Emmimin bir çift kara öküzü vardı. Kapkara ama... Öyle koyu kahverengi filan değil, dombey gibi.. Bu renkte başka çift öküz yoktu köyde, hatta etraf köylerde de görmedim. Onları uzaktan görenlerin ayrıca sahibini görmesine gerek yoktu, kara öküzlerden kimin geldiğini anlarlardı...
Galiba yedi sekiz yaşlarındayım, Buñar'a dene yıkamaya gittiydik; ya da ben de yanlarına takıldım... Yüküyle beraber arabayı oraya bırakıp öküzleri sürdük eski asfalt kenarından. Bağların ardındaki Hacarifiñguyu'yu geçince, küçük vadinin bir yanını kaplayan göbüle karşımıza çıktı. İçinde orta boy bir alıç azadı bulunan, rengarenk otlarla dolu bu göbüleyi Emmim daha önceden biliyor olmalı, bilmese nasıl nokta atışı yapıp buraya sürsün ki malları. Gerçi o yıllarda çok göbüle olurdu, insanlar tarlaları ekmeye yetişemiyor muydu ne...
Öküz çobanlığım o göbülede başladı. Nöbet gelip dene yıkanana kadar sürdü, işi bitince Emmim geldi sürüp gittik Buñar'a... İlk olduğu için unutmamışım demek ki... Bundan sonra da çok gütmüşlüğümüz, öküz güderken yaşadığımız çok şeyler var. Hepsini hatırlamak mümkün değilse de, biri var ki, bir kaç kez hatırlatıldı, artık onu unutmak ne mümkün...
Bizim öküz yoktu, ama gerek Emmimin kara öküzleri gütmek için olsun, gerekse Halaoğlumun yanına takılarak Sağırların öküzler peşinde olsun sürekli kıra giderdik. Yaşımız itibariyle hakından gelebileceğimiz iş olarak bu münasip görülüyordu demek ki...
O zamanlar traktörden daha çok öküz vardı, bu yüzden kırlar şenlik olurdu. Hemen hemen aynı yaştaki çobanlar bir araya gelir, ne oyunlar çıkarırdık. Köyde dursan can sıkıntısından patlayacaksın, lakin kır öyle değil; dediğim gibi çok şenlikli olurdu. Belki gönüllü çobanlık tercihinin sebebi bu ortamdı, orada canın sıkılması mümkün mü?...
Yetmişli yılların sonları olması lazım... Çatalüyük'le Kepez arasında bir yerlerdeyiz diye hatırlıyorum. Yaz sonu, Eylül ayı olabilir. Bu dönemde harmandan kalkılmasa da kırlar tamamen añıza çıkmıştır, hatta nadas tarafında günaşıklar kesilmektedir. Dediğim taraf ekin mi nadas mıydı, orası da net değil... Eğlenceli öküz çobanları buluşması tamam, ortam kalabalık... Oyunlar, yarışlar, gülüşler, çekişmeler, boğuşmalar gırla gidiyor. Öküzleri çevirme derdi yok gibi, çünkü etrafta onların girebileceği ziyan yok. Dolayısıyla eğlenceye kendimizi kaptırmanın bir sakıncası da bulunmuyor. Mallar çok uzaklaşırsa, yavaş yavaş onları takip edebiliriz, hepsi bu...
Birlikte oynuyor, birlikte yoruluyor, haliyle acıkınca karnımızı da birlikte doyuruyoruz. Küçük çobanların eşeğe vurulmuş heybesindeki yiyecekler az çok standarttır; bir ekmek, iki üç domates, bir o kadar soğan ve tuz... Bazen ekstradan portakaldan biraz büyücek bir İnaz kavunu veya bir kesenin köşesine çıkılanmış iki kaşık kadar yoğurt da heybeden çıkabilir, ama unutulmasın, bunlar o gün için lükstür. Suya ise gerek yok, zira illa ki bir çeşme veya kuyuya yolun düşecek...
