30 Ekim 2023

Hacianesti ve Konstantin

 
    Şu eski Eğret fotoğrafını da tartışalım istiyorum. 

    Onu önce Hasan Özpınar'ın arşivinde görmüştük. Hacianesti'nin Eğret ziyareti sırasında çekildiğine dair bir not ile 'İşgal Günlerinde Afyonkarahisar' adlı kitabında yayınlanmıştı. Bir köhne meydan ambarından başka o fotoğrafta ipucu olabilecek bir görüntü olmadığından, oranın Eğret olabileceğine kuşkuyla yaklaşmıştık.

    ERT Arşivini tararken aynı fotoğrafla karşılaştım. Envanter kayıtlarında fotoğrafın 12. Tümene ait olduğu yazıyor. Bu tümenin Eğret ile alakası olmadığına göre fotoğraf nasıl bizim köyde çekilmiş olabilirdi? Bir yerlerde bir yanlışlık vardı...

    Eğret'te çekildiğinden emin olduğumuz fotoğrafları ayırdık. Bunlar 7. Tümen fotoğraflarıydı ve bu tümen de uzun süre Eğret'e konuşlandığı biliniyordu. Sakarya Savaşı sonrasına dair bu tümene ait bütün fotoğraflar Eğret ve çevresiyle bir şekilde ilişkilidir.

    Ayrıntılı incelerken bazılarında bir şey dikkatimi çekti; bir köhne meydan ambarı... Ucundan köşesinden bir kaç fotoğrafın kadrajına giren bu ambarın küçük ayrıntıları göze batmayacak gibi değildi. Çatısındaki tahtaların eskiliği, kırıkları çatlakları, omurgadan iki yana sarkıtılan bağ döşemeleri, ve ambarın yönü... Daha ilginci, Hacianesti'li fotoğraftakiyle aynı ambar olmasıydı. Yani Hasan Bey'in dediği gibi o fotoğraf Eğret'te çekilmişti...

    ERT Arşivindeki cam levhalara basılı fotoğraflar tasnif edilirken Romen rakamlarıyla köşesine ait olduğu tümen adı yazılmış. V (5) rakamının çapraz iki çizgisi birazcık yukarıda birleştirilirse bu X (10) gibi okunabilir. Hele elyazısında bunun gibi yazım ve okuma hatalarına sık rastlanır. Sonuçta VII (7) rakamı yanlışlıkla XII (12) olarak okunup envantere öyle geçirilmiş gibi görünüyor. Ayrıca aynı fotoğrafın bir kaç farklı tümenle ilişkilendirildiği de arşivde görülüyor, bu yüzden kayıt bilgilerine çok da güvenmemek lazım...

    Bu uzun ve sıkıcı girişten sonra asıl konuya, fotoğrafın içeriğine gelelim...

    4 Haziran 1922 günü Küçükasya Ordusunun Başkomutanlığına Hacianesti atandı. İki gün içinde Kolordu ve Tümenlerin komuta kademesi de değiştirildikten sonra Hacianesti 15 gün sürecek genel bir denetlemeye çıktı. Bütün birlikleri dolaştı, beklenen Türk taarruzu öncesi askere moral motivasyon kazandırmak istedi. Eğret'te bulunan 7. Tümene de bu maksatla uğradı. Günü kesin olarak bilinmemekle birlikte, o ve Hacianesti'li diğer fotoğraflar, 5-20 Haziran 1922 tarihleri arasındaki herhangi bir gün çekilmiş olabilir...

    En göze çarpan şey, ikişerli sıraya dizilmiş kırk elli Eğretli... Sözcü gibi seçilmiş dördüyle Başkomutan konuşuyor gibi... Karşılama komitesi gibi sıraya dizmişler, güya hoşgeldin diyorlar. Oraya zorla getirildikleri her halinden belli, çoğu yaşlı bu insanlarla poz vermenin sebebi ne olabilir? 

    İnsanlardaki sefalet izleri ayrıca konuşulabilir. Giyim kuşam özellikleri, bizim kuşağın en son Kölgeci'de gördüğü dizlere kadar çekilen ipçoraplar; çarıklar, sarıklar, kuşaklar vs...

    Bu fotoğrafta biraz daha net görülen arkaplan, bize konum hakkında bir fikir verebilir. Uç çizgileri belirgin karaltı, eski kabristanın bulunduğu tepedir. Çekim tekniğine göre yakına odaklanıldığından orası çok net değil. Daha aşağıda Cumacamisi ve Han var.

     Delişükrü'nün ve Şekeralilerin evin arka taraflarında bir yer düşünün. Ucu görülen ambar, oralarda bir yerde. Mezarlık ile o bölgenin arası boş, yapılaşma yok. Orada geniş bir boşluk var ve ambar o meydanda bulunuyor. Başka fotoğraflardaki gölgelerden anlaşıldığına göre ambarın kapısı doğuya bakıyor. Oysa genelde meydan ambarları kuzeye bakar şekilde yapılırmış... Öyleyse ambarı Gocacami'ye bakıyormuş gibi düşünelim...

    Yine başka fotoğraflardan anladığımız kadarıyla ambarın dört tarafı açık. Şimdi Kelahmedin ve hatta Bidakgelerin evin bulunduğu yerde çardak biçiminde yapılmış at barınağı var, o kadar; onun haricinde ambar bir meydanın ortasında bulunuyor. O meydanda sportif faaliyetler yaptıklarına, noel/paskalya kutladıklarına dair fotoğraflar da bulunuyor. İşte gördüğünüz fotoğraf böyle bir yerde çekilmiş...

    Bir de bu fotoğrafta nazara verilen yalnız Hacianesti... Halbuki onun kadar belki ondan daha önemli(!) Kral Konstantin'den de söz etmeliyiz...

    Bütün Yunan askerleri gibi Eğret'te bulunanlar da kendilerine cepheyi dar eden Mustafa Kemal Paşa'dan hiç hazzetmiyorlar. Sürekli küfürler savuruyor, onu aşağılamak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar... 

    Gavurun köpeği çok olur, lakin özel olarak besleyip baktıkları varmış bir tane, onu yanlarından pek ayırmazlarmış. Kralları Konstantin'in adını verdikleri bu köpeği zaman zaman başkalarıyla boğuşturur, o galip geldikçe gururlanırlarmış. Bakımsız, uyuz bir köpeğe de Kemal adını vermişler. Nefretleri depreştiğinde iki köpeği boğuşturur, böylece Konstantin Kemal'ı yendi diye kendilerini tatmin ederlermiş... Tümen Komutanının ayakları dibinde kıçı görülen köpek, Konstantin olabilir mi acaba?

    ***

    'O iş öyle değil İbanhoca' diye itiraz edeceklere baştan söyleyeyim, haklı olabilirsiniz. Bizim de bir şey bildiğimiz yok; yorumluyor, mantık yürütüyor, bir sonuca varmaya çalışıyoruz. 'O ambar orada değil şuradaydı; orası dediğin yer değil, falanca yerdir' gibi fikri olanı dinleyelim. Daha başta söylediğim gibi tartışa tartışa doğruyu buluruz...



28 Ekim 2023

Dolaksızlar

     

    Eğret 1830 kayıtlarının orta sıralarında Çolakosman oğlu İbrahim ve Salih yer alıyor iki hane olarak. Kardeş olsalardı aynı hanede ele alınırlardı, büyük ihtimal emmi çocuklarıdır... Seksen yıl sonraki kayıtlarda bu iki ailenin tam karşılığını yine listenin ortalarında ve yine arka arkaya buluyoruz. Çolakoğlu Mehmet ve Çolakosman oğlu Salih...

    İki hane, Gademler ve Dolaksızlarla bir şekilde irtibatlı olduğu net şekilde görülüyor. Bunun böyle olduğunu destekleyen başka bulgular da var. Misal, Dolaksızların ninesi Emiralilerin kardeşi... Onun görümcesi Çolakfatı, Körahmetin halası... Körahmetin kardeşi, Banguşun hanımı... Aliciklerin ninesi, Gademlerin kızı... Dolaksızların kızı, Aliciklerin gelini... Çolakfatının eltisi Faddik Nine de Gademlerden...

    1830 Kayıtlarından günümüze Çolakosmanoğlu Salih, yani Dolaksızlar sülalesini ele alacağız...

    İlk kayıtlarda Çolakosmanoğlu Salih'in 1783 yılında doğduğu belirtilmiş. Yazıldığı sırada ellisine merdiven dayamış, sarı sakallarına aklar düşmeye başlamış durumda... Üç oğlu var; İsmail 1816, Ali 1823 ve Osman 1826 doğumlular... Kız çocukları kaydedilmediği için varsa da bilinmiyor...

    Çolakosmanoğlu Salih'in üç oğlunun büyüğü İsmail, henüz bıyığı yeni terlemişken delikanlılık çağında vefat etmiş. Ortancaları Ali'nin akıbeti hakkında bir kayıt bulunmuyor. En küçükleri Osman'dan konumuzu teşkil eden Dolaksızlara gelinecek...

    Baştan belirtelim ki Çolakosmanoğlu lakabının 'Dolaksız'a dönüşümü hususunda bugüne gelen bir anlatı duymadım. Bele yahut baldırlara, bacaklara dolanan giysi parçası anlamıyla dolak kelimesinden türediği kesin gibi... Belki işaret edilen kişi dolaksız olarak görülünce böyle lakaplandı... O kişinin kim olduğu hususunda da netlik yok. Bununla beraber, Yukarıda sözü edilen Çolakosmanoğlu Salih'in en küçük oğlu Osman'a yahut onun da oğlu Salih'e bu yakıştırma yapılmış gibi görünüyor...

    Dolaksız Osman, Arife Hanım ile evlenmiş. Eldeki ikinci belge 1904 kayıtları sırasında hayatta olmadığı için Arife Hanımın kimlerden olduğu anlaşılamıyor. Sadece bir oğulları olduğunu bilebiliyoruz, o da 1855 yılında doğmuş. Dedesinin adı olan Salih ismini vermişler, ki aradan geçen seksen yılın sonundaki kayıtlara, dedesi gibi 'Çolakosmanoğlu Salih' diye yazılmış... Büyük ihtimalle halk arasında 'Dolaksızın Salih' deniliyordu...

    Dolaksızın Salih de bir başka Arife ile evlenmiş. Yine kayıt esnasında hayatta olmadığı için bu gelin Arife Hanımın kimliğini de bilemiyoruz. 1885 Yılında ikizleri dünyaya geliyor, bunlara Mehmet ve Osman adını veriyorlar... Osman, malum Dolaksız dedenin adı, ihtimal ki Arife Hanımın baba adı da Mehmet'tir... Arada ölenler varsa bilemiyoruz; 1894 yılında Neslihan, 1898'de de Güllü adını verecekleri iki kızları doğduktan sonra Arife Hanım vefat ediyor... Bu arada, kız çocuklarına nadir verilen Güllü ve Neslihan isimlerine komşu ve akraba hane Gademlerde de rastlandığını belirtelim...

    Eşi Arife Hanımın ölümünden sonra Salih, Emiralilerden Osman kızı Ayşe ile evlendi. Burada yine akrabalık bağları söz konusu. Çünkü Ayşe Hanımın Halil Abisi de Gademler/Guycular kızı Fatma (Faddik) ile evliydi... Ayrıca Ayşe Hanımın ayrı anadan bir kardeşi de Bekiroğlu Hasan'a vardığı için Salih, onunla bacanak oldu. Bekiroğlu Hasan, Şemşilerin atası olan Şeherlioğlu Ahmet ve Abdullah'ın kardeşidir. Tekrar Afyon'a taşındıkları için Anıtkaya'da nesli kalmamış... 

    Ayşe Hanımdan da iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Büyüğü 1904 yılında doğmuştu, adını İsmail koydu. On yıl sonra 1914'te doğan diğer oğlunun adı da Mehmet'tir. En küçükleri Emine ise 1916 doğumlu... Cihan Harbinden sonra, 1920'li yılların başlarında Dolaksızın Salih'in vefat ettiği sanılıyor. İkinci eşi Ayşe Hanım ise 1931 yılında vefat etti... Şimdi çocukları üzerinden onların hikayesine devam edelim...

    İlk hanımından büyük kızı Neslihan 1894 Yılında doğmuştu. Tespit edilebilen üç evliliği var. Önce Kocalioğlu Halil'e varmış. Şekeralilerle bağlantılı olan Halil Çanakkale'de kalınca, kızı Kezban yanında tay olarak Kırhasanoğlu Ahmet (Toman)a ikinci eş olarak vardı... Son olarak Aliciklerin Deliçakır Ahmet'e vardı... Aliciklerin Ahmet, Çakıriban (İbrahim Ata)nın babasıdır. Neslihan Hanım'dan önce Emiralilerin Ali kızı, yani Neslihan Hanımın analığının yeğeni Fatma ile evliydi. Ayrıca Fatma Hanım, Çolakfatının da kızlığı olur... Bu son kocasıyla da geçimsizlik olduğu, 1927 yılında boşanma davası açıldığı mahkeme kayıtlarında görülüyor. Duruşmaya katılmadıkları için davanın akıbeti bilinmiyor; ama Neslihan 1936'da vefat etmiş. Yanında tay gezdirdiği Kezban'a konuşma zorluğu çektiği için 'Bobu Kezban' lakabı takılmış. Galiba biraz topallık da varmış. O halde 1966 yılında vefat ettiği kaydedilmiş...

    Küçük kızı, 1898 yılında doğan Güllü'nün evlilik kaydı yok. Sonrasına dair de bugüne ulaşan bilgi bulunmuyor... İkinci Hanımından olan 1916 doğumlu Emine ise gelin olmaya fırsat bulamamış. 1931 Yılında, annesinden yedi sekiz ay sonra vefat etmiş...

    Gelelim oğlanlara... İkizler Mehmet ve Osman 1885 yılında doğmuşlardı. Evlendiklerine dair bir kayıt yok. Yalnız Mehmet'in 1915'te Çanakkale Arıburnu Muharebelerinde şehit olduğu listelerden anlaşılıyor. Kardeşi Osman da Cihan Harbinde başka bir cephede şehit olma ihtimali çok yüksek; çünkü geriye hiç bir iz kalmamış...

    Dolaksızın İsmail  

    Ayşe Hanımdan olan büyük oğlu 1904 yılında doğdu. Adını İsmail koymalarının sebebi anlaşılmış olmalıdır; Dolaksız Osman Dedenin delikanlıyken ölen abisinin adı...'Dolaksızın İsmail' diye lakaplanan bu oğlunu Cingenalinin kızı Şefika ile everiyorlar. Şefika Hanım ile evlenince Dolaksızın İsmail, Tekelilerin Halil ile bacanak oldular... 

    (Dolaksızın İsmail'in ayrıca Sabire adında bir hanımı daha varmış. Ahmet/Ümmü kızı Sabire Hanım, Bakkalseydinin küçüğüdür. Çocuğu olmadı, İsmail'in ölümünden sonra Kemiklerin Abdullah'a vardı ve orada 1951 yılında vefat etti.)

    Şefika Hanımdan üç oğlan ve bir kız olmak üzere dört çocukları oldu. Yaşlarının sırasına göre bunların isimleri; Salih, Ahmet, Mevlüt ve Nadire'dir... 

    Büyük oğlu, adı itibariyle üçüncü kuşak Çolakosmanoğlu Salih kabul edilebilir... En büyüklerinin ne zaman doğduğunu bilmiyoruz; ama Ahmet 1936, Mevlüt 1939, Nadire 1941 doğumlu... Bu hesaba göre Salih, 1930-34 arasında doğmuş olmalıdır...

    Dolaksızın İsmail'in teknik ve teknolojiye  kafası çok yatkın olduğunu söylüyorlar. O kadar ki, daha elektrik-elektronik nedir, Eğret şartlarında bilinmezken eldeki malzemelerle batarya üretiyormuş mesela. Düşünün artık, kıt imkanlarla nerede kullanılacağı meçhul şeylerle uğraşıyorsun. Böyle hallerde deha ile delilik bir birine karıştırılır. Bu yüzden İsmail'in çevresince hiç anlaşılamadığını tahmin etmek zor değil...

    Nadire henüz tazeyken, Dolaksızın İsmail 1942 yılında vefat etti. Şefika Hanım bundan dört beş yıl sonra Çatalların İbiş'e kocaya varınca, üç kardeşin Salih abisi de artık delikanlı olmuştu. Önce kendisi İstanbul'un yolunu tuttu. Orada Şişe Cam fabrikasında çalışmaya başladıktan sonra kardeşlerini de yanına aldı. Ahmet ve Mevlüt de aynı işte çalışıyorlardı. Dört kardeşin hikayesine tek tek eğilecek olursak...

    Salih Kırım
    Nasıl Dolaksızın İsmail teknik becerisiyle öne çıkan biriyse, oğlu Salih'te de bu özelliğinden izler vardı. Askerliğini telsizci olarak yapmıştı, uzman telsizci olarak orduda kaldı. Bu arada aslen Kırım Tatarlarından olan Nuriye Hanımla tanışıp evlendi. Selahattin, İsmail ve Selma adlarında bir kızıyla iki oğlu oldu. 

    Tek kızları Selma, henüz nişanlıyken bir trafik kazasında hayatını kaybetti...  Selma'nın vefatından sonra peş peşe Nuriye Hanım ile Salih de bu dünyadan göçtüler...

    Büyük oğlu Selahattin, Adanalı bir hanımla evlenip oraya yerleşti. Sonra oradan Malatya'ya geçtiler, halen orada yaşıyorlar. Üç çocukları oldu, onlar da yurt dışına yerleştiler.

    Küçük oğlu; dedesinin, yani Dolaksızın İsmail'in adını almış. Çorlusporun meşhur kalecisi olduğundan orada yaşıyordu. Futbolu bıraktıktan sonra bankada çalışmaya başladı. Burada Şaduman Hanım ile tanışıp evlendiler. Bir oğulları oldu, adını Egemen koydular... 1953'te doğan İsmail, 2012'de vefat etti; motor sporlarına meraklı oğlu Egemen halen İstanbul'da yaşıyor... 

    Ahmet Kum
   İsmail ortanca oğluna Dolaksız dedesinin adı olan Ahmet ismini vermiş. Abisinin çağrısıyla İstanbul'a giden Ahmet, orada yapamamış olacak ki bir müddet sonra köyüne değil, ama Afyon'a geldi. Afyonlu Ayten Hanımla evlendi. Salih Abisinden farklı olarak soyadını Kum olarak değiştirmiş... İsmail, Halil ve Ayfer adlarında bir kızıyla iki oğlu olmuş... Karı koca iki oğullarına babalarının adını vermişler...  2003 Yılında vefat eden Dolaksızların Ahmet'in üç çocuğu da halen Afyon'da yerleşiklermiş...

    Mevlüt Kum
    En küçük erkek kardeş Mevlüt, abisinin yerleştirdiği işten ve İstanbul'dan ayrılmamış. Bu anlamda Ahmet Abisini takip etmemiş; fakat aynen onun gibi soyadını Kum olarak değiştirmiş. (Yine de resmi kayıtlarda soyisimleri Kırım olarak işli.)

    Mevlüt'ün hanımı hakkında bilgi yok, yalnız bir oğlu olduğu biliniyor. Bu konudaki cahilliğimizin sebebi, O'nun erken vefat etmiş olmasıdır. 1965 Yılının sonunda, fabrikada meydana gelen bir patlamada can vermiş. 

    Mevlüt'ün adını bilemediğimiz tek oğlu; Nadire Halasının Çatalcalı görümcesiyle evlenmiş. Onun da Göksel adını verdiği tek oğlu, halen İstanbul'da işadamı olduğunu duyduk...

    Nadire Yaman
    Salih, kız kardeşi Nadire'yi İstanbul'a getirip öylece bırakmamış, abiliğini yapıp gelin etmiş. Mazbut bir insan olarak tanınan Çatalcalı Recai Bey ile evlenmiş Nadire Hanım... Çok yaşamayan bir kaç çocukları olmuş önce... Onlardan sonra gelen ilk oğulları da ölmesin diye, dua niyetine Yaşar adını koymuşlar. Duaları kabul olmuş, sonrakine Serdar, üçüncüye İsmail ve en küçük kıza da Filiz adını vermişler... Gel gör ki, iki numara Serdar, bir trafik kazasında vefat etmiş...

    Yaşar ise yaşamaya devam etmiş. Büyüyünce evermişler; kiminle? Cingenalinin Mehmet kızı Aysun ile... Aysun Hanım, Terzi Süleyman Saçan'ın kardeşi oluyor. Yani, döndük dolaştık yine Anıtkaya'ya geldik...  Yaşar Yaman, pazarda maydanoz satmakla işe başlıyor. Sonra tezgah açıp pazarcılığa dönüştürüyor. Sonra işleri büyütüp kabzımallığa çeviriyor. Biraz da genişleterek Antalya Halinde şubeler açıyor. Yetmiyor, yurt dışına ihracata yöneliyor... Ne kadar büyürsen büyü, her işi sonu; ne kadar yaşarsan yaşa, hayatın sonu var... Bizim Yaşar da sona dayanıyor... Antalya'da vefat ettiğinde onüç çocuğu ortaya çıktı diyorlar...

    Yaşar'ın küçüğü İsmail, çok büyük ihtimalle, Dolaksızın İsmail'in adını taşıyor... Anası Nadire Hanım, Dolaksızın İsmail'in son çocuğu, halen çocuklarıyla Çatalca'da yaşıyor...

    Dolak Mehmet Kırım

    Dolaksızın Salih'in en küçük oğludur, 1914 yılında doğdu. Ona takılan 'Dolak' lakabı, sülale lakabının kısaltılmış hali olabilir.

    Patlaklardan Fadik ile evlendi; Küpelilerin Süleyman (Bekçialinin babası) ve Danaların Hüseyin ile bacanak oldular... Çocukları; Ahmet, Osman, Hazel, Fatma ve Gülşah'tır. Büyük oğlu Ahmet, Paşanın Hüseyin kızı Satı ile evlendi. Diğer çocukları ise Anıtkaya dışından... 

    Kayınbiraderi Ömer ile koruculuk yaparken 1957 yılında bir olaya karıştı. O yıllarda koruculara beylik tüfek veriliyordu... Gerçi cinayete sebep olan patlamanın onun tüfeğiyle alakası olmadığı söyleniyor... Sonuçta Kürtırzasını öldürmekten yattığı 18 yıl hapisten sonra Anıtkaya'ya döndüğünde ailesi dağılmıştı... 1981 Yılında tek başına vefat etti...

    Gösterişli bir atı vardı. Genellikle onunla gezer, Dağ bekçiliği filan yapardı. Düğünlerde eyerleyip süslediği atını alır bazen binip bazen yedeğinde volta atardı. Gelin inmeden önce ve gelin indikten sonra keyfi yerindeyse çocukları yedeğindeki ata bindirir, keyfine keyif katardı. Dolağın atına binmek, biz çocuklar için erişilmesi güç bir şeye uzanmak gibiydi... 

       Dolağın Büyük oğlu Ahmet'in 2004, küçüğü Osman'ın ise 2009 yılında vefat ettiği biliniyor... Çocukları ve varsa torunlarına dair başka bilgi edinemedim, zira şimdi Anıtkaya'da Kırım soyadını taşıyan kimse bulunmuyor...



26 Ekim 2023

Goca Cami

 
    Eski köy yerleşimleri cami/mescit etrafında şekillenirmiş. İnsanlar bir yere konunca önce mescit yapar, eve dama ondan sonra sıra gelirmiş. Yeni yapılacak her bina caminin önüne ardına kondurulur, böylece zamanla ilk yapılan mescit tam ortada kalırmış.

    Eğret'te durum farklı... Köy, camiyi değil tekkeyi merkeze alarak kurulmuş. Uydu görüntüsüne bakıldığında Sığıreğleği meydanının tam ortada bulunduğu görülür. Asırlar boyunca Eğret'in tek camisi olan Cuma Camisi ise köyün kenarında bulunuyor...

    Bunun sebebi, efsanede anlatılan köy taşınmasının gerçekleştiği sırada caminin hazır bulunmasıdır. Yaygın inanışa göre Cuma Camisi; han, hamam, cami, çeşme, ahır  ve sair kısımlardan oluşan bir kompleksin parçasıydı. Yerleşik halka yönelik değil, yolcuların ibadet ihtiyacı için yapılmıştı. Bu konaklama tesisler bütününün tertip ve işleyişini sağlayan ise daha yukarıda bulunan Hacı İbrahim Zaviyesi idi. Eğret ahalisi her nereden geldiyse, zaviye/tekkenin etrafına yerleştiler. Bu yüzden Eğret asırlar boyunca büyürken tekke tam merkeze oturmasına rağmen cami dışarıda kaldı...

    Mutlaka zaviyenin bir bölümü zikirhane ve mescit olarak kullanılıyormuştur. Halk da vakit namazlarını köyün dışında kalan cami yerine bu mescitte kılmışlardır. Cami yolcuların ibadetine açıktı, ayrıyeten cuma namazları da orada kılınıyordu. Adının Cuma Camisi olarak yerleşmesine bir sebep de bu olabilir...

    Yirminci yüzyıl başına gelindiğinde durum böyleydi. Cami köyün dışındaydı, zaviyenin mescidi ise artık yetersizdi. Merkezi bir yerde cami ihtiyacı iyiden iyiye kendini hissettiriyordu... Goca Cami inşaatı fikri böyle doğdu...

    1900 ile 1910 yılları arasında (kesin tarih bilinmiyor) köylü elbirliği ediyor ve işe girişiyorlar. Ellik Gavuru denilen Ermeni duvar ustaları tutuluyor. Taş ve ağaç gibi gerekli malzemeler nerede varsa oradan getiriliyor. Millet atını arabasını koşuyor, kazmasını küreğini kapan işgücü katkısında bulunuyor. Tam bir seferberlik ilan ediliyor senin anlayacağın...

    Bizim buralarda bulunmayan büyük direkler kirişler getiriliyor Kütahya tarafından... Öyle büyük ağaçlar ki halberi öküz arabasıyla çekilebilecek gibi değil... Dombeyleri koşuyorlar... Koca koca kiriş yüklü arabalardan oluşan bir konvoy köye giriyor... O yıllarda Veyislerin Böbüdedenin ve Hacapdıramanların dombeyler çok meşhurmuş... Bizim milletimiz nasıl ki şimdi iş makinası izlemeye bayılır, o zaman da dombey arabalarını görmek için yığılmışlar... Hani şimdi karakol binasından tekkeye doğru uzanan Galip Bey Caddesi var ya, işte orası gayet engebeli bir yokuş... Yol desen yol değil, bayır desen bayır değil... Sel yolağıymış diyorlar... Başka çıkarı yok, kirişler mecbur oradan çıkarılacaklar... Hacapdıramanların dombeyleri Halil sürüyor. Bu adam Cıldır Abdurrahman Keleş'in dedesinin kardeşidir... Diğer hayvanlar ağır yükleriyle alabildiğine zorlandıkları çok belli; fakat Halil'inkiler bana mısın demiyor, rahat rahat ilerliyorlar... Şimdi Bakkalsüleymanın hizasına geldiğinde, Hacapdıramanların Halil arabanın okunda amuda kalkıyor... Seyire gelen ahalinin şaşkın bakışları arasında boyunduruğa kadar elleri üzerinde ilerliyor. Pozisyonunu değiştirmeden bu kez boyundurukta amuda kalkıyor... Böyle böyle araba Tekkeye varana kadar çeşit çeşit akrobatik hareketler yapıyor, ve nihayet halkın bağrış çığırışları arasında yolculuğu tamamlıyor... İşin sonundaki bu hareketine anlam veremeyenler sorduğunda şu cevabı vermiş;
    - 'Millet dombeylere öyle hayran hayran bakıyordu ki, nazar değip çatlayacaklarını anladım. Dikkatleri ve nazarları başka bir şeye çekmek için aklıma bu geldi ve bunu yaptım.'

    Eğret halkı caminin yapılışında aşkla şevkle çalışmış. Hayvanının gücüyle, kendi gücüyle, ayni yardımlarla, aş ekmekle, duayla... Herkes ne katkı verebilecekse vermiş...

    O yıllarda Cuma Camisinin imamı Döğerli Mücellit Ahmet Hocadır... Ahmet Hoca, Naymelerin Naime Ninenin babası oluyor... Bir sabah namazı sonrası, Sağırların Odada onu gözleri yaşlı görünce şaşırıyorlar. Ali Osman Hoca henüz delikanlılığın verdiği bir cesaretle bu ağlamaklı halinin sebebini soruyor;
    - 'Hocam, köyden birisi bir şey mi dedi yoksa!..' Mücellit Hoca önce sükut etmiş filan... Sorular ve soran bakışlar üstüne üstüne gelince dayanamayıp ağlamasının gerçek sebebini söylemiş;
    - 'Millet büyük bir şevk ve heyecanla cami yapıyor; ama gavura hastane yaptıklarının farkında değiller, ona ağlıyorum...' Kendisine yakazaten malum olan bu gerçeği söylediğinde muhatapları meramını ancak on yıl sonra anlayabilecekti...

    Cami bitirildi. Eğer Mücellit Hocadan sonra Cuma Camisine atanmadıysa Eğretli Cemal Hoca Goca Caminin ilk veya ikinci hocası olabilir... 

    Evet bu camiye Goca Cami deniliyordu, zira Cuma camisine göre oldukça büyüktü. Hatta bir köy için dikkat çekici oranda büyük sayılırdı. Başka yerde olsa 'Ulu Cami' derlerdi, çünkü genelde bir yerin en büyük camisine hep bu ad verilmiş. Gelvelakin Eğret'te büyük için 'goca' sıfatı kullanılıyor. Gocabıyık, Gocaguliz, Gocasan, Gocamat, Gocadere, Gocagedik, Gocagafa, Gocagır, Gocaüseyin, Gocagapı, Gocayörük, Gocagulak, Gocayetim... Ulu sıfatı ise bildiğim kadarıyla yalnız Uluyol mevkii için kullanılıyor, başka yok... Bütün bu sebeplerden ötürü caminin adı Gocacami olarak kalıplaşmış... Yirmi otuz yıl önce kubbenin oturduğu sekizgen kaideye badana fırçasıyla ve berbat harflerle 'Ulu Cami' diye yazmışlardı. O yıllarda zorlamayla başlayan Ulu Cami adını yerleştirme gayretleri de vardı. Neyse ki o kötü yazı silindi ve Ulu Cami  tabiri tutmadı. Bazıları hala öyle dese de Eğretliler çoğunlukla ve hala Gocacami diyor...

    Gocacaminin büyüklüğü kadar dikkat çekici bir başka yanı, minaresidir. Nerde görsen başkalarından ayıracak incelikte narin bir görüntüye sahiptir. Eski köy camilerinin (hatta şehirlerdeki küçük mescitlerin) minareleri güdüktür. Selatin Camileri gibi belli başlı büyük camilerin minaresi müstesna, minareler genellikle kısa boylu tutulurdu. Misal, Cuma Camisinin şimdiki minaresi yenidir; orijinal hali büyük ihtimal küçük bir şeydi...

    Yirminci yüzyıl başında yapılmış bir köy camisinin minaresi olarak düşünüldüğünde; Gocacami minaresi oldukça yüksek, ama narin ve nazenin bir yapıya sahiptir. Sürekli gözümüzün önünde olduğundan bu güzelliği fark etmemiş olabilirsin; kaldır başını, bir daha bak...

    Yunan geldiğinde Mücellit Hoca sağ mıydı, neredeydi bilinmez... Dediği çıktı, bu sağlam ve o günün şartlarında konforlu binayı hastaneye çevirdiler... Eğretli, neliklerle yaptıkları Gocacaminin gavur elindeki bu garip haline elbette gizli gizli gözyaşı dökmüştür. Tıpkı on yıl önce Mücellit Hocanın döktüğü gibi... Belki kulak verenler, bizzat caminin hıçkırıklarını da işitmiştir...

    İşgalcilerin Eğret'e dair çektikleri fotoğrafların çoğunda Gocacami görünüyor, zaten görünmemesi imkansız gibi. Yalnız onun yakın plan çekimi yok, hep uzaktan, hep uzaktan... Ona odaklanıp yakından çekseler, gösterişli mabede tecavüzleri açığa çıkacağından böyle davranmış olabilirler..

