05 Temmuz 2024

Kaleci Mahir'den Oğlu Mert'e


    Nerden bilebilirdik ki Hayatını kurtardığım mahalle arkadaşımın, oğlu 45 sene sonra TÜRKİYE'yi 90+4' da Yaptığı kurtarışla Çeyrek finale belki de kim bilir Şampiyonluğa götüreceğini "Kul Kurar Kader Güler"miş, Felek iyi gülüyordur şimdi.

    Asıl şimdi iki kat sevindim bir can kurtardığımız için. Helal Sana Mahir , MERT gibi bir Evlat yetiştirdiğin için.

    Geldi geçti ömrüm benim şol yel esmiş gibi
    Hele bana şöyle geldi göz yumumup açmış gibi
    İş bu söze Hak tanıktır. Bu can bu gövdeye konuktur.
    Bir gün olur çıka gide. Kafesten kuş uçmuş gibi.
    Bizim Yunus..

    Şimdi nereden çıktı Yunusun insanın nefesini kesen Nefesi diyeceksiniz .

    A Dostlar, Perşembe günü çıktım Afyon çarşısına o kadar az tanıdık simaya rastladım ki, parke taşı ile sokak çeşmesine kadar ağacı ile kalenin açısı ve güneşin bir on dakikalık hareketine kadar ezberlediğim bildiğim yerler olmasa kendimi yad yabancı yerde hissedeceğim..

    Ne demişler ;
    Hayat ilginç, Gün gelir iç oğlanlar Padişah olur. Hırsızlar Zengin, Metresler Eş, Eşekler Adam olur.
    Odundan kapı, taştan da Saray olur.
    Gün gelir Kezbanlar Destan, onları Destan yapanlar Mestan olur.
    Gün gelir Hadsizlik Özgüven, Saygı Yalan, Sevgi Dolan olur.
    Gün gelir Çivisi çıkar dünyanın, Konuşamayanlar Hatip, Şifa veremeyenler Tabib, Yazamayanlar Katip olur.

    Ama yine öyle bir gün gelir ki Verenler Alır, Gidenler Isınır Dönenler Yalvarır. Merdiveni Koşarak çıkanların gün gelir ayakları Dolanır. Sevgisini vermeyen Gün gelir cıscıvlak kimsesiz kalır.

    Aldatan bir gün Sadakat için, Çalan bir gün ADALET için, Döven bir gün Şefkat için yalvarır.

    PİYON deyip geçme , Gün gelir ŞAH olur. ŞAH'ada fazla güvenme gün gelir MAT olur.
Ve öyle bir gün gelirki,Sen bakmazken her şey HALOLUR..

    12 Eylüle ramak kalmıştı .Sıcak bir Temmuz günüydü. Ereğlinin Elma bahçeleri ile çevrili mahallemizde Evimin önünde bir yalvarama, yakarma ağlama inleme sesi duydum " Tedbirli " olarak çıktım bi baktım bildiğim iki genç evimin önünde , bizim mahalleden karşıt görüşlü bir genci yatırmışlar kafasına da toplu bir silah dayamışlardı. Silahın horozu kalkık düştü düşecek. Hemen Silahın horozu ile eşiğin arasına başparmağımı koydum. Gençler beni görünce duraksadılar ve hemen silahı çektim aldım. Gençler belli ki mahallede " Devriye atıyorlardı " Ağlarına da dört erkek kardeş olup dördü de azılı karşıt görüşlü biraderlerdi. Bizim elemanlar En küçüklerini yakalamışlardı.

    En küçük ama nasıl küçük o zaman bile boy 1,90 o derece yani. Bir vakitler abileri ile top oynayıp elma bahçelerine daldığımız bildiğimiz Ekmek tuz hakkı olanlardandı. Gençleri uzaklaştırıp en kısa yoldan" Kaybolmalarını" söyledim. Yerde perişan, rengi uçmuş dudakları kurumuş yaprağa dönmüş gözleri sadece her şeye son defa bakar bir halde bana sabitlenmiş olan gence hemen su verdim. Bir müddet önce kurşunlanmış evime aldım duvarlarında hale kurşun izleri vardı. Belki de ...ne bileyim bu tayfa veya abilerinin işiydi bilemem sakinleştirip tehlikenin geçtiğine emin olduktan sonra ( kendi evden çıkmak istemiyordu) sokak başına " Teşrifatçılık " edip edebimizle salavatladık. Bir müddet sonra Abisi Rahmanı raufa kavuşmuş bilmiyorum... nasıl ?

    Yalnız o Genç takribi bir 10 sene sonra Afyon sporun kalecisi olacak ve yolda karşılaşıp koca bir futbol takımını sanki maç önü seromonide gibi hepsi ile tokalaşıp muhabbetle birbirimize sarılacaktık.

    Bir HAYAT kurtarmıştım. Şimdi neredesin Kaleci MAHİR...

    Ömür dediğin bir Hiç,... Hiçlik için niceleri P İ Ç'lik seviyesine iniyorlar. Esfelasafilin güruhu dediğimiz. Siyaset, Rant, Her şeyin daha daha daha fazlası için Değer mi Hiç ? HİÇ'lik için, PİÇ'liğe! 

    Yunusun Nefesini o yüzden paylaştık. O yüzden yukarıdaki yazıyı kaleme aldık.
Bir hayat kurtaranının Ruz i Mahşerde bir HAYAT kurtaranın karşılığını ALLAH biliyor (İyi ki biz bilmiyoruz kafayı sıyırırız alimallah )

    Değmez A dostlar Vallahi değmez TROL olup, Klavye Fedaisi olup, HİÇ'lik yüzünden PİÇ olmayın.. 40 yıl Herifim diye gezenlerin ölene kadar Dudu yapıldığı Hela temizlettirildiği mekanları idare edenlerdeniz Akıllı olsun millet. Tabi bu dünyada Öbür dünyada ALLAH'a Havale zaten.

    TÜRK'ün her şeyi Mükemmeldir. Rize'nin Çayı da Afyonun sucuğu da mükemmeldir. Mükellef bir pazar geçirip evde çoluk çocuğunuzla Mutlu huzurlu bir gün geçirmenizi yüce ALLAH'tan niyaz ederim..
Aziz ve Çok Şerefli kardeşlerim.

    Mustafa K I R B A Ç

    NOT; Yazar iki yıl önce yazdığı bu yazıyı önemine binaen güncellemiştir.


Eski Çamlar Bardak Oldu


    Bazıları bu sözdeki çamı cam olarak düşünüyor ve söylüyor. Bu yanlışlığa işaret edip aynı noktaya tekrar döneceğimizi belirttikten sonra asıl üzerinde duracağımız kelimeye gelelim.

    Bardak kelimesinin anlamı çok yaygın kullanışıyla, içinden su ve diğer içeceklerin içildiği camdan yapılmış kaptır. Tabi ki bugünkü anlamıyla bu böyledir. Taştan, ağaçtan, metalden yapılanları da varmıştır eskiden ve değişik şekilde adlandırıldıkları da olmuştur. Kase, kupa, maşrapa, billur gibi.

    Çocukluğumda çokça kullanılan ve hep de o nesneye işaret ettiği şekilde kullanılan bir başka anlamdan bahsedeceğim. Yine bir su kabıdır ama köylünün kırda bayırda, arabada çiftte, darbelere karşı dayanıklı, suyu soğuk bir şekilde muhafaza eden büyücek bir kaptır bu. Çam kütüğünden oyulmak suretiyle yapılmış tek parça bir kap. Kütük altından bir yerinden içi oyulmaya başlanır. Alttan bir el girecek şekilde delik açılmıştır, oyma işi bu delikten eli ve oyma aletini sokarak yapılır. İç işi bittikten sonra dışına da şekil verilir, kulp falan oluşur mesela. Sonra alttaki malum delik çam kabuğuyla kapatılır ve kabın içine su doldurulur. Suda şişen bu kabuktan kapak artık deliği tam olarak sıkıştırarak kapatmış olur. Sızdırma bile olmaz yani. Sırf bu yüzden bile olsa bu kabın içini uzun süreli susuz bırakmamalıdır. Kullanmasan bile içinde su bulunsun ki kabımız uzun ömürlü olsun. Kırılana kadar kullan icabında. İşte bu su kabın adıdır bardak. En az 5 litre kadar su konulabilir.

    Daha büyüklerine ise sinek deniyor ve yaklaşık 20 litreye kadar su konulabiliyor. Elbette büyük çam kütüğü bulmak kolay değil. Sırf bununla ilgili olarak iki sineği birbirine bağlayıp eşek üzerine çatmaya yarayan ipe sineğipi (sinek ipi) denilirdi. Buradaki sinek de meşhur karasinek ile karıştırılabilir; ama o değil. Anıtkayalılar'ın sinek dediğine bakmayın, memleketin başka yerlerinde 'senek' deniliyor; ve hatta Deresenek ve Yakasenek köy adları da buradan geliyor.

    Konuya dönelim, bardak kelimesinden yola çıkarak Türkçemizde bir yolculuk yapalım dedik ve bakın nerelerde durduk.

    Divan-ı Lügat-it Türk’te “bart” kelimesiyle karşılaştık, anlamını tanıdık bulacaksınız: “Su içilen bardak. Su kabı. Şarap ve benzeri sıvıların ölçü birimi.”

    Türkçenin çeşitli devirlerinde verilmiş eserlerin taranmasıyla oluşturulmuş, Türk Dil Kurumunun Tarama Sözlüğü’nde bu kelime bardak/bartak şeklinde tespit edilmiş. Anlamı ise, sadece “testi” olarak veriliyor.

    Kamus-ı Türki’de ise geniş bir karşılık var: “ Su, şerbet vs. içmeye mahsus, cam ve billur veya madenden, kulplu ya da kulpsuz kap. Maşrapa, kupa. (Aslı “kulp” demek olan “bar”dan müştak olmakla esasen kulplusuna denilirdi.)” Tamam yukarıda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız bizim bardak da kulpludur ama ne Şemsettin Sami’nin Kamusunda ne Tarama Sözlüğü’nde ve ne de DLT’te “kulp” demek olan “bar” kelimesine rastlayamadık. Halbuki Kamus’ta İtalyancadan geldiği belirtilen “barda” kelimesinin hem anlam hem de ses olarak “bardak” kelimesine daha yakın olduğu aşikar:
    Barda: Fıçıcı keseri ve rendesi. Fıçının içine göre kavisli olur.

    Ege'de taze incire ve bizim dombeyeriği dediğimiz eriğe 'bardacık' denilmesin bu kelimeyle alakası var mı bilmiyorum. Her iki meyve de çamdan oyma bardağa benzediği için bence aynı kökten geliyorlar. Sadece sonuna küçültme eki alarak bardak+cık>bardacık olmuş...

    Çuvaşçada “purak” kelimesin anlamını da dikkat çekici bulduk: Ihlamur kabuğundan yapılmış dibi ve kapağı tahta, beyzi bir kap. Yine Çuvaşça’da çeşme ve kuyu kovası için kullanılan “patyen” kelimesi de varmış. Bu kelimeyle akraba olduğu besbelli Kazan Tatarcasının kelimesi ise “badyan”. Büyük tahta çanak demek.

    “Eski çamlar bardak oldu” sözündeki çam kelimesinin yanlışlıkla “cam” diye söylendiği meselesine döneceğimiz sözünü vermiştik. Bu yanlış kullanımın değişik sebepleri olabilir ama en mühimi bugünkü bardakların ekserisinin camdan yapılıyor olmasıdır. Ayrıca bilindiği gibi eski edebiyatımızda “cam” kadeh demektir. Bu bile başlı başına bir bardak tanımına benziyor.