O dönemlerde bir kaç yıl Delibıdığın torunu Mehmet Soylu inek güttü. Esnaf bir ailenin çocuğuydu. Anıtkaya'da ileşberlik yapmayanlara esnaf denir. Mehmet'in de Delibıdık Dedesi emekli, babası ise aylıklı çalışandı. Bu sebeple öküze ihtiyaçları yoktu, ama bir kaç sağmal inek besliyorlardı.
Güttüğümüz hayvanların inek ve öküz olmasından başka görünen bir fark yoktu arada. Onları da aynı yerde güdüyoruz. Oyun, eğlence, galgıma, seyirtmede hep beraberiz... Mehmet'le arada bir farktan söz edilecekse, o fark belki eşek olabilir. Eşeği yoktu, dolayısıyla heybesi de... Lazım olan şeyleri boynuna astığı torbada gezdirdiğini hatırlıyorum. Tabi torbanın içindeki azık farklılığını da unutmamak lazım. Bizim heybelerde de bulunan standart yiyeceklerden başka onun torbasında mutlaka bir dilim taze peynir olurdu.
Bugünün çocukları, şimdi diyeceklerime bir anlam veremeyebilir; bunları yarım asır evvel çocuklarının zırvalaması kabul etsinler. Mehmet'in torbadaki bir dilim peynir çok önemliydi. Peynir de lükstü çünkü... Gerçi hemen her evde bir inek bulunurdu, ama o kara ineğin sütü ancak yoğurt çalmaya yeter, peynire ayıracak kadar süt vermezdi. Peynir sadece koyuncularda olduğundan sair kişiler için erişilmez bir gıda idi... Mehmetgile gelince, onlar zaten bunun için inek besliyor, Mehmet bunun için inek güdüyordu...
Lafı uzatmayalım, o gün canımız peynir çekti. Aslında nefis her daim onu yemek istiyor da, işte o gün ısrarcı olduk... Gelvelakin Mehmet'in, boynuna astığı torbadaki peyniri vermeye gönlü yok. Normal zamanda elindekini paylaşmaktan çekinmeyen çocuk, 'vemen Allah vemen!' diye kaykıldı. İş inada bindi... Neticede biz kalabalığız, o ise tek başına... Dayak olayı olmadı, ama aldık. Şimdi olsa buna 'aldık' değil, 'gaspettik' derdim; o zamanlar kelimeler arasındaki anlam farklarını filan düşünmezdik...
Mehmet çok bozuldu, amma elinden bir şey gelmiyor. Onun karşısında yok böylece yiyelim, yok kızartalım da yiyelim tartışmasına da giriştik. Sonuçta nasıl yediğimizi hatırlamıyorum, ama kızartma fikri benden çıkmıştı. 'Peyniri bilmeyen, kızartmasını nereden bilecek!' diye itiraz etmekte haklısınız. Bunun cevabı için bir kaç yıl geriye gitmek lazım.
İşin aslı, eşşek gütmedeki kıdemim, öküzdekine göre daha fazladır. Şöyle ki... Dedemin ileşberliğe koştuğu dört eşeği vardı. Urganlının Evizo (İbrahim Öncül)ün kurbanlık dana güttüğü ilk yıllardı... Benim aklımın çok ermediği zamanlar... Dört eşşeği Evizo'nun sürüsüne katar, ben de onun yanında eşşek güdeceğim diye gider gelirdim. Heybesinde eksik etmediği peyniri kızartarak yemeyi de Gocagır'da ondan öğrendim. Esasında buna kızartma değil, közleme demek lazım. Şimdi sucuk közlediğimiz gibi, bir kazığın ucuna taktığı peyniri ateşe tutmuştu. Rengi değişen peynirin lezzetini hatırlamıyorum, ama yöntemi öğrenmiş oldum...
Mehmet'in torbasından kaptığımız peyniri, Evizo'dan aldığım dersle közlesek de mi yesek, közlemesek de mi yesek... Dediğim gibi bu tartışmanın neticesini hatırlamıyorum. Daha doğrusu bu olayı tamamen unutmuştum; Mehmet'in ısrarlı dokundurmalarıyla gündeme geldi. Hafızamın beni yanıltmadığını umduğum yönleriyle anlattım, daha da unutmam...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder