09 Kasım 2024

Yiyiciler


    Bu bölümün hangi kategoride değerlendirileceği hususunda epeyce düşündüm. En sonunda yeme muhabbetlerinin daha çok oda sohbetlerine konu olduğundan yola çıkarak, köyodasına almaya karar verdim.

    Konuya nereden gireceğimi bilemiyorum, iyisi mi kahramanların yaşına göre en kıdemlisinden başlayalım. Tongulların Satı Ninenin bir kaç pideyi ağıla varana kadar bitirdiğini torunundan dinlemiştim. Sağıma mı gidiyor, yoksa ekmek mi ne götürüyormuş. Eşeğin sırtında yola düşmüş... Açlıktan veya can sıkıntısından heybedeki pidenin bir ucundan başlamış yemeye, varana kadar pideleri bitirmiş...

    Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok'tan naklediliyor. Eniştesi Gambır Tevfik İdis ile dağdalar, yahut arazinin dağa yakın bölümündeler. Herhalde sürünün peşinde koyun güdüyorlar. Bir koyun kesip yemişler, Müdüroğlu'nun dediğine göre kendisi 'az bişey' yemiş, koca koyunun geri kalanını Eniştesi tek başına götürmüş. Bir heybe mısır hazır bekliyormuş, üstüne de onu yemişler. Onun içinden 'bir iki denesini' Müdüroğlu, geri kalanını Gambır halletmiş. Tabi bu kadar yemenin üzerine su lazım, oysa bardaklar boş... En yakın yer Hacıların Kuyu... Buranın suyu derin tabanından bülkmüyor, bileziğin iki üç metre altındaki duvardan çağlıyor. Doldurmak için oraya kadar inip çağlağa su kabını tutman gerekiyor. Bu riskli dolduruşa herkes cesaret edemiyor o zamanlar. Dediklerine göre Tevfik Ağa'nın ayakları normalden biraz büyük olduğundan taş oyuklarını filan iyi kavrarmış. Bu yüzden hiç çekinmeden inip bardaklara suyu doldurup çıkmış. 'Müdüroğlu'nun anlatısına ne kadar güvenilir orasını bilemem' dedi olayı bana nakleden, o kadar yedikten sonra yangınını Hacıların kuyudan böyle söndürmüş...

    Hatiplerin Deli Ahmet Aykaç bir bütün ekmek kadayıfını tek başına yermiş. Geniş zaman kipiyle ifade edildiğine göre bu olay bir kaç kere tekrar etmiş görünüyor...

    Yeme ve boğazına düşkünlüğü konusunda Bödü Mehmet Sağlam hakkında çok bilgi yok. Sadece torunu Nail Sağlam'dan bir rivayet geldi. Bizzat şahit olmuş, bükme tepsisiyle (burada büyük kara tepsi kastediliyor) bir tepsi arap aşını tek başına yutmuş...

    Hacıların Kel Ömer Azbay da yanındakiyle dağda bir koyunu yemişler. O zamanlar meşhurmuş birbirinin koyununu araklamak... Yedikleri de öyle bir şey... İki kişiler, ama kim ne kadar yediğine dair bir tespit yok... Yine de Ömer Ağa'nın biraz fazla yediğini söylüyorlar, en azından yarıdan fazlasını o yemiş... Yemiş ama sabahı edememiş, çıkmış dağda şifa otu aramaya başlamış. Önüne gelen her ota saldırmış... Karanlıkta acı bir otu yedikten sonra iyileştiğini söylemiş... Sabah bu ne otuymuş diye bakıp böylece yakı otunu keşfettiği anlatılıyor...

    Başka kanallardan da çok dinledim, ancak Macur Ali Öncül dedemden bizzat duyduğum bir olayı da zikretmek isterim. 1940'lı yıllar, annem daha çocuk, belki apıleci yürüyemiyor. Dedemle Ninem bu tek çocuklarını da alıp orağa gidiyorlar Tekgeyeri'ne... Çocuğu arabanın altına gölgeye yatırıp işlerine güçlerine bakıyorlar; biri biçiyor, diğeri deste dırmıkla paklıyor. Çocuk uyanınca uzaklaşıp gitmesin diye, ayağından tekere bağlıyorlar. Tabi tamamen kaderine terkedilmiş değil, arada gelip bakıyor Ninem... İkindiye kadar bu şekilde çalışmışlar, ikindi sonrası Nineme demiş ki "Git hem çocuğa bak, gelirken de ekmek geti, iki üç dıkım yiyem." Ninem arabaya doğru yönelirken ekmeğin bittiğini söylemiş. Tabi Dedem celallenecek olmuş, niye az ekmek aldın gibisinden çıkışınca "Nebilen, sekiz dene guyduydum" diye cevaplamış. O vakit anlamış Dedem ikindiye kadar iki kişi sekiz ekmek yediklerini. Olsaymış herhalde akşama kadar 10 ekmeği bitirirlermiş...

    Berberlerin Ali Öztürk'ün dediğine göre, Şaval Kadir Özdemir bir kasa lokumu tek başına yemiş. Lokumların kasaya ambalajlandığı o yıllarda bir kasada, yanlış hatırlamıyorsam, 3 kilo güllü lokum bulunurdu. Bu sade lokumlarda fındık, fıstık, ceviz gibi iç bulunmadığından daha ağır olurdu. Her şeye rağmen 3 kilo lokum büyük bir miktar... 

    Bunun ırsi olabileceğini düşündüren şey Şaval'ın Yahya Özdemir vakasıdır. Çok yemesiyle meşhur olan Yahya Abi hakkında sayısız olay duyabilirsiniz. 14 Tane bükme, bilmem kaç tepsi düğün pilavı, şu kadar pide filan... Bir ziyafet sonrası içtiği 17 maden suyunun kar etmediğini yakınlarda kendisinden işittim. Fakat daha şaşırtıcısı var... 

    Bunlar yeğeni Kadir Özdemir'le birlikte İzmir'e gidiyorlar, yıl 1998... Ford kamyonla serbest seyir halindeler, yanlarında hediyelik 11 tane öğme var. Açlığa dayanamayıp ucundan kıyısından başladıkları öğmelerin sekizini İzmir'e varana kadar bitirmişler. Gece saat 2'de indikleri evde sofra kurmuşlar bunlara, kalan üç öğmeyi de sofrada yemişler. Kadir hala o günü unutamıyor ve 11 öğmeyi yediklerini anlayamıyormuş. Tabi o sırada 13-14 yaşlarında bulunan Kadir'in bunca yiyeceğin ne kadarını yediği de soru işaretidir, çünkü asıl başrol oyuncusu Yahya Emmisi...

    Bununla beraber Torun Şaval Kadir Özdemir'i de tamamen yabana atmamak gerekir. Karacahmet'te bir nine, onun tok karnına bir köy ekmeği yediğini iddia ediyormuş. Bu kadar yiyebilmenin ırsi olabileceğini düşünmemiz boşuna değil...

    ***

    Araya giren Şavalgadir ailesi kronolojiyi biraz bozmuş olsa da geleceğimiz yere geldik. Burası yeme konusunda ayrı ve özel bir başlığı hak eden birine, Böbülerin Gocahasan'a ayrıldı.

    İriliğinden dolayı Goca Hasan diye lakaplanan Hasan Kabadayı'nın yeme ile imtihanı daha çocukluğunda başlamış. Lakin tersinden... Et yiyemediği fark edilince, Neslihan Ninesi bizim dağda bulunan yakı otu yedirilirse çocuğun derdine derman bulacağını söylemiş. Gerçekten bahsedilen acı otu yedikten sonra Hasan'ın yeme konusunda hiç bir problemi kalmamış, hatta doymamacasına yemeye başlamış. Bundan sonra okuyacağınız örnekler hep bu yakı otunun eseri olduğu söyleniyor.

    Gocahasan'ın anası ile Hoca Dedem (İbrahim Varlı) emmi çocukları oluyor, hem akrabalık hem komşuluk olduğundan birbirinin evlerine yabancı gibi değil de kendilerininmiş gibi girip çıkıyorlar. Veyislerin meşhur bağdan çok üzüm kaldırırlarmış o vakitler. Bağbozumunda gerilerle getirdikleri üzümleri pekmez yaparak değerlendiriyorlar. Küplere doldurmuşlar belki yüz litre pekmez... Kışın ortasında Dedem demiş ki Nineme;
    - 'Gız hele şu bekmezden geti de dadına bakam bi...'  Ninem pekmezin bittiğini söyleyince de hem şaşırmış, hem inanmamış, hem de öfkelenmiş. Sonra Ninem izah etmiş;
    - 'Gocasan girdikçe çıkdıkça içdi, bi de bakdık küp boşalmış...' Çocukluktan çıkıp delikanlılığa terfi eden Hasan bu dönemde onca pekmezi hüpletmiş. Delikanlılığından itibaren koyun çobanlığı da başlamış. Ona dair anlatılanların çoğu dağda, ağılda yaşadıklarıdır, fakat evde yediklerine şahit olunan da az değil.

    Babamdan 11 yaş büyüktür, yani delikanlılığında babam daha çocuktu. 'Bizim evde et va' diye babamı da yanına alıp götürmüş. Kazandaki eti kaldırıp dörtgulpluya devirmişler. Bu et en azından bir koyundur. Babamın dediğine göre, kendisi bir kemiği sıyırmakla oylanırken Gocasan teknedekini yalayıp yutmuş. Anası yetiştiğinde ancak köşede küçük bir parça et kalmışmış, bağırıp çağırıp azarlamış da o küçük parçayı kurtarabilmişler. Bu yaşlarda artık Gocasan durdurulamıyor.

    Aslında Gocahasan lakabını Dağda vermişler; Çilmahmut'un Hasan Omak'a Güçcükhasan, buna da Gocahasan derlermiş. Küçük kardeşi Veli Kabadayı ile Babam gitmişler bunun yanına. O gün üç koyunu kesip kancalara asmış... Üç kişiler ya, o yüzden üç koyun; adam başı birer tane... Yalnız ikisi çocuk sayılır, Gocahasan'daki hesabı anla artık... Herkes canının istediği yerden kesip közleyip yemiş. Vakit ilerleyip uyku gelince 'gafaları gömün' diyor, 'kim yicek' diye itiraz ediyorlar. Onlara bakmayıp kendisi güzelce ocaktaki meşe külüne gömüyor... Gecenin bir yarısında Babam uyanmış, kalkmadan etrafı seyrediyor. Gocasan kalkmış, bir çft gözün kendisini izlediğini fark edince üç kelleyi 'daha bişmemiş' diyerek geri gömüp yatmış. Kısa bir süre sonra tekrar kalkıp üç kelleyi tek başına tısıl tısıl sıyırıp kemikleri yığdıragomuş. Babamın hala uyanık olduğunu görmüş ve 'Aha böne bakagalırsın' deyip yerine yatmış.

    Bazıları onda yemenin bir tutkuya dönüştüğünü söylerken, bazılarına göre onun yemek yemesi ihtiyaçtan değil alışkanlık eseriydi. Bir koçu kesip yüzerken, boş durmamak için hayvanın yağlarını atıştırdığını görenler var. Bununla beraber daha o vakitlerde Gocasanın yemesini bir hastalık belirtisi olarak da görürlermiş. Adam günde üç paket sigara içmesine rağmen iştahında bir gerileme görülmüyor. Bunu sadece başlangıçtaki yakı otu tedavisine bağlamak doğru olmayabilir, fakat otun yeme isteğindeki etkisi de meydanda. Zira yakı otundan ölünceye kadar vazgeçmemiş, dağda zaten elinin altında bulunan bu otu köyde de cebinden eksik etmez, ihtiyaç hasıl olduğunda bir tutam çiğneyip midesindeki fesadı ortadan kaldırırmış.

    Köyde bulunduğu günlerden birinde yeğeni Ramazan Tektaş evde tepsi ettiklerini söyleyip akşam yemeğine davet etmiş. 'Evde bi tencire pilav yidim ya, hadi gidem bakam' demiş. Davetliler arasında bulunan Bahtiyar Dayımın dediğine göre, tok karnına oturduğu o sofrada tam 13 tane bükme yemiş.

    Aynı zamanda ehlikeyif biri... Yediği zaman yemenin, çalıştığı zaman işin, daldığı zaman da keyfin hakkını veriyor. Kalabalık olduğu için sürüyü bölerler, bir kısmını da bizim avluya koyarlarmış. Gocasan uyuyup dinlenirken koyunlar da iki avluda pinekliyor. Bir keresinde  bizimkiler koyun ölüyor diye telaşla uyarmışlar. Kafasını bile kaldırmadan mırıldanmış: 'Ölüyosa kesin yiyin, beni ne uyarıyonuz!...'

    Gocahasan lakabının hakkını verircesine güçlü kuvvetli... Bazı zamanlarda herkes gibi el işine de gidiyor. Çatalçeşme'ye orağa gitmiş, Dıbış'ın ekini biçiyorlar. Çalışan başkaları da var, ama gözler bunun üzerinde. İşin arasında bir koyunu yemiş, diğer çalışanlarla birlikte üç tepsi börek yinmiş. Kimin ne kadar yediği tahmin edilebilir...

    Ova köylerine Çorca'ya filan gittiğinde hemen farkı hissediliyor. Hem yer, hem de yediği kadar çalışırmış. Oralarda Gociban (İbrahim Özen) ile bunu Döyerbiçer diye lakaplamışlar...

    Böyle bir adamın bir kuzu, koyun hatta koç yediğine dair hikayeyi çok kişiden duyabilirsiniz. Yeğeni Berber Ahmet Kabadayı'dan dinlediğim başka bir hikaye anlatayım size. O da Hafız Mehmet Öztürk'ten bizzat duymuş. Hafız'ın dükkanın üst katında 1960'ların sonunda Karahallılı iki terzi varmış. Osman ve Necati adındaki bu ustaların yanında zaman zaman toplanır ferfine yaparlarmış. Hafız ve Gocasan'ın da bulunduğu bir gün için kaz ve tirit ferfinesi kararlaştırılmış. Buna göre Gocasan evden bir kaz pişittirip 30 şepit ettirecek, parası ortak karşılanacak. Günü gelince Gocasan kaz ve şepitlerle çıkıp gelmiş, ama sofrayı hazırlarken söylenmiş;
    - 'Bu bana bile yetmez, keşge iki dene kesydik.' Onun böyle mırıldanmasına dayanamayan Hafız sonunda patlamış;
    - 'Ha hayvan ha! Sen bunu yi parasını ben vecen, ne gonuşup duryon!' Biraz da yiyemezsin demeye getirmiş. Yirdin, yiyemezdin derken iş ciddiye binmiş ve Gocasan işe girişmiş. Otuz şepidi ıslatıp ıslatıp yemiş. Etin sonuna doğru biraz zorlanır gibi olunca 'gaybettin' diye eğlenecek olmuşlar. Gocasan ise pek oralı değil, eti bitirmiş ve zorlanmasının sebebini açıklamış;
    - 'Evde de gazınan tirit vardı. Len ben orda aç galırın deye açık atışdıren dedim, bi gazınan 15 şepit yidim de öne geldim. Yosa burda oguda zorlanmazdım...' Hafız İzmir'de ameliyat için hastanede yatarken bu olayı yemin billah ederek Berberahmet'e böylece anlatmış...

    Devran hep aynı minvalde dönmez. Tökezlemeler, duraklamalar, aksamalar vb. her ne olduysa düzen bozuluyor. Gocasan İzmir'e göçmek zorunda kalıyor. Mutlaka karakteri ve alışkanlıkları da onunla beraber gitmiştir. İştahı ve yeme arzusunu bırakacak değil elbet... Yalnız yakı otu İblak'ta kaldı... Gelene gidene sipariş verip istetiyor, yakınları da onu otsuz bırakmıyorlar. Yemeye devam yani...

    1994 Yılında Mehmet Tırık, onu Berberahmet'in evinde görmüş. Berber hem yeğeni hem damadı olduğundan çok rahat... Neslihan Hanım babasına 'Şepit va, getiren mi Buba?' diye sorunca 'Haber edeydin garnımı doyurmadan gelirdim a gızım, neyise geti bakam.' diye oturduğu sofrada tam 14 tane şepit yemiş. Mehmet, ölesiye unutmam dediği bu manzarada şepitleri özellikle saydığını söylüyor.

    ***

    Bu hususta anılması gereken isimlerden biri de Gambırmuhtar Ahmet Öncül'dür. Muhtarlığı döneminde büro olarak kullandığı odada geçen çoğu olay fıkra gibi hala anlatılır. Görmedim, ama kendisinden dinlediğim biri manidardır. Güneş almayan odadaki saksıda yetiştirdiği biber fidesi vardı. Çiçek açar, döl verir, kızarır öylece yaşar gider, kimse de varıp dokunmazdı. Çünkü zehir gibi acı olan firenk biberi dediklerindendi, bu yüzden kimse yemeye cesaret edemezdi... Katık bulamadığı bir gün, iki üç tanesiyle karnımı doyururum diye düşünmüş. Koparıp yanına koymuş. Gerisini şöyle anlattı;

    - 'Issırmadım bile le!... Sadece dişledim... Anam! Anam! Anam!... Dilim dudağım davıl gibi şişdi... Bağırcen, bağıramıyon... Ağlıcen, ağliyemiyon... Bi ter basdı beni, sona gözlemden tıpır tıpır yaş boşandı... Emme ağzımın yangını geçmiyo... Onun acısınnan tam bi dene köy ekmeği yidim, hala dilim yanıyodu...'

    Tabi bunu dinlerken onun mübalağa kralı olduğunu unutmamak lazım. Yine de yeme konusunda abartması yoktur. Sevdiği bir şey karşısında gözlerinin parladığına çok şahit oldum. Evliliğinden sonraki en mutlu günü belki de mangal sahibi olduğu gündür...

    Bir keresinde Hisar pide salonuna gittik, oranın tandırı meşhurmuş, benim bildiğim yok. Meğer o çok defa tecrübe etmiş... 'Ben tekli yicen' dedi, aynısından ben de istedim, fakat şaşkınlığımı da gizleyemiyorum. Muhtar bu, tek porsiyonla doyar mı!... Önce dörde bölünmüş soğanlar geldi. Sabırla onların her bir diliminin zarını ayırıp şöyle koydu. Soğan merasiminin bitiminde geldi bizim tekli tandırlar... Ben bir lokma aldım almadım, bir işaret çaktı takviye pide getirdiler. Meğerse kaşla göz arasında pideyi bitirmiş, et öylece duruyor... Böyle böyle işaret ediyor, pide geliyor; işaret, pide... İşaret pide... Ben kaç tane boş pide geldiğini sayamadım... Garsonlar da bıkmış olacak ki bir süre sonra ortadan kayboldular. Son gelen pideyi katık ederek et ile aynı anda bitirdi... Gülüşerek dışarı çıkarken doymadığı belli oluyordu. Herkes kendi yoluna gitmek üzere ayrıldık. Sonradan öğrendim, 'Bi yere oturup gözelcene garnını doyurmuş.'

    Karnı doyduğunda 'Haşşönee!' diyerek avuçlarını birbirine vurur, sigarasını yakmaya dururdu. Katmer yerken kırılan dişini tamir için Dişçi Ali'ye vermiş, onlar gelene kadar geçen zamanda hayat zindan olmuştu...

    Muhtarla aynı dönemin meşhur yiyicilerinden biri de Kalpsiz Hüseyin Tok idi. Bu işe Muhtar gibi sanatsal açıdan yaklaşmaz, harala gürele yalayıp yutmaya bakardı. Yiyecek miktarı çok olsun yeterdi, gerisinin önemi yok. Mesela kanattan nefret ederdi, etten çok kemik var diye... Çolakların Odada bir keresinde yüze yakın yumurta yediklerini anlatmıştı...

    Turabilerin Ahmet Külte'ye kulak verelim : Bu hikayeyi bizzat Takgasların Mahmut Öncül Amcadan dinlemiştim, yıl olarak tam hatırlamıyorum ama Kalpsiz'in kamyonun olduğu yıllar..

    Kalpsiz'le Mahmut Amca Bayramaliler'e taş getirmeye gidiyorlar, taş işiyle uğraşan ortak tanıdıkları birisine varıyorlar. Taşı yükledikten sonra yola çıkmak için hazırlanırlarken galiba lastik patlıyor, arkadaşları da 'Vallaha olmaz, vakit de geç oldu, bugün burda akşamlayacağız. Hem ben keçiyi kestim, hazırlattırıyorum, onu yimeden bırakmam sizi.' diyor. Tamam deyip ocaktan eve doğru yürümüşler. Yalnız Bayramaliler'e gelirken Kalpsiz 'Le Zelo, arada sırada dişim batıyo, ağrıcek heralda' demiş. O da 'Bişey olmaz geçe' diye geçiştirmişimiş. Şimdi söz Zelo'da;

    - Bu ocaktan çıkarkene zıngırdamaya başladı 'Zelo vallaha dişim ağrıyo.' Ben 'Le bişey olmaz geçe le' diye savsakladım. Neyse eve vadık, bizi odaya aldıla; ama Kalpsizin diş de azıttı. Köy fırını evin hemen yakınında, keçiyi tepsilere  hazırlamışla, fırına götürüyola. Bizim Kapsiz gıvranmaya başladı bu sırada. İlaç yok, hap yok, bunnan beraber elektirikler de yok. Tuz koyalım, gargara yapalım... Herşey deniyoruz, bir türlü ağrı kesilmiyo, Kalpsiz yerlerde yuvarlanıyo. Keçi fırından geldi, yeminle nar gibi olmuş. Sofra hazır, Kalpsiz yemeğe dayanamaz, hele ete heç heç... Oturduk... 'Hadi Kalpsiz.'  Nerdeee, Kalpsiz'de yicek durum yok. 'Yav çekelim bali şunu da kurtul yav!' dedik... 'Vallaha da çekin bali.'  'Eee, neyinen çekcez?'  Evsahibi 'Pense olur mu?' deye sordu. 'Olur le, geti...' Derdi diş falan değil Kalpsiz'in, keçi etini yiyemiyecek olması... Getirdi penseyi, netcez kim cekcek? Ev sahibine 'Sen çekersin' dedik. Tamam dedi, aç ağzını Kalpsiz... Hangisi?.. İşte şu... Elektirik yok, el feneri yok, bi dene gandil onun da kendine faydası yok... Gandili yaneşdiriyon, yaneşmiyo,.. 'Ağzının içi görünmüyo' dedim, 'Ben iyice yaneşdiren, sen görünce dutasın...' Tamam, olur... Yaneşdirdim gandili. Nerden görcek, gandil yaneşmiyo... Kalpsiz şu mu le?  Hı! Hı!.. Tamam, çekiyon... Nasıl tutmasınnan bükmesi bir oldu, bilekleri de kuvvetli.. Bizim Kalpsiz penseyle beraber havaya galkıyo... Ihh ıhh... Ne oldu le?... Ağzında o biçim küfürler... Len o diş degil, yanındaki!... Meğer yanlış dişi tutmuş... Ağrısı iyice arttı... Biz otuduk keçinin başına, Kalpsiz kenarda galik... Nispet ede gibi 'Kalpsiz ge bali...' Nerdeeen, yerlerde yuvarlanıyo... Velhasıl o gün Kalpsiz keçiyi yiyemedi, sabaha kadar yuvarlandı. Sabahdan Dişçi Ali'ye gittik, bir çürük bir sağlam diş çektirdik...

    Muhtar'da olduğu gibi Kalpsiz'in de dişle imtihanı var... Bu mevzuda tek ortak noktaları diş değil. Onların nasıl birer yiyici olduğunu gösteren, birlikte yaşadıkları sayısız ziyafet macerasıdır. Onlara bir örnek olması açısından yine Ahmet Külte'ye dönüyoruz. Bu seferkini bizzat Kalpsiz'den duymuş.

    Kalpsizle Muhtar bir gün Afyon'a giderler. Niyetleri pide yemektir, Lale pide salonuna varırlar. Muhtar, 'Şöne bana 5 tekli yap' der. Kalpsiz de aynısından ister. Muhtar, soğumasınlar diye pideleri yavaş yavaş getirmesini söyler. 

    Kalpsiz Amca anlatıyor: Yaveş yaveş  bidele geldikçe biz yidik,  ayran kola da yanında... Beş teklile bitince 'Le Galpsiz yetmedi, Usda 3 tekli daha yap' dedi. Tabi esik  galır mıyın, 'Bana da geti' dedim. Valla ordeki garsonla etrafımızda fır dönüyola... Yidik, hesabı ödedik, çıkdık. Çıkdık ya, Allahalla saki bana yetmedi gibi geliyo. Gambır'a da bişey diyemiyon, çünkü sövcek biliyon... Deyen, demiyen... Ptt'nin önüne geldik... Gambır ben bişey decen, emme söyme... Neymis le?... Valla ben doymadım... Len .... un ayısı, ben de doymadım!... Netcez le?.. 'Netcez len, şurdan Demircile içine gidem.' dedi... Gittik, gasaptan et aldık, fırına vardık, ne çıkarsa hepsine pide yap... O da 10 tekli çıkmış, geldi önümüze, bi de ayran kola, onları da yedik... Çıktıgımızda 'Haşşöne ... mun Gapsizi, şindi lekine girdi...'  Ya le Gambır, valla benimki de dekleşti... 

    Bu olaydan bir müddet sonra yine Afyon'da Ağustos ayında yemekleri yerler. Kapsiz'i ter basar... Len eğri dedim, valla ter basdı, gidem de soğuk bişeyle içem... Eyi madem, hadi parka... Heykelin yanındeki parka gittik. Garsona sen bize soğuk biseyle ve, dondurma kola geti dedim. Gambır 'Sen yi, bana bi demlik çay geti.' dedi... Len eğri, bu ıscakda çay mı içilir!... Geliyo dondurma kola, ben terliyon... Geliyo dondurma soguk su kola, ben terliyon... Gambır'da gıram ter yok... Demlik bitdi, bi daha söyledi... Benim dondurma faslı dört beş oldu, hala ter döküyon... En sonunda '... mun eğrisi, şu tere bak le, sen de hala çay iciyon bu ıscakda!...' En sonunda patladı, '... mun Galpsizi, ıscakda soğuk yiyip içilmez. Iscakda ıscak işcen, terletmez, harareti kese!..'  Ben bilmiyodum, velhasıl bizim Eğri'den onu da öğrendik. Bu hikayeleri ben futbol oynarken Kalpsiz amca da kulüple ilgilenirdi, uzun zaman kulübün içinde oldu. Toplandıgımızda anlatırdı, Allah rahmet eylesin inşallah...

    ***

    Son nesil iyi yiyicilere örnek olarak Yumrukların Ali Tüplek'i sunacağız. Yine Ahmet Külte'nin anlatımıyla verilecek olan Ali, Kalpsiz'in öz yeğeni olduğu akılda tutulsun...

    İyi bir yiyici de Yumrukların Kambur Ali'dir.  Rahmetli gerçekten oturdu mu yemenin hakkını verirdi. Anıtkaya'da gece yemeği malum meşhurdur, bunun başında da sucuk gömme gelir. Rahmetliyle zaman zaman fırınlarda karşılaştığımız olurdu. 50-100 gram sucukla bir, bazen iki ekmeği yediğine şahit olmuşumdur. Ekmeği yarar, sucuğu en önüne koyardı. Biraz geri kakar ısırır, sonra tekrar ittirir ve tekrar ısırırdı. Böyle böyle bir bütün ekmeği yer, kalan sucukla diğer ekmege başlardı. 

    Bir gün evden peynir bidonunu kaptığı gibi soluğu fırında alıyor. Fırıncıya 'Şuna ne kadar çıkarsa pide yapıver' diyor. Peynir dediğim bir avuç değil, birkaç kilo var. Ne kadarının paket, ne kadarının orada yeneceğinden habersiz ustanın şaşkın bakışları arasında pidenin tamamını orada yiyiveriyor. Dediklerine göre ondan fazla pide yemiş, dahası fırına gelirken evden hamıraşı yiyip de çıkmışmış...Allah rahmet eylesin inşallah...

     ***
    Konuyla ilgili bilgi talebimizi belirten duyurunun altına Bünyamin Kırbaç 'Az ye çok yürüyüş yap, sağlıklı kal. Yiyenlerin hepsi asfalttan öteki tarafta.' diye yorum yapmıştı. Sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken bu yorumla bitirmek istedim. Bu vesileyle adı geçenlerden vefat etmişlere rahmet, hayattakilere afiyet dilerim... 



06 Kasım 2024

Tülenen Şına

 
    Gödenlerin Dayı (Bakkal Süleyman'ın babası Mehmet Dadak)ın kendine ait bir harmanyeri yokmuş. Herkesin az çok ileşberlikle geçindiği kalabalık Eğret köyünün harmanyerleri yeterli gelmemesi çok normal. O kadar sap, yayılıp döğenle sürüldüğü için çok yer kaplıyor ve bu süreç uzadıkça uzuyor. Böyle durumlarda köye yakın harmanyerleri haricinde, harman dökecek yeni yerler bulmak zorundasın, başka çare yok. O çaresizlikte bir dönem kapısının önüne harman yığdığını bile söylüyorlar...

    Bilmeyenler için söyleyelim, bütün tarlalarındaki sapları getirip düğen sürmek üzere döktüğün yere harmanyeri deniliyor. Dayı da daha kapısının önüne, yani mahallenin ortasına dökme noktasına gelmeden önce Uzundere mevkiinde bir yeri harmanyeri olarak bellemiş. Bu konuda yalnız değil, bir ara Hacıların Kelarzıman (Arzıman Azbay)ın harmanyeri de oralarda... Bu, şu demek oluyor; bütün sapını oraya çekeceksin...

    Şu notu da yeni nesil için vermek zorundayız ki sap çekmek için bazı ön hazırlıklar gerekir. Arabaya delece vurmak; teker, dingil, makas gibi aksamı yağlamak; urganları, tokaları hazırlamak vs. Bunlardan başka tekerleri çekdirmek de esaslı bir sap çekme hazırlığıdır.

    Tekerin en dışında, onu her türlü darbeye karşı muhafaza eden demir çembere şına denir. Teker gövdesini sıkıca sararak yerinde sabit durması gereken şına, bazı bölümlerde açılan deliklerden çivilenir. Ayrıca yan taraflara da çivi bükülerek yerinde durması sağlanabilir. Fakat yerinde sıkıca durmasını sağlayan asıl etken, ağaç aksamın nemli ve şişkin durmasıdır. Öyle olursa, şına tekeri mengene gibi sıkar. 

    Yalnız Temmuz Ağustos hararetine nem mi dayanır. İster istemez bu ağaç kısım kuruyup çekmeye maruz kalacağından, şına tekere bol gelir; artık çivi filan derman getirmez. Bunun tek çıkar yolu vardır. İşte teker çekdirmenin özü, şınayı tekere göre küçültmektir. Usta demirciler sırf bu iş için geliştirdikleri aparatla, gelen tekerlerin şınalarını keserek daraltırlar. Tekerleri çektirmezsen ne olur; ne olacak, şına çıkar, teker dağılır, yolda kalırsın...

    Teker çekdirmek şına sağlamlığı için yeterli değildir. Bu sıcaklar artarak devam edeceği için her fırsatta tekerleri nemlendirmek gerekir. Bu yüzden boş bile olsa arabayı gölgeye çekmeye gayret edilir. Düzenli olarak tekerler sulanır. Ben hayvan sular gibi teker suladığımızı, her tekere bir güğüm su döktüğümüzü  hatırlıyorum. Çeşme ve kuyu başlarında, aharların suyunu boşalttığı yerler çamur olur. Hayvanlar sulandıktan sonra arabanın tekerleri illa ki o çamura doğru sürülür ki tekerlere belenen çamur, nemi koruyabilsin...

    Biz Dayı'ya dönelim... Uzundere'deki harmanına yeni arabasıyla sap çekiyor, yanında Sarasanın Ahmet Dadak var... Yalnız yukarıda bazılarınca gereksiz ayrıntı gibi görünen hiç bir şeye dikkat etmemiş. Yani teker-şına emniyeti sıfır... Kendince haklı olabilir, çünkü arabası yeni...

    Arabayı harmanyerine çekmişler, boşaltmadan önce soluklanmak için altına uzanmışlar. Şuydu buydu derken, Dayı'nın gözü tekere takılmış. Şınanın yüzeyindeki pürüzler dikkatini çekmiş. Demirin yüzeyi yalabık olması lazım, halbuki sanki çer çöp yapışmış gibi bir hali var, buna şaşırmış;

    - 'Len Ahmet bizim şına tülenmiş mi yoosa?' diye ciddi ciddi sormuş. Bu soruya şaşıran Ahmet de ciddi ciddi cevaplamış;

    - 'Ha Emmi ha! Heç şına tülenir mi!'

    Daha dikkatli bakınca şınanın düştüğünü, harmana kadar o vaziyette geldiklerini, kayaya taşa maruz kalan teker yüzeyindeki kılçıklanmayı bu yüzden tülenmeye benzettiklerini fark etmişler. Allah'tan yeni arabanın yeni tekerinin ağaçları çok sağlammış da, dağılmamış. Şükretmişler...

    Yolda çıkan şınayı Bilallerin Apil Kaynar bulup sahibine iade etmiş. Galiba Apil Dedenin harman da o taraflarda... Olayın kahramanları zaman zaman bir araya geldiklerinde bu tatlı anıyı yad ederlermiş... Berber Ahmet Kabadayı'dan biraz önce işittim, böylece buraya kadar geldi...

 


05 Kasım 2024

Tekerlemeler


    Anlamlı anlamsız bazı söz kalıpları vardır, bunlar sırf kulağa hoş geldiği için yahut telaffuzu zor olduğundan hata etmek eğlenceye yol verdiği için insanlara çekici gelir. Bu yüzden ezberlenerek hafızaya yerleşir, kulaktan kulağa süzülüp bugüne ulaşır tekerlemeler.

    Çoğu tabiat taklidi yansıma sözcüklerden oluşur. Bunların anlamı olmaz, birbiriyle uyumlu sesler bulunması yeterlidir, hele de kafiyeli olursa tadından yenmez. Fakat her tekerleme de büsbütün anlamsız değildir, bazılarında bütün kelimeler canlı ve manidar olur. 

    Tekerlemedeki kelimelerin yansıma veya anlamlı sözcük olması biraz da tekerlemenin söylendiği ortam ve istenen amaçla ilgilidir. Burada kullanım alanına veya söyleyen kişiye göre tekerlemeleri gruplandırmak gerekebilir. Buna göre ilk gruba masal veya halk hikayesi tekerlemeleri alınabilir. Herkesin bildiği gibi masalın başında ortasında ve sonunda söylenen kalıplaşmış tekerlemeler vardır. 'Evvel zaman içinde... Var varanın sür sürenin... Az gittik uz gittik... Gökten üç elma düşmüş... Onlar ermiş muradına...' gibi sözlerle başlayan tekerlemeler, Anıtkaya'ya has olmayıp bütün Türkçe atmosferine genellenebilecek değerler olduğu için geçebiliriz.

    Aslında tekerleme deyince ilk akla gelen çocukların oyun tekerlemeleridir. Oyuna başlayacak kişiyi veya ebeyi belirlemek için kura atmak gerekebilir. Bir yüzüne tükürerek ıslatılan yassı bir taş havaya atılarak bir bakıma yazı tura kurası yapılabilir. Ancak bu çok basit bir uygulama olduğu için eğlence içermez, belki de sırf bu yüzden pek tercih edilmez. İlle de sayarak ebe belirleme yoluna gidilir. Oyun tekerlemelerine işte bu yüzden saymaca/sayışmaca denildiği de olur.

    Bir elin parmağı ağıza götürülüp ooo-oo sesiyle saymaya başlanır. Her kelime veya hece bir kişiye isabet edecek biçimde daire oluşturan çocuklar sayılmaya başlanır. Tekerlemenin son hece/kelimesi kime denk geldiyse o elenir yahut ebe seçilir. Sayışmaca tekerlemelerine örneklere, hazır sayma kelimesi gündemdeyken, gerçek bir saymayla başlayalım.
    On, yirmi, otuz, kırk, elli, atmış, yetmiş, seksen, doksan, yüz!
    Dere depe düz!
    Ördek suda yüz!
    Vak vak!
    Goca garı galk!
    Lambeyi yak!
    İki göbek at!
    Sonra yerine yat!
    Bu tekerlemede onluk sayma sonuna eklenen kelime ve sözlerin birbiriyle kafiye oluşturmaktan başka bir özelliği yoktur. Onluk sayma neticesi az çok tahmin edilip ayarlama/hile yapılması olasılığına karşı bu eklemelerin yapılmış olması muhtemeldir.

    Yine sayı saymayla ilgili bir tekerleme "bir iki, tarlada tilki..." diye başlıyordu, sonrasını hatırlayamadım...

    Her oyun tekerlemesi, sayışmaca da dense, saymayla ilgili olmayabilir. Bazıları ayrıntılı incelense her birinden ayrı bir hikaye bile çıkarılabilir. Çocukluğumuzda söylediklerimizden buna bir örnek:
    Hey ermeni ermeni
    Çok yime peyniri
    Peynir seni öldürü
    Cehenneme gömdürü
    Cehennemin gapısı
    Sıva dutmaz yapısı

    Yerel ögelerin daha açık ve barındırdığı hikayelerin daha çeşitli ve geniş olduğu gözlenen şu tekerleme de ilginizi çekebilir:
    Ey garınca garınca!
    Ben gapıya varınca!
    Gapıdan üzüm alınca!
    Ellerinen yiyince!
    Ellere haram olsun!
    Yengeme helal olsun!
    Yengem beni okutdu!
    Sarı saçımı dokuttu!
    Ölçek getirin ölçelim!
    Bırçak getirin bırçalım!
    Altıntaş'tan geçelim!
    Altıntaş'ın kilidi kilidi!
    Akşam gelen kimidi kimidi!
    Emmim oğlu Musecik!
    Elleri golları kısecik!

    Her oyun tekerlemesi bu kadar anlamlı olmaz, içinde bu kadar hikaye barındırmaz. Kelimeler tamamen yansıma olabilir. Tabi yansıma sözcüklerde anlam aranmayacağını belirtmiştik. Buna en yaygın örnek olarak şunu gösterebiliriz: 
    o-mo-ri-zo 
    keperi-zo
    ingili badem to
    Burada badem dışında anlamlı bir kelime göstermek zor. Bununla beraber çok eğlenceli bir tekerleme olduğunu kabul etmek lazım.

    Oynanacak olan bir takım oyunu ise, takım oyuncularını belirlemede de bir çeşit sayışmaca olan ayak adımı metodu kullanılır. Her kelimesine bir ayak denk gelecek şekilde kaptanlar 'Aldım verdim ben seni yendim' diyerek birbirine yaklaşırlar. Arayı kimin ayağı kapattıysa ilk seçim hakkı onundur. 

    Ortada oyun yok, seyir vardır. Fakat çocuklar her durumdan oyun çıkarma kabiliyeti yüksek yaratıklar olduğundan leylek göçünü de eğlenceye çevirebilirler. Bir mendile portakal çekirdeği çıkılayıp dilek tutarlar ve onu dambeşe atarken şöyle derler:
    Leylek leylek lekirdek!
    Hana baña çekirdek!
    Çekirdeğiñ içi yok!
    Kel Fatmanıñ saçı yok!


    Bir de büyüklerin küçük çocukları avutmak için söylediği tekerlemeler var. Onların söylediği bu ilginç sözler çocukların ilgisini fazlasıyla çeker; bir daha, bir daha derken eziyet eden çocuğun dikkati tamamen dağıtılmış olunur. Aslında buradaki eğlenceli bir keser pazarlığı gözlerden kaçmıyor...
    Dayı dayı!
    Keserim var!
    Kaça, beşe!
    Vermem beşe!
    Vururun daşa!
    Tık tık tık!

    Aynı amaca yönelik, yani çocuğun dikkatini çekerek onu oyalama tekerlemesi de aşağıdadır. Yalnız burada eğlenirken yüzdeki organları (çene, ağız, burun, göz, kaş ve baş) öğretme gibi bir görev de var:
    Çen çen çene!
    Aşçı dükkanı!
    Hor hor çeşme!
    Çift ayna!
    Çatık gaş!
    Bitli baş!

    Çocuklardan büsbütün uzaklaşmamakla birlikte, daha çok yetişkinlerin birbirine söyleyegeldiği yaygın bir tekerlemede sıra. Bu, Eğret çevresindeki yedi köyü seri halde saymaya yarayan bir tekerlemedir. Bilindiği gibi nahiyeliği zamanında kırk civarında köy Eğret'e bağlıydı. Yakın ilişki içinde bulundukları bu köyleri Eğret halkı çok iyi tanıyor ve sürekli ziyaretleşiyorlardı. Şimdi bile İlbulak/İblak dağından bakıldığında bu köyler gece gündüz hala teşhis edilebilmektedir. İşte onlardan yedi tanesinin bir anda sayıldığı tekerleme;
    Arennen Garen (Akören ile Karaören)
    Tekkenen Ablak (Tekke ile Ablak)
    İki Dandır yan yana
    Üstünde Kel Belce

    Yine büyüklerin kendi aralarında söyledikleri bir tekerleme de çok ilginçtir. Önce hikayesi, sonra tekerleme... Bir dul karının testisi kırılınca, feryat figan ettiğini gören zamanın ileri gelenleri ona yeni bir testi almaya karar vermişler. Fakat kadın kırılan testisi için ağıt yakmaya devam ediyor. 'Yahu' demişler, 'testiyse testi, bak bu yeni testin eskisinden hem yeni hem kaliteli, niye hala bağırıp çağırırsın.'  'Ah ah' demiş kadın, 'Benim testim';
    Gorucu ağızlı,
    Muhtar boğazlı,
    Hoca garınlı idi.

    Eğret/Anıtkaya ağzında derlenecek daha çok tekerleme vardır...




04 Kasım 2024

Leylek Leylek Lekirdek

    
    Onlar köyümüzün daimi misafirleriydi. Gelecekler diye hazırlıklar yapılır, evleri tamir edilir, görüldüklerinde ise bayram yapılırdı. 

    Hatırlayabildiğim kadarıyla iki evleri vardı. Biri Turabilerin Odanın tam köşesinde, diğeri ise Keliban’ın evin bitişiğinde. Geçenlerde ilkine benzer bir evi, yine tamir edilmiş odanın hemen karşısındaki köşede görünce yıllar öncesine gittim.

    Sık gittiğimiz evin yolu üzerindeydi burası. Kıvrım kıvrım dar sokaklardan geçerken bilmem kaçıncı dönüşün köşesinde olurdu. Uygun bir mevsimde isek misafirler çocuklarıyla birlikte evlerindedirler. Çoğu zaman bize görünürler ama görmesek de orada olduklarını biliriz. Henüz yazlıklarına gelme mevsiminde değilsek, onların hatırası o köşebaşında mutlaka yad edilir. Zaten gelmelerine yakın mutlaka yazlıklarının tamiri yapılır. Tamiratı yapanlar yazlığın sahibi mi, yoksa evsahiplerinin yokluğunda ona gözkulak olan bekçileri mi yahut onarım işleri için tutulan işçi mi hiç bilmezdim. Fakat her hallerinden ayrıcalıklı insan tavrı akardı.

    (Sözünü ettiğim minare gibi yuvadaki leyleği herkes ‘Kırtişin Leylek’ diye tanırmış. Sonradan öğrendiğim bu lakaba bakılırsa, insanlar onu Eğret/Anıtkaya halkından bir gibi görüyormuş. Hatta ondan bahsederken kapı bir komşularından, kırk yıllık dostlarından söz eder gibi tavır takınıyorlar. Çok şaşırtıcı bir durum.)

    Daimi Köy Konuklarının konakladığı başka evleri hatırlamıyorum. Bahsettiğim iki ev, özel yapılardı. O zamanlarda dünyama yeni giren eski zaman şatolarına benziyorlardı. Yükseklikleriyle bir de; Yıldırım’ın bir gece bedenlerinden “Bre Doğan! Bre Doğan! Halin nicedir?” diye bağırdığı Niğbolu Kalesine. Bu kadar yüksekte ve sarp olmasa bu evler, herhalde biz de girer çıkardık. Yoksa biz ulaşmayalım diye mi yükseğe yapılıyordu. 

    Leyleklerin sesini hiç duymadım. Şunların sesini bir tarif et bakalım deseniz öylece kalakalırım. Karganınki kadar kaba mı, culuğunki gibi çirkin mi, serçeninki gibi nazenin mi, yusufçuk sesi gibi boğuk mu?

    Bir çeşit balıkçıl oldukları için Çayırlar mevkiinde ve başka su birikintilerinin kenarlarında da uzaktan bakmışlığım vardır kendilerine. Yine de leylek sesine dair kulağımda bir şey kalmamış. 

    Baharın geldiği, yazın yaklaşmakta olduğu “Cemileler”den sonra Hıdrellezden önce leyleklerin gelişiyle anlaşılır. Sürüler halinde göç katarlarının kısa konaklamalarını köy dışında görenler bir müjde verir gibi anlatır birbirine. 15-20 metre yüksekteki ağaç evlerine gelenler ise tam olarak yaz müjdecisidir. Acaba Turabilerin Oda müdavimleri, o yıllarda leyleklerin geliş gidişini nasıl konuşuyorlardı? İhtimal bir komşudan bahseder gibi onlardan söz ediyorlarmıştır.

    Biz leyleği önce havada görürdük. Güneyden, hep uçakların geldiği taraftan gelirdi onlar da. Sanki yol iz bilmezler de uçağın açtığı yolu takip ederlerdi. Onlar bizim leyleklerimiz değildi ama yine de bize eğlence olurlardı. Gökyüzünde büyük leylek V si görüldüğünde, her şeyden bir oyun çıkarabilen çocuk aklı, hemen yeni bir oyunu kurmuştur. Oyun için gerekli malzemeler: Bir parça bez, (bir erkek mendili olursa iyi olur, olmazsa canın sağ olsun) birkaç portakal çekirdeği, (demek ki kış çıkmamış, portakal bulunduğuna göre) ille de bir arkadaş (hiçbir oyun kendi kendine oynanmıyor).

    Büyük V poyraz tarafına çaktırmadan akarken aşağıda bizler; mendilin ucuna tükrüğümüzle beleyip düğümlediğimiz portakal çekirdeklerini sallardık. Sallardık ve şöyle bağırırdık:

        Leylek leylek lekirdek!
        Hana baña çekirdek!
        Çekirdeğiñ içi yok!
        Kel Fatmanıñ saçı yok!

    Bu tekerlemede söylenen sözlerin anlamını hiç düşünmediğimi şimdi hatırlıyorum. Leylekler göktekiler, çekirdek mendilin içinde. Kel Fatma da kim oluyor? Türkiye’nin başka köylerinde, başka çocuklar da leyleklere karşı bu tekerlemenin başka versiyonlarını söylerken dediklerinin anlamını düşünüyorlar mıydı acaba?

    Galiba gökteki büyük leylek V si uzaklaştığında, önce V likten çıkıp sonra görünmez olduğunda, elimizdeki minik çekirdek çıkınını bir dambeşe atardık. Okunmuş üflenmiş, kutsal bir nesne gibi saygı duyarak hem de. Belki onu bir dilek çıkını gibi görüyorduk, belki sonbaharda gökyüzünde bu sefer ters bir V görene kadar tuttuğumuz niyetin, dileğin gerçekleşeceğini düşünüyorduk.

    Hepsi de belki… Gözü yukarıda, eli mendilde olan bir çocuk görürseniz dikkat edin; dudağında sevimli, kıpır kıpır bir dua olabilir.



01 Kasım 2024

Madran Baba


    "Aydın Bozdoğan ilçesindeki Madran Baba Dağı ismini, zirvesinde bulunan Madran Baba yatırından alır. Dağ oldukça yüksek bir rakıma sahip olduğundan buraya ulaşım stabilize orman yollarıyla sağlanır. Madran Baba'nın kim olduğu, nereden geldiği ve hangi dönemde yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Türklerin Anadolu'ya geldiği devirlerde bölgeye yerleşmiş bir veli, bir gazi derviş olduğu hakkında yaygın bir kanaat vardır." 

    Okçu Musa adlı aslen Amasyalı birinin, vasiyeti üzerine cenazesi İstanbul'dan buraya getirilerek defnedildiği, yatırın böylece oluştuğuna dair bilgi inandırıcı bulunmuyor. Dolayısıyla Madran Baba'nın asıl adı da bilinmeyip sadece Madran lakabıyla tanınıyor. Bu lakap bahsi geçen sıradağa da isim olmuştur.

    Madran Baba hakkında bilinenler işte yukarıdaki paragraf kadar. İsmi/lakabı ve bunun anlamına yönelik de dişe dokunur bir bilgi bulamadım. Anadolu'yu yurt yapan evliyadan birisi olduğu kesin gibi. Bunların memleketin her karışına yerleştikleri herkesin malumudur. Bir kaç dervişten oluşan ilk nesil Hoca Ahmet Yesevi dergahına dayandırılır.

    Anadolu'nun manevi mimarı kabul edilen gezgin dervişler, yerleştikleri bölgeyi manen nakış nakış işlemişler, halk da teveccüh gösterip onlara bağlanmış. Zamanla onların çevresinde dergahlar, tekke ve zaviyeler, hasılı yeni yerleşimler oluşmuş. Vefatlarından sonra genellikle yaşadıkları yere defnedilip mezarı türbe haline getirilmiş, o türbeler de hayattayken gördükleri saygıdan nasiplenmiştir.

    Evliyadan bazıları o kadar çok sevilmiş ki herkes onları sahiplenmiş, yurdun her yerinde adına türbeler/makamlar oluşmuş. Buna en yaygın örnek olarak Nasrettin Hoca ve Yunus Emre gösterilir, yanlış bilmiyorsam Yunus'un 18 ayrı yerde mezarı var.

    O kadar uzağa gitmeye gerek yok, Karaca Ahmet Sultan'ın da Karacahmet'ten başka iki ayrı yerde (Manisa ve İstanbul) mezarı olduğu bilinir. O iki Karaca Ahmet makamı hem milletin ona duyduğu sevgiyi hem de hayattayken oralarda bulunduğunu gösterir.

    Bir de Resul Baba'mız var... Anıtkaya'da 'İresilboba' olarak söylenen Resulbaba tepesi, İlbulak/İblak dağlarının en doğusunda bulunan en yüksek noktasıdır. Tepeye adını veren, orada medfun bulunduğuna inanılan Resul Baba adındaki gazi derviştir. Zamanı tam bilinmiyor, gelişigüzel yığılan taşlarla yatır görüntüsü verilmiş; lakin adı geçen Resul Baba'nın Beşkarış'ta yaşadığı, tekke/zaviyesinin orada bulunduğu ve oraya defnedildiği de herkesin malumudur. Resulbaba tepesine onun adının verilmesine sebep olarak, oraya gözetleme noktası gibi kullanmaya müsait küçük bir yerleşke yapılması gösteriliyor. Çünkü Resulbaba Tepesi aynı anda Afyon Ovası, Sinanpaşa Ovası ve Altıntaş Ovasını gözetlemeye müsait, hakim bir tepedir. Oraya yapılan basit kule/bina zamanla yıkılmış, yerine halk o taşları yatır biçimli istiflemiş olmalıdır. 

    Bütün bunlar halkın kendilerine duyduğu sevgiden başka, gezgin gazi dervişlerin memleketin tek bir noktasına hapsedilemeyecek kadar geniş bir tasarruf alanına sahip olduğunu da gösterir.

    Madran Baba, Türklerin Anadolu'ya geldiği dönemde bu tarafa yönelen dervişlerden biri olduğu düşünülüyormuş. Yani Orta Asya'dan kalkıp diyar-ı Rum'a giriş yapacaksın, onun en batısındaki bir dağ başına varıp konacaksın. Bu kadar kısa ve basit bir macera olmasa gerek. Mutlaka bir yerlerde uzun/kısa molalar verilmiş, bir yerlerde eğlenilmiş, yerleşmeye uygun mekanlar aranmıştır... 

    Konuyu değiştiriyorum... Anıtkaya ile Olucak arasında, Olucak'a daha yakın bir mevkiye öteden beri Mandıra diyorlar. Çok eski zamanlarda o civarda bir mandıra varmış, kendisi yok olmuş gitmiş de yalnız adı yadigar kalmış, bu yüzden bölgeye Mandıra diyorlar zannederdim. Böyle bir gerçekliği duyan bilen yok, ortada sadece yanlış bir zan varmış.

    Peki nasıl oldu da Mandıra diye anılmaya başladı o mevki? Bu soruya ikna edici bir cevap bulamadım. Mandıra aslen Yunanca bir kelime; çiftlik, ağıl demek. Oysa Türkçe'de çiftliğe çiftlik, ağıla da ağıl derler; yabancı bir dilden aynı anlama gelen mandıra kelimesini neden alsınlar. Tamam bu kelime Türkçe'ye girmiş, ama bu anlamlarda değil; süt işleme atölyesi manasını kazanmış. 

    Bununla beraber Eğret bölgesindeki hayvancılık hiç bir zaman mandıra gerektirecek biçimde gelişmemiş. Yörüklerin koyun keçi sürüleriyle yaptığı tarzda bir hayvancılıktır bizimkisi... Süt ürünlerinin işlenmesi de yayık, tuluk vb. usullerledir, mandıra filan bilinmez... Kayıtlarda geçen çiftlik de var, ağıl da var; ama mandıra yok. Hatta Eğret ağzında son yüzyıla kadar mandıra kelimesi de yoktur. Lakin Mandıra mevkiinin böyle adlandırılmasının tarihi oldukça eski olmalıdır, dünün bugünün meselesi değil...

    O mevkiyi araştırırken elime bir kaç yayın geçti. Bunlardan birinde (2019-2020 Yılı Yüzey Araştırmaları) Çatalınkuyu'nun ilerisi 'Madran Kuyu' diye adlandırılmış. Önce bunu 'Mandra' kelimesi yazımında dizgi hatası diye düşündüm. Olabilir, ne kadar bilimsel metin de olsa, insanlık hali... Sonra 'Madran' kelimesini aradım ve ilk paragraftaki bilgilerle karşılaştım...

    Süt ürünlerinin işlendiği bir mandıra gerekçesinin o bölge için ne kadar boş olduğunu arzettim. Ayrıca o anlamda mandıra kültürünün Eğret hayvancılığında yeri olmadığı, bu yüzden Eğret ağzında bu kelime kullanılmadığını da. Ama bir gerçek var ki, millet oraya Mandıra diyor...

    Millet Mandıra diyor, ancak resmi bilimsel metinlerde Madran dendiği de anlaşıldı... 

    Şimdi, Anadolu gazi dervişânından Madran Baba'nın Aydın taraflarına varıncaya kadar süren yolculuğunda, bir müddet bu bölgede eğlendiği, onun hatırasına Madran adı verilip zamanla bu kelimenin Mandıra'ya dönüştüğünü düşünmek hakkımız değil midir?



28 Ekim 2024

Maldepesi


    Resmi kayıtlarda, bağrında şehitliğin bulunduğu ve Eğretlilerin Üyük diye tanıdığı tepe Maltepe Tümülüsü olarak geçiyor. Kayıt tutulurken bir yanlışlık sonucu böyle adlandırıldığı düşünülebilir. Belki köylüye sordular ve yanlış bilgilendirme/anlama sonucunda bu durum oluştu. Yahut bilmediğimiz başka bir karışıklık eseridir, orasını bilemeyiz; ama Anıtkaya arazisinde aynı adla anılan bir mevki ve tepe var.

    Maldepeleri diye bilinen yerler Çayırlar mevkiine yakın bölgeler diye tarif ediliyor. Şimdi çayır kalmadığı için Maldepelerinin net sınırlarını çizmek çok zor, çünkü artık bu düzlük arazinin her yeri tarlaya dönüşmüş. Eskiden çayırların köye doğru güney kısmında ve Karacahmet'e doğru kuzey kısmında bulunan tarlalara hep Maldepeleri derlermiş. Belki kuzeydeki küçük bir bölüm öyle, sonrası Garcamatgırı oluyor; ama güneyi tamamen Maldepeleri imiş... Aradan çayırlar çekilip tarla olarak sürülünce o bölgedeki her yer bugün Maldepeleri...

    Ot orakları zamanında bir haftalığına bütün köylü oraya yığılırdı. Kısa bir süreliğine ot tarlası hükmündeki sulak havza ana baba gününe dönerdi. Bununla beraber kalabalıktan birilerinin çayırların ötesine geçtiğine pek şahit olmazdık. Ötesi Eğret toprağı değilmiş gibi gelirdi bize. Bir keresinde, yakında arpa oraklarının başlayacağını konuşan büyüklerden biri, karşı yamaçta ağarıp duran bir tarlayı göstererek 'Falanca on güne kalmaz orayı biçer' demişti de oranın da bize ait olduğuna şaşırmıştım.

    Yarım asır sonra bugün, Çayırların hemen kuzeyinde Cumalı'ya doğru yaklaşık 200 metre uzayan bir tepeye Maldepesi denildiğini öğrendiğimde de aynı derecede şaşırdım. Yılda bir kez de olsa burnunun dibine kadar yaklaştığımız bir tepenin adını bilmemek ne kadar ayıp. 

    Üzerimize arız olan şaşkınlık yerini hayranlığa bıraktı. Çünkü çoğu boşlukta kalan bazı bilgiler yavaş yavaş yerine oturmaya başladı. Her şeyden önce civar araziye Maldepeleri denilmesinin sebebi işte bu tepe idi. Ayrıca şehitlik anıtına evsahipliği yapan Üyük'e Maltepe yakıştırmasının asıl sebebi de anlaşılmış oldu.

    Bu tepeye neden Maldepesi denildiği, bunun 'mal' kelimesinin meta, mal mülk anlamıyla mı yoksa büyükbaş hayvan anlamıyla mı ilişkili olduğunu bilmiyoruz. Belki de bu iki anlamın dışında bir manaya işaret ediyordur. Bununla beraber Eğret'te mal deyince ilk akla gelenler; öküz, manda, inek, kele, dana ve benzer hayvanlardır.

    Adını bırakıp Maldepesi'ne geçelim. Burası Çayırlar düzlüğünün kuzeyinde, yakınlarında başka bir yükselti olmadığı için hemen fark edilen, doğudan batıya yaklaşık 200 metre uzanan bir tepedir. Asıl yükselme güneyden bakınca anlaşılabilir, kuzey tarafı ise tatlı bir meyille araziye bağlanır. O taraftan bakınca buranın bir tepe olduğu bile anlaşılmayabilir. Batı ucuna varınca, bir terasta olduğunuzu düşündürecek manzarayla karşılaşırsınız. Cumalı ayaklarınızın altındaymış gibi yakınlaşır, şaşırırsınız... Neticede Cumalı ve Susuzosmaniye Eğret arazisi üzerine kurulmuş macur köyleri... Bunun böyle olduğunu bilmemize rağmen bu kadar yakınlığa şaşırdık...

    Cumalı yakın... Anıtkaya ile mesafeyi zihinde karşılaştırmak için güneye yöneldiğinde daha da şaşırmamak elde değil. Zira İblak/İlbulak dağı mor bir siluet olarak o kadar uzaklaşmış ki, arada bizim köydeki bina, minare çizgilerini seçebilmek çok daha zor. 

    Tabi bu bakışı Maldepesi'nden yapıyoruz. Hazır çıkmışken biraz buradan bahsedelim. Baştan belirtmemiz gereken husus tepenin bir tümülüs olmadığıdır. Yani burası sonradan yığılmamış, insan yapısı değil. Altı kaba taş dediğimiz kayalardan oluşuyor, bazı bölgelerde kumtaşı oluşumları da göze çarpıyor. Tümülüslerde bu doğal taş tabakası oluşmaz, sırf yığma toprakla karşılaşırsınız.

    Bunu derken Maldepesi'nin hiç el değmemiş bir yer olduğu düşünülmesin. Çok eski zamanlarda mağara benzeri oyuklar açılmış, koridorlar inşa edilmiş. Kaba taşlar biçimlendirilerek direkler, kemerler oluşturulmuş. O taşlarda kazma çekiç izleri hala çok belirgin. Tepenin her yerinden, çok çeşitli renk ve boyutlarda pişmiş toprak malzeme kalıntıları toplamak mümkün. Bunların kaçak kazı sonucunda bütün olarak çıkarıldığı halde parçalanan testi, küp, kandil vb. malzemeler olduğu düşünülebilir.

    Yakınlara kadar eski çağlarda inşa edilen methal görünür vaziyetteymiş. Definecilerin kazıları talan boyutuna varınca durum bir şekilde yetkililere bildirilmiş. En sonunda Jandarma gözetiminde bütün çukurlar doldurulmuş. Böylece tarihi nitelikteki kalıntılar da görünmez hale gelmiş. En azından biz göremedik. Yalnız geride kalan bazı işlenmiş kaba taş malzemeleri orada burada görmek mümkün. Kapatma işleminden sonra Maldepesi üzerindeki verimsiz kayalık tarla, sahibi tarafından sürülmüş. Bu sırada kuzeydoğu ucundan başlayıp tepenin ortalarına kadar düzensiz kıvrımlarla uzanan bir taşlı hat dikkat çekiyor. Kaya damarı da olabilir, kul yapısı bir duvar izi de... 

    Sonuçta Maldepesi'ne Jandarma müdahalesi bir yönden insanı sevindiriyor. Hiç olmazsa bu kadarlık koruma yoluna gidilmiş. Gönül isterdi ki tarihi miras olarak tescillenerek koruma altına alınsın, fakat bunun için ciddi bir inceleme gerek. O da olur inşallah.

    Asıl Çayırlar'a doğru bakan taraftaki tarlalarda çok miktarda pişmiş topraktan küp gibi malzeme kalıntıları var. Ayrıca  bu tarlalar arasındaki anlara yığılmış koca koca taşlar var ki bunlar da temel taşı izlenimi veriyor. Bahsettiğim yerlerde birilerinin bir şeyler bulduğuna dair çok sayıda hikaye de dinledim. Az ötede 'Üyük' diye adlandırılan ve gerçekten tümülüs olduğu söylenen bir tepecik de çok kazılmış. 

    Bütün bunlar Maldepesi ve çevresinin çok eski zamanların yerleşim yeri olduğuna dair bir kanaat veriyor. Tümülüs geleneği Lidyalılar zamanında Anadolu'ya gelmiş, bulunan bir şeyler arasında para varsa parayı da Lidyalılar icat etmiş. Bu bilgiler  elbette bir şey ifade etmez. Ancak Maldepesi ve çevresindeki kaba taş oymalarına bakarak şunu söyleyebiliriz, bu kalıntılar Roma/Bizans döneminden önceye tarihlenmelidir. 

    Her yeni buluntu bu toprakların daha Eğret kurulmadan binlerce yıl önce önemli yerleşimlere sahne olduğunu gösteriyor. Belki Eğret adının bu antik dönemle bir ilişkisi vardı, kim bilebilir. Bilimsel tespitler yapılmadan bu konuda net bir şey söylenemez. Yalnız şurası kesin ki Anıtkaya Frig Vadisi turizm kuşağında yer almamış olmasına rağmen Frigya Salutaris/Şifalı Frigya ülkesinin içindedir.



22 Ekim 2024

Eñleme


    Büyük ve küçükbaşlarda küpe uygulaması hayvanlara hüviyet çıkarmak gibi bir şey. Küpedeki numarayla hayvan hakkında her türlü bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Bütün memleket geneline yaygınlaşmasıyla, Türkiye'deki herhangi bir hayvanın yaşı, cinsi, geçmişi çok rahat öğrenilebiliyor.

    Eskiden bu kadar bilgi gereksizdi; büyükbaş öküzler, inekler zaten bir bakışta kimin olduğu anlaşılırdı. Bir sürü mensubu olan koyun, keçide ise bu ayrım biraz müşkül olurdu; ama onu kolaylaştırmak için insanlar kendilerine göre bir yol buldular, éñleme...

    Eñleme kısaca, insanların kendilerine ait malı işaretlemesidir. Başkalarınınkiyle karışmaması için, malını sahiplenmek için, hırsızlara karşı onu koruma altına almak için yapılan bir işlem...

    Evvela éñleme kelimesinin kökeni üzerinde durmak lazım. Bazı dilcilere göre bu söz eski Türkçe ilaç manasına gelen 'em' sözcüğüne dayanır. Bu sözcük zamanla işaret anlamındaki 'im'e dönüşmüş; Anadolu ağızlarında éñ diye telaffuz edilmiştir. Kan akıtarak yarayı, hastalığı tedavi etmek eskiden beri kullanılan bir teknik. Hayvan hastalıklarında da kullanılıyor ve koyunlar ençok kulağı kanatılarak tedavi ediliyormuş. Kulak kesmeye ilk zamanlarda em denilmesinin sebebi bu. Kulaktaki kesiğin kalıcı olduğu anlaşılınca, tedavi amacının dışında sırf işaretlemek maksadıyla hayvanların kulaklarını kesmeye başlamış ve buna emleme/éñleme demişler.

    Göçebe Türklerdeki éñleme işlemi de sanırım onlarla birlikte Anadolu'ya Orta Asya'dan geldi. Eğret'teki durum bundan farklı değil, çünkü koyunculuk burada ileşberlikten daha eski olduğu anlaşılıyor. Daha eski ve daha yaygın... İblak'ın her yanı ağıllarla dolu olmasının sebebi budur. Bu kadar çok koyuncu ve koyun sürüsünün bulunduğu bir ortamda éñlemenin kaçınılmazlığını takdir edersiniz...

    Esasında éñleme kuzulara yapılan bir işlemdir. İki üç aylıklar, henüz ayrı olarak yaylıma çıkarılmamışlar, işte o dönemde işaretlenmeleri gerekiyor. Sürekli damda, ağılda duracak hayvanı işaretlemek gereksiz zaten. İşin temel amacı başkalarıyla karışmasının önüne geçmek olduğunu söylemiştik. Günyüzüne çıkmadan önce éñleniyorlar. Aşağı yukarı Mayıs Haziran aylarına tesadüf etse de bu işin belirli bir zamanı olmadığı da söyleniyor.

    Kuzu veya oğlağın kulağını kesme, dilme, kertme biçimindeki ilk zaman éñlemeleri keskin bıçakla yapılırmış. Kan akacak, işin doğasında var. Asıl iş kan durup yara iyileştikten sonra kulağın aldığı yeni biçimdir. İstenen biçimi verebilmek için bıçak keskin olmalı. Bu yüzden éñlemeyi gırklıkla yapmanın daha kolay ve amaca uygun olduğunu söylüyorlar. Böylece gırklığın ne menem ve işlevsel bir alet olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor...

    Yukarıda saydığım yöntemlerden başka mühürleme/dağlama tekniği diye bilinen éñleme de varmış, fakat bu tekniğin geçmişte Anıtkaya'da uygulandığına dair bir bilgi bulamadım. Bununla beraber delme tekniği son dönemlerde çok kullanılmış.

    Kulak delme tekniği bir tür zımba ile uygulanıyor. Kemer deliği açma zımbasına benzer bir aletle hayvanın kulağı deliniyor. Yalnız bu delik herkesin kendine özel bir şekil, mesela bir harf karakteri, yahut geometrik şekil oluyor. Dediğim gibi, bu zımbalar son zamanlarda kullanılmış ve daha çok Afyonlu ağaların elinde görülürmüş. Dediklerine göre ağalar birine koyun aldığının ertesi günü elinde mühürle çıkagelirmiş. Bu zımbalara mühür deniliyor...

    Ağa ve mühür deyince éñlemenin esası da değişmiş oluyor. Aslında kuzu ve oğlağa yapılıyordu... Ağa birine koyun aldığında, yahut ağa mağa yok sen kendin yeni mallar aldın, haliyle bunlar éñli olacak. Yine de sen kendi işaretini koymak için bunları yeniden éñlemen gerekiyor. Kısaca zaruret halinde yetişkin hayvanı yeniden éñlemek gerekebilir.

    Mühür/zımbalara éñ makinesi diyenler de varmış. İstediğin biçimi sipariş verir, döküm yoluyla yaptırırmışsın. Son zamanlarda oldukça yaygınlaşmış bu usül, döküm ustaları da varmış özel... Son éñ makinesi ustası geçen yıl (2023) vefat edince bu alet de tarihe karıştı diyorlar...

    Herkeste zımba/mühür bulunmuyor. O vakit çok fazla sürü bulunduğu da gözününe alınırsa éñ sıkıntısı çekildiği sonucuna varılabilir. Çünkü hayvanını kaybetmek istemiyorsan kulağına vuracağın éñ benzersiz, biricik olmalıdır. Başkasının işaretini kullanacaksan éñlemenin ne manası var... Çilmahmut'un Hasan Omak hayvanlarının éñi, iki kulak uçtan yırtık sağ arka kulak kertikmiş. Başkaca koyunlarının éñini hatırlayan yok.

    Hatırlamamanın bir sebebi éñlemenin uzun zaman önce kullanımdan kalkmış olması sayılabilir. Tabi birden olmadı, bu bir süreçti. Katımdan önce koçların boyandığı toz boyalara zamanla koyun ve kuzuları boyamada da başvuruldu. Eñleme gibi kalıcı değildi, ilk kırkımdan sonra yeniden boyanması gerekiyordu hayvanın, buna rağmen boyalamak yaygınlaştı. Küpelemeye gelene kadar neredeyse boya da kalkmıştı, zira koyunculuk bitme noktasına gelmiş, ortada birbirine karışacak kadar çok sürü kalmamıştı.

    Bir de son zamanlarda koyun hırsızlığı vakasına pek rastlanılmadığını söylüyorlar. Eskiden öyle miydi ya, sürüyü kaçırdığın zaman yarısını götürürlermiş. Elbette hırsıza kilit vurulmaz, çaldığında koyunun éñi bir işe yarar mı, orası da meçhul... Ya elden çıkarır, ya kesip yer; bir şey yapamazsın. Eñ, ancak çaldığını kendisine mal etme düşüncesindeki birine karşı caydırıcı olabilir.

    Eski koyun keçi hırsızlıkları bu yüzden olsa gerek, sürüye katma amaçlı değil, satmak veya yemek gayeliymiş. Bu yüzden en fazla bir kaç koyun araklama şeklinde gerçekleşirmiş. Çaldığında da en kısa zamanda elden çıkaracaksın... Böyle ufak çaplı hırsızlıklar çok yaygınmış... Kesip odada ağılda yiyenleri mi ararsın, köfte yapıp pazarda şenlikte satanları mı... Bunlar yenip ortadan kaldırıldıkları için, suç isnat etmeye delil olacak éñli kulak da yok edilmiş oluyor...

    Kulak éñinin hayvanı veya çobanı kurtardığı durumlar da oluyormuş tabi. Telef olduğunu ağaya ispat etmek için kelleyi gösteriyorsun mesela... Böylece çoban olası hırsız damgasından kurtuluyor... 

    Koyunun kelleyi kurtarmasını ise ilginç bir örnekle anlatayım. Eskiden öksüze yetime zekat verilirdi, sürünün zekatı da kendi cinsinden oluyor. Böbülerin Salih Kabadayı'nın hanımı vefat edince küçük kızı Hatice'ye komşuları Ayımevlüt zekat vermiş. O tek koyunu  Tahirintopal (Mehmet Akyol)a katmışlar. Bir zaman sonra koca sürünün içinde o tek koyun kaybolmuş. Mehmet Ağa utana sıkıla durumu Berber (Ahmet Kabadayı)ya bildirmiş; gerekirse tazmin edeceğini de eklemiş... Berber, dükkanda olayın gelişimini ayrıntılı bir şekilde anlattığı bir gün, müşterilerden biri o koyunu bulduğunu, éñinden tanıyarak sahibi Ayımevlütlere teslim ettiğini söylemiş. Gidip koyun tekrar alınmış, ama işin aslı pek de adamın anlattığı gibi değilmiş. Aslında bunlar, oradan buradan birer ikişer koyun yürütüp satan ekipteler. O koyun geldiğinde bakmışlar ki kulağında akrabalarının éñi var, yanlışlıkla yürüttüklerini düşünüp iade etmişler...

    Bu olay 1960'larda yaşanıyor... Eskiden böyleymiş... Eñ idi, damgaydı, boyaydı, küpeydi derken... Yeni çobanlardan biri diyor ki: "Şimdi senin koyun bana gelse, aylarca duruyor; Allah'a çok şükür hırsızlık falan bitti..."




20 Ekim 2024

Güneşim Dönsün ki

     
    Konuyla ilgili daha önce, yanlış hatırlamıyorsam, 'Hazine Bekçileri' başlığıyla bir kaç hatıra hikaye anlatmıştım. Her yerde olduğu gibi Anıtkaya'da da çok define meraklısı var. Bunlara dair hikayeler için ayrı bir ana başlık açmak gerekiyor gibi... En son duyduğum bana çok ilginç ve eğlenceli geldi, yazmasam olmazdı...

    Olayın kahramanı Turabiler, arada yabancı yok. Töbe, belki de var, kimliğini tespit edemediğimiz Hoca onlardan olmayabilir... Mekan Çayırlar mevkii... Zaman ise 1960'lı yıllarda bir gece...

    Demek ki bu işlere ilgi duyuyorlardı, bir gece Obagumandanı elinde bir haritayla çıkageldi. Yusuf Külte'yi köyde herkes böyle tanırdı. Turabiler sülalesinin bilirkişisiydi, biraz da lider karakterli olduğundan sözü dinlenir, fikrine önem verilirdi. Geniş ailede topluca bir şey yapılacaksa son sözü O söyler, büyük küçük herkes dediğini yapardı. Haritada gösterilen yeri kazıp ne varsa çıkaracaklarını söyledi. 

    Harita Çayırlar'da bir yeri gösteriyor. Ekipte Obagumandanı'ndan başka kimler var; en büyükleri Doruk Mehmet Külte, Capbağın Mustafa Külte ve en küçükleri de Arif Külte... Ekibi şöyle de tarif edebiliriz, Doruk ve üç abisinden birer yeğeni.. Lakin unutmayalım, grup lideri tabi ki Obagumandanı...

    Çıkıyorlar yola, levazımat da yanlarında. O günün araç gereci ne olsun; kazma, kürek, belki solluk, belki bir de fener... Dedektör nedir, bilinmiyor daha; icat edilmiş olsaydı yanlarında bulunur muydu, o da belirsiz... Fakat dedektör hassaslığında hazine yerini gösteren birini alıyorlar yanlarına, bir hocayı... Kim olduğunu belirleyemediğimiz Hocaefendi, toprak altındaki şeyin koordinatlarını çok ince bir sezgiyle hesaplayabiliyor. Dolayısıyla beş kişiler.

    Dere tepe geçiliyor, Çayırlar'a varılıyor; yolun sola kıvrıldığı yerdelerken hedefledikleri noktada bir ışıltı görülüyor, hemen kaybolduğu için bunu bir göz yanılması gibi düşünüyorlar. Çayırların orta yerinde bir yerde duraklıyorlar. Obagumandanı'nın adımlamalarına göre kazılacak yeri belirliyorlar...

    Kazıcılar işe girişirken Hoca da kendine uygun bir yer bulup oturuyor. Çünkü kazı çalışması buraya kadar Obagumandanı yönetimindeydi, bundan sonra Hoca'nın yönlendirmesine ihtiyaç var. İşin tılsımı neyse ona göre okuyup üfleyecek, içine doğan sezgiyle de aranılan şey her neyse ona ulaşacaklar.

    Dediklerine göre kazmayı vurdukları yerde tuhaf bir şey farketmişler. Sanki görünmez bir hatla ayrılmış gibi, bir tarafın toprağı yumuşak ve kazması kolay, diğer taraf ise kaya gibi sert. İster istemez yumuşak tarafa ağırlık veriyorlar. Lakin dedektör hemen ötüp uyarı veriyor;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş... Siz şu tarafı gazıñ...' Onun dediği tarafa yöneliyorlar, ama hem çok sert, hem de içlerinden bir ses gömünün diğer tarafta olduğunu söylüyor. İç sese kulak verdiklerinde Hoca hemen gürlüyor; 

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ, orda bişey yok, boş...' Böyle böyle, bir o tarafa bir bu tarafa dönüyorlar. Ne kazdıkları belli, ne kazmadıkları... Hoca'nın işaret ettiği yer binlerce yıldır kazılmamış gibi sert, Allah nasıl yarattıysa öylece kalmış sanki. Hatta demir çakmaya çalışıyorlar, geçmiyor... Gelvelakin Hoca çok kötü yemin ediyor;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsüñ!' deyince işin rengi değişiyor... İki arada bir derede n'etdikleri belli değil, zaten iş de üremiyor, bir şey kazdıkları yok;

    - 'Hadeñ gidemiñ bali' deyip ekipmanları toplayarak köye dönüyorlar...

    Hoca evine gidiyor, onluk iş kalmadı çünkü. Bizimkiler odada durum değerlendirmesi yapacaklar. Capbağın Mısdık;

    - 'Le Ağa, biz yânış yeri gazdık, Hoca'nıñ dediği yer böne böne...' deyince ona hak veriyorlar. Hemen şimdi, ama Hoca'sız giderek istedikleri yeri kazmaya karar veriyorlar. 'Hadeñ toplanıñ bakam...'

    Yine yolun Çayırlar'a döndüğü noktaya geldiklerinde, biraz önce terkettikleri kazı alanında tuhaf bir şey görür gibi oluyorlar. Sanki bir araba oradan Cumalı'ya doğru uzaklaşıyor gibi... Vardıklarında bunun bir yanılsama olmadığı, gördükleri arabanın gerçek olduğunu anlıyorlar. Birileri gelip Hoca'nın 'Güneşim dönsüñ ki boş' diye yemin billah ettiği yeri kazarak boşaltmışlar. Aha küpün yeri de kalıp gibi orada duruyor... 

    Ne yapsınlar 'Heeyvak! Heeyvak!' diye dövünmekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Araba çoktan Macur tarafında kayboldu, giderken içlerinde umuda dair ne varsa ardından sürüdü. Onlara kala kala küpün boş mezarı kaldı. O boşluğa bakıp bir süre için için sessiz ağıt yakmışlar... Belki boşluğa anlaşılmaz küfürler de savurmuş olabilirler... Hatta Hoca da bu küfürlerden nasiplenmiş olabilir...

    ***

    Giden geri geleydi Dedem gelirdi... Çayırlar'da uçan fırsat bir daha geri gelmedi. Bu arada dört kafadar Turabi'nin toplu veya bireysel olarak yeraltı, yerüstü çalışması yapıp yapmadıkları bilinmiyor. Yalnız aradan bir kaç yıl geçtikten sonra ikisi, Capbağın Mısdık ile Arif Külte Turgutlu'ya gidiyorlar. Neden Turgutlu? Çünkü ekmek parası için herkes o taraflara gidiyor, en azından harmanlara kadar bir miktar para kazanma yolu bu. Hiç yoksa orada sürekli amele isteyen tuğla fabrikaları var...

    Amele pazarında bekleşiyorlar... Bilen bilir, amelelerin iş beklediği yerler köle pazarı gibidir. Bir beyaz adam gelir, herkes etrafına üşüşür, kibirli efendi 'Sen, Sen, bir de Sen...' diyerek mal seçer gibi işçilerini alır götürür.

    Bizimkilerin başına öyle bir şey gelmiyor tabi... Beklerlerken yeni, gösterişli bir pikap gelip yanlarında duruyor. Bugünün 4x4 bilmemnesi diye düşün, öyle bir araba... Sanki onlar için gelmiş gibi;

    - 'Siz ikiniz, atlayın arabaya' diyor. Atlıyorlar Mısdık içeriye, Arif kasaya... İstikamet tuğla fabrikası... İçeride adamla Mısdık yapacakları işi, alacakları yevmiyeyi filan konuştuktan sonra, adet olduğu üzere meşhur 'Memleket nere?' sorusu geliyor... 'Afyon'... 'Neresinden?' 'Eğret'... Eğret adını duyunca adam coşmuş... O coşkuyla iki kere direksiyona vurup;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki ben bu arabayı Eğret'ten aldım.' demiş. Bu söz Mustafa Külte'ye pek bir şey ifade etmemiş. Bir vakit önce hayatının dönüm noktası olan bu bir kaç kelimelik laf onda bir çağrışım yapmalıydı, yapmamış; bir şekilde ayıkmamış... Arabanın Eğret ile bağlantısına dair sorduğu soruya cevaben adam devam etmiş. Yine iki kere direksiyona el vurarak;

    - 'Güneşim şu yandan bu yana dönsün ki vallayi billayi ben bu arabayı Eğret'ten aldım. Sizin köyde define aramaya çıkmıştık. Köyün aşağı yanında Çayır diye bir yer var, orada kazacağımız yeri ararken birilerinin geldiğini gördük. Oradan fazla uzaklaşmadan saklandık. Beş kişilerdi, dördü kazıyor biri onları yönetiyordu. Bir yere odaklandıklarında yönetici  'Güneşim şu yandan bu yana dönsün, orda bişey yok, boş...' diye başka yeri gösteriyordu. Böylece bir miktar kazdıktan sonra çekip gittiler. Onlar ayrıldıktan sonra biz kendi hesabımıza göre kazıp parayı bulduk. Ben bu arabayı payıma düşen ile aldım...'

    Capbağın Mısdık bütün bunları dinlerken hop oturup hop kalkmış. Arada lafa girmeye bile mecali kalmamış. Sonunda;

    - 'Len vallâ onnâ bizidik...' diyebilmiş. 

    - 'Deme len!'... Şöyleydi böyleydi derken, o geceyi, sonrasını, nasip kısmeti filan konuşmuşlar... Fabrikaya vardıklarında da pek çalıştırmamış, muhabbete devam etmişler. Adam bunlara on onbeş yevmiye miktarı para vermiş...

    Dört Turabiden hayatta olan Capbağın Mustafa Külte'den defalarca dinlediği bu kıssayı biri anlattı, ben de yazdım, okuyanlar ise kendilerine düşen hissesini alsın...



15 Ekim 2024

Yörük Çeşmesi


    "Ey suyun sesinden anlayan bağlar,"
    "Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi?"
                                Faruk Nafiz Çamlıbel

    'Bi dölüm tarla va, senede bi kere gidip geliyon, o bile yoruyo.' dedi. Haklı olabilir, belki kırk yıl aradan sonra Çayırlar tarafına ben de ilk defa gidiyorum. Nedense köyün kuzey tarafına pek ayaklarımız gitmiyor, diğer yönlere hareketlilik daha fazla. Oysa bir zamanlar Cumalı ve Susuz'un oturduğu arazi de Eğret'in imiş. İkisinin arasındaki Çayırlar mevki çayır olarak kullanıldığı zamanlar hiç olmazsa ot orakları için bir hafta on gün sürekli gelir gidilirdi. Çayırlar bozulup tarlaya dönüşünce oraya seferler de yılda bire düştü, o bile zahmetli geliyor.

    Alagır'ın ucunda başlayan bayırın son bulduğu noktadan Çayırlar'a kadar yaklaşık bir kilometrelik bölge ve çevresine Yörükçeşmesi deniliyor. Çünkü sözünü ettiğim yokuşun bittiği, yani Yörükçeşmesi mevkiinin başladığı yerde iki çeşme var. Bölgeye adını veren bu çeşmeler hala şırıl şırıl akıyorlar. O mevkinin kıraç Eğret toprakları ortalamasına göre verimli sayılmasının yegane sebebi bu çeşmeler olsa gerek.

    Aslında Çayırlar mevkiinin sulak olmasına asıl sebep taban suyu... Bununla beraber orayı batıdan besleyen Eğret Çayı ile doğudan besleyen Susuz köy çeşmesi ve Yörük Çeşmesini de saymak gerekir. Gerçi bu kaynaklar yaz mevsiminin şiddetlendiği dönemde neredeyse kururdu, ama yine de çayırlara bir canlılık bahşettiği kesindir.

    Yörükçeşmeleri, Çatalüyük batısından ta Çayırlar'a uzanan havzanın son noktasıdır denilebilir. Gobakguyusu, Gavasguyusu, Söğütcük kuyuları, Omarcık çeşmesi ve Yörük çeşmelerinin suları birbirine bağlandığı şüphelidir. Yine de onların sağladığı nemlilik, sıralandıkları vadiyi verimli ve yeşil kılmaya yetiyordu. 

    Kuyu olsun çeşme olsun, su kaynağına yakın yerlerde sürekli kurbağa yavruları zıplar, onları ve yılanları avlayan leylekler dolaşır dururdu. Ayrıca fes ördüğümüz küçük sazlar, kuzulara yedirmek üzere yolunan samıralar, taze gevrek gerdimeler türüm türüm tüterdi. Omarcık bitiminde oluşan küçük gölette dombeyler çamur banyosu bile yapardı.

    Köyden en uzak noktadaki Yörükçeşmesi de bu canlılıktan ayrı düşünülemez. Bir defa bölgedeki tek su kaynağı olduğundan çapacılar, yolmacılar, orakcılar yahut mal güdenler oraya uğramak zorundadırlar. Ot oraklarındaki beş on günlük sürede verilmesi gereken zorunlu mal sulama molalarını saymıyorum bile...

    Bu sulak ve canlı Yörükçeşmesi hareketliliğine bir örnek olması açısından bundan otuz yıl kadar önce yaşanan üzücü hadiseyi zikretmek isterim. Sonbaharda Afrika'ya dönen göçmen kuşlar, mola yeri olarak uygun sulak yerler arıyorlar. Yörükçeşmesi meydanına uygun bulup inmişler. İki çeşme aharları ve onlardan akan zayıf dereye aldanmış, yahut mecbur kalmış olmalılar... Turna olduğu düşünülen bu hayvancıklar, doğal dinlenme tesislerinde yaralarını sararken, acımasız avcıların tüfekli saldırısına maruz kalmış ve arkalarında epeyce bir zayiat bırakarak havalanmışlar. Eti yenilmeyeceğini bile bile bunlara ateş açanların durumunu bir yana bırakıp konuya dönersek, Yörükçeşmesi'nin doğal denge açısından ne kadar mühim olduğunu anlarız.

    Yüzey sularının kuruyup, yeraltı sularının çekildiği şu kurak dönemde Yörükçeşmelerinin hala şırıldırıyor olması bile başlı başına sevindirici bir durum. Ayrıca az da olsa çevresini yeşilliğe bürümesi de bir şeydir. O zamanlar her taraf su olduğu için midir nedir, küçüklüğümüzde değerini bilmiyormuşuz; ancak şimdi kafamız dank ediyor. Bugün Yörükçeşmesine bir başka gözle ve minnetle baktım, ne kadar güzel ve kıymetli olduğunu anladım.

    Gündoğusuna bakan bu iki kardeşin daha güneyde olanının bir numarası yok, kendi halinde sessizce akıp zamana ayakdaş oluyor. Size anlatacağım Çayırlar'a daha yakın olan büyük kardeş ise pek haşmetli görünüyor. Son zamanlarda 'devşirme malzeme' üzerine çok düşündüğümüz için ayrıca dikkatimi çekmiş olabilir. Çünkü çeşme gövdesinin büyük bir bölümü bu tip taşlardan oluşuyor.

    Şimdi birisinin ağzına atlet tıkamak suretiyle akmaz etmişler, ama baksan eskiden iki lulanın varını yoğunu boca ettiği uzun yalak taşı hatırına bu çeşmeyi inşa ettiklerini düşünürsün. Antik çağdan kalma bu yekpare mermer taş, gerçi yalak görevini hakkıyla yerine getiriyor, ama başka bir alemde başka bir vazifeyle istihdam edildiği çok belli. Sol alt tarafında yalak haznesine bağlanmayan gizemli delik, sağ altta bir kama yuvasını andıran yarım kanal ve uçlarındaki kabartma halkalarla sütun görünümü verilmiş bu garip taş, sürekli ayakta durduğu gençlik günlerini özleyen yatalak bir ihtiyara benziyor. Ve 21. yüzyılda bu çeşme kaidesine o kadar yakışıyor ki...

    Nasıl yakışmasın, gariplik çekmesin diye yine devşirme malzeme olmak üzere bir kaç arkadaş daha getirmişler üzerine... Hemen yanlarına yerleştirilen iki dikey ve lulaların göbeğini deldiği bir düzlem mermer ile bu garip yalak çok güzel bir kompozisyon oluşturmuş. Diğer taşları, alttaki yaşlı mermerin boyutuna ayarlayıp yerleştirmişler. Bu yüzden, ortası oyuk havuz gibi bir blok bulunca onun boyutlarına uygun bir çeşme inşa etmeyi düşünmüşler. Bence yalaktan aharlara geçiş oluğu bile o mermerin üzerinde hazırdı. Aslı bir kapı girişi veya lahit gövdesi olan bu mermer, çeşme kaidesi için biçilmiş kaftandı, değerlendirmek istediler. 

    Tabi bütün malzeme devşirme olacak değil. En üste zamanın ve yörenin kültürüne uygun, kaba taş bloğu işleyerek kemer görüntüsü vermişler.  Zikzak kemerin iki yanına iki ayyıldız ve ortaya bir tekyıldız motifi yerleştirmişler. Kemerin altı ise kaba ve basit bir kitabe olarak düşünülmüş: 'Maşallah, sene 1135'... En üstteki bu kemer işlemeli yerel kaba taşın bir şapkası olduğu da düşünülmelidir, fakat zamanın hızında eriyip gitmiş olacak ki, günümüzün hastalığı olan betonla tamir yoluna gidilmiş. Bu cesur restoratörler kendini alamayıp gövdenin bir kısmını çimento harcıyla sıvamışlar. Bütün bu sakilliğe rağmen Yörükçeşmesi orijinal güzelliğini koruyor.

    Kitabedeki tarihten anlaşıldığına göre Yörükçeşmesi üç asır önce, 1720'li yıllarda yapılmış. Bu, şimdiye kadar Eğret'teki eserlere ait belge niteliğindeki en eski kayıt olduğu için önemlidir. Bununla beraber kitabeden kimin yaptırdığına yönelik işaret alınamıyor. Bunun cevabı çeşmenin adında olabilir.

    Son yüzyılda Aşiret Yörüklerinin İlbulak/İblak'ta yayladığının çok şahidi var. Hatta köy içinden yörüklerin geçit resmi gibi nasıl geçtiklerini ayrıntılı anlatıyorlar. Ayrıca 17. yüzyılda da aynı hareketliliğe dair kayıtlar var. Bütün bunlardan yola çıkarak 18. yüzyıl ilk yarısında İblak'a sürekli gelen yörüklerden biri, ihtiyaç hissedilen bu yere böyle bir çeşme inşa ettiğini düşünebiliriz. Yörükçeşmesi denilmesinin başka bir izahı olamaz. İsimlendirmedeki tekil kullanımın manası da önce bir çeşmenin yapıldığı, çok uzun zaman sonra da ikincisinin ilave edildiğidir. Zaten iki çeşme gövdesi arasındaki nitelik farkı da bunun böyle olduğunu doğrular tarzda...

    Etrafının şenlik olduğu zamanlarda çeşmeleri büyük ve küçük diye adlandırırlarmış. Ayrıntılı anlattığımız büyük, diğer güneydeki küçük oluyor. Boyutundan dolayı böyle diyorlarmış. 1990'lı yıllarda kunduz tıkanması sonucu tamir gerektiğinde anlaşılmış ki, iki çeşmenin asıl kaynağı Bayramgucağı'nda imiş. Yani ilk yapıldığında oradan bülken su, künklerle büyük çeşmenin bulunduğu yere getirilmiş. Sonra ikincisi aynı şekilde... Belediye ve Hayır Cemiyeti'nce yapılan tamir sırasında künkler parçalanınca hattın tamamı kunduz tıkamasına maruz kalmasın diye plastik borularla değiştirilmiş.

    Son bir bilgi daha; 1950-60'larda İhsaniye tarafından İblak'a gelen Yörük yayla göçü ve dünüşlerinde Yörükçeşmesi sulama ve dinlenme mola yeri olarak kullanılmış. Kervandaki develerden dolayı bunu unutamayan son şahitlerin anlatımından, Yörükçeşmesinin ilk günden bugüne, yapılış amacına uygun kullanıldığı anlaşılıyor...

    Günümüzde o tarafa gidiş gelişler seyrek olabilir. Biz uzun yıllar sonra bugün gittiğimizde kendisiyle biraz hasbihal ettik. Yörükçeşmesi'nin anlatacağı çok şey var, kulak verin yeter.




12 Ekim 2024

Örnek Çıkarmak


    İpe değişik tarzlarda düğümler atarak onu dokumaya örme deniliyor. Örülen şeylere, örülerek yapılan giysi benzeri nesnelere de örgü adı veriliyor. İpekböceğinin kozasını örmesi, kaderin ağlarını örmesi, başa çorap örmek gibi zengin bir ifade gücünün yansıması olarak karşımıza değişik şekillerde çıkabiliyor bu kelime.

    Ör- fiiline yakın kelimeleri zihnimden geçirirken aklıma “örümcek” kelimesi de düşmüştü. Bu kelimenin tarihine bir bakayım diye Kamus-ı Türki’yi açınca hayal kırıklığına uğradım. Çünkü bu kelimenin aslının “örkümcek” olduğu ve “ürkmek”ten geldiği söyleniyordu. Halbuki ör- fiilinden türediği o kadar açık ki bunu bu hayvancığın salgıladığı maddeyi bir ağ haline getirirken hangi işi yaptığını görerek bile anlayabiliriz.

    Bakın Türk Dil Kurumu'nun Tarama Sözlüğünde “urgan” kelimesinin değişik telaffuzlarını nasıl tespit etmişler: örken, örgen, örgün, örkün… İşin içinde ip olunca ve birkaç ince ipin örülerek daha kalın hale getirilmesi sonucunda urgan ortaya çıkıyorsa ister istemez ör- fiili ile urganın bağlantısını kuruyorsunuz.

    Günümüzde “misal” karşılığı kullandığımız “örnek” kelimesinin birkaç anlamı sözlükte (Kamus-ı Türki) şöyle yer alıyor:

    1- Bir şey yapmak için öne konulan, imtisal olunan şey, numune, misal : Bu iş, bu adam size örnek olsun.
    2- Bir şeye imtisalen yapılan iş, manend, misal : Tıpkı örneğini yapmış.
    3- Bir büyük miktara misal olmak üzere gösterilen küçük miktar, numune : Zahire örneği, kumaş örneği.
    4- Cins, nevi, çeşit : Bu ne örnek maldır? Onun bizde birkaç örneği vardır.

    “Örnek” kelimesinin Anıtkaya’daki kullanım alanı sözlükte belirlenen sınırların içinde ve fakat daha dardır. Genç kızlar çeyizlerini küçük yaşlardan itibaren düzmeye başlarlar. Göz nuru döktükleri bu çeyizler o kadar önemlidir ki sergileyecekleri birkaç gün boyunca eksik arayan nazarlara karşı bütün tedbirler alınmış olmalı, her bir iş kusursuz görünmelidir. Ayrıca bu işlerin çok güzel, orijinal, benzersiz olması da tercih edilen özelliklerdir. Böyle bir iş çıkarmak için daha önceden yapılan işlerden yararlanmak kaçınılmaz olur bazen. İşte yararlanılan ve tamamlanmış böyle örgü, işleme gibi işlere “örnek” adı verilir. “Örnek almak” bir başka nakışı, ilmeği taklit etmek demektir. Elinde orijinal bir iş bulunduranlar çoğu zaman bunun örnek alınmasını istemedikleri için bazı sıkıntılar bile çıkar. İşte “örnek” kelimesi Anıtkaya’da bu şekilde kullanılır. Şüphesiz bu kelimenin baştan beri saydığımız kelimelerin anlamları ile bir ilişkisi vardır. Ama Anıtkaya’da kullanılan halinin sözlükteki anlamlarının hangisine daha yakın olduğunu bulmak size kalmış. Kim bilir belki de dört anlamla da bir parça bağlantısı vardır.

    Yine sadece Anıtkaya’da rastlanan bir birleşik kelimeyi de burada zikretmek yerinde olacaktır. “Elörnek” birleşik kelimesi mükemmel, kusursuz, ellere örnek olabilecek özelliklere sahip olan iş, eser anlamlarında kullanılmaktadır. Zamanla bunun haricinde éle sunulabilecek olan her şey için kullanılır olmuştur ama daha çok tepki cümlelerinde kendine yer bulur: ‘Elörnek evimiz mi var’ gibi…

    Bu hususta üzerinde düşünülmesi gereken bir kelime daha var. Anıtkaya çoban kültüründe gece koyun gütmeye örüm dediklerini sonradan öğrendim. Biraz araştırınca başka yerlerde de aynı kelimeyi aynı anlamda kullandıkları ortaya çıktı. Yalnız dar bir bölgede koyunu otlatarak sürmeye (ya da sürerek otlatmaya) örüm gütmek diyorlarmış. Buradaki örümün örmek fiiliyle bağlantısını kuramadım.  Belki sürünün düzensiz yayılışı kanaviçede, etaminde nakış dizilimine benzetilebilir. Ya da örgüdeki her bir 'din'i bir koyun gibi düşünebilir miyiz? 

    Sonuncusu fazla zorlama bir yorum olabilir... O kadar da olsun...