    Yunan gittikten sonra gazi Gocacami de halkla birlikte yaralarını sarmaya başlar. Minareden ezanlar yükselir, eski haline döner. Cemaatle şenlenir, cenazeyle hüzünlenir. Cumacamisi onun kadar şanslı olmadığı için toparlanamamış, yük tamamen Gocacaminin omuzlarına binmiştir. Kutsal yükün hakkını verir, hatta daha inşasından beri ona yoldaşlık eden yan taraftaki medreseyle el ele verirler. Çocukların Kur'an eğitiminde burası başat rol oynayacaktır... Bir dönem vazifesi sekteye uğrasa da, neredeyse bütün çocukların yolu medreseden geçmiştir.

    Medrese deyince akıllara ilk gelen Terlemezhoca (Ali Osman Terlemez)dir. Bizim çocukluğumuz galiba o devrin sonuna rastlıyor, bu yüzden pek hatıramız yoktur. Önceki nesiller Terlemezhoca ve dayaklarını iyi hatırlıyorlar. Falakasıyla meşhurmuş rahmetli...

    Takgasların Çakırhasan, oğlu Ramazan Öncül'e hafızlık talim ettiriyormuş. Çocuk, Terlemezin dayaklarından bizar olup hocasını babasına şikayet etmiş. Çakır, ikindi namazına bu sebeple öfkeli gitmiş. Namaz sonrası çıkacakken, hocaya yaklaşıp oğlunu neden bu kadar çok dövdüğünün hesabını sormaya kalkmış... Hay sormaz olaydı... Terlemezhoca;
    - 'Goñşular dutuñ şunu, yatırıñ yere!' demiş... Cemaat denileni yapmış. Bu arada yan taraftaki medreseden falakayı getirip yerdeki Çakıra bağlamışlar... Vermiş sopayı, vermiş sopayı... Yaaa, Gocacami nelere sahne olmuş...

    Hoca, çocukları sıraya koyarmış, ezan okumaları için... Sıra kimdeyse minareye o çıkar, ezanı okuyup inermiş... Hem hoca minareye çıkmaktan kurtuldu, hem çocuklar talim ettirildi... İyi bir yöntem yani. Talebeler de sıranın kendisine gelmesini sabırsızlıkla bekliyorlar, onlar işin eğitiminde değil, eğlencesindeler... Gel gör ki Gavas (İbrahim Sarğın), hocanın bu eğitim yönteminden habersiz minareye çıkıp çıkıp ezanı okuyor. Her şey alt üst oluyor. Hoca Gavasa bir şey diyemiyor, çocukları azarlıyor, niye sıranıza sahip çıkmıyorsunuz diye... Gödenlerin Bakkalsüleyman (Süleyman Dadak)ta sıranın olduğu bir gün, Gavası sabote etmek için bir plan yapmışlar. Minare merdiven basamaklarına burçak sepilemişler... Gavasın düşüp düşmediğini söylemiyor Süleyman Dayı, ama ihtiyar o günden sonra bir daha ezana karışmamış...

    Eski zamanlarda böyle çok olaya şahit olan Gocacaminin benim hafızama ilk yansıması, hayal meyal bir görüntüdür... Galiba bir bayram sabahı idi, bayram namazına gitmiş olmalıyız. Gürül gürül cemaat... Benim gözüm sol tarafta boylu boyunca uzanan balkon şeklindeki ikinci katta takılı kaldı... Sağ tarafta da aynısından var mıydı, başka bölümler nasıldı, namaz kılmış mıydım, kıldıysam malum tekbirlerde yanılmış mıydım... Hiç bir şey hatırlamıyorum, üst kat balkonundan başka... O görüntü hafızama o kadar kazınmış ki, sebepsiz yere gıcırtılı, köhne, ahşap tırabzanlarıyla  hala rüyalarımı süslediği olur...

    Üst kat balkonunu bir daha göremedim, o hayal meyal görüntünün bir kopyasını oluşturamadık. Nedense köyün büyükleri çatıyı yıkarak Gocacamiyi tamir etmeye karar vermişler. Harala gürele bir inşaat başladı. Yetmiş yıl önce ilk yapıldığı gibi köylü seferber oldu... Tarla bağışlandı, ağaçlar kesildi, tahtalar dilindi, demirler yığıldı... Harç makinesini ve asansörü ilk defa o zaman gördük. Kalıp çakıldı, demir döşendi, beton atıldı... Kocaman bir kubbe çıktı ortaya...

    Yetkim olsa, yeni cami projelerinde kubbeyi yasaklarım... Bizim geleneksel mimarimizde kümbet var, ama kubbe yaygın değil... Bu yüzden bilhassa camiye kubbeyi hiç yakıştıramıyorum. Hele tek kubbe, minarenin yanında kabak gibi duruyor... Neylersin ki bizim Gocacami böyle bir kubbeye maruz kaldı. Yunan'dan sonra Gocacaminin gördüğü ikinci zulüm, bu kubbedir...

    Eski zamanlarını hatırlayamadığım için bilmiyorum, ama kubbeden sonra cami ısınmaz oldu. O kadar yüksek binayı ısıtmak elbette mümkün olmaz, bir de kubbe boşluğu var... İlk kıştan sonra kubbe tavanında sarı lekeler oluştu. Kar ve yağmur suyunu içeri alıyor, kubbe akıyordu. Lekeler uzun süre öyle kaldı... Yıllar sonra çözümü kubbeyi bakırla kaplamakta buldular. Hayır Cemiyeti öncülüğünde kızıl bakır levhalar giydirildi de kubbe çıplak görünümden kurtuldu hem de içeriye su sızdırmadı...

    Gocacaminin hikayesi anlatılırken tevhid sancağından bahsedilmezse o hikaye eksik kalır. Bir zamanlar seymanların onu taşıma hakkını elde etmek için kıyasıya yarıştığı sancağın yeri Gocacami imiş. İhaleyi kazanan seymanbaşı kütüklüğüyle birlikte Gocacamiden alır, düğün bitince aldığı yere geri bırakırmış. Biz onu, hacı uğurlama ve karşılamada açıldığı haliyle hatırlıyoruz. 28 Şubat döneminin kasvetli günlerinde tek başına açmaya korktukları için yanında albayrak taşıdıklarını Hüseyin Saki Hocadan duymuştum. Sonra o sancağa ne oldu, bilen yok... 

    Sözün burasında Gocacami hocalarını da anmak lazım. 1922 Öncesi Cemal Eğretli Hocayı biliyoruz... Araştırmadım, ama hatırladığım kadarıyla Kütahyalı İbrahim Hoca vardı. Sonra bir başka İbrahim Hoca kazada vefat etmişti. Çevresinde kendine göre bir genç cemaat kitlesi oluşturan Üzeyir Hoca iz bıraktı... Sonra uzun süre Hüseyin Saki Hoca dönemi yaşandı... 

    Bütün bu dönemler boyunca hafızama yer etmiş, sesleri hala orada çınlayan müezzinler... Gobakların Arif Kopan, onun yanında Bükürün Adem Ölçer... Deliyakıbın Halil İbrahim Kopan, onun yanında Seydinin Mustafa Selen... Ve şimdi Şaşdımların İlker Şen... Her biri Gocacaminin bir parçası gibiler...

    * Fotoğraf kaynak, ERT Arşivi


19 Ekim 2023

Sarılar

 
    Külcüoğlu adını taşıyan 1830 kayıtlarında iki hane bulunuyor. Bunlardan ilki Külcüoğlu Yusuf'tur. 18. Yüzyıl sonlarında doğduğu kaydedilen Yusuf'un İbrahim adında bir oğlu var; ancak 1839 yılında 12-13 yaşlarındayken vefat etmiş. Külcüoğlu Yusuf hanesinin orada tıkandığı anlaşılıyor...

    Külcüler

    Kayıtlarda işaret edilen ikinci Külcüoğlu ailesi iki kardeşten oluşuyor: Külcüoğlu Ahmet ve Ali Salih kardeşler... (Aslında Ali adında üvey kardeşleri olduğuna dair not düşülmüş üçüncü biri daha var, lakin Turabilere çıkan yolda bir etkisi olmadığı için Onu dikkate almıyoruz.) 



    Külcüoğlu kardeşlerin baba ve ana adını bilmiyoruz. Büyük kardeş Ahmet 1790 yılında doğmuş. İki oğlu var; 1830 doğumlu Halil ve onun küçüğü Osman... Halil'in küçük yaşta öldüğü düşünülüyor, Osman ise önce kimlerden olduğunu bilemediğimiz Ayşe ile evlenmiş. Daha sonra Fatma ile evleniyor. Fatma Hanım, 1850 yılında doğduğu kaydedilmiş; eğer bu kaydı esas alırsak Külcüoğlu Osman'ın buna yakın bir yılda doğduğu ifade edilebilir. Hasan kızı Fatma Hanım ile Körselimoğlu Garamehmetin eşi Gülsüm ve İdirizlerin İdris eşi (Sarımehmet ile Gocaosmanın anaları) Atike kardeşler... Bu üç kız ile Tomanların Ahmet kardeş; yani hepsi Tomanların atası Gırhasanın çocukları...

    Sarıoğlu

    1840'lı yıllara kadar Külcüoğlu dendiği halde, bundan sonra Osman'a Sarıoğlu denildiği, belirtilmesi gereken bir başka husustur... Sarıoğlu Osman ile Fatma Hanımın bir kız ve üç oğulları oldu. Yalnız Ayşe Hanımdan da bir kızı var... Yaş sırasına göre beş çocuğunun isimleri: Ayşe, Fatma, Mehmet, Osman, Zekeriya...

    Büyük kızı Ayşe, 1874'te doğdu. Onu kayınbiraderi Toman Ahmet'e verdi... Ayşe Hanım ileride Tomanın Hasan, Hüseyin ve İbrahim'in anaları olacaktır... 1878 Yılında doğan küçük kızı Fatma'yı Salih Emmisinin oğlu Hüseyin'e verecek, O da Turabilerin Salih ile Capbağın anası olacaktır. Şu durumda Capbak ile Tomanın İbram teyze çocukları; amma Nineleri (Anneanneleri) farklı... Hem de Tomanın İbram, Capbağın dayıoğlusu; fakat daha oraya geleceğiz...

    Sarıoğlu Osman'ın erkek çocuklarına gelince... Büyük oğlu Mehmet... Aslında 20. Yüzyıl kayıtları tutulduğu sırada Mehmet vefat etmiş bulunuyordu. Bu yüzden Onun, Osman'ın hangi hanımından olduğu ve doğum tarihine dair bir şey bilmiyoruz. Zaten Onun varlığından da kızının kaydı sayesinde haberdar oluyoruz. Buna göre Halime'nin ana adı da Şerife olarak kaydedilmiş... Neyse... Halime 1896'da doğduğuna göre, babası Sarıoğlu Mehmet'in 1896-1904 arasında vefat ettiği söylenebilir. Halime'ye dönecek olursak... Çakır Mehmet ve Osman'ın Amcaları Hatiboğlu Mehmet Ali'ye varacak ve Halimeninmehmetin anası olacaktır...

    Osman'ın ortanca oğlunun adı da Osman... Sarıoğlu Osman 1886 yılında doğdu. Kendinden on yaş daha büyük Şerife Hanım ile evlendi. Buna dair bir not yok; ama Şerife Hanımın, ölen Mehmet Abisinin hanımı olduğu anlaşılıyor. O yıllarda böyle uygulamalara sık rastlanıyordu... 

    Sırası geldi, Şerife Hanım mevzuunu biraz açalım... Ona kısaca 'Danagızı' diyorlardı, çünkü Danaların İsmail kızıydı. Bilebildiğimiz kadarıyla iki kız bir oğlan olmak üzere üç kardeştiler. Ablası Ayşe, Dumanoğlu Halil'e vardı. Tek kızları Emine'yi Konyalı Mehmet'e verince içgüveyisi oldu, ileride ona da bu yüzden 'Dananın Çolak' denilecektir... Danagızının küçük kardeşi İbrahim ise, Keliban (İbrahim Dalgıç) ve Dalmış (Kazım Dalmışlı)nın dedeleridir... Bu Danagızı, Sarıların Mehmet'e varmış, Halime adında kızı doğduktan  sonra eşi ölmüş ve ondan sonra kaynı Osman'a varmıştır...

    Sarıların Osman oğlu Osman, Cihan Harbinde Çanakkale'de İkinci Fırka, Birinci Alay neferlerindendi. 1915'te Arıburnu Muharebesinde şehit oldu... (Şehitler listesinde Osman'ın sülale adı olarak 'Hacıyusufoğulları' kaydedilmesi, akıllara 1830 nüfus kayıtlarındaki ilk Külcüoğlu Yusuf'u getirebilir. Belki de kızlarından biri diğer Külcüoğlu ailesine gelin geldi...)

    İkinci kocası Sarıların Osman da harpte kalınca Danagızı, Veyislerin Hasan'a vardı. Ösüzömer (Ömer Acar)ın dedesi olan Hasan ile Şerife Hanımın bu evlilikleri ikisi de ileri yaştayken gerçekleştiği anlaşılıyor. Dolayısıyla çocukları yok... 1940 Yılında Hasan Dadak, 1947 yılında da Danagızı Şerife Dadak vefat ettiler...

    Ve Sarıoğlu Osman'ın küçük oğlu Zekeriya, 1891 yılında doğdu. Selimlerden Ali Osman kızı Esma ile evlendi. Esma Hanım Esnanın halasıdır. Ayrıca Zekeriya'nın Gülsüm Teyzesi de Selimlerin Garamehmette olduğunu hatırlatalım... Henüz çocukları yokken Zekeriya da Osman Abisi gibi Cihan Harbindeydi ve 1916'da şehit oldu... 

    Esma Hanım bundan sonra Gödeş Ahmet'e varacak ve Ondan Esmenin Osman Seviş ile Aligurunun eşi Ayşe Dadak'ın anneleri olacaktır. Amma Külcülerin Sarılar kolu, Zekeriya'nın şehit olmasıyla noktalandı...




15 Ekim 2023

Arapoğlular

 
    Bazı büyüklerin anlattığına göre Eğret Köyüne ilk gelip yerleşen Araplar sülalesiymiş, onları Hacılar (Arzımanoğulları) takip etmiş. Belgesel karşılığı olmayıp sadece söylentiye dayanan bu bilginin gerçeklik payı olabilir. Şimdilik en eski kaynak olan 16. yüzyıl Tahrir Defterine göre hem 1530, hem 1570 yılları Eğret ahalisini gösterir listelerde 'Arap oğlu' ve 'Arap kardeşi' ifadelerine rastlanıyor. Buradaki 'Arap'ın kişi veya sülale yahut ırk adı olup olmadığı tartışılabilir; ama şu bir gerçek ki Eğret'te 16. yüzyılda Araplar var...

    19. Yüzyıl vergi mükelleflerini gösteren 1830 tarihli listenin 14. hanesi de yine Arapoğlulara ait... 80 Haneli Eğret'te bu sırayı işgal etmek, o sülalenin burada köklü olduğuna işaret kabul edilebilir...

    Arapoğlu İsmail

     Bu belgeye göre Arapoğlu hanesinin reisi, Arapoğlu İsmail'dir. 1795 Yılında doğan İsmail, 'uzun boylu, kara sakallı' biri olarak tarif edilmiş. Mustafa, Mehmet ve İsmail adlarında üç oğlu var. En küçükleri İsmail, 1824 yılında doğmuştu; 1839 yılında, 15 yaşındayken vefat ettiği not düşülmüş...

    Ortanca Mehmet 1821 doğumlu... 1844 Yılında doğan Ayşe adında bir kızından haberimiz var. 'Gara Ayşa' denilen bu kadından başka Arapoğlu Mehmet'in 20. yüzyıla ulaşan çocuğunu bilemiyoruz...

    Arapoğlu İsmail'in büyük oğlu Mustafa ise 'Sarı Mustafa' diye bilinecektir. Şu an Anıtkaya'da bilinen Araplar (Tok-Kurt-Sargın)ın atasıdır...

    Arapoğlu Mahmut

    Arapoğlu Mahmut'un çocukları da aynı 14. haneye kaydedilmiş; çünkü Mahmut vefat etmiş, onun çocukları da kardeşi İsmail'in riyaseti altında... Arapoğlu Mahmut'un, 1810 doğumlu Hüseyin ve 1813 doğumlu Hasan adında iki oğlu bulunuyor. Bunların kız kardeşi varsa da bilemiyoruz, zira sadece vergi mükellefleri kayıtlı... Mesela 1834 yılında küçük Hasan'ın, bir vergi çeşidi olan redif askerlik kaydı yapılmış...

    Büyük kardeş Hüseyin 'uzun boylu, köse sakallı' olarak tarif edildiğini kaydedelim...

    Arapoğlu Mahmut çocuklarına 'Gavaslar' denildiği, büyük oğlu Hüseyin'in kızı Kezban'ın Gambırarifin anası olduğu söyleniyor. Dolayısıyla Dilsiz Mahmut Öztürk'in Arapoğlu Mahmut adını taşıdığını düşünebiliriz... Bununla beraber, bizim Körselimler diye adlandırdığımız, Kezban Hanımın ikinci kocasının bulunduğu hanenin asıl Gavasları oluşturduğuna yönelik de deliller var. Onlar da Selimlerin bir kolu olduğu düşünülürse, Gavasları Selimler ile Araplar arasında konumlandırmak daha doğru olur...

    Arap Molla Halil

    Çocukları aynı haneye kaydedildiği için, Arap Molla Halil'in de Araplar sülalesinden ve Arapoğlu İsmail'in kardeşi olduğu anlaşılıyor... Molla Halil'in de iki oğlu var; 1813 doğumlu Ali ve 1823 doğumlu Halil... Ali, 'orta boylu, bıyıkları yeni terlemiş' bir delikanlı olarak kaydedilmiş... Fakat bu iki oğlanın akıbetleri bilinmiyor...

    Arapoğlu Mahmut ile Arap Molla Halil'in ne zaman öldükleri bilinmiyor. 'Çakmak Emmi' diye bilinip nesli kesildiği ifade edilen Araplar kolu bunlardan biri olmalıdır.  Yalnız çocuklar büsbütün ortada bırakılmamış, yeğenlerine Arapoğlu İsmail sahip çıkmış. Onun oğlu Sarı Mustafa da emmi oğullarına sahip çıktığı, en azından isimleriyle hatıralarını yaşattığı; bugünün Araplarında Hüseyin, Ali, Mahmut, Halil adlarının yaygınlığından belli....



13 Ekim 2023

Haciarifler

 

    Veyisoğlu Ahmet yani Böbü Dedenin iki oğlundan sonra bir kızı var tabi. Güllü Hanımdan olan Gülsüm'ü Abdıramanların Hasan oğlu İbrahim'e verdi. İbrahim, Böbü Dede'nin kardeşi Ayşe'nin oğludur; yani kızını yeğeniyle evlendirdi... Gülsüm Hanım Körhalilin anasıdır. İleride lazım olacak bu bilgiden sonra küçük oğluna geçebiliriz, zira büyük oğlu Hasan Hüseyin'in Böbülerin dedesi olduğunu görmüştük...

    1880 yılında doğan en küçük çocuğu Arif, Hacı Ali kızı Nazik ile evlendi. Nazik Hanımın babası Hacı Ali, Hacıların Davılcıarifin dedesidir. Şöyle de denilebilir; Nazik Nine, Davılcıarif ile Kelalinin, Kelsalek ile Çapıtçıhafızı halalarıdır... Bununla beraber Nazik Hanımın annesi Şerife de VeyislerdenDelimamın kardeşi... 

    Arif ile Nazik Hanımın iki oğlu ve bir kızı oldu. Hacca gidip geldikten sonra kendisine 'Hacı Arif', ailesine de 'Hacerfler' denmeye başlandı. Söğütçük'teki üç kuyudan ortadaki olanı onun kazdırdığı söylenir ve ona nispetle 'Hacerfin Guyu' derlerdi.

    Büyük çocuğuna annesinin adı Havva'yı koydu. İkincisine İbrahim, üçüncüye Güllü ve en küçüğüne de Ahmet; yani 'Böbü'nün adı... Büyükler, Havva ile İbrahim birbirine yaşça daha yakın oldukları için birlikte oynarlardı. Öyle bir oyunda talihsiz bir kaza yaşandı. Havva elindeki makası kardeşine atılayınca gözüne isabet etti. Artık İbrahim kör idi... O haliyle hafızlık talimine yöneldi. Ablası Havva, vakti geldiğinde gelin edildi. Apdıramanların İbrahim oğlu Halil'e verdiler; yani halasının oğluna. Kadere bak ki kocaya vardığı kuzenine de 'Kör Halil' diyorlardı; bir gözü kördü çünkü. Tıpkı kardeşi İbrahim'de olduğu gibi... 

    Hacarifin kızlarından küçük olan Güllü 1912 yılında doğmuştu, Aşşağılı Efemehmete verildi. Kısa bir süre sonra, henüz çocuğu olmamışken vefat edecektir. Yıl, 1930 idi...

    Kör Hoca

    Bu arada İbrahim de hıfzını tamamlamış ve hoca olmuştu, ona da 'Kör Hoca' diyorlardı. Kör Hoca'yı Hassönlerin Hacıefe, Hacı Hasan kızı Fatma ile everdiler. Fatma, Çil Mahmut kardeşiydi. Oğulları Arif doğduktan sonra Fatma Hanım vefat etti. Yıl, 1933... Oğluna babasının adını veren Kör Hoca, tekrar evlendi. Bu kez Hakkıların Hakkı kızı Fadime'yi aldı. Ondan da sırasıyla Fatma, Mevlüt, Azam, Nazmiye ve Rüştiye adını verdiği çocukları oldu. En küçükleri Rüştiye, 1962'de çocukken öldü...

    İlk eşinden olan Arif'e, kırılan kemiği yanlış kaynama sonucunda kolunda hafif bir eğrilik kaldığı için 'Çolak Arif' dediler. Onu Kör Halil kızı Hatice ile evlendirdiler.  Kör Hoca'nın yeğeni olan bu kızcağıza, annesi Havva erken vefat ettiği için 'Ösüz Hatice' diyorlardı. Birbiriyle hemen hemen aynı kaderi yaşamış iki kuzen, Çolak Arif ile Öksüz Hatice'nin kurduğu yuvanın ilk meyvesi Hasan Hüseyin oldu. Hasan Hüseyin, bir ev kazasında 1944'te öldü. Bu travmayı atlatmaları kolay olmadı. Sonra Ramazan, Havva ve Fatma dünyaya geldi. 

    Çolakarifin büyük kızı Havva'ya, ninesinin  adı verilmiş. Corukların Köriban oğlu Mehmet Ali Oran eşidir. Küçük kızına da diğer ninesinin adını koymuşlar; Fatma da Banguşosmanın Mevlüt oğlu Ahmet Çatak eşidir...

    Tek oğlu Ramazan, Anıtkaya'da yüksek öğrenim gören ilklerdendir. Sağırların Ahmet kızı Emine ile evlendi. Kerime, Arif ve Ahmet adlarında üç çocuğu oldu. Arif, Çolak Arif Varlı'nın adıdır; ama o da varıp Böbüdedenin Hacıarife dayanır. Ahmet ise Emine Hanımın baba adı... 

    Bir zaman sonra Afyon'a yerleştiler. Kerime, Danalardan Metin Dalmışlı eşidir... Arif, Çulluların İbrahim Haykır kızı Ayla ile evlendi; onun anası da Hacariflerdendir. Ömer Taha ve Tarık adlarında iki oğlu var, İzmir'de yaşıyorlar... Küçük oğlu Ahmet ise görevi gereği İstanbul'da yerleşik... Çolakarifin tek oğlu Ramazan Varlı ise eşiyle birlikte Afyon'da yaşıyorlar... Çolakarif ile eşi Ösüzhatice'ye gelince... Onlar 2000 yılında ardı ardına vefat ettiler...

    Kör Hocanın diğer hanımından çocukları Fatma Berberlerin Delali (Ali Öztürk)e; Nazmiye de Sağırların Süleyman Sancak'a gelin gitti... 

    Büyük oğlu Mevlüt 1937'de doğdu, Omracıkların Feyzullah kızı Selime ile evlendi. Bir müddet köyde terzilik yaptı, bu yüzden 'Terzi Mevlüt' diye tanındı. Ardından İzmir'e yerleşti, 2013 yılında orada vefat edene kadar hep bu lakabıyla anıldı... 

    Altı kızı oldu. Büyük kızının adı, ninesi Nazike oldu. Diğerleri; Ayşe, Fadime, Ümmühan, Güliz, Filiz... 

    Nazike, Kelahmetlerin Arzıman oğlu Ahmet Azbay eşi; Ayşe, Hassönlerin Mehmet Koç eşi oldular. Fadime'yi bacanağı Terlemezin Şabanhoca'ya evlatlık olarak vermişti, Afyon'da Necmi Güçlü ile evlendi... Ümmühan, Haliloğluların Mehmet Kanat eşi; Filiz de Mardaklardan Halil oğlu Ahmet Saki eşidir... Güliz ise Düzağaçlı Doğan Sağlam ile evlidir...

    Mevlüt'ün küçüğü Azam 1941 doğumlu... Onu Macur Ali kızı Kerime ile evlendirdiler. Üç çocukları oldu; Rüştiye, İbrahim ve Muhittin. Kerime Hanım 1973'te vefat edince, Anıtkaya'dan ayrılıp Çorcalı Zeynep ile evlendi. O evlilikten de Binnaz, Ejder ve Yusuf adını verdiği çocukları oldu. 

    Abisi gibi terzilik yaptığı için O da 'Terzi Azam' diye lakaplandı. Köye dönünce de son yıllara kadar dikiş makinesiyle eğlendi...

    Anıtkaya'dan ayrılınca üç çocuğuna yaşlı annesi sahip çıktı. Körhocanın ikinci hanımı bu kadın, her türlü zorluğa göğüs gererek öksüzleri yetiştirmeyi başardı. 1994 Yılı sonunda vefat edene kadar bu onlara kol kanat germeyi sürdürdü... Üç kardeşin büyüğüne Rüştiye adının verilmesine sebep, Körhocanın genç yaşta ölen kızıdır... Rüştiye, Hakkıların Kahvecisüleyman oğlu Kadir Yırgal eşidir... Rüştiye'nin Fadime Ninesi ile Kahvecikadirin dedesi kardeş...

    Azam'ın büyük oğluna Körhocanın adı verildi. İbrahim, Gavuralinin Çöpçühalil kızı Azize ile evlendi. Bir müddet Anıtkaya'da çalıştıktan sonra Afyon'a yerleşti. Nurefşan, Fadime, İsra kerime, Ayşe İrem ve Aysima adlarında beş kızı var. Halen Afyon'da yaşıyorlar...

    Küçük oğlu Muhittin ise Ayımevlüt'ün Ahmet kızı Sare ile evlendi. Böylece Dayısı Mevlüt Öncül ile bacanak oldular. Uzun süre kahve işlettiği için 'Kahveci Muhittin' diye bilinir. Yavuz ve Büşra adlarında bir kızıyla bir oğlu var. Körhocanın değil bütün Hacarifler sülalesinin Anıtkaya'da yaşayan tek temsilcisidir...

    Kör Hoca, Kuran öğrenme ve öğretmenin sıkıntılı olduğu dönemlerde yetişti. Buna rağmen, erkeklerin öğretimi için odaları, kızlar için de evini mektebe çevirdi. Çevre köylerde de zaman zaman hem imam olarak hem de Kuran öğreticisi olarak hizmet etti. 'Kör Hoca' olarak ünlenmesi asıl bu çalışmaları sonucudur. 1969'da öldüğü güne kadar Kuran öğretmeyi sürdürdü.

    Kel Ahmet

    Hacı Arif'in küçük oğlu Ahmet, dedesi Veyisoğlu Ahmet (Böbü Dede)nin adına varisti. 1917 Yılında doğdu. 'Kel Ahmet' olarak lakaplanması daha sonraki yıllardadır... Delinorinin Zeliha ile evlendi ve böylece Tingildeklerin İncemehmet ve Amcaların Godalyusuf ile bacanak oldular... 

    Üç kız, iki de oğulları oldu. Şerife'yi Sağırların Ali Osman (Sancak)a; Güllü'yü Kınilerin Demirci Mısdık (Mustafa Kaynar)a, Emine'yi de Göçmen Süleyman oğlu Sami (Sancak)a verdi. 

    İki oğlunun isimleri dikkat çekicidir. Zira, Zeliha Hanımın kardeşi Gulaksızın bir oğlu Fahrettin Argunşah; diğer kardeş Hatice/İncemehmetin bir oğlu Şaban Kasal olması akıllara bu isimlerin ortak geçmişle alakalı olduğunu getiriyor...   

    Büyük oğlu Şaban, Dönelerin Ali kızı Hacer ile evlendi. DDY'de çalışıyordu, İstanbul'a yerleşti. Çocukları olmadı... Güleryüzlü, hatırlı ve hayata olumlu bakış açısıyla bilinen Şaban Varlı, hacca gidip geldikten sonra rahatsızlandı, bir daha toparlanamayıp 2011 yılında vefat etti. Eşi Hacer/Döne Hanım halen İstanbul'da yaşıyor...

    Küçük oğlu Fahrettin'e işi sebebiyle 'Bekçi Fahrettin' dediler. Afyon'da ve sonra İzmir'de uzun yıllar gece bekçisi olarak çalıştı... Böbülerin Salih kızı Havva ile evlenen Fahrettin; Beygirlinin Çeyrekömer, Dıkmanın Şef ve Mıkıklarlı Köfteciyaşar ile bacanak oldular. Beş oğula sahip olan Fahrettin'in oğullarına verdiği isimlerden de baba ve ana tarafı geçmişinin izlerini  gözlemleyebiliriz: Ahmet, Arif, Nuri, Sabri, Necdet...

    Çocuklarının evlilikleri İzmir'e yerleştikten sonraya rastlar. Buna göre, büyük oğlu Ahmet Avganın Adem kızı Filiz ile evlendi. Yasin ve Yasemin adlarında bir kızıyla bir oğlu var. Yasin, Trabzonlu Gülcan ile evlendi, Ecem ve Nisanur adlarında iki kızı var... Yasemin Torbalılı Emrah'a vardı... Ahmet Varlı, halen çocukları ve torunlarıyla Torbalı'da yaşıyor...

    Bekçifahrettin'in ikinci oğlu Arif, Niğdeli Songül ile evlendi. Zeliha, Münevver ve Arda adlarında üç çocuğu var... Ortanca Nuri, Arapların Gözelmehmet kızı Ayşe ile evli; iki çocuğunun isimleri Havva ve Samet... Dördüncü Salih, Manisalı Serpil ile evlendi; Soykan ve Fahrettin adlarında iki oğlu var... En küçükleri Necdet ise Olucaklı Şerife ile evlendi, onun da Havva ve Nazım adlarında bir kızıyla bir oğlu var... Dört oğlu ile birlikte İzmir'de yaptıkları evlerinde oturuyorlarken Havva Hanım 2021 yılında vefat etti. Oğulları hala İzmir'deler. Bekçifahrettin ise kah Anıtkaya'da, kah İzmir'de...

    Hacıariflerde bulunan bütün Ahmet'ler Böbüdedeye, Arif'ler ise Hacıarif Dedeye bağlanır. Bitirirken şunu da ifade etmek lazım; Böbüler ve Hacıariflerdeki Güllü ismine rağbet, Böbüdedenin ablalarından birinin adı olduğunu düşündürüyor...

    Veyisoğlu Ahmet, namıdiğer Böbü Dedenin küçük oğlu Hacı Arif çocukları, Soyadı olarak 'Varlı'yı aldılar. Bu kelimenin seçimi ile ilgili kimsenin bir fikri yok. Veyislerin temel soyadında belki de tercih yok, dayatma var...



11 Ekim 2023

3 Fotoğraf 1 Çeşme


    1922 Baharında çekilen fotoğraflarla ilgili doğru tartışma zemini oluştu. Ayrıntılı olarak onları incelemeye çalışalım…

    Çekenlerin amacı çeşmeye, çeşme başındakilere odaklanmak olduğu kesin… Bu yüzden onun etrafında dolaşarak birkaç açıdan görüntü almışlar. Önce eski belediye, yeni sağlık ocağı yanından yukarı çıkan sokak başına makineyi kurup ilk fotoğrafı çekmişler.  İlk fotoğrafın gerisinde susa, Daşlıtarlalar, Akgaya ve daha ötesinde belli belirsiz Dağ görüntüsü var… Gölgelerden anlaşıldığına göre kuşluk vaktinde çekilmiş bir fotoğraf bu…

    Sonra çeşmenin diğer çaprazına varıp Kelibanın ve Gıvığın ev arasında bir yerlerden ikinci çekimi yapmışlar. Bu fotoğraftaki çeşme gerisinde de Cumacamisi, Han ve eski Kabir bulunuyor…

    Üçüncü çekim için şimdi okul bulunan çapraza pozisyon almışlar. Öyle olunca çeşme gerisindeki görüntü zenginleşmiş. Galipbey Caddesinin o günkü hali, tam ortada Gocacami, onun çevresindeki evler… İkinci ile üçüncü çekim aynı gün birkaç dakika arayla çekilmişe benziyor.

    Çekim sıralamasında yanılıyor olabiliriz, bunun pek de önemi yok… Çeşme gerisindeki görüntülerle ilgili de konuşuruz; ama şimdilik, onların yaptığı gibi çeşmeye odaklanalım…

    Sabah saatlerinde şimdiki sağlık ocağı köşesinden çekildiğini düşündüğümüz fotoğrafta, sularını doldurup çeşmeden  beş altı adım uzaklaşmış üç kadın görülüyor. İkisinin güğümleri sırtında, biri sinekleri almak için eğilmiş… Çeşme başında yedi sekiz Yunanlı, birinin omzunda tüfek asılı… Mustafa Ayas, çevresindekilerin saygılı duruşundan ve göğsündeki madalyalardan birisinin rütbeli olduğunu düşünüyor…

    Fotoğrafın birisinde altı kadın görülüyor. İkisi lulabaşında artlı önlü bekleşiyorlar. Diğer ikisi ken duvarın dışında bekleşiyorlar. Son ikisi ise bardak-sineklerini doldurmuş yarı yolda bekliyorlar. Hemen yanlarında kafası kadraja girmiş bir eşek… Çeşmenin başında ise amaçsız sebepsiz bekleşen yedi sekiz Yunan… Hiçbir problem yok gibi; hatta o çeşmebaşındakilerin kadınlara yardım amacıyla orada bulunduğunu bile düşünebilirsin…

    Bundan hemen sonra çekildiğini düşündüğümüz fotoğrafta ise aynı askerler yine oradalar. Altı kadının hepsi de ayrılmış, görünmüyorlar. Az öncekinden farklı olarak, çeşmebaşındakilerden birinde tüfek olduğu ve  dipçiğini ken duvara dayadığı görülüyor. Az önce çeşmeden uzakta görünen kadınların yerinde, muhafız/nöbetçi görünümlü bir tüfekli bulunuyor… Asıl önemlisi, kafası görünen eşek çeşmeye yanaşmış, sırtında yan yatırılıp bağlanmış iki su fıçısı var. Zincir/yularını  dokuz on yaşlarında bir çocuk tutuyor, yalınayak başıgabak… Ayağında çarık bile yok… Elbisesini çıkarmış beyaz fanilalı bir Yunan, tenekeyle fıçıları dolduruyor… Türk çocuğuna yardım eden bir Yunan askeri görüntüsü…

    Görüntüye aldanmayıp büyüklerimize kulak verelim… Mezerböğrünün altındaki çeşmenin tarihini bilemiyorum, anlattıklarına göre fotoğrafta gördüğümüz çeşme (kuyular hariç) köyiçinde bulunan tek su kaynağıymış. Bütün ihtiyaç bu çeşmeden karşılanıyor… Eğret işgal edilince kadınlar suya gitmek istememiş. Genç erkekler Cihan Harbine gitmiş, çoğu şehit olmuş. Sağ kalan gaziler de milli mücadeleye katılmışlar. Köyde erkek olarak ihtiyarlarla çocuklar var… Yunanların taşkınlıklarından çekinen kadınlar suya gitmeyince, güğümü sineği kapan erkekler çeşmeye varmış. Yunan orada ilk kuralını koymuş; erkeklerin suya gelmesi yasaktır, çeşmeye kadınlar gelecek!... Bundan sonra çeşme başında sürekli asker bulunduruyorlar…

    Ayrıca çeşme o sırada köy dışında gibi görünse de aslında çok merkezi bir yerde bulunuyor… Belki Han tarafından çekilmiş bir fotoğraf da vardır, biz bulamamışızdır; eğer öyle bir fotoğrafa baksaydık çeşmenin ardında, şimdi Kelibanın evin yerinde eski hamamı görecektik. İleride Çakırların ev civarında Tümenin Komuta kademesi bulunuyordu. Önündeki meydanı spor alanı olarak kullanıyorlardı. Kelahmetin ev civarı at barınağıydı. Han, yemekhaneydi; Cumacamisini sosyal tesis olarak kullandılar. Dolayısıyla çeşme Yunanlar için de merkezi bir noktada bulunuyordu, onlar da suyunu buradan alıyorlardı…

    Üç fotoğrafta gördüklerimiz kimseyi yanıltmasın, hiçbir zaman doğru durmadılar. Aslında kadınları rahatsız etmek için ayrıca bir şey yapmalarına gerek yoktu. Onların orada bulunması, Eğretli kadının güğümü doldurmak için onların arasına girmek zorunda kalması başlıbaşına rahatsız ediciydi. Bu yüzden çeşmeye gitmek istemediler… Gitmek zorunda kaldıklarında ise tek başına olmamaya dikkat ettiler, yüzlerine ocak karası sürüp ikişerli üçerli gruplar halinde bulundular…

    Bu fotoğrafların kurgu ve propaganda amaçlı olduğu o kadar açık ki… Çeşme başında Türk kadınına yardım etme görüntüsü veriyorlar. Fotoğraf nedir bilmeyen kadınlar denileni yapıyor, dur deyince duruyor, git deyince gidiyor. Uygun pozu almak için, dört adım gitmeden kadınların beklemesini istemişler, güya yoruldular mola veriyorlar. Maksat onlar da kareye girsin… Eşeği yularından tutan çocuğa da bekle demişler; ama eşek dinler mi, kazara kafasını uzatıp oyunu bozmuş…

    Eşekli fotoğrafaki amaç da suya gelen Türk çocuğuna yardım etmek(!)… Çocuk ve ailesi o kadar fakir ki ayağında çarığı yok; ama eşeğe zincir/yular bağlamış… Çelişkiler bununla bitmiyor. Eşeği çeşmeye yanaştırıp kenden rahat rahat doldurmak varken, niye tenekeyi uzağa taşıyor, niye o kadar yukarı kaldırıp fıçıyı doldurmaya çalışıyorsun? Fotoğrafı çeken öyle istediği için olabilir mi? Ayrıca çocuğa da makineye bakması söylenmiş…

    İşin aslı şu… O çocuğu angâreci yapmışlar, görevi onların istediği yere eşekle su taşımak… Boyu eşeğin boyuna bile ulaşmadığı için suyu biri doldurmak zorunda. Beyaz fanilalı askeri de o iş için görevlendirmişler. Sürekli çeşme civarında bekliyor, sabah çekilen fotoğrafta da çeşmenin ardındaydı…

    Dediğim gibi, propaganda amaçlı bu fotoğrafları bizim için çekmediler. Burada basmadılar bile, götürüp Yunanistan’da cam levhalara tab ettiler. Amaçları Dünya kamuoyunun gözünü boyamaktı… Bu amaca yönelik başka fotoğraflar da var, paylaşırız vakti geldiğinde…

    Çeşmenin iki yanına bir metre yüksekliğinde, dört beş metre uzunluğunda taştan ken duvarı neden ördüklerini anlayamadım. Çeşmenin önüne neden böyle bir koridor oluşturmak istesinler?

    Kadınların giyimi, özellikle beyaz örtme kullanılması da dikkat çeken hususlardan biri. İki fotoğrafta görülen dokuz kadından yalnız biri siyah örtülü… Bizim kuşağın hafızası 1970’lere kadar gider, orada da bütün Eğret kadınlarının kara ve satırenç (satranç) örtme örtündüklerini bilir… Satırenç kalmadı, ama orta yaşın üzerindeki kadınlar hala kara örtme örtünüyorlar diye biliyorum. Şimdi 1922’den 2023’e bir asırlık dönemi ikiye bölersek 1972 sınır olur… Başlangıçta onda bir siyah, dokuz beyaz örtme var… Orta sınır 1972’de beyaz örtme yok, tamamı kara ve satırenç…  Günümüzde 2023’te ise örtünme (olduğu kadar) siyah örtmeyle yapılıyor… Başdöndürücü bir değişimin yaşandığı son yarım asırda örtme renginde bir değişiklik yokken; değişimin daha yavaş yaşandığı ilk yarım asırda beyazdan siyaha geçilmesi ilginç değil mi? Mustafa Ayas, bunda işgal yılları travmasının payı olabileceğini düşünüyor. Araştırılmaya değer bir husus…

    O çeşmede, bu fotoğrafların çekiminden üç dört ay sonra bir olay daha yaşandı. Yapmacık değildi, poz verilmiyordu, rol yapılmıyordu… Gerçek hayatta ne yaşanıyorsa ona sahne oldu çeşme başı…

    28 Ağustos 1922 Pazartesi… Eğret’teki Yedinci Tümenin iki alayı üç gün önce, geriye kalanı da sonraki gün güneye kaydırılmış, köyde Yunan varlığı olarak sadece jandarma kalmıştı. Onlar da Gazlıgöl tarafından batıya kaçmakta olan birliklere katılıp köyü terk ettiler. İkindi üzeri henüz Eğret’e Türk birlikleri girmemiş, ama Yunan da kalmamıştı… Bir kadın güğümlerini alıp çeşmeye indi, tek başınaydı çünkü artık orası güvenliydi. Güğümlerini doldurdu, tam kenden sırtına alacakken, sersem bir Yunan askerinin tekmesiyle sendeledi… Birliğini kaybetmiş olmalıydı, korkudan kafayı üşütmüşe benziyordu… Ne olursa olsun kadına vurmuştu ve o kadın ağlıyordu… Derken bir Türk süvarisi (Meclis Muhafız Taburundan olduğu sanılıyor) belirdi. Atın yularını oradaki bir çocuğa verip delirmiş Yunanı bir güzel patakladı. Tutuverdi, bir iki de kadının vurarak hıncını almasını sağladı…

    Ben bu olayı, atın yularını tutan Macurali Dedemden defalarca dinledim… O asker şuurunu kaybetmiş de olsa, işgalci Yunanların gerçek yüzünün dışavurumuydu bu olay…

    Fotoğraflarla çeşme tartışmasının çok somut faydalarını gördük. Başta Ferhat Öztürk sayesinde çeşmenin 1877’de tamir edildiğini, kitabesinin yanlışlıkla Cumacamisinin alnına konulduğunu öğrendik. Sonra Orhan Dadak, Mehmet Aykac ve Hasan Öztürk’ün ninelerinden nakiller bizi o yıllara götürdü. Bu anlatılanlar ve çeşmede yaşananlar, sektörden birinin elinde çok rahat bir film senaryosuna dönüşebilir…

 

10 Ekim 2023

Başoğlu Abdullah

 
    Şimdi Bulgaristan içlerinde bulunan Kazanlık şehri, vaktizamanında Osmanlı'nın gül merkeziymiş. Mutfakta ve kozmetikte önemli bir yeri olan gülün tamamı buradan temin ediliyormuş. Bu yüzden 'gül şehri' derlermiş. Kazanlık kaybedildikten sonra bir kaç yere gül fidanları dikilerek test edilmiş. En verimli yer Isparta olduğu görülünce yeni gül şehri burası olmuş...

