'larda kanca atıldıktan sonra 70'lerin başından itibaren yerleşmeler başlamış. İlk giden her kimse, onun öncülüğünde İzmir rağbet görür olmuş. Köydeki şartların ağırlaşması, İzmir hakkında konuşulanlar ve daha başka etkenler birleşince, ülkenin en batısındaki bu şehre olan ilgi de artıyor... 

    İlk zamanlarda orada bekar hayatı yaşayanlar, durumunu biraz düzeltince çoluk çocuğunu da yanına alıyor. Böylece yerleşmiş oluyor. Sonra onu görerek bir başkası gidiyor... Böyle böyle bireysel gidişler büyük göçe dönüşüyor... 

    1970'lerde İzmir'deki Anıtkayalılar büyük ölçüde kendi evlerini yapmışlardı. Köye geldiklerinde Çaymehellesi, Tıngırdepe, Samandepe, Metdapmehellesi gibi bazı yer adlarını duyardık; ama bunların ne anlama geldiğinden habersizdik. Yaşadıkları mahallelermiş... Oysa Çay Mahallesi denilince, köydeki çamaşırhaneye Çay dediğimiz için, aklıma hep çamaşırhane etrafına yapılmış evler gelirdi.  Samantepe adını duyduğumda harmanyeri, Mehtap Mahallesinde ise (mehtap nedir bilmediğimizden ve medtap da mektepi çağrıştırdığı için olsa gerek) ortasında okul olan mahalleyi düşünürdüm. Tıngırtepe'yi her işittiğimde teneke gelirdi aklıma... Bir türlü anlamlandıramadığım şey ise Yıkıkkemer'dir. Pantolon belindekinden başka kemer bilmeyen birisi için, bir kemerin yıkılması ne ifade eder ki?

    Yakınlarından onları ziyarete gidenler de olur, geldiklerinde İzmir'i ballandıra ballandıra anlatırlardı. Bizlerde asıl imrenmeye yol açan şey ise oradan tatilini geçirmek üzere köye gelen İzmirlilerdi...

    Eski bayramlarda Anıtkaya nüfusu ciddi anlamda artardı. Bir vakitler ekmek davasıyla köyünden ayrılan insanlar çoluğu çocuğu toplayıp kısa süreli de olsa köyüne dönerdi. Hem memleket hasretini dindirecek hem de çocuklarının dedesini ninesini, hısım akrabasını görerek bayramlaşmasını sağlayacaktı. Bu yüzden arefeden başlayarak bayram süresince sokakları aslen Anıtkayalı yabancılar(!) doldururdu. Eski bayramların özleniyor olmasının bir sebebi belki de onlardı, kim bilir...

    Anıtkaya'daki bu bayram ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu doğal olarak İzmir'den gelenlerdi. Bayram dışında yıllık izinlerinin bir kısmını köyünde geçirmek isteyenler de olurdu ve bu izin ne hikmetse yaz aylarına denk getirilirdi. Yani harmana... Bu vesileyle yeni İzmirliler, ana babasının, kardeşlerinin harmanına da bir nebze yardım etmiş olurlardı. 

    Bizim yazın beklediğimiz İzmirliler ise onların çocuklarıydı. Hiç görmediğimiz oyuncaklarıyla çıkagelen bu çocuklara hep imrenerek bakar, kimi zamansa onlarla hem oynar hem kavga ederdik. Çocuğun dünyasını dolduran bütün duyguları onlarla da doyasıya yaşardık. Mesela bilye dediğimiz oyuncağı ilk defa onların elinde gördük, oynamayı onlardan öğrendik. Gerçi onlar bilyeye 'meşe' derdi... Simite 'gevrek', günaşığa 'çiğdem' dedikleri gibi; içinde birlikte yüzdüğümüz Buñar'ımızı da 'Pınar' diye söylerlerdi. Anıtkaya'da pek yaygın nazal ñ harfi, onların ağzına yakışmıyordu. S ve n seslerini ise çok vurgulu söylüyorlar, kavga ederken 'Napcan ha! Napcan!' diye dikleniyorlardı. Gezerken, oynarken, sohbet ederken ve hatta kavga esnasındaki konuşma şekilleri pek güzeldi... Dedemize dede, ninemize nine dediklerine göre bizden biriydiler. Severdik onları ve her yaz gelişlerini beklerdik...

    Köyden İzmir'e ziyarete yahut gezmeye gidenlerin anlattıkları da ilginç gelirdi. Köyünü, köyde geçirdiği günleri, yakınlarını ve büyüklerini özleyenler; bu özlemlerini dile getirmekten çekinmeyenler çoğunluktaymış. Bayramda, tatilde, yakaladığı ilk fırsatta kendini Anıtkaya'ya atanlar bunlar olsa gerek... Yalnız geldiği yeri unutan, unutmak isteyen, geçmişine sünger çeken, eski arkadaşlarını küçümseyen, kafası kafdağlarında bazı Anıtkayalılara da rastlanırmış. 'Çoban değneğiñi goğsuya sokdum, duruyo!' diye birine haddini bildirdiğini anlatan bir kaç kişiyi dinlemiştim... 

    İzmir'e ilk giden nesil bu dünyadan göçtü, hayatta olanlar varsa da çok az... Sonraki kuşaklara en fazla 'Anıtkaya kökenli İzmirli' denilebilir, onların çocukları ise tamamen İzmirli... Dolayısıyla bugün için bayramlarda Anıtkaya'da nüfus artışından eskisi kadar söz edilemez. Bununla birlikte yaz nüfusunda bir nebze canlılık oluyor. Buna sebep, köyde 'Yazlıkçılar' diye adlandırılanlar... İzmir'e yerleşmiş bazı Anıtkayalılar, emeklilik sonrasında iki göz ev yaparak yahut eski evlerini tamir ederek yazlarını köyde geçiriyorlar. İş güç sahibi çocukları yerlerinde dururken, bunlar karı koca yayla hükmündeki köylerini tercih ediyorlar...

    Yazlıkçıların içinde de başka yerlerden gelenler olabilir. Bunları İzmirli diye genellememizin sebebi yüzde doksan İzmir'de olmaları yüzünden. Yoksa, başta Afyon olmak üzere, Kütahya, İstanbul, Eskişehir, Antalya, Ankara ve diğer yerlerde çok Anıtkaya'lı var. Lakin başka hiç bir yerde Anıtkayalı yığılması, İzmir'deki orana yaklaşamamış bile... Düşünün, Afyon'dan bile daha çok İzmir'de yaşıyormuş Anıtkayalılar... 

    Anıtkayalılara merkez olan İzmir, yaklaşık yirmi yıldır onların örgütlenmesine sahne oluyor. Anıtkayalılar Derneği adıyla çeşitli organizasyonlarla bir araya geliyor ve aradaki bağları kavileştiriyorlar. Bu tip bir olumlu örgütlenmenin başka bir yerde örneği yok. İzmir'in Anıtkayalılar nezdindeki yeri bu yüzden de başka...

    Dediğim gibi, ilk kuşak İzmir'e göçenlerin çoğunluğu ikinci göçü ötedünyaya gerçekleştirdi. Sonraki kuşak işini, işyerini kurdu; işçiyken işveren oldu. Kısaca İzmirli oldular... Bugün için düşünürsek, Anıtkaya'nın dört katı Anıtkayalının İzmir'de yaşadığı tahmin ediliyor. Yani İzmir'de dört Anıtkaya var...

    Birisinden duymuştum, 'İzmir'i icat edenden Allah razı olsun' diyordu. Haklıydı... Şu haliyle Anıtkaya 10 bin nüfusu kaldırır mı... Belediyelik gitti köy olduk filan derken, işin bir de bu yönü var... 



23 Ağustos 2023

Düz Oyun

    
    Eskilerin en basit oyunundaki en basit hareketlerde bile çok anlam gizliymiş... 

    Çeñizevinde yahut başka ortamlardaki kadın oyunları duruma göre çeşitlilik gösteriyor. Bu biraz da düğünün safhasına göre belirlenen gelinin ruh haliyle ilgilidir. Nasıl ki kına yakılırken, gelin yazılırken, övülürken, süzünürkenki haller bir olmaz; bu durumlarda söylenen türkülerin ve oynanan oyunların özelliği de değişir. Genel ruh haline göre değişen oyunlar, Ege ve İç Anadolu'nun ortak karakteristiğini yansıtır. Mesela kına yakılırken, çoğu yerdeki kına havalarının aynısı söylenir. Bunun gibi kadınların çeñizevindeki oyunları da bölgede oynananların hemen hemen aynısıdır. Bununla beraber Anıtkaya'ya özgü, sadece burada oynanan oyunlar bulunduğunu belirtmiştik. Bunların en önemlisi 'düz' idi...

    Düz, sakince oynanan bir oyun... Gençlerin şimdilerde oynadıkları gibi hoplama zıplamaya dayalı değil... Hareketli, ama bu hareketler çok yavaş; kırık havadaki gibi keskin figürler bulunmamakla beraber uzun ve yanık havalarla süslü gamlı baykuş oyunu gibi de düşünülmesin... Tam manasıyla ağırbaşlı, vakur kadınların oyunu kabul edilebilir...

    Aslında oyun biçimini tam olarak tasvir edebilmek çok zor. Oynayanları küçükken gördüklerimden şimdi hatırlayabildiğim çok az. Akılda kalanlarla şimdi dinlediklerimi birleştirmeye çalışıyorum...

    İki kadın karşılıklı oynuyor. Karşında kafa dengi biri yoksa yalnız da oynayabilirsin. Öyle çok alengirli vücut hareketlerine gerek yok, iş kollar ve ayaklarda bitiyor. Kolları yanda omuz hizasına kaldırıyorsun. Adımlara paralel olarak parmaklar şıkırdıyor. Adımlarla şıkırtılar, sağ sol çaprazlama şekilde uyumlu olmalıdır; sağ ayak öndeyse, onunla birlikte sağ kol da aynı miktarda öne çıkmalıdır. Ayak yere değdiğinde parmaklar şıkırdamalı... Oyunun sükuneti yalnızca, belli aralıklarla ters kol yönündeki dönüşlerle bozulur. Burada bütün maharetini ortaya koyan oyuncunun ustalığı anlaşılır. Dönüşü beğenenler, oyuncunun parmak şıkırtısıyla uyumlu tempo tutarak ellerini çırparlar. Bu, Anıtkaya'ya mahsus beğeni refleksi olan bir çeşit alkıştır...

    Düz oyununun en büyük özelliği, oyuncunun kendi çalıp kendi oynaması, daha doğrusu kendi söyleyip kendi oynamasıdır; çünkü bu oyunda çalgı çengi yok. Ritim, tempo ve oyun düzeninin tamamı; oyuncunun söylediği türkü, parmak şıkırtısı ve ayak tüpürtüsünün üçlü uyumuyla sağlanır. Bu üç kaynaktan çıkan üç farklı ses arasında öyle bir uyum vardır ki, katiyen düz oyununda bir arıza bulamazsın. Nasıl olsun ki eller, ayaklar ve ağız aynı beyine bağlı...

    Düz oyuncusunun çığırdığı türküye gelince... Bunun bir oyun havası olmasını beklerseniz yanılırsınız. Aslında buna türkü demek de doğru olmayabilir, çünkü herkes tarafından bilinen, şu diyebileceğimiz türkü sözü yok. Oyuncunun o anki ruh haline göre söylediği sözler bunlar; fakat rastgele sözler değil... Bunlar belli bir kalıba uygun olmalıdır, aksi halde sözünü ettiğimiz üçlü uyum sağlanamaz...

    Durumu somutlaştırmak adına, düz oyununun sözlerini derleyebildiğim kadarıyla örnek olarak yazayım da havaya konuşmuş olmayalım...

        Ak sıvalı evimiz
        Bu yıl düşdü sevimiz
        Sevi sevide galsa
        Çatlar ölür birimiz.

        Enterisi akdır yarim
        Gözleri gökdür yarim
        El içinde ağlama
        Düşmanıñ çokdur yarim

        Bahçelerde kelem var
        Arkamızdan gelen var
        Eski yar şurda dursuñ
        Yeñi yardan selam var.

        Elma attım deñize
        Geliyor yüze yüze
        Söyleyiñ şu deyusa
        Gızını versiñ bize.

        Bahçelerde ıssırgan
        Gavur değil müslüman
        Eğil yarim bir öpen
        Yemin ettim ıssırman.

        Bahçelerde bal gabak
        Yuvarlaktır yuvarlak
        Şu gelen benim yarim
        Avanaktır avanak.

        Gara gara gazanlar
        Gara yazmış yazanlar
        Cennet yüzü görmesiñ
        Aramızı bozanlar.

        Bahçelerde mor mene
        Verem ettiñ sen beni
        Nasıl verem olmeyen
        Eller sarıyo seni.

        Gara tiren gay da gel
        Askerleri say da gel
        Benim yarim gıymatlı
        Gaybetmeden al da gel.

        Yemenim yele yele
        Ben düşdüm gurbet ele
        Gurbet elde ölürsem
        Duyurmañ annemgile.

        Yemenimiñ dabanı
        Ben isdemen yabanı
        Yaban elde ölürsem
        El atar toprağımı.

    Bu türküler çığrılırken belli bir nağmeyle söyleniyordu. Yukarıdaki örnek türkü sözlerinden anlaşıldığına göre, her dizede üç adım atılıp parmaklar üç kere şıklatılıyor. Üç dizenin sonunda dokuz adım ve bir o kadar da şıkırtı var. Her şey bu monotonlukta, düz bir hat üzerinde ilerlerken son dizeye gelince işler değişiyor ve eller yukarı-aşağı çaprazlanarak dönüş hareketi yapılıyor...

    Toplam dokuz adımla bütünleşen dokuz şıkırtı, muhteşem bir dönüş hareketiyle sarıp sarmalayıp paketlenmiştir. Son dize ile bir dörtlük mühürlenerek bir daha açılmamak üzere kapatılmış oldu. Bundan sonraki düz oyununu oynayacaklar bu türküyü söylerlerse ayıp etmiş olurlar... Oyun bitmiş değildir, oyuncu canı ne zaman isterse o zaman meydandan çekilir. Tabi bunda seyircinin beğenisi yahut sıkılmışlığının da etkisi olabilir. El çırpıyorsa devam et, of pufluyorsa terk et... 

    Oyuna devam edilecekse dönüş hareketinden sonra bir dizelik boşluk bırakılır. Üç adım ve üç şıkırtılık bu boşluk nefeslenme payıdır. Bir sonraki türkü zihinde hazırlanırken, seyirci merakla bu gelecek yeni dörtlüğü beklemektedir... Bu üç şıkırtılık boşluk, çeñizevinin belki de en sakin halidir... İşte o zaman parmak şıkırtısının ne kadar güçlü bir enstrüman olduğunu anlarsın; dört parmaktan çıkan bu organik ses, bütün bir odayı doldurur...

    Bununla birlikte bahsi geçen kısım tamamiyle bomboş bir aralık değildir. İster nakarat olarak kabul et, isterse düşünme payı say; oyuncu bu arada tempo tutmaya devam eder. Anlamı olmayan tempo/nakarat sözleri de hep aynıdır:

        Nari nay nay ni nay ni nay nom
        Gül dara li lay li lay lom

    İki kişiyle oynanan düz oyununda tek farklılık, türkülerin oyuncular tarafından nöbetleşe çığırılmasıdır. Oyunun figürleri yine aynı, aynı miktarda adım ve şıkırtı ve aynı zamanda dönüş. Şu kadar var ki, üçlü uyuma ek olarak iki oyuncunun da birbiriyle uyumlu hareket etmeleri gerekir. Mesela şıkırtı sesi daha gür çıkmalı; ama kesinlikle süresinde bir değişiklik olmamalıdır... Bir de çığırılan türkü sözlerinin anlam bakımından bağdaşık olmasına dikkat edilir. İşte o zaman iki oyuncunun söylediği türküler tatlı bir atışmaya dönüşür ve düz oyununun seyrine doyum olmaz...

    Araya yazının en sıkıcı bölümünü sıkıştırayım. Aslında bu anlatacaklarım giriş bölümünde yer almalıydı, okuyucu ürküp kaçmasın diye buraya kadar geldi... Anonim halk edebiyatının iki önemli nazım biçimi türkü ve maniler dörtlükler halinde söylenir. Dörtlüklerin kafiyelenişine göre çeşitlerinden biri de düz kafiyedir. Düz kafiyedeki şema, aaaa yahut aaxa  biçimidir. Bu biçimle kafiyelenen manilere de düz mani denir. Düz manilerin dikkat çeken bir başka özelliği, genellikle 7'li hece ölçüsüyle söylenmeleridir; hatta 4+3=7 duraklı söylenmesine bile dikkat edilir...

    Yukarıda örneklerini verdiğim düz oyun türkülerini derlerken aklıma düz maniler geldi. Bunlar bildiğin mani idi. Bu görüşümü muhataplarıma söylediğimde ısrarla;

    - 'A ah! Bunna düz oyunuñ türküsü' diye inat ettiler. 

    Hakları vardı, çünkü düz oyun bu türküler eşliğinde oynanıyordu. İşte bu yüzden düz oyun denilmişti; zira bunlar düz türkü, yani düz maniydi... 

    Figürlerdeki monotonluk ve sadeliğin de düz oyunun bu adı almasında etkisi olabilir. Amma figürü belirleyen asıl unsur, düz mani/türküdeki duraklar gibi görünüyor. Düz oyuncular türküyü çığırırken 2+2+3=7 biçiminde icra ettiler, böylece her durakta bir adımla bir şıkırtı ortaya çıktı. Toplam dokuz adım ve şıkırtı sonundaki dönüş hareketi böyle oluştu.

        ga-ra  +  ga-ra +  ga-zan-lar  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        ga-ra  +  ya-zı +  ya-zan-lar  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        cen-net  +  yü-zü +  gör-me-sin  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        a-ra  +  mı-zı +  bo-zan-lar  =  (Dönerek üç adım, üç şıkırtı...)

    Eskilerin en basit oyunundaki en basit hareketlerde bile çok anlam gizliymiş... 



21 Ağustos 2023

Esnaf-2 Kahveciler

    
    Esnaf takımı içinde önemli bir yeri olan kahvehaneler için de ayrı bir başlık açmak gerekti. Tarihi daha eskiye dayanmasına rağmen 19. yüzyılda İstanbul'da yaygınlaşan kahvehanelere aslında Kıraathane deniliyordu. Tanzimat'tan sonra çıkarılmaya başlanan gazeteler ve diğer kitaplar genelde burada okunduğu için okuma salonu anlamında kıraathane denilen bu yerlerde, okuyanı dinleme genelde kahve ve nargile eşliğinde olurdu. Bu yüzden zamanla Kıraathane adı Kahvehaneye dönüşecektir.

    Hakkıların Süleyman Yırgal'ın kapının üstündeki ilkel tabelada 'Gençler Kıraathanesi' yazması, kahvelerin eski isminden kalan bir yadigar gibiydi. Oysa kahvehaneye kahve denirdi, kimsenin kıraathaneyi bildiği yoktu. Zaten kıraathaneler okuma işlevinden uzaklaşalı neredeyse bir asır olmuştu...

    İstanbul'da ortaya çıkıp oradan bütün ülkeye yayılan kahvehanelerin Eğret'te ilk defa ne zaman açıldığı bilinmiyor. 19. Yüzyılda bizim köyde böyle bir şeye ihtiyaç yoktu, çünkü her sülaleye ait bir oda her şeye yetiyordu. İnsanların bir araya gelip bir şeyler okuması, sohbet etmesi, tütün ve kahve içmesi, gerektiğinde misafir ağırlaması için ayrıca başka yerlere gerek yoktu. 20. Asır ilk çeyreği ise hep savaşlarla geçtiği için böyle bir şeyi düşünmeye kimsenin mecali yoktu...

    Cumhuriyet'ten sonra işler değişti... Afyon Halkevi'nin bünyesinde Eğret'te de Halkodası adıyla bir şube açıldığı, bazı Halkevi etkinliklerinin löküz ışığı altında bir kahvehanede yapıldığıyla ilgili bir yazı okumuştum. Bu kahvenin kim tarafından işletildiği ve nerede bulunduğuna dair bilgi yok; ancak yazıdan 1940'lı yıllardan söz edildiği anlaşılabiliyor. 

    Eğret'te ilk kahvenin Cumhuriyetten sonra 1930'lu yıllarda açıldığını düşünmemiz için yeterli sebep var. Köyün nahiye merkezi olması, gayet işlek bir hafta pazarı kurulması, onun bünyesinde mal pazarı bulunması ve daha başka sebeplerle Eğret nahiye merkezinin ötesinde bir cazibe merkezi olmuştu. Dışarıdan gelen insanların oturup eğlenmesine köy odaları yeterli gelmiyordu. Böylece ilk kahve açıldı. Onun iş yaptığı görülünce bir tane daha açıldı. Zaman ilerledikçe köy erkeklerinin de sair zamanlarda buluşma mekanı haline geldi. 1960'lara gelindiğinde Eğret sosyal hayatında önemli bir yer işgal etmeye başladılar, 70'lerde çoğaldılar, 80'lerde sayılarıyla birlikte oyun çeşitliliği arttı, 90'larda hakeza... Böylece 2000'li yıllara geldik... 