    Sözdeki kelimenin “cam” değil de “çam” olduğuna dair delil göstermeye gerek yok ama yine de bulduklarımızı söylemekte fayda var. Bakın Tarama Sözlüğü kaynaklı bir kelime “çamçak”. Asıl ilginçlik tespit edilen anlamında: “Ağaçtan yapılmış su kabı, maşrapa.” Yani resmen bizim bardağımız tarif ediliyor. Üstelik şu başlığa taşıdığımız sözdeki “çam” kelimesini işleyerek. Çuvaşçada “çem” bira bardağı, Uygurcada “çam” kase, Kazan Tatarcasında “cam” tahta kase demek.

    Bardak ve sinekler sürekli dolu tutulmak suretiyle ömrü uzatılırdı. Aksi takdirde kuruyup çatlarlar çünkü... Fakat ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar onlar da ölümlüdür. Çatlayıp kırılıp su tutmaz olduklarında tamamen kullanımdan düşmezler, cesetleri de işe yarar. Düven sürülürken o kritik anda öküzün g.tüne tutulup bokça olarak kullanılırlardı.

    Orda burda çok aradım ama çocukluğumun “bardak”larından bulamadım. Böyle bir bardağı bulamamanın hüznü bir yana, bir gün “eski çamlar bardak oldu!” denmesinden korkuyorum.




Çattık Belaya


    “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal.” İstiklal Marşı tahlili yapmaya çalışırken bu mısraya gelince düşünmeye başladım çatmayı. Sonra kullanım alanının genişliğini fark edip zihnimin bir köşesine kaydetmişim farkında olmadan. Şimdi bu kelimeyle deyim yapılmış sözleri bir çırpıda sıralayabilirim: Soba çatmak, güğüm çatmak, kaş çatmak, çatı çatmak, tüfek çatmak vs.

    Eskiden teneke sobalar vardı, tandır derdik. Izgaralı sobadan önceki belki en ilkel sobalar. Kömür bulamazdın zaten de bulsan bile kömüre dayanamayacak kadar zayıf mamulden yapılırdı. Odunu yakabilmek için özel olarak yerleştireceksin bu sobaya. Odun parçaları tepede birleşecekler, kafa kafaya verecekler ama altta nefeslenecek kadar boşluk bırakılacak. Belki kağıt, lastik, çıra gibi tutuşturucu madde sığacak kadar bir boşluk. Bu şekilde düzenli yerleştirirsen yakabilirsin sobayı. Tüfek çatar gibi çatacaksın sobayı. Tüfek çatmak da öyledir zaten. 3,4,5 tüfek havada namluları birleşecek şekilde yere dayanır. Tıpkı çatı çatar gibi tüfekler çatılmış olur. Askerler dinlenirken bu silahlar da düzenli bir şekilde durmalıdır. Çatı çatar gibi dedik çünkü bina bitip de çatı çatmaya sıra geldiğinde dülger sağlam kalın keresteleri tepesinde birleşecek şekilde bir araya getirir.

    Yukarıda açıklamaya çalıştığımız işlerin ortak bir noktası var. Tüfek, odun ve keresteler arkadaşlarıyla yukarıdan birbirlerine bağlanılıyorlar. O halde “çatmak” fiili aynı malzemelerin birbirine bağlanmasıdır. Elbette verdiğimiz örneklerdeki gibi sadece katı nesnelerin bağlanması değildir söz konusu olan. Mesela kaşlarını çatmak öyle bir şeydir. Burunun tam üzerinde iki kaş boya vasıtasıyla birbirine bağlanıverir, al sana çatık kaş. Güğümler eşeğin sırtına atılmak üzere ip ile birbirine bağlanarak çatılırlar. Şimdi fiilin tanımını biraz daha genelleyebiliriz. Çatmak, aynı tür varlıkların birbirine bağlanmasıdır.

    Çatak özel isim olarak, yer adı olarak biliniyor ama anlamını ben çok da düşünmemiştim. Şemsettin Sami’ye göre çatak, “Birbirine yanaşıp çatılmış iki dağın birbirine yanaşıp çatışarak oluşturdukları yer, dere yatağı.” Bu anlamda Anıtkaya'da da kullanılıyor, İlbulak'ın belli bir noktasına Çat deniliyor; hatta İmran'ın Çat diye bir mevki adı da var...

    Şimdi bunları yazarken “çatışmak” fiili de akla geldi. Bugün sadece kavga etmek gibi kısır bir manaya hapsettik ama yine Kamus-ı Türki’den olduğu gibi aktarayım: “1- Silahla birbirine girmek, vuruşmak. 2- Tokuşmak, birbirine çarpmak. 3- Köpek vb. hayvanların çiftleşmesi. 4- Söz veya davranışların birbirini tutmaması, uyuşmaması. Tenakuz. 5- İki veya daha çok şeyin aynı vakte rastlaması. 6- Kavga etmek.”

    Çatal kelimesinin de çatmak fiilinden geldiği belli. Yolun çatallaşması, sesin çatallaşması gibi hallere de bürünen bu kelimenin anlamı da şimdilerde kısırlaştırılmış. Yemekte kullandığımız alet olarak düşünüyoruz sadece. Ağaç dalının iki kola ayrılması, dirgen yaba annat gibi dişli aletler de bu kelimeyle adlandırılıyor.

    DLT’ de gezinirken çadır kelimesinin “çatır” şeklinde kaydedildiğini görmüştüm. Çatı ile çadır kelimelerinin akla getirdiği anlamları düşününce… Yani çatı kelimesi evi düşündürüyor, çadır da malum. İkisi de barınak. İster istemez çadırın çatmak fiiliyle ilişkisi olabileceğini düşünüyorsunuz ama Şemsettin Sami “çadır”ın Farsça kökenli olduğu konusunda ısrarlı.

    Azeri ağzında olup da bizde rastlayamadığım çok ilginç kelimeler de var. İşte onlara örnekler:
    Çataglamag: Parmaklarını birbirine geçirmek, elleri kenetlemek.
    Çatdırmak: Bir vasıta ile ulaştırmak, göndermek, vardırmak, yolamak.
    Çatgı: Kışlık odunları birbirine yaslayarak öbeklemek, küme haline getirmek, yakacak kümesi.

    Ayrıca şu Azeri türküsündeki sözler benim kulaklarımda çınlamakta: “Neyleyim ki sene çatabilmirem.” Kelime burada biriyle karşılaşmak, buluşmak anlamında. Bizde çocukların kavga için birbirlerini tahrik etmelerine, ilişmelerine, birbirlerine horozlanmalarına da “çatma” deniyordu.

    Çocuklara kendini öğretmek ve onları eğlendirmek maksatlı sırayla çene, ağız, burun, göz, kaş ve baş gösterilerek tekerleme gibi şöyle bir şey söylerlerdi:
        Çen çene!
        Aşçı dükkanı!
        Çift ayna!
        Çatık kaş!
        Bitli baş!

    Genelde çocukların yaptığı amuda kalkma hareketinin adı Anıtkaya'da çatalgavaktır. O durumdaki bir kişi, uzaktan gövdesi çatallaşmış bir kavağı andırır. Ağacın kökündeki pülçüklere ise çatırak deniliyor. Buradaki çatallaşmaların düzensiz olduğunu gösterir bir kelime... 

    İstiklal Marşı'ndaki çatma kelimesinden yola çıkmıştık. Bu kelimenin Eğret'te başka bir anlamı var; serilen harmana henüz düven koşulmadan kabarıklığı giderilmesi gerekiyor. Bunun için hayvanlara serbestçe çiğnendiriliyor. Yalnız tam da serbest değil bu hayvanlar, kafalarından yularla bağlılar. İşte bu harman yatıştırma işine çatma deniliyor. Böyle denilmesine sebep, şüphesiz hayvanların başından çatılmış olmasıdır.

    Son olarak Eğret çevresindek i Çatalınguyu, Çatkuyu, Çatalçeşme ve Çatalüyük yer adlarını zikrederek bitirelim.

 




03 Temmuz 2024

Geri


    Çekip uzatmak. Bir nesneyi, tel gibi, ip gibi bir nesneyi çekip uzatmak, gergin hale getirmek demek oluyor germek. Ama gergin kelimesi zaten maddenin gerili olduğunu bildiriyorsa bu fiili tanımlarken gergin sıfatını kullanmamak gerekir. Neylersin ki ifade edecek başka kelime bulamıyoruz. Fiilimiz Kaşgarlı’nın meşhur eserinde kermek ve kerişmek şekillerinde kullanılmış. Anlamı aynı, çekip uzatmak, kapatmak… Kerişmek ise germekte yardım ve yarış etmekmiş. İşin karşılıklı yapıldığı da belirtiliyor yani. Gerilecek nesnenin iki ucu olduğu ve germe işinin karşılıklı daha sağlam yapılacağı da böylece belirtilmiştir belki. Öyleyse eğer, kerişmek daha sağlam germektir.

    Divan’da bir ilginç kelimeye daha rastlıyoruz: kerim. Şu bizim bildiğimiz aslen Arapça olan ve erkek adı olarak da kullanılan kerim değil bu. Tamamiyle Türkçe ve germek fiilinden türediğini anlamını görünce düşündüğümüz bir kerim. “Duvarlara örtülen, kaplanan, gerilen dokuma nesneler”e ad olmuş kerim.

    Eski Türkçe eserlerin taranmasıyla oluşturulan Tarama Sözlüğünde bir “gergi” kelimesi var ki iki ayrı anlamda gösteriliyor. Bu kullanımlardan birisi onun “çarmıh, işkence aleti” olduğuna diğeri ise “perde” manasına işaret ediyor. Çarmıh denilince zaten hemen akıllara “germe” kelimesi üşüşüyor çünkü bugüne kadar hep çarmıh ve germe kelimelerini birbirinden ayırmamışız. Ayrıca biliyoruz ki perde bugün kullanıldığı gibi sadece camın içi görünmemesi için çekilen şey değil, belki iki bölüm arasına gerilen bez, tahta, duvar gibi şeyler için de kullanılıyor. Gerginin bir manası da perde olması garipsenmemeli çünkü perde de geriliyor. Tarama Sözlüğünde konu ile ilgili kendini gösteren kelime sadece gergi değil, bir de “germe” kelimesi var. Bu kelimeye anlam olarak da sur, duvar karşılığı verilmiş. İzaha bile gerek yok.

    Bahsedilen kitaptan sıyrılarak asıl bahsetmek istediğim “gergi” kelimesinin Anıtkaya’da kullanılan haline dikkat çekmek isterim. Harmandaki samanı eve taşımak için arabanın normal yan tahtaları küçük kalır zira saman hafif ama hacimli bir nesnedir. Onu taşımada daha yüksek ve daha geniş tahtalar gerekir. Saman tahtaları o kadar havaleli olunca dengenin sağlanması için yukarıda iki ucundan birbirine bağlanır. İp ile bağlansa içeri doğru birbirine kavuşmalarına engel olunamaz bu yüzden açılmaları ve kavuşmalarını engelleyecek ve de sabit bir arada tutacak aynı zamanda birbirine bağlayacak bir bağ gereklidir. İşte bu bağa gergi denir. İşin tuhafı gergiye büyükçe bir bez atıldığında bezden bir duvar oluşturulabilir ve bu duvar tahtalara kapak vazifesi de görür. Gergi, duvar, gerilme… bu kelimeler arasında anlam ilişkisi kurmayı size bırakıyorum.

    Kelimenin hayatı ve kökeniyle ilgili düşüncelere daldığımızda aklımıza bir sürü “acaba?” üşüşüyor. Şu söz bununla akraba olabilir mi? Ötekiyle berikinin nasıl bir yakınlığı vardır?, Şunların rengi sesi benzediğine göre aynı iklimin meyvesi midir?... Germe işini düşünürken aklıma takılan kelimelerden birisi de “kiriş” oldu. Yayın gerilmesini sağlayan şey olarak “kiriş” acaba “keriş/geriş” gibi bir kelime miydi genç iken?

    Ahmet Vefik Paşa da böyle düşünmüş olacak ki ona göre “gerdek” kelimesi “germek” fiilinden türemiştir. Çünkü aslında zar perde gibi gerili durumdadır, daha fazla gerilir ve ayrılır. Bunların yaşandığı geceye gerdek gecesi, odaya da gerdek odası denilmiştir…. Vefik Paşa’nın bu fikrini hikaye ettikten sonra Şemsettin Sami Bey kibarca bu fikre katılmadığını söyler.

    Şemsettin Sami Bey bir şey daha söyler. Ona göre “kuruyunca çatlayan, balçıklı, gayrı münbit” toprağa “geren” denir. Su çekilince bu tip toprağın çatlamasının sebebi gerilmesidir de ondan. Kurur gerilir, kurur gerilir… Gerildikçe kopacaktır. İşte bu çatlaklıklar toprak bloklarının kopması oluyor. Şemsettin Beyin bahsettiği bu tip toprağa Anıtkaya’da hala “gereñ” diyorlar. Bir farkla ki kelimenin sonundaki ses nazallaşıyor.

    Söz Şemsettin Sami ve Onun Kamus-ı Türkisinde iken oradan öğrendiğimiz “gerim”i de zikretmeli. Herhalde burada at gibi binek hayvanları kastediliyordur, hayvanın bacaklarını gerip açarak yürümesine deniliyormuş “gerim” diye. Bu tip yürüyüş şekli anlatılırken “gerilmemek” sözü de kullanılırmış.

    Fazla uzattığımızın farkındayım ama konuyu da dağıtmış sayılmayız. Germek fiili ve ondan türediğini düşündüğümüz kelimeler üzerinde ilerliyoruz varacağımız yere doğru. Yalnız bugün günlük hayatta çokça kullandığımız bazı kelimeleri ayrıca zikretme gereği duymadığımızı da belirtmeliyiz. Bize göre ilginç olan noktalara temas etmekle yetiniyoruz. Mesela psikolojik olarak gerilmek, gerginlik, gergin, gerilim gibi kullanımlara dalma gereği bile duymuyoruz. Tıpkı biyolojik olarak “gerinme”ye temas etmediğimiz gibi.

    Asıl bahsetmek istediğimiz, belki de konuya başlık olacak kelime “geri”. Kıl keçisinin kılından dokunuyor. Gözenekli kaba bir dokuma ancak çeşitli özelliklerinden dolayı Yörükler onu çadır olarak kullanıyorlar. Güneşin altında serin tutuyor, yağmuru geçirmiyor, içerdeki dumanı dışarı çıkarabiliyor vs. vs. böyle çeşitli özellikleri var. Uçlarından iplerle gerilerek çadır oluyor.

    Anıtkaya’da ise yine arabaların içine, tahtalar arasına gererek tahıl, saman hatta günaşık kellesi taşımada kullanılıyor. O kadar çok kullanılıyor ki zamanla “geri” bir hacim ölçüsü birimine bile dönüşüyor. İki geri saman, bir geri buğday gibi... Zamanında tabi… Şimdi ne araba var, ne “geri”… Bu vakitten sonra geri de géri gelmez!

    Bu hususta bahsedilmesi gereken bir şey daha var. İlbulak'ta bir mevkinin adı 'İncegeriş'... Konuyla alakalı olduğu kesin, ama üzerinde biraz daha çalışmak gerek...



Şenlik Misafiri 61. Tümen Sancağı

     
    Bir şenlik günü (28 Ağustos) geçit resminde kendi birliğinin sancağını görünce Cavanın İbrahim Ağa çok duygulanmış. Kırk yıl önce Sancak Çavuşu olarak görevi onu muhafaza etmek olduğu sancağı karşısında görünce duygulanması normaldir. Fakat onun duygulanış belirtileri sarsılma, tireme, hüzün, gurur, hıçkırık gibi karışık şeylermiş. Sesi de titriyormuş ve o haliyle tören birliğinin Komutanından sancağı öpmek için izin istemiş. Dediğine göre sancak kırk yıl önce bıraktığı temiz ve görkemli haliyle öylece duruyormuş. 

    1913 Doğumlu olan İbrahim Er'in Trakya'daki askerliği 1930'lu yıllara denk gelmiş olmalıdır. Yukarıda Berber Emmim Ahmet Kabadayı'dan nakledilen olay ise 1970'li yılların başında yaşanmış. Fakat aynı sancak bu olaydan önce de Eğret/Anıtkaya 28 Ağustos şenliğine defalarca getirilmiş. Belki de törenin değişmez misafirlerinden biriydi, onur konuğu gibi...

    Bunun bir sebebi olmalı, bir sancak Trakya'dan Anıtkaya'ya her yıl neden getirilir ki? Sancak ile Eğret arasında bilmediğimiz bir bağ var belli ki... Emmimin ağzından 61. Tümen gibi bir şey çıktı. Büyük Taarruz notlarını tekrar karıştırdım, ihtiyattaki 2. Ordu'ya bağlı 61. Tümen Eğret'in doğu taraflarında Gazlıgöl'ün ötesinde konuşlu.  Taarruz başlayınca kaçmakta olan Yunan kuvvetlerini takiple vazifelendirilmiş. Hatta 28 Ağustos'ta biraz yavaş hareket ettiği için düşmanın kesin darbe yemekten kurtulduğu belirtiliyor. 

    Akla 28 Ağustos 1922 günü Eğret'e giren ilk Türk birliğinin 61. Piyade Tümeni olma ihtimali geliyor. Yalnız yukarıdaki bilgiye, yani geç hareketinden dolayı 29 Ağustos'ta ancak Hacıbeyli'ye varabildiği yönündeki bilgiye göre ilk olma ihtimali düşük görünüyor. Diğer yandan ilk giren Türklerin süvari piyade karışık olduğuna yönelik şahitlikler var. Doğrudan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle hareket eden Meclis Muhafız Taburu'nun 28 Ağustos ikindi sonrası Belce istikametinden gelip Eğret'e girdiği ve burada 24 saat kadar kaldığına yönelik bulgular var. Bunların hiç biri yazılı kaynaklarda yok, şahitliklere ve çıkarımlara dayalı bilgiler.

    Bütün bunlara ek olarak 61. Tümen sancağınıın Anıtkaya şenliklerine katılıyor olması manidardır. Eğret'i kurtaran birliğini temsilen resmi törenlere katıldığı varsayımını esas almak durumundayız. Meclis Muhafız Taburu 28 Ağustos akşama doğru Eğret'e girip konuşlanırken; ondan daha önce yahut birlikte gelen 61. Tümen durmayıp yürüyüşe devam etti ve kuzeye yöneldiyse 29 Ağustos'un ilk saatlerinde Hacıbeyli'ye varmıştır. Yahut Tümenin bir kaç Alayı Eğret'i kurtarmış diğer ağırlığıyla Hacıbeyli'de buluşmuş olabilirler. 

    Bütün bunlar araştırmacıların ilgisini bekler. Kaybolmaması gereken taze bir bilgi olarak burada dursun diye not ediyorum.

    Kurtuluştan sonra 61. Tümen Trakya'ya kaydırılmış, şimdi Çorlu ve Lüleburgaz'da 5. Kolordu'ya bağlı Mekanize Piyade Tugayı olarak varlığını sürdürüyor.



Akhamırsız ve Ebegömeci

 
    Daha zeytin, peynir, çay eksenli kahvaltı icat edilmemişti. Daha doğrusu kahvaltı kültürü yoktu, genellikle çorbadan oluşan sabah ekmeği yenirdi. Bazen de ne olursa yenerek güne ve işe başlanırdı.

    'Ne olursa' dediğim şeylerin bir çoğu mahalle fırınında pişirilen basit şeylerdi. Çünkü bizim fırınlar asıl amacı olan ekmek etmenin dışında bütün mahallelinin ortaklaşa kullandığı bir genel mutfak havasındaydı. Şimdi mutfaklarımızdaki ocak ve fırında pişirilen her şey, orada, mahalle fırınında pişirilebilirdi.

    Hamırsız onlardan biri. Maya kullanılmadan, bir çırpıda karılan hamurdan yapılmış pratik ekmek/çöreğe hamırsız deniliyor. Kıvam bulması (gelmesini) beklemeye tahammül edilemeyecek acil durumlarda yapılıyor, mayasız olduğu için de bu ad verilmiş. Sadesi var, haşhaşlısı var; birincisine ak, ikincisine haşeşli hamırsız deniliyor. Bir de çarşı hamırsızı var ki o yağlıdır, üstelik hamursuz/mayasız da değildir. Bu yüzden konunun dışında tutuyoruz.

    Girişi bağlayalım... Rahmetli Ninem, yetimlerine bazı sabahları ak hamırsız ederdi. Aslında nasıl ettiğini bilmez, kalktığımızda sıcak hamırsızı başucumuzda bulurduk. Bir keresinde hamuru kararken yakaladım onu, ve yapım aşamalarının bütününe şahit oldum. Yaptığı sade hamırsız sayılmazdı çünkü kardığı hamura soda/karbonat katmıştı. Daha sonra bu katkının, yapılanın tamamiyle ak hamırsız olmasını engellediğini de anlayacaktım. Çünkü soda hamırsızı yer yer sarartıyordu. Yine de bu renk değişikliği onun adını değiştirecek kadar baskın değildi.

    Fırına giderken hamur Ninemin önceğindeydi. Yasdığece koyup kabaca şekil verdi. Kimsecikler yoktu, ama fırının kızgın olduğu belliydi. Demek ki taze yandığını görünce hamırsıza karar vermiş. Zira onun tarzında pişirmek için kızgın taş değil, kül lazım... Bizim fırınlarda yakılan fışgı, köz değil külü netice verir; çünkü özü saman olan fışgı yanınca toz haline gelir. Bu kızgın toz, yani kül uzun süre ısısını saklayabilir, çünkü yüzeyi dışında havayla teması neredeyse imkansızdır... 

    Lafı uzatmayalım, kızgın külü kürekle yarıp oturak gibi düzlük oluşturdu. Yasdığeçte bekleyen hamuru iki avucuna alarak bu düzlüğe oturttu. Ben şaşkın şaşkın bakıyorum. Güzelim hamuru niye küle attı diye düşünürken, küreği tekrar eline aldı ve yine kızgın külü hamurun üstüne bir yorgan gibi yığdı. Küreğin tersiyle yığıntıya vurarak sıkıştırdı. Sonrası bekleme...

    Bence bekleyecek bir şey yoktu. Bir defa, hamur zaten küle belenmiş, artık yenmezdi. Bile bile toza atmak da neyin nesiydi... İkinci olarak, o kadar kızgın külde kesinlikle yanacaktı... Bu yüzden, diri diri cehenneme gömülen hamurdan ümidim olmadığı için onu beklemek yerine oyuna dalmış olmalıyım... Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kızgın mezarı açarken Ninemin yanındaydım. Ceset tertemiz ve sapasağlam çıktı iyi mi! Yanmamıştı. Gerçi üzerinde kül kalıntıları vardı, ama önceğini tutuğeç gibi kullanıp kavradı ve yere dikine tık tık vurunca ne kadar kül varsa döküldü. İşin adeti böyleymiş; üfürmekle, süpürmekle  o küllerden kurtulabilirsin. Ama, hayır, ille dikine vuracaksın... Bu, cebinde çakmak olduğu halde cigarayı közle yakmaya benzer; zahmetlidir, lakin verdiği otantik zevke değer... 

    Nefis kokulu, sert kabuklu, taze akhamırsızı getirdiğimiz gibi götürdük; yani Ninemin önceğinde... Gömme akhamırsızı sıcak sıcak, üfülüyerek yemek lazım. Biz de öyle yaptık, yalnız yine merasim gibi Ninemin dizinde bölmesini belirtmem lazım... Yiyenler bilir, gömme hamırsızı hiç yemeyen talihsizlere diyeceğim şu: Onun tadını başka teknikle pişen hiç bir hamırsızda bulamazsınız...

    Fırın ile Patırların ev arasındaki gölet yazları kururdu, ama kenarlarındaki nemi kaybetmediği için oralar sürekli yeşil kalırdı. Kuru göletin mevsimlik bitki örtüsü ise ebegümeci idi. Yapraklarıyla kadınların ilgilendiği bu otta bizim dikkatimizi çeken yegane nokta ise onun tohumlarıydı. Çiçeği döktükten sonra beliren tohumun çanak yaprakları soyulduğunda ortaya gömlek düğmesi gibi bir tohum çekirdeği çıkar. Bu çekirdek biçim olarak hamırsıza benzer, tazeyken lezzetli gelirdi. Hem yer hem de ebegümecine yeni bir ad yakıştırırdık; hamırsız otu...

    Çocukluğumuzda hamırsızotu dediğimiz ebegömecinin kökenini biraz araştırdım. Bin yıl önceki kaynak DLT kömeç/gömeci "küle gömülerek pişirilen çörek" diye anlamlandırmış. Tarama Sözlüğünde ise aynı kelimenin karşılığı "kül poğaçası, kül ekmeği"... 

    Bu tanımlamalardan sonra, konuya neden Ninemin hamırsız gömmesiyle başladığım anlaşılmış olmalıdır. Hamırsız aslında bir gömeç türüdür ve tohumu hamırsıza benzediği için ebegömeci böyle adlandırılmıştır. 

    Özel bir bağlantı ise şu; malum bazı yerlerde nineye ebe diyorlar. Ebegömecinin Anıtkaya'daki tam karşılığı ninehamırsızı gibi bir şey olmalıdır. Yani biz çocukken boşuna hamırsızotu dememişiz buna...



02 Temmuz 2024

Gayrak


    “Kay-“ fiilinin anlamı, nesnenin bir zemin üzerinde sürtünerek hareket etmesidir. Zeminin parlak, pürüzsüz, cilalı… kısaca kaygan olması bu işin oldukça sağlıklı yapılmasını sağlayan önemli bir unsurdur. Kaygan, kaydırak, kaydırmak, kayrak, kayış, kayık, kaygana, kaypak gibi kelimelerin bu fiil kökü ile doğrudan ilgili olduğu düşünülmektedir.

    Kaydırak, şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş, bazen birkaç çocuğu oynarken gördüğümde tatlı bir hüzne kapıldığım eski çocuk oyunlarından biri. Yassı bir taş, yere çizilen sınırlar içinde ayakla hareket ettirilerek oynanıyor. Tek ayaktan aldığı kuvvetle yassı taş yerde ilerliyor, yani kayıyor. Taş, ayakla bir zemin üzerinde kaydırıldığı için oyunun adı kaydırak olmuş. Oyunun tek ve en önemli aracı bu yassı taşa da aynı isim veriliyor: kaydırak.

    Kayrak bir kaya çeşididir ki yer altından bir kesit alma imkanı olsa damar damar, tabaka tabaka sıralanmış olarak görülecektir. Yeryüzüne çıkarıldığında da bir düzlem parçası şeklindedir. Tahta gibi, tepsi gibi dümdüz parçalar şeklinde çıkar. Kaydırak oyununda kullanılan yassı taşın bir kayrak olması tercih edilir. Kayrağın üzerindeki kum tanecikleri dişli, tırtıllı bir özellik kazandıracak kadar belirgindir. İşte tam da bu sebepten kayrak parçaları, biley taşı olarak da kullanılırlar. Tırpanın sık sık bilenmesinde bu kayrak taşından yararlanılır. Buna tırpanı “gayraklama” denir. İşin özeti, taşın tırpan üzerinde kaydırılmasından ibarettir.

    İlbulak Dağındaki bir vadiye Gayraklı adı verilmesine sebep, kayrak taşlarının orada bol bulunması olmalıdır. Oralardan kopan küçük kayrak taşları sel yolakları vasıtasıyla köye kadar gelirdi. Kutu (gazoz kapağı) ve kaydırak oyunlarında kullanacağımız kayrakları selyolağından toplardık...

    Bir çeşit yumurtalı tava böreği diyebileceğimiz kaygananın tavada kayması nedeniyle bu ismi aldığı düşünülebilir. Çünkü hamur tavaya atılmadan önce yeteri kadar yağ konularak tavanın kayganlaşması sağlanmalıdır. Ayrıca böreğin şekli de kayrağı andırmaktadır. Oldukça ince ve yassı… Anıtkaya'da buna kısaca gaygına diyorlar...

    Su üstünde ilerleyen, kayan ulaşım araçlarının genel adı kayık oluyor. Ayrıca yıldız kaymasındaki görüntü, yıldızın şeffaf bir düzlem üzerinde hızla ilerlemesi, kayması şeklindedir. Hem kayığın suda hem de yıldızın gökyüzünde kayarak hareketinden söz ediyoruz.

    Kay- fiilinin Anıtkaya’da da kullandığını tespit ettiğimiz başka bir anlamı ise “Bir köşede üst üste yığmak, istif etmek.”tir. Bu anlamı dikkate alarak kayrak denen kaya cinsinin yer altındaki halini de göz önüne getirirsek ilginç bir hayali canlandırmış oluruz. Yol yapımı gibi çeşitli sebeplerle ortaya çıkan kayrak kesitlerini görürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü kayraklar çok güçlü bir el tarafından yer altına üst üste yığılmış, istif edilmiş yani “gayılmış” gibi bir görünüm arz ederler.

    Bu arada kayrak ile kaya kelimelerindeki ses benzerliği bunları yazarken dikkatimi çekti. Zaten Şemsettin Sami’ye göre kaya kelimesi “kay-“ fiilinden gelmektedir. Ayrıca “kayağan” adlı bir çeşit döşeme taşından da bahsediyor ki ister istemez akla kayrağın da yere döşeme taşı olarak kullanıldığını getiriyor. Şimdilerde hem döşeme hem de duvara kaplama olarak kayrak taşının yaygınlaştığı görülüyor.

    Kayrak ile kayağan kelimeleri arasında hem anlam hem ses benzerliği bağlantısı kurulabileceği de unutulmasın. Bir de kayağan kelimesindeki “kay-“ kökü ve halen kullandığımız “kaygan” kelimesiyle bu fiil kökünün nerelere kadar uzanabileceği ayrı bir husus. Çünkü Kamus-ı Türki’ye daldığımızda “kaypak”ın da aynı kökten geldiğini öğreniyoruz:

    “kaypak: sıfat 1- Kayar, bir yerde durmaz. 2- Çalınmış, aparılmış. [Kaypak balık: Elde durmaz, kayar, lezzetli bir göl balığı.]"
Bu kadarla kalsa iyi, O’na göre “kayış” kelimesi de varır “kay-“ fiiline dayanır:
“kayış: (kaymak)tan. Berberlerin ustura biledikleri parlak kösele dilimi.”

    Kaypak günümüzde insanların bir sıfatı olarak kullanılıyor, oldukça olumsuz bir sıfat. Yerinde, kararında, fikrinde, vaziyetinde dik durmayan, sağlam olmayan sürekli değişen, rüzgara göre yönünü belirleyen kısaca “kayan” kişi demek. Usturanın kayış üzerinde kayması ise tarif bile gerektirmiyor. En az kayrağın tırpan üzerinde kayması kadar net.




Sönge


    Bizim lehçelerde böyle bir kelimenin varlığına dair bir şey duymadım ama mesela Çuvaş Sözlüğünde gördüm “sén-“ fiili bizim bildiğimiz “yanmak” manasındaymış. Yakmak falan değil, kendi kendine yanmak demek. “Yakmak” anlamını alabilmek için geçişlilik eki getiriliyor ve “séndermek” şekline sokuluyor. İşte “yakmak” bu.

    Yakmak anlamına gelen “séndermek” fiili bizdeki “söndürmek” fiiline ne kadar benziyor sizce? Şimdi sesin ötesine geçip anlamlarını düşünün bakalım. Yakmak ve söndürmek birbirinin zıddı iki anlam. İki zıt anlam neredeyse sesteş kelimelerle karşılanıyor… Bizdeki “sönmek” fiilinin eski hali “söğünmek/söyünmek” iken hece düşmesiyle bugünkü halini alıyor.

    Bir de süngü kelimesi var ki bunun yanmakla sönmekle çok da alakası yok. Bildiğimiz süngü bu, mızrak gibi ilkel bir savaş aleti. Şimdilerde tüfeğin ucuna takılan kasaturayla süngü elde ediliyor ve süngü süngüye savaş böyle yapılıyor. Yapılıyor dediğime bakmayın çağımızda böyle savaş da kalmadı ama bizde askerlik sanatı olarak hala öğretilir. Bu paragrafı yazma sebebimiz ancak aşağıdakiyle anlaşılabilir.

    Anıtkaya’da hemen her sokakta mahalle fırınları var, kadınların haftalık ekmeklerini yaptıkları. Bu fırınların sosyal hayattaki yeri, günümüzdeki fonksiyonu, ekmeğin yapılış teknikleri falan başka bir yazının konusu olabilir de ben sözü “sönge”ye getireceğim. Fırın kızdırıldıktan sonra ekmek içeriye verilmeden önce kızgın taşın temizlenmesi gerekir. Bunun için ucuna büyükçe çaput bağlanmış uzun bir sırık kullanılır. Sönge denilen şey işte bu sırıktır. Fırın sénderildikten sonra birazcık alafının giderilmesi yani söndürülmesi gerekir. Bu görev süngü gibi uzun bir söngenindir. Sönge, yanma-sönme ile ilgili âteşîn bir kelime. Kullanırken dikkatli olmalı.

        SÖNGE:

    Bizim mahalle fırınlarında kullanılan alet edevatın isimleri ile ekmek yapma terimleri üzerine çok düşünmüşümdür. Her birinin mantıklı bir açıklamasını, köken itibariyle hangi kelimelerle alakadar olduklarını, başka hangi sözlerden süzülerek bugünlere geldiğini falan kendimizce bir izaha kavuşturmuştuk.

    Açıklanması zor olan bazı kelimelerin varlığı eskiden beri dikkatimi çekti. “Esiran”ın sıyırmak fiiliyle alakası, “yastığeç”in yassı kelimesiyle akrabalığı işimizi kolaylaştırdı. Hemen her kelimede karanlık noktalar bulunmakla birlikte manasındaki genel görünüm hep aydınlık oldu. Aydınlığa çıkan her kelime de zihinde, yeni bir oyuncak sahibi olmuş çocuk sevinci bıraktı.

    Ya hep karanlıkta kalan kelimeler?

    “Sönge” onlardan birisi. Fırın yakıldıktan sonra, taş kızgın ve henüz hamur verilmemiş iken o taşı temizleme aracı. Görüntüsü iğrenç, görevi çok önemli aletin adındaki anlamı bir türlü kafamda çözümleyememiştim.

    Bilmeyenler için evvela biraz tanıtmak gerekebilir. 2-2,5 metre uzunluğunda kuvvetli bir sırığın ucuna takılmış siyah bayrak düşünün. Sırık kuvvetli olmalı, mesela söğütten; çünkü uçtaki bayrak sürekli ıslak olduğundan ağırdır. O ağırlığa ve kullanıcının şiddetli çevirme hareketine dayanmak her babayiğit sırığın harcı olmayabilir. Sırık ucundaki bez parçası da kuvvetli bir çaput eskisi olmalıdır ve sağlam bir ip ile ağacın ucuna bağlanmalıdır. Esasında çaput değişik renklerde olabilir; ama daha ilk kullanımda rengi siyaha çalacaktır. Söngenin görevi, kızgın taşı temizleyerek hamurlar için hazır hale getirmektir. Taşın tun deliğinden, alevlerle birlikte yukarı çıkan kül zerreleri, taş yüzeyinde ince bir kül tabakası oluşturmuştur. Bu küller temizlenmezse ekmeğin altı simsiyah olur. Bu niyetle alınan sönge yalaktaki suya daldırılarak güzelce ıslatılır. Zaten ağır olan sönge daha da ağırlaşmıştır. Sırık ucundan tutarak çaput kısmı taşa atılır. Artık iş, güçlü ve ustaca hareketlerle o bez kısmını taşın üzerinde çevirmeye kalmıştır. Dairesel hareketlerle söngenin taştaki külleri toplaması sağlanır. Bu hareket, taşın iyice temizlendiğinden emin olana kadar birkaç kere tekrar edilir. Kızgın taş üzerinde dolanan sönge hem pislik toplar hem de hafifleşir. Hafiflemesinin sebebi, fırına girerken yüklendiği suyu kızgın taşta kaybetmesi, yani kurumasıdır. Yine de her fırın çıkışında yalaktaki suya daldığında “coss” sesi ortalığa yayılır. Sönge, budur.

    Fırındaki bütün işlemlerin mutlaka ateş kavramıyla alakalı olması; ayrıca yukarıda anlatıldığı gibi söngenin kızgın taşta dolaşması, taşın pisliğiyle birlikte fazla ateşini de alması, hararetle temastan sonra bezdeki suyun buharlaşması gibi özellikler insanı hep “sönmek” fiiline götürüyor. Söngenin elbette ateşi söndürmek gibi bir işlevi yok; ama fırındaki her şeyin az çok ateşle ilgisi vardır. Bilindiği gibi, vakti geldiğinde ateş söner. Dolayısıyla söngenin “sönmek” fiiliyle kökdeş olduğunu düşünmemizde bir mahzur bulunmamalı. Hazır Türkçemizde fiillerden isim yapan bir -ga, -ge ekimiz de varken, niye böyle düşünmeyelim. Yontmaktan yon-ga oluyor da sönmekten sön-ge neden olmasın.

    Bu kelimenin açıklanması sırasında akla gelen başka kelimelerimiz de var. Bunlardan biri de “sunmak” fiilidir. Sunmak, bizim köyde böyle kullanılıyor ama başka yerlerde “sünmek” şekliyle de iştilebilir. Manasına gelince, uzamak, uzanmak gibi anlamları var. Daha çok, bir varlığı almak, ona sahip olmak, ele geçirmek kastıyla ona doğru uzanmak anlamlarını içeriyor. Hatta bu fiil “sundurmak” şekliyle de kullanılıyor. Köpekler, bir yiyeceği kapmak maksadıyla kafalarını uzattıkları zaman, sundurmuş oluyorlar.

    İş uzamak, uzanmak anlamlarına varıp dayanınca insanın aklına şu bizim meşhur “sünmek” fiili geliyor. Hani elastiki maddelerin yaylanması, uzaması anlamında sünmek var ya, işte o. İpleri sündüre sündüre koparırız mesela. Her ne kadar Yunanca olduğu söyleniyorsa da belki “sünger”in de bu fiille alakası vardır.

    Tekrar söngeye dönecek olursak; acaba diyorum, söngenin sunmak veya sünmekle bir yakınlığı olabilir mi? Çünkü sunmak ve sünmek, uzamak uzanmak anlamlarına geliyor. Söngenin kendisi uzun ve onu fırının içine doğru uzanarak, yani sünerek kullanıyorsunuz. Zorlama bir bağlantı gibi gelebilir ama kelimeler arasındaki yakınlıklar böyle bağlantılarla bulunabiliyor.

    Sünmek fiiline kadar gelince “süngü”yü hatırlamamak ayıp olurdu. Çok eski zamanlarda savaş ve av aleti olarak kullanılan süngü, ucuna keskin kemik takılan uzunca sopadır. Ucundaki kemik parçasından dolayı süngü dendiği ifade ediliyor. Malum, eski Türkçede kemik “sınık” idi. Bu özelliğinden ziyade, uzun bir sopa olması ve ucunda başka bir madde bulunması bizim için önemli. Çünkü bu haliyle hemen hemen söngeyi hatırlatıyor. Ayrıca “sönge” ile “süngü” kelimelerindeki seslerin birbirine yakınlığı da ayrı bir dikkat vesilesi. 

    Uzunluğu ve ölçüsüz büyüklüğünden dolayı bazı varlıklar söngeye benzetiliyor. Anıtkaya'da 'sönge gibi' sözüyle yapılan bu benzetme, daha çok kaba saba büyüklüğü ifade ediyor.

    Kelime içinde n ve g harfleri yanyana gelince ister istemez nazal ñ devreye giriyor. Haliyle söngeyi "söñge" biçiminde yazasım var, tabi ki ñ'den sonraki g'nin kaybolmaması ayrıca ilginç. Bu durum süngü için de geçerli...

    Böyle düşüne düşüne belki ele aldığınız kelimenin açıklamasını tam yapamıyorsunuz; ama en azından üzerindeki toz bulutunu hafiften dağıtabiliyorsunuz. Tıpkı söngenin taş üzerindeki külleri temizlemesi gibi…



01 Temmuz 2024

Örnek Almak


     İpe değişik tarzlarda düğümler atarak onu dokumaya örme deniliyor. Örülen şeylere, örülerek yapılan giysi benzeri nesnelere de örgü adı veriliyor. İpekböceğinin kozasını örmesi, kaderin ağlarını örmesi, başa çorap örmek gibi zengin bir ifade gücünün yansıması olarak karşımıza değişik şekillerde çıkabiliyor bu kelime.

     Ör- fiiline yakın kelimeleri zihnimden geçirirken aklıma “örümcek” kelimesi de düşmüştü. Bu kelimenin tarihine bir bakayım diye Kamus-ı Türki’yi açınca hayal kırıklığına uğradım. Çünkü bu kelimenin aslının “örkümcek” olduğu ve “ürkmek”ten geldiği söyleniyordu. Halbuki ör- fiilinden türediği o kadar açık ki bunu bu hayvancığın salgıladığı maddeyi bir ağ haline getirirken hangi işi yaptığını görerek bile anlayabiliriz.

     Bakın Türk Dil Kurumunun Tarama sözlüğünde “urgan” kelimesinin değişik telaffuzlarını nasıl tespit etmişler: örken, örgen, örgün, örkün… İşin içinde ip olunca ve birkaç ince ipin örülerek daha kalın hale getirilmesi sonucunda urgan ortaya çıkıyorsa ister istemez ör- fiili ile urganın bağlantısını kuruyorsunuz.

     Günümüzde “misal” kelimesinin karşılığı olarak kullandığımız “örnek” kelimesinin birkaç anlamı sözlükte (Kamus-ı Türki) şöyle tespit edilmiş:

1-      Bir şey yapmak için öne konulan, imtisal olunan şey, numune, misal : Bu iş, bu adam size örnek olsun.

2-      Bir şeye imtisalen yapılan iş, manend, misal : Tıpkı örneğini yapmış.

3-      Bir büyük miktara misal olmak üzere gösterilen küçük miktar, numune : Zahire örneği, kumaş örneği.

4-      Cins, nevi, çeşit : Bu ne örnek maldır? Onun bizde birkaç örneği vardır.

“Örnek” kelimesinin Anıtkaya’daki kullanım alanı sözlükte belirlenen sınırların içinde ve fakat daha dardır. Genç kızlar çeyizlerini küçük yaşlardan itibaren düzmeye başlarlar. Göz nuru döktükleri bu çeyizler o kadar önemlidir ki sergileyecekleri birkaç gün boyunca eksik arayan nazarlara karşı bütün tedbirler alınmış olmalı, her bir iş kusursuz görünmelidir. Ayrıca bu işlerin çok güzel, orijinal, benzersiz olması da tercih edilen özelliklerdir. Böyle bir iş çıkarmak için daha önceden yapılan işlerden yararlanmak kaçınılmaz olur bazen. İşte yararlanılan ve tamamlanmış böyle örgü, işleme gibi işlere “örnek” adı verilir. “Örnek almak” bir başka nakışı, ilmeği taklit etmek demektir. Elinde orijinal bir iş bulunduranlar çoğu zaman bunun örnek alınmasını istemedikleri için bazı sıkıntılar bile çıkar. İşte “örnek” kelimesi Anıtkaya’da bu şekilde kullanılır. Şüphesiz bu kelimenin baştan beri saydığımız kelimelerin anlamları ile bir ilişkisi vardır. Ama Anıtkaya’da kullanılan halinin sözlükteki anlamlarının hangisine daha yakın olduğunu bulmak size kalmış. Kim bilir belki de dört anlamla da bir parça bağlantısı vardır.

Yine sadece Anıtkaya’da rastlanan bir birleşik kelimeyi de burada zikrederek konuyu tamamlamak yerinde olacaktır. “Êlörnek” birleşik kelimesi mükemmel, kusursuz, ellere örnek olabilecek özelliklere sahip olan iş, eser anlamlarında kullanılmaktadır. Bu deyimin "éle örnek" kelimelerinin birleşiminden doğduğu çok açık, hece düşmesiyle bu hale gelmiş. 

Zamanla bunun haricinde ele, yani dış dünyadaki kimselere sunulabilecek olan her şey için kullanılır olmuştur; ama daha çok tepki cümlelerinde kendine yer bulur: ‘Êlörnek evimiz mi var’ gibi…

 

 


Diñmek

 
     Nazal ñ ile söylenen diñ kelimesi isim olarak Kamus-ı Türki’de iki anlamda karşımıza çıktı. Bunlardan dikkatlere sunacağım ilki rahat, huzur, sessizlik, sakinlik anlamlarına geliyor. Belki tam olarak asude kelimesinin Türkçesi diyebiliriz diñe. İkinci anlamı ise iki şeyin aynı ölçüde bulunması, denklik demek oluyor. Nazal ñ sesinin bildiğimiz n ile g seslerinin karışımı bir ses olduğunu unutmadan “denge” kelimesinin bu “diñ” isminden geldiğini rahatça söyleyebiliriz sanırım. Fakat bizim asıl işimiz kelimenin birinci anlamıyla ilgili. Yani huzur, rahat anlamlarıyla. Açıklaması zor olabilir ama ruhun karşılığı “tin” ile bu kelimemizin bir ilişkisi olabilir mi acaba? Huzur, sükun, rahatlık gibi kavramlar ile ruh arasında bir bağ ve bunun üzerine tin ile diñ arasında başka bir bağ…

       Tarama sözlüğünde diñ veya dıñ ismine başka bir anlam daha yüklendiğini görüyoruz. Evet dıñ ses, seda demeye geliyormuş. Yine isim fakat üzerinde durduğumuz rahatlık ifade eden o malum anlamla bir yakınlığı yok gibi duruyor ilk bakışta. Bu isimle yapılan bir birleşik fiil örnek olarak gösterilince aynı kelime olduğunu anlıyorsunuz. Zira “dıñ dur-“ sükut etmek, ses çıkarmamak demekmiş. Bu birleşik fiili görünce aklıma yine Eğret’te çok kullanılan “tek dur-“ birleşik fiili geldi. Eğret’te kullanılan mana, yaramazlık yapmamak, sessiz sakin durmak şeklinde. Azıcık araştırınca bu birleşik fiilin hemen hemen bütün lehçe ve şivelerde kullanılan bir fiil hatta deyim olduğunu öğrendim. “Dıñ dur-“ fiili ile “tek dur-“ fiili aynı anlama geliyorsa belki de bugün hala kullanılan “tek dur-“ aslında bu “dıñ dur-“ tan geliyordur. Çünkü “tek” ile “dik” kelimeleri arasında ses benzerliği açık. Ayrıca Divan-ı Lügatit Türk’te “tiñ”, dik demek olduğu söyleniyor. Bu kadar çok ses benzerliği, anlam yakınlığı zincirleme olarak karşımıza çıkınca ister istemez şaşırıyoruz ama durun daha bitmedi. Eğer “tiñ” ismi böyle dik manasında ise yine Eğret’te sık duyulan ve ayakta durmak, ayağa kalkmak anlamına gelen “diñel-“ fiilini de bu kategoride saymalıyız. Hatta diñel-, dikil- fiilleri arasında bile bağlantı kurmak zor olmaz. İleride diñel- ve dikil- fiilleri için özel bir yazı yazılabilir, şimdilik asıl konumuza dönmekte fayda var.

       Yine DLT’te “tıñ” kelimesini dinmiş, haylaz, işsiz, aylak, tembel manalarında görüyoruz. Az daha zorlansa sakin, rahat, huzurlu denecek neredeyse. O kadar da baştaki mana ile ilintili yani.

       Bu anlam ile direk ilgili fiiller çıkıyor karşımıza. “diñ-“ bu sefer isim değil de fiil olarak görünüyor. Yine iki anlamı var Kamus’ta. Birincisi durmak, bitmek, kesilmek, sakinleşmek gibi. “Yağmur diñdi” bu manadan. İkincisi rahatlamak, istirahat etmek oluyor. Tam burada diñgin ve diñlen- kelimelerini zikretmek gerek. Diñgin, yorgun halsiz demek oluyor. Diñlenmek ise rahatlamak, huzur bulmak, yorgunluk atmak vb anlamlarda. Ayrıca diñlendir- fiili daha başka anlam kalıplarına da bürünmüş: Çayı dinlendirmek, tarlayı dinlendirmek vs. Bir de iş nöbetini teslim alarak karşıdakinin dinlenmesini sağlamak anlamı var. Mesela annatı elinden alıp patoz atmaya sen devam ederken arkadaşın dinlenmiş oluyor; buna da diñlendir- deniliyor... DLT te ilginç bir kelimeyle daha karşılaşıyoruz: Tıñdur- fiili rahat ettirmek, dinlendirmek demekmiş.

       Yukarıda dıñ/tıñ kelimesinin ses, seda anlamına geldiğinden de bahsetmiştik. Hatta “dıñ dur-“ ses çıkarmamak demeye geldiğini de belirtmiştik. Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılan tın-/tınma- fiilleri bu ismin bu anlamından geliyor olsa gerek. Çünkü tınma-, sessiz tepkisiz duyarsız kalmak anlamında kullanılıyor. “Onca söze rağmen tınmadı bile.”…. Dıñ kelimesinin ses anlamına tekrar dönmemiz sırf bu tınma- fiiliyle ilgili değildi. Dinle- fiilinin de buradan geldiğini belirtmekte fayda var. Zira herkesin bildiği gibi bu fiilin temel anlamı sese kulak vermek ve onu işitmektir. Sesle ilgili bir fiildir dinlemek, yani “dıñ” ile alakalı. Zaten tarama sözlüğünde “diñlemek” fiilinin karşılığı olarak, iki kişinin kendi aralarında konuştuklarına yani çıkardıkları fısıltılara kulak misafiri olmak diye gösteriliyor.

       “Dıñ” kelimesinin asıl manasına bir kere daha dönerek konuyu bağlayalım. Rahat, huzur, sükunet, sessizlik… Diñmek fiilinin sadece Anıtkaya’da rastladığımız bir manası daha var: Yorulmak, çok yorulmak, yorgunluktan sesi soluğu çıkmamak, sessiz sakin kalmak... 

    Ayrıca Anıtkaya'da Kinislioğlu Dıñ Ali diye bilinen bir gerçek kişi var. Kumpirhasan ve Timitiri'nin emmileri olan ve 1930 yılında vefat eden Dıñali'nin lakabı pek anlaşılmıyordu. İsminin önüne sıfat gibi gelip sonradan oraya yerleşmiş ve adama lakap olmuş bu kelime, baştan beri incelediğimiz dıñ kelimesi olmasın... Belki de Dıñali rahatlığı ve kaygısızlığıyla meşhur biriydi...

    Bütün bu anlamlarla buraya kadar gösterdiklerimiz arasında bir bağlantı var mı siz karar verin. Çünkü ben diňdim…

 


30 Haziran 2024

Anıtkaya Kahvelerinde Ünlü Siyasiler

    
     Macurali (Ali Öncül) Dedem rahmetliden bir kaç kez Ali İhsan Sabis Paşa hikayesini dinlemiştim. Efsaneye boğulmuş askeri hayatının dışında somut olarak kendi şahit olduğu bir anekdot en çok dikkatimi çeken kısımdı galiba, çünkü aklımda sadece orası kalmış.

    Emeklilik sonrası tutuklama, suçlama, ceza, af derken 1950 seçimlerinde Afyon milletvekili seçiliyor. Tabi seçim çalışmaları çerçevesinde Eğret'e gelmiş, Dedemin şahit olduğu olay bu döneme rastlıyor. Yörüğoğluların Kahve baştan beri toplantı salonu gibi kullanılırmış. O dönemin muhtarı da Yörüğoğluların Aliefe (Ali Tüplek)tir. Kahvenin işletmecisi kimdi, orasını bilemiyoruz. Orada seçim konuşması yapmak istediğinde buna izin verilmemiş, hatta kürsüye çıkması bile istenmemiş. Buna mani olanlar Köy adamları yani yetkililer miydi, yoksa Eğret halkından birileri miydi o ayrıntıyı sormayı akıl edemedim. Yalnız Ali İhsan Paşa'nın çok zoruna gitmiş, hatta buna dair bir iki şey söylemiş. Neticede seçimi kazanacak, ama böyle tatsız bir olay yaşanmış Eğret'te. Dedem bunu o yıllardaki CHP-DP gerginliğinin köye yansıması olarak anlatmıştı. Paşa, kısa süre sonra 1957'de vefat etti...

    On yılı aşkın bir vakit sonra aynı yerde bir siyasi ziyaret daha var. Ragıp Gümüşpala 1960 İhtilali sırasında Genel Kurmay Başkanıdır, bir kaç ay sonra cuntacılar emekliye sevkediyorlar. Daha sonra kapatılan DP yerine kurulan Adalet Partisi'ne genel başkan seçiliyor. O'nun Anıtkaya/Eğret ziyareti bu zamanda, 1961 yılında gerçekleşmiş.

    Ülkede yine 1950'deki gibi, belki daha fazla gerginlik var. Yine seçimler, seçim konuşmaları, propagandalar, alkışlar, protestolar... AP'nin Kurucu Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala gerçi İzmir adayı idi, ama pozisyonu gereği memleketin genelinde çalışmalara bizzat katılıyordu. Hele Ege bölgesine daha bir ağırlık verdi. Anıtkaya'ya uğraması bu seçim çalılşmaları kapsamındadır.

    Yörüğoğluların Kahveye yine sıcak bir siyasi atmosfer hakimdir. Gümüşpala bu havada konuşmaya başlar. Ağırlıklı olarak CHP ve Genel Başkanı asıl konuyu teşkil etmektedir. Bilhassa İsmet İnönü'yü eleştiri bombardımanına tutar. Kahvedeki Anıtkayalılar coşkuyla alkışlarlar. İçlerinden biri (kim olduğunu öğrenemedim) kendini fazla kaptırıp söz alır ve İnönü'ye veryansını devam ettirir. Önce eleştirir, hakkında bazı iddialar ileri sürer, sonra hakaretleri sıralar yalancı, hırsız, komünist vs. en sonunda 'İnönü memleketi satan bir haindir' ifadesini kullanır... Buraya kadar köylüyü sabırla dinleyen Gümüşpala devreye girmek zorunda kalmış;
    - 'Orada dur bakalım. İnönü'ye her şey diyebilirsiniz, ama 'vatan satan hain' diyemezsiniz. Bu kadar da değil.' diyerek köylüyü susturmuş ve aslında insanlara iyi de bir ders vermiş. O vakitler henüz 'hedefe ulaşmak için her şey mübah' seviyesizliği, Türk siyasetinin esası haline getirilmemişti...

    Eğret'e belediyelik kurulduktan sonra, karayolu kenarına bir kahvehane ihtiyacı gündemdeymiş, ama bunu ancak 60 ihtilalinden sonra gerçekleştirebilmişler. Hala ayakta olan meşhur Karakol binası işte bu niyetle Belediye Kahvesi olarak inşa edilmiş. Amaç, yol kenarında orası gelen geçene dinlenme tesisi vazifesi görsün hem de yolcular için durak olsun... Böylelikle Anıtkaya'ya girme niyeti olmayan yolcular, hiç olmazsa orada mola vermeye başlamışlar. Tabi zorunlu güzergahı bu yol olan bazı siyasiler de programlarında olmasa bile burada durup nefeslenmişler. Yörüğoğluların Kahve planlı toplantı merkezi olmaktan büsbütün çıkmamış, ama ünlü misafirleri ağırlama fırsatını yol üstündeki Belediye Kahvesine kaptırmış...

    İsmet İnönü de galiba böyle programda olmayan biçimde Anıtkaya'ya uğramış, köy içine çıkmayıp Belediye Kahvesinde ağırlanmış. Yaklaşık yarım saatlik molada konuşulanlara bakılırsa, bu bir seçim gezisi değilmiş, yoldan geçerken duraklayıp yarenlik edilmiş. Bana anlatıldığına göre olayın akışı, omuzunda torunu (Ramazan Dadak) olduğu halde orada bulunan Sarasan (Hasan Dadak)'a İnönü'nün takılmasıyla başlıyor. Kaç yaşındasın, kaç torunun var, daha genç toy delikanlısın ne bu sakal gibi biraz da hal hatır sorma soruları bunlar. 

    Bu sırada Tekeli Nuri Taşkın girmiş içeri, ama ne giriş... Selam durup takır takır tekmil vermiş, sen sanırsın makineli tüfek... Ardından; 
    - 'Bende yirmi tane var Paşam' demiş. Onun böyle davetsiz içeri, teklifsiz lafa girişine şaşıranlar, hemen akabinde hal hatır sorması karşısında daha da şaşkınlaşmışlar. Çünkü;
    - 'Emine Hanım nasıl? Ömer nasıl? Erdal nasıl?' diye aile fertlerinin de hatırını sormuş Paşa'dan... Sonra işin aslı Paşa'nın izahıyla anlaşılmış. Meğer Tekeli, tam da Kurtuluş Savaşı ve sonrasına denk gelen askerliği sırasında İsmet Paşa'nın seyisiymiş. Bu yüzden Paşa'nın bütün aile efradını tanıyor... Eski günler yad edilip biraz daha sohbeti sürdürmüşler. Bu arada İsmet İnönü'ye ayran ikram edilmiş. Yudumlarken beğendiğini ifade etmiş ve;
    - 'Eskiden de güzeldi Eğret'in ayranı' demiş. Bu ifadeden İstiklal Harbi veya daha sonrasında bir vakit Paşa'nın Eğret'e uğradığı hatta ayran içtiği manasını çıkarmış dinleyenler... Yarım saat kadar süren bu moladan sonra yollarına devam etmişler. Olayın geçtiği yıl olarak 1964-65 tahmini yapılıyor...

    Belediye Kahvesinde mola gibi bir başka ziyaret de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'inki... Aslında bu mola biraz zorlamayla olmuş ve çok kısa sürmüş. Anlatayım... Tuna (İbrahim/Hüseyin Kayır)ın başkanlığı zamanı. Cumhurbaşkanının Anıtkaya'dan geçeceği haberini alıp hazırlık yapmışlar. Hazırlık da şu; icabında barikat gibi kullanılabilecek bir döşmeyi hazır etmişler, konvoyu görünce yolu kesip molaya zorlayacaklar. İşe yaramış bu taktik, yolu kesip makam arabasını tam kahve önünde durdurmuşlar. Zaten Anıtkaya Halkı oraya yığılmışmış, arabayı durdurmayı başarınca kapının önünde hazır tuttukları hayvanı kurban etmişler. Yalnız misafir henüz görünmedi... Olay biraz 'Selamsız Bandosu'nu andırıyor... Hayvan can verip kanı yayıldıktan sonra aracın kapısı açılıyor ve Cumhurbaşkanı bir ayağını yere atıp kana basıyor. Diğer ayağı arabada olduğu halde öylece doğruluyor ve el sallayıp;
    - 'Sevgili Anıtkayalılar, kurbanınız kanlı olsun' deyip tekrar arabaya binerek yola revan olmuş. Arkadan gelen polisler de kurbanı kucaklayıp götürmüşler. 'Sevgili Anıtkayalılar' gidenlerin ardından bakakalmış. Hepsi söyleniyormuş, homurtuların arasında Tekirgızıların Davılcı Hasan Haykır'ın;
    - 'Bu kadar insan senin için buraya yığıldı, ayıp ayıp!' diye bağırdığı duyulmuş...
    
    Birini babası Salih Kabadayı'dan rivayet ediyor; diğerlerine kendisi şahit olmuş. Dün ben bu olayları Berber Emmim (Ahmet Kabadayı)dan dinlerken bir yandan da harıl harıl not ediyordum, bir kelimesini bile kaçırmayayım diye. Yanımıza birisi geldi, dikkatle not ettiğimi görünce;
    - 'Netceñ de yazıyoñ, İnönü'nüñ olduğu yerde hayır mı olur!' diye söylendiyse de oralı olmadım. Dikkatim başka yerdeydi, ama Emmim dayanamadı; şiddetli bir tartışmaya kızıştılar... Dar karınlar, dar kafalar, dar düşünceler... Notumu tamamlamak için kendimi bir kuytuya attım...

    Çok değil bir kaç saat sonra, Misgin (Abdullah Dalgıç) bir başka olaydan bahsediyordu, nasıl olduysa laf Özal'ın Anıtkaya'ya uğramasına geldi. Kırk yıl önce ANAP adayı Salim Kurt'a oy istediği konuşmayı galiba yeni Belediye Kahvesi civarında yapmış. Misgin'in dediğine göre Özal'ın öyle bir teveccühü varmış ki Anıtkaya'ya, 'İstenilse o dönemde ilçelik bile alınabilirdi' diyor...

    Yörüğoğluların Kahve ve Belediye Kahvelerine dair ilginç anekdotlar var; kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan...



28 Haziran 2024

Ere Kalkmak

 
     Kapalı (é) ile söylenen “ér” kelimesi belli bir zaman aralığını belirten isimdir. Tabi alelade bir zaman değil önceki bir zaman, geçmeyen bir zaman ya da tam olması gerektiği kıvamda ve miktarda bir vaktin adıdır. Bu kelimeyi kullanmadan “ér”i anlatmak zor, “érken” vakti belirten bir kelimedir “ér”. Zaten “érken” kelimesi de buradan gelmektedir. ér + iken > érken olmuştur. “ér gêç” ikilemesi zıt anlamlı iki kelimeden oluşturulmuş. Yani “géç” kelimesi tam olarak bahse konu “ér”in zıttı oluyor.

      Tarama Sözlüğünden “ércerek” ve “érek” kelimelerinin de erkenden, erkence anlamlarında kullanıldığını öğreniyoruz.

      Êrte kelimesi bir sonraki gün veya yıl anlamlarına geliyor daha çok da “értesi” şeklinde kullanılıyor. Bazı lehçelerde irte ve irtesi şeklinde görülebiliyor. Hala kullanılmakta olan “érte namazı” sabah namazı demek oluyor, “érte ağarması” ise bugün artık “ortanın/ortalığın ağarması” şekline dönüşmüş. Ertelemek fiili de ertesi güne veya ilerideki bir zamana kaydırmak, bırakmak anlamında bugün anlam dairesini oldukça genişletmiş bir fiil.

      Ermek fiili herhangi bir şeye uzanmak, ulaşmak, nail olmak, istediğini elde etmek manalarına geliyor. Sevdiği ile evlenmek “muradına ermek” deyimiyle ifade ediliyor mesela. Ya da çok istediği bir makama duruma ulaşma da aynı şekilde muradına erdiriyor. Aynı fiilin erişmek, eriştirmek türevleri de var. Bunlar aşağı yukarı aynı anlamlara geliyor.

      Divan-ı Lügat-it Türk Dizininde rastladığımız “ergür-“ fiili de hemen hemen ulaşma, yetişme anlamlarında. Fakat farklı olarak bir işe veya yere vaktinde varma anlamını veriyor. Bu vakit hassasiyeti de ister istemez “ér” ile bağlantı kurmamızı sağlıyor.

      Tarama Sözlüğünde belirtilen fakat kullanımda sadece Eğret’te rastladığımız “eli ér-“ birleşik fiili de bir işi yapabilmek için fırsat yakalamak, vakit bulmak anlamlarında kullanılıyor. Daha doğrusu bu birleşik fiilin sadece olumsuz hali kullanılıyor. Kendisinden beklenilen bir işi yapmayan, yerine getirmediği vazifeye bir gerekçe sadedinde bu sözü kullanıyor. Elim érmedi, fırsat bulamadım, vakit yoktu…

       Bir dönem hedef, gaye kelimelerinin yerine konulmaya çalışılan fakat milletten yüz bulamadığı için tutmayan kelimelerden birisi de “erek”. Türkçenin eski zamanlarında iç kale, sağlam kale duvarı, ele geçirilmesi gereken kısım anlamında kullanılıyormuş. Ulaşılmak istenen nokta manasına ér- fiilinden erek, açıklaması kolayca yapılabilecek bir kelime.

      Eren ve érmiş kelimeleri hedefine ulaşmış, nail olmuş, olgunlaşmış anlamlarına geliyor. Eren eskiden veli, Allah dostu, Allah’a ulaşan kişi olarak kullanılırken bugün sadece erkek ismi olarak kullanılıyor. Baştaki é olması gereken ses de alabildiğine açılmış vaziyette. Êrmiş ise yeni bir anlama bürünmeden eski halini devam ettiriyor.

      Ergin kelimesi de daha çok meyvelerin olgunlaştığını belirten “ér-“ fiilinden türeyen bir sıfat. Sadece meyveler için kullanılıyor ama yine erkek ismi olarak kullanılan Ergin ve Ergün’e kaynaklık ettiği düşünülebilir.

      Ergenlik çağına ulaşan, evlenme vakti gelmiş fakat henüz evlenmemiş kişilere erkek olsun kadın olsun “ergen” deniliyor. Bu kelimenin bünyesinde “lazım olan vakte ulaşmış” anlamını bulundurduğu çok açık. Dolayısıyla ér- fiilinden geldiğini düşünüyoruz. Fakat kelimenin başındaki é sesi bunda da açılmıştır. Bu bir handikap olarak görülüyor ama yine de kelimenin “érkek” ile veya “er” ile bir bağlantısını bulmaktan daha kolaydır onu “ér-“ fiiline bağlamak.

     Tabi bütün bu saydığımız kelime veya deyimleri hep “ér-“ fiiline bağlıyoruz, ama iş bununla bitmiyor. Sonuç olarak bu fiilin vakit anlamına gelen “ér” ismi ile bağlantısını söylemeliyiz. Ulaşmak, yetişmek, elde etmek, varmak, muradına ermek, fırsatını bulmak vs. yan anlamların hepsi varır bir yerde “zaman” ile düğümlenir. Her şey ona bağlıdır, onunla ilgilidir çünkü. Bu “ér” ismi Eğret’te bildiğimiz sahurun Türkçesi olmuştur. İnsanlar ére kalkarlar, érde yemek üzere yiyecekler  hazırlarlar, érde işe giderler, érde akıllarına gelir vs. vs.

 


27 Haziran 2024

Önce Ye, Sonra Geviş Getir

     
    Atın ağzındaki demir parçadır ve direk olarak dizginlere bağlıdır. Koşmak için sabırsızlanan atlar bu demir çubuğu çiğnerler. İşte atın gemini gevmesi budur. Deyim olarak sabırsızlanmak ya da bir işi yapmak için beklemek anlamlarında kullanılıyor. Üzerinde duracağımız kelime “gevmek” fiilidir.

     Eski bir sözlükte ne yazıyorsa olduğu gibi buraya alıyorum:

     Gevmek: Veya givmek. 1- Diş etleriyle veya çürük dişle eze eze koparmak. (Dişsiz koca karı bir parça et almış geviyordu.) 2- Dişle ısırıp koparmaya çabalamak. (At gemini geviyor.) 3- Koyun ve sığır gibi hayvanat, evvelce yediğini kolaylıkla lokma lokma ağzına getirip tekrar çiğnemek, geviş getirmek. (Koyun, inek geviyor.)

     Hayvanlarla ilgili yukarıda söylenen anlamların dışında duyduğum başka bir anlam ya da kullanış daha vardı. Yularla bağlanan bir hayvan koparmak için yularını ısırmaya başlıyor yahut yenmeyecek bir ağaç dalını, kabuğunu ısırmaya başlıyor. İşte bunun için de “geviyor” denir. Anıtkaya'da yaşlıların sert yiyecekleri yemeye çalışması anlamında bu kelimenin çok yaygın kullanıldığı malumdur.

    Bıçak, tırpan, makas gibi kesici aletler körelme veya teknik sebeplerle malzemeyi bir türlü kesmiyor, eğip büküyorsa buna da gevmek denir. Mesela makas kumaşı hart hart kesmiyor, arada büküyorsa bu tatsız duruma da gevmek denir. Yahut tırpan körelmiş; gayraklanması, çekiçlenmesi gerekiyor. Buna rağmen kaba kuvvetle işe devam ediliyorsa o biçme mutlaka  kusurludur. İşte bunlar hep gevme oluyor...

     Gevmek fiili ile doğrudan bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir sürü fiile rastladım Divan-ı Lügat-it Türk’te. Tamamı da hemen hemen aynı, en azından yakın anlamlara sahipler. İşte onlardan birkaçı:
Kewelmek: Gevşemek, zayıflamak.
Kewmek: Gevelemek, gevmek, gevşetmek.
Kewşemek: Geviş getirmek, gevşemek.
Kewşengen: Çok geviş getiren.
Kewşeşmek: Birbirini görerek karşılıklı geviş getirmek.
Kewşetmek: Gevşetmek, yumuşatmak, geviş getirtmek.
Kewtürmek: Gevşetmek.

DLT’teki bu tarama sonucunda gevşemek fiilinin gevmek ile çok yakın bir akrabalık bağına sahip olduğu kanaati bende oluştu. Derken Tarama Sözlüğünde, gevşemek fiilinin bazı devirlerde geviş getirmek anlamında kullanıldığı bilgisiyle karşılaşınca bu kanaatim pekişti. Geviş getirmek ile gevmek arasındaki yakınlığa ayrıyeten girmeye bile gerek görmüyorum. Ahardan veya yerden ağzına bir parça yiyecek alma imkanı olmayan, saatlerce yatan/oturan öküzler sürekli bir şeyler çiğnerler. Bilmeyene garip gelen bu durumun, öküzün midesindeki yiyeceği tekrardan ağzına alıp çiğnemesi olduğunu ben de sonradan öğrendim. İşte size geviş getirme, kısaca gevmek… 

Kalabalık sofralarda yiyecek kapmak için acele etmek gerekir, yoksa aç kalınacaktır çünkü. Böyle durumlarda “Önce ye, sonra geviş getirirsin” diye espri yapardı büyüklerimiz. 

Kıraç alanlarda, bozkırda yetişen odunsu dikenli bir ot vardır. Çok sert köklere sahip olduğu için özellikle yem sıkıntısı yaşandığı yıllarda, kış aylarında kökleri ezilerek hayvana yem olarak verilir. Geven denilen bu otun adı Şemsettin Sami’ye göre “koğgan” kelimesine dayanıyor. Geven’in diğer adları da “koğan dikeni”, “koğan”, “koğalak”. Bu otu hayvan geviyor, bunu unutmamak lazım. Acaba gevdiği için “geven” denmiş olamaz mı?

Bu bilgilerden sonra sadece temas edeceğim birkaç kelime daha var. Bunlardan birisi “kavlemek”. Çuvaşçada kullanılan bu fiilimiz de gevelemek, geviş getirmek, ihtiyarların zorla çiğnemesi anlamlarını karşılıyor.

Gevşek ile gevmek arasındaki yakınlığı söylemiştik. Peki “geveze” kelimesinin konumuzla ilgisi? Çünkü bu kelimenin karşısında sözlükte şu açıklamalar var: “Ağzı gevşek, çok ve münasebetli münasebetsiz söyleyen, sır saklamaz, boş boğaz.” Daha fazla yoruma gerek yok.

Düşündüğünü rahatça söyleyemeyen, dilinin ucuna kadar gelen ifadeleri telaffuz edemeyen, utanan, sıkılan kimselere de “lafı ağzında geveleme” denir. Niye?

Kıskanmak, çekememek anlamında Anıtkaya ağzında çok yaygın kullanılan 'garın geymek' deyimi de konuyla ilgili olabilir. Bilindiği gibi burada işkembeye 'garın' denir. Hayvanın diğer kısımlarına göre çok sert yapıdaki garın, yenirken zorlanır. Bu yüzden onu lokma lokma yemek mümkün olmaz; ancak gevilebilir. Hazımsızlık durumunu da içine katarak, birini kıskanmayı garın gevmeye benzetmişler. Zamanla kelimedeki ses değişikliğiyle 'garın geyme'ye dönüşmüş.

 Gemini gevmekten geviş getirmeye, gevelemekten garın geymeye birçok deyimin gevmekle alakalı olduğu görülüyor.

 


Sağıl Dağıl

     
    Eğret’te rastladığımız sağılmak fiili bildiğimiz hayvandan süt sağılması işini bildirmez. Bir zembereğin boşalması gibi veya sıkı sarılmış bir makaradaki ipin dağılması gibi varlıkların dağılması, dizi dizi sıralanması, ip gibi dizilmesi demektir. Mesela bir koyun sürüsünün ağıldan koşarak çıkması ve sağa sola koşuşturması bu fiille ifade edilir.

    İslamiyet öncesi Türklerde bir ölünün ardından yapılan törenlerde onun iyilikleri şiir şeklinde hatırlatılırdı. Hele de ölen bir kahraman ise onu medhetmek için insanlar yarışırdı. Bu tip şiirlere sagu, şiiri söyleyen ozanlara da saguçı denirdi. Bu kelimelerin sağmak ve sağılmak fiillerinden geldiği iddia ediliyor. Buna göre sagucu ölünün güzelliklerini dizi dizi sıralıyor yani bu güzellikler sağılmış oluyor.    

    Anıtkaya’da (Eğret) uzun kış gecelerinde köy odalarında bir araya gelen insanlar, artık evlere gitme vaktinin geldiğini sağıl dağıl olmak sözüyle ifade ediyorlar. “Hadi sağıl dağıl olalım” demek herkes evine gitsin demektir. Bu sözden sonra insanlar odadan çıkar ve her biri bir yana yönelir evinin yolunu tutar. Bize de 21. yüzyılda “sağıl dağıl” olanlarla binlerce yıl önceki sagucular arasında bağlantı kurmak düşer.

    Sözün hayvan sağımı ile ilgili bir yönü olması da kuvvetli ihtimallerdendir. Özellikle koyun sağımından önce hayvanların toplu olarak bir yerde tutulması zorunludur. Ancak sağım işlemi bittikten sonra koyun, kuzusunun yanına bırakılır ki kuzu da kendine düşen sütü emebilsin. Sağımdan önce topluca tutulan hayvanlar böylece sağım sonrası serbest bırakılırlar. Önce sağılıp sonra dağıtıldıkları için sağıl dağıl oluyorlar.




26 Haziran 2024

Uğra

 
    Anıtkaya'da (ve tabi ki bütün Afyon vilayetinde) kadınlar hamuru yazarken yastığeçe, daha sonra dinlenirken de mendile yapışmasını engellemek için un sepiliyorlar. Bu unun elenip kepeği alınmış olmasına dikkat ediyorlar. Adına uğra denilen bu unun neden bu ismi aldığını merak edip küçük bir araştırma yaptım... Küçük, ama Türkçenin çok eski devirlerini ve geniş coğrafyasını dolaşan bir araştırma oldu.

    Türkçenin eski zamanlarında buğdayın saklandığı ambara “ug” adı veriliyor. Kelime başındaki sesin incelebileceğini unutmadan izini sürelim.

    “Ügimek” fiili bugün kullandığımız öğütmenin atası oluyor. Ses ve anlam benzerliği dikkatlerden kaçmıyor zaten. Kim olsa bu iki fiil arasındaki akrabalığı fark eder. Ügitçinin öğütücü demek olduğunu da söylemeye bile gerek yok.

    İki teneke un öğütmek için bile ne zahmetlere katlanıldığını az çok hatırlayabilecek yaştayım. Gerçi su değirmenlerine yetişemedim ama elektrikli değirmenlerde nöbet beklendiğini gayet iyi hatırlıyorum. Çok eski zamanlarda da buğday öğütmek meşakkatli bir iş olmalı ki insanlar bir araya gelip topluca yaparlarmış bu işi. Adına da özel bir fiil olarak “ügüşmek” diyerek hem de. Bir arada yapılan bu iş el değirmenleriyle yapılıyordu, çok büyük ihtimal...

    Şimdinin böreklik, baklavalık, ekmeklik unları nasıl değişik ayarlarda öğütülüyorsa eskiden de kalın veya ince öğütülürmüş tahıllar. Kalın öğütülenine “ugud” deniliyor.

    “Ugut” ise içki yapılan bir çeşit hamurun adı. Belki mayalanma esnasında oluşuyordu içki, bilemiyoruz. Kırgızlar ise arpanın posasına, küspesine “ugut” diyorlar.

    “Uğra” kelimesine en çok benzeyen kelime “ügre”. Bu bir yemek adı. Tutmaca benzer bir çorba yapılıyor, kıvamı tutmaçtan daha duru, yoğurtlu, ana maddesi yine un, yani hamur. Kim bilir, belki de bildiğimiz “oğmeç” çorbasından bahsediliyordur. Ne yani, bu çorbanın asıl adı “ugmaç” olamaz mı?

    Baştan beri sayıp döktüğümüz bu kelimeler ve “uğra” kelimesi hep bir şeyin etrafında dönüp duruyorlar. Arpa-buğday, un. Ve hepsinin içinde mutlaka bir “ug” sesi var... 

    Bugüne kadar gelirken kendince bir anlam sülalesi oluşturmuş, ona bakalım. Teknede yoğrulan hamur gelmesi, yani mayalanması için dinlenmeye bırakılır. Üstü mendille örtülecek, ama hamurun mendile yapışması tehlikesi var. İşte hamurun yüzeyine bu yüzd en bir katman uğra sepilenir. Yeterince dinlendikten sonra yasdığeçte yazılacak, bu esnada tahtaya yapışmaması için yine uğraya başvurulur. Aynı şekilde mendilin üstüne yazılan, oradan küreğe bırakılarak fırın içine uğurlanan hamurlar bulunduğu yere yapışmasın diye hep uğra sepilenir; bu işe uğralama, uğra konulan kaba da uğragabı denir...

    Uğralama yalnız ekmek yapım safhalarında değil, hamurun bir nesneye yapışma tehlikesi olduğu her alanda kullanılır. Bu alanlar tabi ki hamur işleri olup en iyi örneği hamıraşı (erişte) kesme olarak gösterilebilir. Kalın hamıraşı katları arasına, belki de aynı kalınlıkta uğra dökülür. Kırt kırt kesildikten sonra yığılan hamıraşı taneleri oradaki bol uğra ile oğuşturularak 'dene dene' olması sağlanır...

    Ya, işte uğranın böyle bir macerası var ve zannettiğimizden daha köklü ve yaşlı bir kelime... 

 


25 Haziran 2024

Bereñarı

 
Añ özelde tarla sınırı demek ama orijinalinde genel olarak uç ve sınır anlamları var. Añyeri, Añyol ve Añıdini özel adlarındaki bu kelimenin orijinal anlamıyla da bir ilgisi olduğu düşünülebilir. Açıklayamıyoruz ama añız kelimesinin de bir şekilde bu kökten geldiği düşünülebilir.

Añrı kelimesi Azeri ağzında “öte” manasına geliyor ve bugün hala kullanılmakta. Türkçedeki añaru edatıyla aynı kökten geldiğine şüphe yok.

Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılmasa da añaru edatının “öte, ileriye doğru, öbür taraf, karşı taraf” gibi anlamları var. Orta Anadolu ağızlarında sık rastlanan “ârı” edatının –dan öte, -dan sonra anlamına geldiğini biliyoruz. Şimdi kullanımdan düşen añaru edatının da bir zamanlar aynı anlamı taşıdığını biliyoruz. “Ârı” edatının “añaru”dan geldiği konusunda gerek Necmettin Hacıeminoğlu ve Radloff gerekse diğer bilim adamları söz etmiyorlar ama bizim bilimsel kayıtların dışında bulunmamız böyle bir iddiayı kolaylaştırıyor.

Konuyu dağıtmayıp esas meseleye dönecek olursak; “añaru” edatı “añaru berü” şeklinde birleşik kullanımıyla bu sefer zarf göreviyle karşımıza çıkıyor. Anlamında bir belirsizlik, ortalama ifadesi olarak “şöyle böyle, ileri geri, öte beri” gibi bir şeyler var. Elbette bu birleşik kullanım da şu anda yok. Biz bunları eski eserlerden veya Tarama Sözlüğünden bulduk.

“Añaru berü” birleşik kelimesinin “Berü añaru” şeklinde söylenilebileceğini düşünemez miyiz? Bu çeşit ikilemelerde bugün bile kelimelerin yerini değiştirmiyor muyuz? “Büyük-küçük” de deriz, “küçük-büyük” de. Sadece ikilemelerde değil başka bazı birleşik kelimelerde de bu böyledir. Misal, elalem o koca makineye biçerdöver derken, bizimkiler baştan beri 'döyerbiçer' bilirler, hala da öyle derler.

Tıpkı yukarıdaki örnekler gibi bugün Eğretliler “añarı beri” yerine “beri añarı” diyorlar. Elbette Türkçe kurallara göre böyle iki kelimenin birleşmesinde hece düşmesi kaçınılmazdır. Kelimenin varacağı yer: “Bereñarı”…

Üstünkörü, özensiz, dikkatsiz yapılan işlerde olumsuz anlamıyla işin eksikliğini vurgulayan bereñarı, başka bir kullanımda da karşımıza çıkıyor. 
     - 'Şindi çamırı bereñarı çarp, geri gelince essahtan sıvarız.' diyen birisi, geçici bir işlemden söz ediyor demektir. Bereñarı kelimesi burada kalıcı olmayan anlamında kullanılmış...

Yukarıdaki anlamları kadar yaygın bir kullanış değil, ama yine de Anıtkaya ağzında bir yeri daha var kelimenin. Bir kişi, nesne veya durumu eleştirerek hakkında fikrinizi beyan ediyorsunuz. Mesela; 
     - 'Cumartesi günü burası çok kalaba oluyor' dediğinizde, aynı dertten muzdarip olup da sizin fikrinizi onaylama anlamında karşınızdaki kişi;
     - 'Bereñarı mı!' diyor. Aslında söylediği bir soru sözü değil, sizin fikrinize katıldığını belirten bir ifade... 

Bizim bu bereñarı açıklamamız derinleştirilirse, kim bilir kelimenin farklı kullanımlarına ait daha neler çıkacak...