    Sığıreğleğinde, Tekkenin arkasında bir kahve varmış. O iki katlı metruk binayı hayal meyal hatırlıyorum. Mülkiyeti Yörüğoğlulara ait bu binanın üst katındaki kahveyi Beygirli (Mehmet Tüblek) çalıştırsa da Yörüğoğluların Kahve demişler, çünkü Emirdağ'dan da olsa aralarında akrabalık var... Alt kattaki bakkal dükkanını ise Yörüğoğlular kendileri işletmiş. Hemen yanında tahin helvası ürettikleri bir imalathane kurdukları, onun için özel usta getirdiklerini de bir ayrıntı olarak belirtelim...

    Burası Eğret'in ilk kahvelerinden biri olabilir... Pazaryerine uzaklığı tuhaf gelebilir; bu durum kahvenin işlekliğinde belirleyici değil. Ayrıca o zamanlar pazaryeri çok geniş alana yayılırdı, özellikle dene pazarı oralara kadar uzanırdı. Hatta alt katta Bıgalı zahirecilik yaparmış... Bir de Sığıreğleği sapa bir yer değil ki, bir bakıma köyün en merkezi yeri bile kabul edilebilir... Merkezi yerdeki bu kahve 1940-50 arasında açık kalmış. 1963-64 gibi okulun yetersizliği sebebiyle derslik olarak da düzenlendiği ve bir sınıfın orada okuduğunu söylüyorlar... Şimdilerde bu ilk kahvenin yerinde yeller estiği için hayalen nerede olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Keşke bir fotoğrafı olsaydı...

    Abdurrahman Yavuz'un evin bulunduğu yer aslında Kelahmetlerinmiş. Ömer ve Arzıman Azbay kardeşler kahve açıp çalıştırmışlar. Pazaryerinin hemen ucundaki bu kahvede özellikle Cumartesi günleri köfte filan da yaparlarmış. Stratejik bir noktada bulunduğundan iyi de işlermiş aslında. Ömer Azbay Eskişehir'e göçünce düzen bozulmuş, kapatmışlar...

    Kelahmetlerin kahve ne zaman kapandı, sonra aynı kahveyi Patlakların Celep (İhsan Patlar) ne vakit işletmeye başladı bilmiyorum. Galiba 1975 yılıydı, Essanın Kahve yıkıldı... Yıkıntıların arasında, zamanında sıva tutması için çakılan kutular (gazoz kapağı) ilgimizi çekmişti; kim bilir kimlerin ne hatıraları kaldı o yıkıntılar arasında...

    Cumartesi günleri dikkatimden kaçmazdı, bir de sair günlerde okula gelip giderken görürdüm; omuzunda peşkir, belinde öncek iri yarı bir adam, nasıl dikkat çekmesin... Kim kimdir, hangisi yabancı hangisi Anıtkayalı pek ayırt edemezdik; ama kahvenin önü çok kalabalık olurdu... Bilenler, Celep'i temizlikte titiz biri olarak anlatıyorlar; omzundaki peşkirin sırrı bu... Çayın reklamını da güzel yaparmış... Ocaklığın başına oturup bardaktan öyle bir yudum alırmış ki, höpürtüsünü duymayan kalmazmış. Çayın demlediği haberi böylece kahvenin dip köşe, her tarafına ulaşırmış...

    Kahveyi yıktıran Abdurrahman Yavuz, orayı Kelahmetlerden satın almış. Maksadı yeni bir inşaatla ev yaptırmakmış. Böylelikle meşhur kahve de yenilenmiş oldu. Bu haliyle Kelibanın Moruk (Üzeyir Dalgıç) çalıştırdı. Eski haliyle karşılaştıracak durumda değilim, lakin Cumartesi günleri orada çalışmayacak kahve yoktur... Kaç yıl açık kaldı bilemeyeceğim, Moruk'tan sonra orası bir daha kahve olarak işletilmedi diye hatırlıyorum...

    Ömer Onbaşı emekli olduktan sonra o boşluğu dolduracak bir hamle yaptı. Evinin altına inşa ettiği büyükçe işyerine kahvehane açtı. Pazaryerinin ucunda, fakat pazar hayhuyundan uzak, tam yerine açılan bu kahveyi uzun zaman kendisi çalıştırdı. Sair günlerin akşamlarında, bir ölçüde elit kesimden kendine has bir müşteri kitlesi oluştu. Bir ara Avganın oğlu da işletti bu kahveyi, fakat asıl işletmecisi hep Ömeronbaşı oldu. Sonra İstanbul'dan geldiğinde Nurettin Akkaş çalıştırdı. Anıtkaya'da ilk olarak bilardo masası filan kurulunca, onun girişi biraz havalı oldu... Nurettin Akkaş vefat ettikten sonra Onbaşı'nın oğlu Selami çalıştırdıysa da pek istikrar yakalanamadı... Pazaryeri o günden sonra kahvesiz kaldı...

    Pazaryeri demişken, oradan fazla uzaklaşmadan kıyısında köşesinde yer almış kahveleri de unutmamak lazım... Tenikeci Hüseyin Öztürk'ün dükkanıyla sırt sırta bir kahve vardı. Köşede yer alan bu büyük dükkanın mülkiyeti Şeytanhasan (Hasan Can)a ait olduğundan Şeytanhasanın Kahve diyorlar. Kim işletiyordu bilmiyorum, sanki bir ara Deliali (Ali Öztürk) de çalıştırmıştı. Şimdi yerinde Hüseyin Saki Hocanın evi var...  Tam karşısında da Gobakların Deliyakıp (Yakup Kopan)ın dükkanı varmış. Orada Kötühüseyin (Hüseyin İnanır)ın kahvecilik yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Onun yerine de Çakırların Adem Erdem ev yaptı... 

    Seki gibi yükseltilmiş Pazaryerine Galip Bey Caddesi yönünden iki merdivenle çıkılarak girilirdi. Elli metre arayla konulmuş taş-beton merdivenler hala hayattadır. Bu merdivenlerin arasına denk gelecek biçimde inşa edilmiş sıra dükkanlar vardı ki onların pazaryerindeki sırtına da sundurma şeklinde üstü kapalı alanlar yapılmıştı, yemenici esnafı yayılsın diye... Neyse, sıra dükkanların Tenikecinin dükkan karşı başında olanı, diğerlerine göre daha büyüktü, sanki iki dükkan birleştirilmiş gibiydi... Görsen kahvecilik yapılması için böyle büyük tutulmuş dersin... İşte orada Hakkıların Hakkı Yırgal kahve işletmişti... Daha sonraları aynı yerde Öterin Nurettin Tüblek de kahvecilik yaptı... Lakin buralar uzun soluklu olmadı...

    Yine Pazaryerine yakın kahvelerden birisi de Almanmahmut (Mahmut Öztürk)ün evin altındakidir... Almanya'dan kesin dönüş yaptığı yıllara rastlayan bu kahveyi, kayınbiraderleri Nuri ve Mehmet Toka çalıştırmıştı diye hatırlıyorum. Video kasetlerin revaçta olduğu dönemde bu kahve macerası da kısa süreli olmuştu...

    Galiba ondan daha önce, Kelahmetlerin Gırgafa/Almanbahattin (Bahattin Azbay) kendisi dönmeden önce evini yaptırmıştı. Üst katta Karakol Komutanı Sabri Başçavuş otururdu... Alt katına da Kelahmetlerin Delisayit (Sait Azbay) kahvehane açtı. Buranın önemi, Anıtkaya'da okey oynanan ilk kahve olması sebebiyledir. Yoksa iz bırakacak kadar uzun süreli değildi...

    Ömrü kısa kahvelerden biri de Kelibanın evin köşesine açılandır. Moruk ve Misgin (Üzeyir - Abdullah Dalgıç) kardeşler tarafından işletildi. Karakol ile karşı karşıya olan bu kahvenin yakınlarında başka da bir şey yoktu. Böyle ıssız bir yere kahve açılmasının tek sebebi, eski İstanbul karayolu üstünde olmasıdır. Afyon yahut Kütahya istikametine gidecek yolcular potansiyel müşteri görülmüş olabilir...

    Cıldırın Kahveyi de aradan çıkaralım madem. Anladığım kadarıyla Cıldırapban (Abdurrahman Keleş) bakkal dükkanını bir ara kahveye çevirmiş. O bölgede başka bir kahve olmadığı için bilhassa gençler tarafından çok rağbet görmüş. Belki de fiziki olarak yetersiz bu dükkan çok küçük olduğu için sürekli tıklım tıklım görünüyordu, bilinmez; fakat öyle anlatıyorlar... Dediklerine göre Cıldırın uzun bir çirpisi varmış, oturduğu yerden o çirpiyle bütün müşterilere hükmedermiş... Siz bundan ister çirpinin uzunluğunu anlayın, ister kahvenin büyüklüğünü (!)... Dükkanda yaptığı gibi, gazoz kapağında sucuk partilerini kahvede de sürdürmüş. Nasıl ki Celep, çayının reklamını höpürtüyle yapıyordu; Cıldır da kendisi için pişirdiği sucuğu kokutarak reklam edermiş. Sonra gelsin siparişler...

    Zafer mahallesinin nadir kahvehaneleri içinde en uzun süre açık kalan Almanyalıyaşarın kahvesi denilebilir. İlk açıldığı günden beri aralıklarla kapatılıp açılsa da hayatiyetini bugüne kadar ulaştırabildi. Yaşar Soylu'nun bizzat kahvecilik yaptığını hatırlamıyorum, orayı çalıştıran hep oğlu Ahmet oldu; fakat Almanyalıyaşarın Kahve diye bilindi. Paşatekkesinin yanındaki evinin hemen altındaki bu kahve tuhaf görünümlü boğazda işlek bir noktada bulunuyordu. Açık kaldığı zamanlarda müşterisi hiç eksik olmadı; bununla beraber artmadı da... Kendince Almanyalıyaşarın Kahve olarak varlığını hep sürdürdü...

    Bizim çocukluğumuzda Sağırların Oda ile Kelarzımanın ev arasında harabe bir dükkanımsı vardı. Kepenkleri filan sağlamdı ama dambeş göçüktü... Vaktizamanında orası da kahve imiş, İstanbul'a gitmeden önce Çulluların Mehmet Azbay çalıştırmış. Kahvehane olarak kullanıldığına dair fazla bir şey bilmiyorum. Kendisi vefat ettikten sonra ailesi tamir etti, Afyon'a taşınana kadar orada oturdular...

    Belediye Kahvesi, Anıtkaya'da hayatın bu sayfasında net bir iz bıraktı... Bir köşesinde eski Karakol binasının bulunduğu köy tüzel kişiliğine ait arsaya usturuplu bir bina yapıldı. Daha inşa safhasındayken kocaman bir kahve olarak planlanan bina, Belediyece yaptırıldığı için oranın adı Belediye Kahvesi olarak kaldı. İlk kiralayan Ahmethocanın Sarıali (Ali Mola) oldu. Masa sandalyeleri, kahveci ve müşterileri, binası ve her şeyiyle yeni bu kahvenin sektöre girişi hızlı oldu. Sarıali ile Garibanın İbrahim Honça ortaklar mıydı acaba?... Bir süre sonra Moruk-Misgin kardeşlere devrettiler. Onlar uzun süre işlettikten sonra, koca kahve bir kaç bölüme ayrıldı. Bir kısmı Tekel ofisi olarak kullanıldı. Kalan bölümün bir parçasında nikah törenleri yapıldı. Galiba bu dönemde Belediye Kahvesi kapalı kaldı... Bir müddet sonra küçük bir bölümünü tekrardan Misgin çalıştırmaya başladı. O kendisini emekli edip oğlu Alparslan'a devretti; Alparslan sektör değiştirirken Belediye Kahvesi küçük kardeşi İbrahim'e kaldı. Halen bu durumda devam ediyor...

    Anıtkaya kahveciliğinde Moruk (Üzeyir Dalgıç)ın önemli bir yeri olduğu görülüyor. Abdurrahman Yavuz'un binasında, kendi evlerinin dibinde ve Belediye Kahvesindeki bu uzun kahvecilik macerasını Afyon'a yerleşerek noktaladı. Bununla beraber orada evinin yanındaki bir konteynırı yarı oda, yarı kahve gibi düzenleyip komşularıyla krizini kırdığına şahit oldum...

    Kronolojik sırayı takip etmiyoruz, bu yüzden Kahvelerin Önü'nü sona bıraktım. Anıtkaya ticari, ekonomik ve sosyal hayatı esas alınırsa ilk başta ondan söz etmek gerekirdi...

    Yerine sonradan Kur'an Kursu yapılan Hacıların Odanın kıblesindeki bu tuhaf görünüşlü dörtyol kavşağının adı Kahvelerin Önü olmuş. Buna sebep, aralarından gündoğusuna doğru dar bir sokak geçen yan yana iki kahvedir. Bu kahveler tam olarak ne zaman açıldı ve öncelik hangisinde bilemem. Lakin ikisi birlik olup meydanın adını değiştirmişler.

    Bunların birisi Faddiklerin Güçcükhalil (Halil İleri)nin kahvesi... Haney evinin alt katını biri küçük, diğeri kocaman iki dükkan olarak düzenlemiş. Toprak tabanlı büyük dükkan kahveydi... Ortasında kalın bir direk vardı, tek basamakla yükseltilmiş ocaklık yan tarafındaki küçük kapıyla evinin avlusuna bağlanırdı. Bizler kahveyi televizyon marifetiyle tanıyan kuşak olarak, ilgimiz ona odaklı camdan içeriyi gözetleyebildiğimiz kadarıyla tanırdık; yoksa Güçcükhalilin müşterisi değildik. Camdan görünen ise şu; herkesin yüzü televizyona dönük. Bu durum normal kabul edilebilir; ama o alet kapalıyken de insanlar ona bakıyor, tuhaf olan bu... Acaba tv denen bu alet köye girmeden önce de kahve ahalisi hep o tarafa mı bakıyordu, bunu bilme şansımız yok...

    Genellikle yaşlılardan oluşan Güçcükhalilin müşteriler çoğunlukla çay ve maden suyu içerlerdi. Burada kahve hiç yapılmazdı; gazoz, meşrubat ise nadirattan... Ocaklık, buzdolabı ve televizyonun bulunduğu duvar hariç; üç duvar kenarında kilise sırası gibi uzun oturmalıklar sıralanmıştı. Girişin sol yanındaki köşeye ters çevrilerek istiflenen kazık sandalyeleri alanlar televizyonu görebilecekleri bir yere oturur, çay servisini beklerlerdi. Oyun yoktu bu kahvede, bu yüzden her şey oyunsuzluğa göre dizayn edilmiş gibiydi. Beş küçük ve bir büyük masa vardı; ama o masa çevresine oturacaklar hemen hemen belliydi.

     Yazılı olmayan bir kurala göre herkesin oturacağı yer belirlenmiş gibiydi, bu garip hiyerarşi ve disiplin nasıl sağlandı hala şaşarım... Mesela uzun, büyük masanın yeri televizyonun altı idi ve bu hiç değişmezdi. Müdüroğlu (Mehmet Ali Eşiyok) gelir, masanın duvar kenarında kalan sırasına oturur; kendisini ilgiyle dinlemeye teşne gençlerin birer birer toplanmasını beklerdi... Bunun gibi yatsıdan sonra herkes gelir yerini bulurdu. Biraz daha meraklı gençler, ortadaki direğe teğet bir yay çizerek televizyonu karşılarına alırlardı. İzleyecekleri program her ne ise en iyi buradan görülürdü. Hassönlerin Kırtümmet (Hüseyin Omak)ın tv umurunda değildi, gerideki sol masaya başını kor komaz uyurdu...

    Dediğim gibi Güçcükhalilin müşterisi değildik. Bu şerefe nail olamadık, lakin kahvenin müdavimi sayılırdık. Gündüzleri pek oralı olmazdık ama geceleri mutlaka cama kapaklanır, içeriyi dikizlerdik. Hayır, derdimiz içerisi değil televizyondu. Biz müşteri değildik, ama iyi bir tv izleyicisiydik. İkindiden sonra Güçcükhalilin tv'yi törenle açmasını bekler, gece İstiklal Marşı okunup tv kapanıncaya kadar oralarda sürterdik.

    Güçcükhalil bize karşı asabiydi. Öyle sırnaşık şeylerdik ki, defalarca kovalamasına rağmen o içeri girdiğinde biz cama yapışırdık. Onunla iletişimimiz cam vasıtasıyla sağlanırdı. İçerideki bakışı ve hızından hücuma geçeceğini anlayıp camdan uzaklaşırdık. Bazı şaşkın çocuklara denk getirirse elindeki boş tepsiyle ateş ederdi. O tepsiyi alıp içeri girdiğinde yine cama üşüşürdük, kaçırmamamız gereken sahneler vardı... Şimdi bu adam bize nasıl kızmasın...

    Camdan televizyon izlememizin aslında Güçcühalile de bir zararı yoktu. Yine de adam bize sinirlenip, gördüğü yerde kovalamakta hakkı vardı. Çünkü ortada bir jandarma gerçeği bulunuyordu... Henüz Karakolun taşınmadığı o yıllarda jandarma gece devriyeye çıkar, özellikle kahveleri kontrol altında tutardı. Çocukların kahve çevresinde bulunmalarına ve içeriye alınmalarına karşı özellikle dikkatli davranan onlardı. Yoksa, soğukta sıcakta film izlemek için cama yumulmamıza millet niye karışsındı, Güçcükhalil niye kızsındı... Böyle bir durumun hesabını gelip kahveciden soruyorlardı. O da ne yapsın, mümkün oldukça çocukları kahveden uzak tutmaya çalışırdı.

    Jandarma tehlikesinin olmadığı zamanlarda girişte sağdaki sekiye, hatta bazen onun önündeki sıraya oturmamıza bile ses etmezdi. Hele yanılıp yenilip oralet filan içersek müşteri yerine bile koyardı. Lakin böyle eşref saatine çok seyrek denk gelirdik; genelde o kovalamaya, bizse kaçmaya hazır tetikte bekleşirdik.

    Güçcükhalilin oğlu Ali'nin kahvede olduğu zamanlar nispeten daha sakin geçerdi. Çünkü böyle gecelerde kendisi ocaklıkta durur, servisi oğluna bırakırdı. Halim selim bir insan olan oğlu bizimle pek uğraşmaz; çay dağıtır, boşları toplardı...

    Günler döndü, yıllar geçti, devran devrildi... Güçcükhalil de yaşlanınca kahveyi kapattı... Ondan sonra bir müddet boş kalan kahveyi Fişek (Cengiz Öztürk) ve Siçanali (Ali Tüblek) de çalıştırdılar. Lakin eski zıngazınk ve capcanlı parlak günlerini bir daha yakalayamadı... 

    Kahvelerin Önü adının kalıplaşmasını sağlayan ikinci kahve, Hakkıların Süleyman Yırgal'ın evinin altındaydı. Ne zaman açıldığını bilmiyorum, ama sahibi ve işletmecisine 'Kahveci' lakabını kazandıracak kadar önemlidir. O kadar kahvecinin arasında bu lakapla anılan sadece O idi; 'Kahveci' dendiğinde Hakkıların Süleyman anlaşılırdı...

    Kapısının üstünde 'Gençler Kıraathanesi' yazdığını ancak okumayı öğrendikten sonra fark etmişimdir. Oysa benim bu kahveye ilk girişim daha önceki yıllardan birine rastlar. Bir akşam babam elimden tutup götürmüş olacak... Masaları birleştirip sahne gibi yüksekçe bir platform oluşturmuşlar. Sandalyelere oturan seyirciler sahneyi çevrelemişler, içeri çok kalabalık. Ben babamın kucağındayım... Millet pürdikkat... Masaların üzerinde garip hareketler yapan bir adam var. Sihirbaz lafını ilk defa orada duydum. Sihirbazın aklımda kalan iki numarası bıçak ve yumurta ile yaptıklarıydı. Bıçakların aklımda kalmasının sebebi, aman bir kaza çıkacak korkusu olabilir... Yumurta numarası (Ben yumurta gibi gördüm, ama şimdi onun pinpon topu olabileceğini düşünüyorum.) sırasında Deliyakıbın Aziz Kopan'ı sahneye aldı. Ne yaptı nasıl ettiyse, Aziz'in kulağından yumurta çıkardığını unutamıyorum...

    Kahve ismiyle müsemma, sırf gençler için açılmış gibiydi. Bir yandan maden suyu içip bir yandan domine oynamak için arada sırada gelen Macurali ile Berberhüseyin dışındaki bütün müşteri gençlerden oluşuyordu. 

    Gençlerin rağbetine sebep Kahvecinin onlara hoş gelen davranışları olabilir. Onların rağbeti de Kahvecinin hoşuna gittiyse aralarında imzalanmamış bir sözleşme varmış gibi birbirlerini hiç terk etmemişlerdir. Çünkü kemikleşmiş bir müşteriydi Kahvecininki...

    Bu genç kemik müşteriye başka sebepler aranacak olursa, kahvedeki kağıt oyunları gösterilebilir. Güçcükhalilin kahve ne kadar sakin ise, Gençler Kıraathanesi o kadar gürültülü olurdu. Elbette müşteri profilindeki farklılıktan kaynaklı bir durumdur bu. Ancak gürültü kaynaklarından biri de masaya vurulan kağıtların takırtısı olduğu unutulmamalıdır...

    Sabahları erkenden açan Kadir Dede, asıl Kahveci gelene kadar erkenci müşteriye eğlenme imkanı sunardı. Bu yüzden bu kahvede onun hizmeti de anılmalı. Büyüdüğünde burasıyla bütünleşecek olan iki iğdeyi kahvenin önüne diken de Kadir Dede idi... 

    İğdeler altını gölgelendirecek kadar büyümeden Kahveci bu işi bıraktı. Yeni aldığı Ford minibüsle Afyon'da hat dolmuşçuluğuna başladı. Bu arada Gençler Kıraathanesini abisi Hakkı Yırgal'a devretti. Bir kaç yıl sonra Keçilerinkazımın İsmail Seçen işletmeye başladı. 12 Eylül 1980 bu minval üzere geçildi... 

    Kahveci bir daha kahveciliğe dönmedi; ancak bu işi kotarabilecek seviyeye gelen oğlu Kadir Yırgal işi devraldı. Bundan sonra onun lakabı 'Kahveci Kadir' olacaktır. Babasından kalan müşteriyi tekrar topladı ve yeni bir kemik kitle oluşturdu. Kahveci ise ciddi bir kaza sonrası arabaya binemez oldu, tekrar kahveye döndü; ama bu sefer müşteri olarak...

    İğdeler büyüdü, kahve eskidi, Kahveci vefat etti, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra iğdeler kesildi, kahve yıkıldı, yenisi yapıldı, Kahveci Kadir işine devam etti... Sonra... Sonra Kahveci Kadir öldü... Kahvenin yeni sahibi Günaydın Yırgal, bir kaç işletmeciye kiraladıysa da bu yeni modern kahve hiç bir zaman eski, köhne 'Gençler Kıraathanesi'nin yerini dolduramadı...

    Bu tuhaf aralığa 'Kahvelerin Önü' denilmesine baş etken iki önemli kahvenin macerası böyle... Maceranın bütünlüğünü bozmamak için Kahvelerin Önü ile ilgili bir başka hususu ayrıca ele almak gerektiğini düşündüm, ki o da Takanın Kahvedir...

    Güçcükhalilin Kahve kendine has bir müşteri profiline sahipti. Belli yaşın üzerindekilere hitap ediyor, oyunsuz sakin bir ortam sunuyordu. Kapandıktan sonra bu müşteri bir an boşlukta kaldı. İşte bu arada, galiba 1983 yılında Taka (Nuri Argunşah) kahvesini açtı. Burası iki önemli kahvenin karşı tarafında, tam da Kahvelerin Önünde bulunuyordu. Hazırlanmış bir piyasaya girmiş sayılırdı Taka... Çünkü buraya müşterinin ayağı alışıktı. Üstelik nereye gideceğini bilmeyen azımsanmayacak bir kitle için yeni adres olacaktı. Oyun yoktu, şamata yoktu, sükunet vardı... Güçcükhalilden öksüz kalanların bir kısmı hemen buraya yöneldiler. Hiç kahveyle alakası olmayan bir kısım da sırf Taka'nın hatırına bunlara katılınca Kahvelerin Önündeki bu yeni kahve, hazır bir müşteri topluluğuyla başlamış oldu. Sonuna kadar bu öz müşteriyi hiç kaybetmeyecek...

    Çorak dambeşli, toprak tabanlı bu küçük kahvenin, görünüşünün aksine sıcak bir atmosferi vardı. Neler neler yaşandı orada... Zaman geçti, şartlar değişti; burası yetersiz gelmeye başladı. Yıkıldı, yenisi yapıldı, büyütüldü. Oyun yoktu, oyun oynanmaya başlandı...  Zamanla burasının da yetersiz kaldığı görüldü, kat çıkıldı. Üst kata bilardo masası bile kuruldu. Bütün bunlar yaşanırken kahvenin başında Takanın oğlu Ahmet vardı... Başlangıçtaki öz müşteriden öte tarafa göçenler oldu, bunun yanında eklemeler yapıldı... Zaman aktı, Taka vefat etti. Şimdilerde Kahveci Ahmet işi büyük ölçüde oğlu Bekir'e bırakmış durumda. Takanın Kahve, Kahvelerin Önünde yerliyerinde...

    Nasıl ki Kahvelerin Önündeki iki kahvenin macerasıyla eş zamanlı olarak Takanın Kahve olayı yaşandıysa, onunla eşzamanlı Muhittin'in Kahve durumu da vardı. On yıldan fazla süren Muhittin Varlı'nın kahveciliği, Kahvelerin Önünde değildi; ama oradan çok da uzakta sayılmazdı. Dodirinin Adem Öztürk'ün evi altındaki bu kahvede şimdi börekçi var...

    Hala hayatta olan bir genç kahveyle bitirelim. Takanın Kahvenin altında, Tülümuratın evi alan Davılcının Gökhan Özdemir buraya bir kahve açtı...

    Anıtkaya esnafı arasında önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm kahvecilerin bu kadar kalabalık olabileceğini ben de tahmin etmiyordum...


17 Ağustos 2023

Dellal Ayvaz

 
    Yirminci yüzyıl ilk çeyreğinde Hacıbeyli köyünde Ayvaz lakaplı Ahmet, Ayşe Hanımla evlendi. Ayşe hanım da köken olarak Turgutlulu bir ailenin kızıydı... Ali adını verdikleri bir oğulları dünyaya geldi. Ali daha taze çocukken Ayvaz Ahmet'in harpte kaldığı söyleniyor. Ali'nin doğum tarihi resmi kayıtlarda 1923 olarak görünüyor, ufak bir sapmayla babasının İstiklal Savaşında şehit olduğu düşünülebilir.

    Bir küçük oğluyla dul kalan Ayşe Hanımı Karacahmet'e kocaya veriyorlar. Bu durumdaki kadınlar o yıllarda hayatta kalabilmek için kocaya varmak zorundaydı. Ayşe hanımın nasibine de Karacahmet düşmüş. Ayvazın yetimi Ali de anasının yanında tay gidiyor, mecburen... Üvey baba üvey babadır, daha aklı erecek durumda olmasa da Ali'nin orada rahatı yok...

        ***

    Alemdaroğlu Hüseyin, artık ellisini geçmiş bir adamdı. Bazı önemli duyurular kendisine yaptırıldığı için Eğret'te 'Tellal Dayı' diye bilinirdi. Sevilen bir adamdı... Eşi İsmihan Hanımla, kuşak farkıyla da olsa, emmi çocuğu oluyorlar. Alemdaroğlu Halil kızı olan İsmihan Hanım, Garadelinin ablasıdır...

    Tellal Dayının kimliği ile ilgili yaygın yanlışlardan birisi, Kelali (Çolak Ali) ile kardeş olduklarıdır. Gerçekte ise Kelali, Tellal Dayının ablasının oğludur; babası, askerdeyken vefat eden Türkmenoğlu/Arzıların Ali'dir. Kısaca Alemdaroğlu Hüseyin, Kelalinin dayısı olur ve belki de bu yüzden lakabı 'Tellal Dayı' olarak kalmıştır...

    Tellal Dayı ile İsmihan Hanımın evlattan yana yüzleri gülmemiş. Doğan ölmüş, doğan ölmüş... 1903 Yılında bir oğulları olmuş, adını İbrahim koymuşlar; yedi sekiz yaşındayken vefat etmiş. Hemen onun ardından 1910 yılında bir oğulları daha olmuş, ona da Ahmet demişler, bir kaç yıl sonra Ahmet de ölmüş... Takdir-i İlahi demişler...

    Bir gün, elli yaşını geçgin Tellal Dayının yolu Karcahmet'e düşmüş. Artık Cumhuriyet yılları... Üvey babanın elinde bîzar bir çocuk görünce evlatlık alıp alamayacağını sormuş. Çocuğun anası kabul edince, Eğret'e Ayvaz Ahmet'in yetimi küçük Ali ile birlikte dönmüş. İsmihan Hanım da sevmiş bu çocuğu ve bunun yaşlarındayken vefat eden ikinci oğullarının adı olan Ahmet ismini vermişler... Çocuk böylece hem şehit babasının adını hem de yeni ana babasının merhum oğullarının adını almış. Babasının lakabıyla yeni adı birleşince ortaya Ayvaz Ahmet ismi çıkmış. Bundan sonra kendisine kısaca Ayvaz denilecek...

    Ayvaz Ahmet'in analığı İsmihan Hanımın ne zaman öldüğü bilinmiyor; babalığı Alemdaroğlu Hüseyin, namı diğer Tellal Dayı ise 1944 yılında vefat etti. Onun lakabını da devralan Ayvaz Ahmet'e bundan sonra kah Tellal, kah Ayvaz denildi. Bu hikaye onun Eğret'teki macerasıdır...

        ***

    Ayvaz, vakti geldiğinde Mollahmetler/Sıntırlardan Mehmet kızı Cemile ile evlendi. Mollahmetlerin Mehmet, Ali Hoca diye bilinen zatın torunudur. Bu yüzden sülalesi Mollahmetler, Sıntırlar ve Alihocalar diye de anılmaktadır... Cemile Hanımın ablası Gülsüm'ün eşi olması hasebiyle Ayvaz, Kirpitçilerin Körhalil ile bacanak oldu...

    Otuzlu yaşlarına yaklaşırken gerçekleşen bu evlilik, Ayvazın babalığı Tellal Dayının ölümünden yıllar sonraya rastladığı anlaşılıyor. Çünkü söylendiğine göre Alihocalara içgüveyiliğine girmiş. Evinin Velciklerle komşu olmasının sebebi bu... Yalnız onun komşuları bundan ibaret değil; Gındi ve Kelali gibi Alemdaroğlu sülalesine mensup kişiler de var... Hatta o aralık ve karşı adanın Alemdaroğluların yurdu olduğunu söyleyenler de var... O zaman, Ayvaz Alihocalara içgüveyisi olmakla beraber Tellal Dayıdan kalan hisseyle karısının hissesini birleştirdiği fikri kuvvetleniyor... Bununla beraber yasal olarak Alemdaroğlu Hüseyin'den kendisine bir şey kalmadığı, onun hissesini de sonradan satın almak zorunda kaldığı da anlatılanlar arasında...

    Üç oğulları oldu; İsmail, Veysel ve Hüseyin...

    Büyük oğulları 1950 yılında doğdu. Adının İsmail konulmasında asıl etki Cemile Hanımdadır. Çünkü küçükken vefat eden erkek kardeşinin adıymış. Aslında o çocuğa  da dedesinin adını vermişlermiş; hasılı bu, Mollahmetoğlu İsmail'e dayanan bir isim oluyor...

    İsmail, Körhalilin küçük kızı Emine ile evlendi. Teyzesinin kızı olan Emine Hanımla evlenince Körhocanın Çolakarif (Arif Varlı), Gavasın Topal (İbrahim Sargın) ve Gavcarın Kötühüseyin (Hüseyin İnanır) ile bacanak oldular. Kötühüseyin ile annesi Cemile Hanım vasıtasıyla önceden de akrabalıkları var...

    Erken dönemde İzmir'e yerleştiler. Orada Fatih ve Cemile adlarında bir oğluyla bir kızları dünyaya geldi. Anıtkaya dışından eşlerle evlenen bu çocuklar İzmir'de yaşıyorlar...

    Ortanca oğlu Veysel'in adına kaynaklık edebilecek bir anlatı işitmedim. 1952 Yılında doğmuş. Hakkıların Patırın tek kızı Ayşe ile evlendi. Onlar da İzmir'e yerleştiler. 

    Mehmet ve Ahmet adını verdikleri iki oğulları oldu. Büyüğü Mehmet, Cemile Hanımın babası adını taşır... Ahmet ise, hem Patırın hem de Ayvazın adı oluyor... Mehmet, Olucaklı Feride ile evlendi, Veysel ve Furkan adlarında iki oğlu var. Ahmet ise Ödemişli Ayşe ile evli, Sultan ve Süeda adlarında iki kızı var... Mehmet ve Ahmet halen İzmir'de ikamet ediyorlar. Ana babaları ise yılın büyük bölümünü Anıtkaya'da geçiriyorlar...

     Ayvazın küçük oğlu Hüseyin 1957 yılında doğdu. İsminin menşei hakkında biraz durmak lazım. Her ne kadar Mollahmetlerin Sıntırhüseyin hatırası olduğu söyleniyorsa da Tellal Dayının adı Alemdaroğlu Hüseyin olduğunu unutmamak lazım...

    Hüseyin Anıtkaya dışından, Karacahmetli Ziyneti Hanımla evlendi. Farklı köylerdenler, ama birbirlerine büsbütün yabancı değiller; hala dayı çocuğu oluyorlar. Hatırlanacağı üzere Ayvazın babası harpte kalınca, annesi Karacahmet'e kocaya varmıştı. Gerçi Ayşe Hanım orada olan oğlanlarıyla birlikte sonradan memleketi Turgutlu'ya yerleşti; fakat kızı Karacahmet'e gelin olmuştu. İşte Ziyneti, o kızının çocuğu; dolayısıyla Hüseyin'in de halasının kızıdır...

    Hüseyin ile Ziyneti de İzmir'e yerleştiler. Kezban, Yaşar ve Muhammet adlarında bir kızıyla iki oğulları oldu. Yaşar, 2013 yılında ardında Deniz adındaki kızını yetim bırakarak vefat etti. Muhammet ile Konyalı hanımının iki oğlu oldu. İzmir'de yaşıyorlar...

    Ayvaz Ahmet'in 1923 yılında Hacıbeyli'de başlayan hayatı, kısa bir süreliğine Karacahmet'te cereyan etti. Sonra evlatlık olarak Eğret'e geldi. Burada Tellal Dayının onu resmi olarak nüfusuna almadığı anlaşılıyor. Aksi olsa Ayvaz Ahmet (Ali), 1934 soyadı uygulamasında KIZILYEL veya TÜL soyismini alırdı. Oysa Ayvazın soyadı, Hacıbeyli'deki akrabalarına paralel olarak UYSAL olmuş...

    Tellal/Ayvaz Ahmet/Ali Uysal, 2009 yılında Anıtkaya'da öldü. Eşi Cemile Hanım ise kendisinden on yıl sonra, 2019 yılında vefat etti...

    Bacıdedenin defterinde 1976 yılındaki bir ölüm şöyle not edilmiş; 'Karacahmetli Uzun Aişe Ninenin ölümü'... Edindiğim bilgiye göre bu kadın, 1970'te eşi vefat eden Haliloğluların Ali Osman Kanat'ın karısıymış. Önceden Kirpitçilerin Körhalilin yedi hanımından biri olduğu söylenen Uzunayşa aslında Ayvazın yakınıymış... Ayvazın yakını, Karacahmet, Ayşe... Bu bilgiler birleşince ortaya Ayvazın anası Ayşe Hanım portresi çıkıyor; ama emin olamıyoruz...


 


13 Ağustos 2023

Alicikler


    Afyon kökenli Karamehmetoğularının büyüğü Ali'dir, 1786 yılında doğmuş. Orta boylu, sarı sakallı olarak tanımlanmış; bu ayrıntının önemi, bir asır sonraki torunlarının çakır gözlerini açıklamada anlaşılabilir.

    Emine Hanım ile Eğret'te evlendiği düşünülüyor; ama eşinin kimliği ve kimlerden olduğuna dair bilgi yok... Yine hakkında bilgi ve belge bulunmayan diğer bir husus da Alicik lakabının kaynağıdır. Sülalede bilinen en eski Ali kendisi olduğu için lakaba muhatap kişi de Karamehmetoğlu Ali'dir diyebiliriz. 

    Eğret'te küçültme ekiyle yapılan iki lakaptan biridir; diğeri Velicikler... Küçültme ekinin görevi her zaman için küçüklük bildirmek değil; zira ne Velicikler ne de Alicikler ufak boylu, minyon tipli kimseler değil. İşte Karamehmetoğlu Ali'nin de orta boylu olduğu belgeyle sabit... Buradaki -cik eki sevimlilik, samimiyet ifade ediyor... Afyon'dan gelen bu delikanlının Eğret'te sevilip benimsendiği, bu yüzden kendisine Alicik diye hitap edildiği anlaşılıyor... Sonradan bu isimlendirme sülalesinin adına dönüşecek...

    Alicik ile Emine Hanımın 1820 yılında Eyüp, 1827'de Hüseyin adlarını verdikleri iki oğulları oluyor. Ne yazık ki bu oğlanlar 1838 ve 1839'da arka arkaya vefat etmişler. Bu sırada Eyüp 18, Hüseyin ise 12 yaşındaymış... Buraya kadarki bilgiler eski defterdendi...

    Daha sonra düzenlenen belgelerden anlaşıldığına göre Alicik'in oğlanlar ölmeden önce, 1835 yılında Fatma (yahut Fadime/Fatı/Fadik) adını verdikleri bir kızı olmuş... Fatma Hanım, Gademlerin Ali'ye vardı; ileride Gademali (Ali Çotak) ile Banguş (Osman Çotak)ın nineleri olacaktır... 

    Burada Fatma Hanım sayesinde kurulan Gademler bağlantısı, Aliciklerin Eğret'teki başlangıcıyla ilgili ipucu sunabilir. Bilhassa o vakitlerde evlilikler tesadüflere göre değil, akrabalık bağları dikkate alınarak yapılıyor. Alicik, biricik kızını neden Gademlere verdi?... Biraz geriye dönüp baştaki söylentiyi hatırlayalım; buna göre, Eğret'e geldiklerinde Karamehmetoğulları bekar durmuşlardı, fakat kime bekar durduklarıyla ilgili malumat yoktu. Öyle anlaşılıyor ki, Karamehmetoğlu Ali Gademlere bekar durdu. Kişiliği ve çalışkanlığıyla sevildi, Alicik lakabını aldı. Gademler, bu çalışkan Alicik'i kendi kızları Emine ile everdiler. Sonra bir kızları olduğunda Emine Hanım onu kendi yeğenine verdi... Afyon'dan gelen Karamehmetoğlulardan en azından Alicik'in Gademlere bekar durduğu ve onların kızıyla evlendiğini düşünmemize bir sebep de Aliciklerin evidir. Şimdiki Naymelerin ev, Gademlerin yurdun oturduğu adanın içinde yer aldığı bugün bile net bir şekilde gözlenebilir...

    Gelelim Osman'a... Doğum tarihi 1835 olarak kaydedilmiş; ama buna pek güvenmemek lazım. Eğer bu tarih doğru olsaydı 1831 kayıtlarına işlenmiş olurdu. Küçük oğlu Hüseyin'in 1839'da öldüğü sıralarda Osman'ın doğması daha mantıklı görünüyor...

    Aliciklerin Osman, İsmihan adında bir hanımla evlenmiş. 1904 Yılında belgenin düzenlendiği vakit hayatta olmadığı için İsmihan Hanım hakkında bilgi bulunmuyor. Üç oğlan iki kız, beş çocukları olduğunu biliyoruz; İbrahim, Aliye, Ümmühan, Ahmet ve Mehmet... En küçükleri Ümmühan 1890 doğumlu olduğuna göre, İsmihan Hanım bu tarihten sonra vefat etti demektir... Bundan sonra Aliciğin Osman, Olucaklı Ömer kızı Döne ile evlendiyse de başka çocuğu olmadı... Kendisi ve Döne Hanım 1910'dan önce vefat ettiler...

    Önce iki kızın durumuna bakalım...

    1878 Doğumlu büyük kızına Aliye isminin verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor... Aliye, Afyon kökenli İdirizlerden Hasan eşi oldu. Hatice, Kezban ve Ayşe (Yanalhatca, Gızılgız ve Zağarayşa) adında üç kızı olduktan sonra kocası ölen Aliye, Garapaçaların Hüseyin'e vardı. Yukarıda bahsedildiği gibi, Garapaçalarla Alicikler ikisi de Afyon menşeli Karamehmetoğullarından... Orada da Şerife ve Mehmet (Patlakşerfesi ve Avgan) adlarında iki çocuğu oldu. 1960 Yılında vefat etti...

    1890'da doğan Ümmühan ise Garmenlerden Ahmet eşi oldu. Çocuğu yoktu, eşi Cihan harbinde kalınca Canalilerin Ahmet'e vardı. Orada Canali (Ali Can) ve Şeytanhasan (Hasan Can)ın anneleri olacaktır. 1946 Yılında vefat etti...

    İki kızdan sonra üç oğlana bakacağız. Onların evlilikleri ve çocukları ile Alicikler iki ayrı kola ayrılacaktır...



10 Ağustos 2023

Esnaf-1 Bakkaliye


    İleşberlikle uğraşmayan herkese esnaf derlerdi ve tarla takga işlerinden bıkan kızlar esnafa varmaya can atardı. Esnaf, rahat bir hayat yaşamanın sembolü olmuştu.

    Aslında ileşberlik haricine esnaf adı verilmesi bir açıdan yanlış değil. Çünkü Anıtkaya'da memur tabaka olmadığına göre, o kısım tamamiyle esnaf kabul edilebilir. Derinlemesine incelendiğinde azımsanmayacak derecede esnaf takımının varlığı görülecektir. Demirciler, terziler, berberler, tenikeciler, kahveciler, yağcılar, yırtımcılar, sütçüler, hızarcılar, zahireciler vs... Bir dönem Eğret/Anıtkaya esnafının kesitini almaya çalışacağız, önce bakkallar...  

    Esnafın en yaygını bakkallar... Bakkal terimi Eğret'te bilinmediği yıllarda genel adı dükkan idi. Dükkan açmak, dükkana gitmek, dükkandan bişey almak deyimlerinin hepsinde bakkala işaret vardır; ama bakkal kelimesi kullanılmazdı. Zamanla bu söz de dağarcığımıza girdi ve Bakkalseydi, Bakkalırmızan, Bakkalsüleyman gibi isimler kalıplaştı... Daha daha sonra market kavramı hayatımıza girdi ve bir kaç dükkanın adı market, dükkancının adı da marketçi olarak kaldı... Temelde işin özü aynıydı; dükkancılık/bakkalcılık...

    Temel ihtiyaç maddelerinin satılması amacıyla açılan dükkanların yaygınlığı biraz da bu ihtiyaç/talep sebebiyledir... Hatırlanan ilk bakkal dükkanını Yorgo adında bir Rum işletirmiş. Günaydın Yırgal'ın evin bulunduğu yerdeki bu dükkan, Yunanlarla birlikte sahibi da  kaçıp gittiği için yağmalanmış... Aynı dönemde Alemdaroğlu Alibey de bu işle iştigal ettiği için lakabı Kantin olarak kalmış...

    1930 Yıllarının Muhtarı, Hacımahmutların Hafız Mehmet Öztürk'ün dükkanı Cumhuriyet döneminin ilk bakkalı olabilir. Pazaryerinin köşesindeki bu dükkanda 1970'lere kadar bizzat otururdu. Vefat ettiğinde oğlu işletiyordu. Hafızın üç oğlunun da Afyon ve Anıtkaya'da uzun süre bakkal dükkanları oldu. Torunu Harun Öztürk, halen dedesinin dükkanının yerine yapılan küçük bakkalı çalıştırıyor...

    Tam sırasını bilemiyorum, biri diğerinden önce-sonra olabilir, eskiden bakkal dükkanı işletmiş bazılarından bahsedeceğim... Daldalların Sarasan (Hasan Dadak)ın dükkanı onlardan birisi mesela... Galip Bey Caddesinde iki farklı yerde dükkanı olduğunu hatırlıyorum. Mesleğine dair fazla bir bilgim yok...

    Kalecikli Hacı Ahmet Çelik'in bir dükkanı varmış. Şimdi Çolakların Halil Kurt'un evin bulunduğu köşedeki bu dükkan, o zamanlar çok işlekmiş. Kaleciklilerin ticarete yatkın yapısı düşünülünce bu dükkanın başarısını yadırgamamak lazım... 1966'da Ahmet Ağa vefat ettikten sonra dükkan kapanmış olabilir...

    Arapselimlerin Garaselim (Selim Zenger) önce Söğütcük'te Gariban (İbrahim Kopan)ın evi civarında bir küçük dükkan açmış. Sonra Hacının dükkanın yerine taşınmış. Yetmişlerdeki bu dükkanını hatırlıyorum... Garaselim, haksız yere hapse düştükten sonra aldığı tazminatı sermaye yaparak bu dükkanı açtığı söyleniyor...

    Dörtyol de, Beşyol de, Makas de... Ne dersen yakışacak bu tuhaf görünüşlü kavşak meydanında bir dükkan daha belirmişti. Yörüğoğluların Lütfi Tüplek o dükkanı açtığında Garaseliminki kapandı kapanacak haldeydi. 'Nutfinin Dükkan' diye bilinen bu bakkal uzun süre açık kaldı. Sanayi yapıldıktan sonra oraya taşındı ve bakkalcılıktan parçacılığa dönüştü... 

    Gulaksız Mehmet Argunşah'ın dükkanı, her zaman köyün en kalabalık meydanlarından biri olan Hacıların Oda önündeki köşedeydi. İlk zamanlarda iyi çalışan bir dükkanmış. Meydanın ortasındaki kuyuya, soğuması için karpuz gazoz filan sallarlarmış. Kahveler açılıp Kur'an Kursu yapıldıktan sonra merkeziliğini artıran meydanda bu dükkanın çok daha iyi çalışması beklenir. Öyle olmamış; Gulaksız yaşlanmış, fakirleşmiş; başka dükkanlar açılmış... Hatırladığım vakitlerde dükkanda yine bisküvi filan bulunurdu; ama artık orası bakkal değildi, Gulaksız ayakkabılara pençe vurur, onları diker, yemeni yamardı...

    Gulaksızın dükkanın karşı çaprazında, Naymelerle Dolaksızın evin arasında bir küçük dükkanı Gulaksızın üvey oğlu Hasan Karagöz çalıştırmış. Bu bakkal dükkanının kısa ömürlü olduğu anlaşılıyor. Aynı dükkanı yine Gulaksızın yeğeni, Kümüğün Yusuf Argunşah da bir süre işletmiş; yalnız bunların hangisi önce idi, meçhul...

    Gulaksızın dükkanın yan tarafını Berberlerin Emin Öztürk satın alıp oraya bir dükkan yapmıştı. Kendisi çalıştırmak istediyse de bu bakkalın ömrü kısa sürdü. Bezekininalinin Veysel Tok da ondan satın alıp yeni açtığı kendi dükkanıyla birleştirdi. Yaptığı iş tam da bizim anlattığımız bakkalcılık olmasına rağmen dükkana market adını verdiği için yeni lakabı 'Marketçi' oldu. Merketçi Veysel Tok'un bakkal dükkanı halen Kahvelerin Önündeki yerinde...

    Eski bakkallardan birisi de Şaşdımoğlu Halil'dir. Henüz köyde motorlu araçlar yokken dükkanın nakliyesini at arabasıyla yaparmış, Halil Ağa'nın dükkancılıktaki kıdemini hesap edin. 1961'de vefat edene kadar mesleğini sürdürmüş, kendinden sonra dört oğlundan üçü de şöyle veya böyle bakkalcılıkla haşır neşir olmuşlar... Büyük oğlu Uykucu Ömer Şen, küçük dükkanında kendince okur, yazar, kitap ciltler hatta ayakkabı tamiri bile yapardı. Diğer oğlu Mevlüt, özellikle Cumartesileri köyde yağ, tuz vs. ticareti yapar, sair günlerde Afyon'daki dükkanında otururdu. Onun küçük oğlu Ramazan, uzun yıllardır Anıtkaya'da dede ve baba mesleğini sürdürüyor... Şaşdımoğlu diğer kardeş Ziyaddin Şen de vefatına kadar bakkalcılık yaptı, aykırı duruşuyla bu sektörde her zaman kendinden söz ettirmeyi başardı... Hasılı Şaşdımoğlu, adeta Eğret/Anıtkaya bakkalcılığının köklü markalarından biridir...

    Bolvadinli Çakallardan Bekir'in oğlu Mustafa, Şaşdımoğlu merhum Mustafa'nın dul eşine içgüveyisi olunca Ümmühan Hanımın önceki eşi 'Eski', sonraki eşi ise 'Yeni Mısdık' oluveriyor... Şaşdımlardaki bakkalcılık malum, Yenimısdık da meşhur bir bakkal oluyor. İşlek köşedeki dükkan çok çalışırdı. Kendisine bu lakabıyla hitap edilmesinden hazzetmez, 'Hacı Dede' denilmesinden pek hoşlanırdı. Ölçüde, tartıda bonkördü; ağzın tatlansın diye gelene lokum, helva türü şeyler ikram etmeye bayılırdı... Çocukluğumuzda kapısını aşındırdığımız dükkanlardan biridir. Elektrikler kesildiğinde 'Git, Yenimısdıktan şu kadar ceryan al gel' bayat bir espri halini almıştı... 

    Hacılardan Mantar Osman Azbay'ı da bu arada zikretmek lazım. Bakkalcılığa yönelmesinde Şaşdımların damadı olmasının payı bulunabilir... Onun dükkan Galipbey Caddesinin başında, Goca Caminin tam kıblesinde idi... Galiba diğerlerine nazaran çok çalışan bir dükkan değildi, rahmetli 2013'te vefat etmeden çok önce dükkan kapanmıştı...

    Adı kendisine lakap olan Eyüp Çetin'in dükkanı da evinin bulunduğu yerdeymiş. Daldalların kuyuya onun dükkandan da gazozlar sallanırmış yaz günlerinde. Kendisinden sonra küçük oğlu Osman Çetin zahireciliğe yönelerek esnaflığı devam ettirdi, lakabı da Uncu Osman'a döndü... Neticede Bakkal Eyüpçetinin torunu Murat Çetin babasından devraldığı zahireciliği de noktaladı...

    Eminlerin Kellan (Süleyman Eren), uzun yıllar evinin altındaki dükkanı çalıştırdı. İki bölümden oluşan bu dükkanda her şey bulundururdu. Yan odada genelde nalbur malzemeleri ve cam olurdu. Nadir ihtiyaç malzemeleri için insanlar genelde Kel Süleyman'ın dükkanı bulurdu. Hazır kendi vişne bahçesi de varken, sair vatandaşın vişnelerini de alarak toptancıya aracılık ettiğinde bu dükkanı kullanırdı... 1997 Yılında rahmetli olana kadar dükkan böyle çalıştı. Sonra Seydinin Mustafa'ya kiralandı...

    Seydinin Mustafa Selman, Kelsüleymanın dükkana kiracı olana kadar evveliyatına bakmak lazım... Ümmünün Seydi dükkanı ne zaman açtı bilmiyorum. Önceleri aynı yerde eski dükkanı vardı. L Planlı bu dükkana dair ilginç anıları olanlar vardır... Bir süre sonra eski ev yenilenince doğal olarak dükkan da yenilenmiş oldu. Yeni dükkanında kendi imalatı dondurma sattığını da hatırlıyorum... Güleryüzlü bir adam olan Bakkal Seydi geleni geri çevirmez, basit bazı kırık çıkık durumlarını tedavi ederdi. 1991 Yılında vefat ettikten sonra bakkalcılığı oğlu Mustafa Selman devraldı. Onun Kelsülaymanın dükkana taşınması biraz da hazır pazar düşüncesiyle oldu...

    Askerden geldikten sonra sabit gelirli işe yerleşecekken bir mani çıkınca Gödenlerin Süleyman Dadak bakkal dükkanı açıyor. Belki kayınpederi Sarıhasanın da bunda etkisi olmuştur... Bundan sonra lakabı Bakkalsüleyman olacak, kendine ait evi ve altındaki dükkanı yapana kadar çeşitli dükkanlarda kiracı olacak; ama Galipbey Caddesinden hiç ayrılmayacaktır. Uzun yıllar çalıştırdığı bakkal dükkanını yaşlandığı için kapattı...

    Yörük Tahir'in oğlu Halit Akyol 'Bakkal Sarı' olarak bilinirdi. Bunun sebebi, evinin köşesine açtığı bakkal dükkanıdır. O muhitin tek dükkanı olduğu için kendince yeterli müşterisi vardı. Bununla beraber Cumartesi günleri züccaciye bölümünü olduğu gibi pazaryerine taşır, orada sergisini açardı. Öğlen olunca pazar dağılırken de el arabasıyla tekrar dükkana... Her Cumartesi bunu bıkmadan sürdürdü... Eski evi yenilenirken yine bir odasını dükkan olarak planlamıştı. 2000 Yılında yeni okul binası o civara yapılınca Sarının dükkan da canlanır gibi oldu; fakat tam karşına Kirlinin Mehmet Azbay yeni bir bakkal dükkanı açmıştı... Bakkal Sarı, 2013 yılında vefat edene kadar orada vakit geçirdi...

    Bakkalsarının karşısına açılan bakkal dükkanı hala çalışıyor. Kirlinin Mehmet Azbay, öncesinde uzun süre açık tuttuğu ayakkabıcı dükkanını kapattıktan sonra onu açmıştı. Ortaokul çocuklarının yolu üstünde böyle bir dükkana ihtiyaç vardı, Sarının dükkan bu ihtiyaca cevap vermiyordu. Zamanla tam bir bakkala dönüşen dükkan şimdilerde oldukça hareketli...

    Cıldır Abban (Abdurrahman Keleş), evinin altındaki dükkanı çalıştırdığı yıllarda orası özellikle gençlerin uğrak yeriymiş. Cıldırın onları cezbedecek uygulamalarından dolayı böyle olduğu düşünülüyor. Mesela ispirto ateşinde ekmek arası sucuk yaparmış onlara... Dediklerine göre gazoz kapağına döktüğü ispirto, istedikleri kadar sucuğu cız bız etmeye yetermiş... Cıldırın dükkan kapandıktan sonra, hemen yan tarafına Bakkalırmızan (Ramazan Türkmenoğlu)nun dükkan açılıyor. Bizim bildiğimiz ve sahibine Bakkal lakabını kazandıran dükkan budur...

    Bakkalırmızanın abisi Beygirli (Mehmet Türkmenoğlu)nun da bakkal macerası var... Alagır mevkiindeki nadir dükkanlardan olduğu için iyi çalışmasa bile iş yapan bir dükkandı diye hatırlıyorum... Beygirli son zamanlarında işletmedi galiba... Onun vefatından sonra o bölgedeki bakkal işini İsa Türkmenoğlu devraldı...

    Yeşil Caminin karşısındaki evinin altında çalıştırdığı bakkal dükkanını Afyon'a göçene kadar Dalmış (Kazım Dalmışlı) çalıştırmış. Buranın da gayet işlek bir yer olduğunu bilenler söylüyorlar...

    Dalmışın kardeşi Keliban (İbrahim Dalgıç)ın bakkal macerası da unutulmaması gerekenlerden... Çok yönlü, sosyal, girişimci bir yapıya sahip olan Kelibanın dükkanı, Hafızın dükkanın karşı çaprazında bulunuyordu. Pazar girişinin en yoğun olduğu aralıkta yer alan bu dükkan beklendiği kadar çok çalışmazdı; hatta Cumartesi dışındaki sair günlerde açık olup olmadığı bile anlaşılmazdı. Lakin Kelibanın tek meşgalesi bakkalcılık değildi ki... Biz bilmiyoruz, PTT Acentasıymış mesela... Sonra meşrubat bayisi idi, kahveler dahil diğer yerlere meşrubat ve maden suyu dağıtımını o yapardı... Tüpgaz bayisiydi, hatırladığım kadarıyla... Uzun süre Esnaf Kefalet yapılanmasının Anıtkaya temsilciliğini yaptı... Bu yüzden bakkal çok çalışmasa bile dükkanın yan gelir kapıları oldukça işlekti... O yan kapılardan biri olan Meşrubat-Maden Suyu  bayiliğini küçük oğlu Misgin (Abdullah Dalgıç) aynı yerde sürdürüyor...

    Henüz kızlara çeyiz malzemesi (iğne iplik, orlon, makara vs.) için özel dükkanlar açılmadığı zamanlarda; yumak ve makara ipler, işleme ipliği için kızların Deliyakıp (Yakup Kopan)ın dükkanını aşındırdıkları aklıma geldi. Başka şeyler de satılıyormuştur bu dükkanda, ama benim aklımda ipler kalmış. Yan taraftaki tahta merdivenlerden çıkılan odanın altı bakkal dükkanıydı, ne ara kapandı hatırlamıyorum...

    Macurali (Ali Öncül) uğraştığı onca işin arasına bakkalcılığı da sokmuş. Evinin köşesindeki dükkanı 1960'lı yılların sonuna kadar işletmiş. Bu sırada sık sık mahallenin gençlerine emanet eder, kendisi başka işlere yönelirmiş. Kese kese parayı tasnif edip saymaları için onlara bıraktığını çok dinledim... Haliyle dükkan çok yaşamamış...

    İresilhoca (Resul Ayas)ın da benzer bir bakkal macerası var... Galiba yine 60'lı yıllar... Evinin yanında bir dükkan... Tamam rızkın onda dokuzu ticarette, ama bu işlerde biraz cazgırlık gerekiyor... Hasılı İresilhoca alacağını alamamış, vereceğini verememiş... Yürümeyince kapanmış Güven Bakkalı...

    Kısa süreli bakkallar kervanına Buydeycigadir (Kadir Dadak), Hakkıların Hakkı Yırgal, Halimenin Mehmet Kıy da katılmışlar... İlk ikisi evlerinin köşesine açarken, Halimenin Mehmet'in dükkan daha merkezi bir yerdeymiş. Biz çocukken Çakırların Yurt derdik, Süleyman Yırgal ile Halil İleri'nin kahveler arasında bir boşluk vardı; şimdi tam da Günaydın'ın kahvenin ocaklığı oraya oturmuş... Halime'nin Mehmet'in dükkan işte orasıymış... 

    Terzi İzzet Koç'un dükkan da çok uzun süreli çalışmadı. Öncesinde terzi dükkanıydı, Ortaokul çocuklarına hitap edecek biçimde bakkala çevrildi. Bakkalken bile 'Terzi İzzetin Dükkan' diye anılmasındaki ironiyi fark ettin mi? Zaten bir süre sonra tekrar eski terzi dükkanına dönüşecek... Kısa süren bakkallığı galiba 1980 yılına tesadüf ediyor. Yirmi gramlık Çokokremlerle orada tanıştığımızı hatırlıyorum...

    Cavaların Ali Osman Er'in bakkal dükkanı da kısa ömürlüydü. Hakim İbrahim Patlar'ınki nispeten uzun sürdü... Goca Cami'nin alt yanında Gocakazım (Kazım Kaçmaz)ın; üst yanında Meşhur Ahmet Sağlam'ın dükkanlar geldi geçti...

    Pazaryerine Sağıroğlu Süleyman Sancak da dükkan açmıştı. Küçük oğlu Mehmet'in çalıştırdığı bu bakkal, onun köyden ayrılmasıyla kapanmış oldu...

    Sağırların Ali Osman Hocanın, Güçcükhalil (Halil İleri)nin kahve yanına açtığı bir bakkalı vardı. Küçüktü, ama çok işlerdi. Hoca, slogan gibi sağa sola uyarı levhaları yazardı. Burasını uzun süre işlettikten sonra kapattı. Sonra kendisi Çapar Mehmet Dadak'ın nalbur dükkanını devraldı... Bakkaliyeyi Hoca'dan devralan ise oğlu Hilmi Sancak oldu. Halen Galip Bey Caddesindeki dükkanını çalıştırıyor... 

    Goca Cami'nin imamı Hüseyin Saki Hoca da oğlanlarına bakkal dükkanı açtı. Önce küçük bir yerde başladıkları bu işi, şimdi aynı cadde üzerindeki daha büyük dükkanlarında sürdürüyorlar.

    Delibıdığın torunu Mehmet Soylu, Muhittin'in kahve yanına bakkal dükkanı açmıştı. Bir süre sonra orayı kapattı; ancak Sanayi'deki dükkanında yine bakkaliye ile meşgul...

    Hatırlayabildiğim kadarıyla Eğret/Anıtkaya Bakkaliye tarihi böyle bir şey... Yukarıda adı geçen dükkanların büyük çoğunluğu Pazaryeri/Galip Bey Caddesi merkezliymiş. Diğerleri de genellikle işletmecinin kendi evinde açılmışlar... Yine anlaşıldığına göre bakkaliyeye yönelen esnafın çocukları da yine esnaflığı bir şekilde sürdürmüşler. Bununla beraber ileşberliğin yanında ek iş olarak yapanların bakkalcılığı başarılı değil...

    Paranın kıt bulunduğu zamanlarda mübadele ile alışveriş oldukça yaygınmış. Vatandaş elinde ne varsa (dene ve yumurta) onun karşılığında alacağını alıyor... Buna bağlı olarak, eski bakkallarda yahut bakkalcılığın 1975'e kadarki dönemlerinde 'Harman Dükkanı' denen bir kavram oluşmuş. Bir bakıma bakkalı müşterinin ayağına götürme hizmeti...  Bunar'da, Arpalık'ta, Alagır'da... Hemen hemen her mevkide bulunan seyyar/çardak bakkallarda bisküvi-lokum, fıstık-şeker gibi bozulmayan, bayatlamayan genel geçer şeylerle gazoz ve karpuz gibi ferahlatıcı içecekler meyveler satılırmış. Böylece çeci çıkaran vatandaş çevresine, önceğine doldurup dükkanı boyluyor...

    Bir dikkat çekici husus da bazı bakkalların bir dönem muhtarlık yapmış olmasıdır. Bakkallıktaki kredisini oya dönüştürüp sonradan muhtar olma durumu mu... Yoksa 'Madem muhtar oldum, belirli bir yerim olsun, hem de boş boş oturmaz dükkan çalıştırmış olurum' düşüncesi mi birbirini tetikledi bilinmez... Şu bir gerçek; Ümmünün Seydi Selman, Halit Akyol, Terzi İzzet Koç, Lütfi Tüplek, Meşhur Ahmet Sağlam, Mehmet Soylu'nun hem muhtarlık hem de bakkallık yaptığı devirler var...