    Gül fidanlarından daha önce gül gibi insanlar Kazanlık'ı bırakıp Anadolu'ya gelmişler. O sırada yoğun yaşanan geriye göçü organize etme adına devlet tarafından bazı iskan noktaları belirlenmiş. Kırşehir'e yerleştirilen Başoğlu Osman-Zeynep ve ailesi, Zeynep'in kardeşlerinin yerleştirildiği Çanakkale'ye geçmek için epey çabalamışlar. 

    Üç kız bir oğullarıyla Dandır'a kadar gelmişler. Kızlardan birisini (Cemile'yi) İlyen'e gelin etmişler, bu arada babaları Osman vefat etmiş. Evin oğlu Abdullah, anası ve iki kızkardeşini alarak Eğret'e gelmiş. 

    Eğret'te anaları Zeynep'i Apdıramanların Kirpitçi almış, sahipsiz bırakmamak adına... Ayşe'yi Hacıların Kelahmetlerden Osman ile evermişler önce. Orada Yozgunhalil ile Garadelinin eşi Emine'nin anası olmuş. Kelahmetlerin Osman vefat edince de Eminlerin Süleyman'a vermişler, orada Kelsüleymanın anası olacak... Diğer kız kardeş Fatma ise Gobakların Mustafa'ya varıyor ve 'Çakır Nine' oluyor. Bundan sonra Gobakların o koluna Çakırlar denilecek. Burada Fatma Hanım, Çakırmehmet ile Çakırosmanın analarıdır... (Çakırosman Osman Erdem'in dedesi Başoğlu Osman adını taşıdığını belirtmek lazım.)

    Kızların abisine geldik... Başoğlu Abdullah, Eğret'e geldiklerinde ailenin reisi konumundaydı. 1884 Yılında doğmuştu, belki Dandır'da iken gelin olan Cemile kendisinden büyüktü; ama babası öldükten sonra doğal olarak evin büyüğü olmuştu. Belki de Eğret'e gelme fikri kendisinden çıktı...

    Kütüğün son sıralarında bir yere kaydedilmiş olmasından, Başoğlu ailesinin 1910 gibi Eğret'e geldiği düşünülebilir...

    Başoğlu Abdullah, Afyonlu Mehmet kızı Fatma Hanım ile evlenmiş. Bu evlilik ne zaman gerçekleşti, bilinmiyor. Dandır'dan buraya evli gelmiş olabilir. Burada kızkardeşlerini gelin edip annesini de Kirpitçilere yerleştirdikten sonra evlenmiş de olabilir. Buna dair belgesel bir bilgi bulunmuyor; ama anlatılanlara göre bu güçlü bir ihtimal...

    Pehlivan derlermiş, iri yapılıymış... Güçlü kuvvetli ve öyle olduğu kadar da çalışkanmış. Eğret'in ileri gelenleri sığırcı tutarken 'Macur, iyi güder' diye ona öncelik tanımışlar; bir müddet köyün sığırını gütmüş...

    Bir ara da eniştesi Çakır Mustafa'ya bekar durmuş. 'Kardeşimin işi' deyip de işte ayın oyun etmez, her yaptığının hakkını verirmiş. Fatma Hanım bir gün kocasını evde görünce;
    - 'Hani falanca tarlaya çifte gidecektin?' diye sormuş. Kocasının cevabı Başoğlunun çalışkanlığını özetler gibi;
    - 'Senin Macur Abin bize iş bırakmıyor ki!..' Meğer Başoğlu Abdullah kendi işini bitirdikten sonra, uyuyup dinlenmesi gereken vakitte gidip dombeylerle o tarlayı da sürmüş. Çakır Mustafa, vardığında tarlayı sürülmüş görüp gerisingeri eve dönmüş...

    Eğret'teki günleri böyle geçerken Başoğlunun üç çocuğu olmuş. İsimleri bilinmiyor. Onlar daha küçükken bir hastalık gelmiş, ev içercek beş kişi birden kısa zamanda vefat etmişler. Ölümlerinin Cumhuriyet'ten önce olduğu sanılıyor...

    Başoğlu Abdullah'ın Kazanlık'ta başlayan hayat macerası, Eğret'te bu şekilde noktalanıyor. Ondan geriye bu hikayeden başka bir şey kalmıyor... Bir de Çakırmehmetin küçük oğlu... Ona Abdullah (Hacapo) ismini verirken dayısının adını koyduğu kesin... Bunda Macur Fatma Ninenin etkisi varmış...



09 Ekim 2023

Arapoğlu Ahmet Hasan

 
    Araplar Sülalesine mensup olduğu halde tam olarak hangi kolundan olduğu belirlenemeyen ailelerden biri de Araboğlu Ahmet Hasan'dır. 1904 Kütüğüne 'Osman oğlu, 1881 doğumlu' olarak kaydedilmiş. Babası Osman o sırada sağ olmadığı için; Arapoğlu Mahmut, Halil, İsmail kollarından hangisine bağlı olduğu anlaşılmıyor...

    Annesi Fatma Hanım hayatta görünüyor; ama o hanede kayıtlı değil. Bundan, onun başka birine kocaya vardığını anlamak gerekir. Fadime, Fatı, Fadik gibi değişik formlarıyla Fatma Eğret'te en çok kullanılan kadın ismi olduğu için, Fatma Hanımın kime kocaya gittiğini anlamak da mümkün değil... Kısaca Arapoğlu Ahmet Hasan'ın anası ve babasının kimliğini tam olarak belirleyemedik...

    Arapoğlu Osman ve Fatma Hanımın oğlu Ahmet Hasan 1881'de doğmuş. Halil İbrahim, Ali Osman ve Mehmet Ali'den başka çift isme pek rastlanılmazken oğullarına Ahmet Hasan adı vermiş olmaları ilginç... Ahmet Hasan'ın babası vefat ettikten sonra annesi tekrar kocaya varmış. Bütün bunların ne zaman ve nasıl gerçekleştiği bilinmiyor.

    Arapoğlu Ahmet Hasan İbrahim kızı Şerife ile evleniyor. Şerife Hanım, Gocamat (Ahmet Tektaş)ın halasıdır... 1899 Yılında bir oğulları doğdu, adını Osman koydular. Bu, Arapoğlu Osman'ın adıydı... 

    Sebebi bilinmiyor, eşiyle ayrıldılar... Şerife Hanım Hadımoğlu İbrahim'e vardı. Orada İbrahim ve Arife Alorta'nın anası olacaktır...

    Ahmet Hasan ise ikinci olarak Ayanoğlu Hacı Hüseyin kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, Kölgecinin ablasıdır... 1913'ten sonraki bir tarihte  Arapoğlu Ahmet Hasan'ın vefat ettiği anlaşılıyor. Ayşe Hanım Arzıların Ali'ye varacak ve Öter (Ömer Tüblek)in anası olacaktır...

    Arapoğlu Ahmet Hasan'ın Şerife Hanımdan olan tek oğlu Osman'ın akıbetine dair bilgi bulunmuyor. İhtimal odur ki Cihan Harbi hengamesinde vefat etti...




Gavaslar

     
    1831 Kayıtlarına göre Eğret'te bir Araboğlu hanesinde üç kardeşin çocukları bulunuyordu. Araboğlu Mahmut ve Halil ölmüş, küçük kardeşleri İsmail ise sağ idi. Bu durumda İsmail, Araplar sülalesinin reisi oluyordu ve yeğenleri, onların çocukları; kendi çocukları ve torunlarıyla kalabalık bir aileye nezaret ediyordu. İsmail'in kendi çocuklarından günümüz Araplar sülalesi (Tok'lar, Sargın'lar)ına ulaşılıyor. Arapoğlu Molla Halil diye bilinen ortanca kardeşin çocukları 20. yüzyıla ulaşıp ulaşmadığı hususu net değil... Bununla beraber, Arapoğlu Mahmut olarak bilinen büyük kardeşin bir torununun 20. yüzyıl ortalarında vefat ettiği öğrenildi... Araplardan girdik, ama konumuz, Gavaslar... Yalnız, Gavasların dipte Selimlerin bir kolu olmakla beraber, sonradan Araplar, Veyisler, Hacımahmutlarla yakın bağlar kurduğu anlaşılıyor...

    Arapoğlu İsmail'in torunlarından Halil oğlu İbrahim'in Gavas diye bilindiği malumdur. Askerdeki görevinden dolayı böyle lakaplandığı söyleniyordu. O iş öyle değilmiş. Çönehalil diye lakaplanan zat, Gavas diye birinin evini alıp oraya yerleşince lakabını da devralıp Gavas diye anılır olmuş. O ev, Çolömerler/Selimlerin yurtların yanındaymış...

    Eğret'te 19. yüzyılda Gavas lakaplı birinin bulunduğu kayıtlarda var. 1846 Tarihli bir belgeye göre; Hacımahmutların Fatma Ninenin kocasından kalan koyunlarını iki torununa bağışladığına dair senedin şahitlerinden biri Gavas Ahmet Ağa... Gavas Ahmet Ağa'nın nesebi bugüne ulaşmadığı için onu tanımlamakta zorlanıyoruz... Diğer iki şahidin biri Corukların dedesi, öteki de Keçiler/Selimlerden...

    Diğer yandan Gambırarif ve Disizin anneleri Kezban Hanımı araştırırken, onun Gavaslar diye bir sülaleden olduğunu öğrendim.  Başka bir kaynak ise Kezban Hanımın Arapların akrabası olduğunu söylüyordu. İki farklı kaynaktan gelen bilgi aslında birbiriyle çelişmiyor, Gavaslarla Arapların akrabalığını teyit ediyor...

    Bilebildiğimiz kadarıyla, tek Gavaslar mensubu gibi görünen (çünkü kardeşi yok) Kezban Hanımın hikayesine göz atalım...

    1872 Yılında doğdu; Mahmut ve Ümmü/Ümmühan kızıdır... Babası Mahmut, yukarıda sözü edilen Arapoğlu Mahmut torunu olduğu düşünülüyor. Annesi Ümmühan Hanım ise Arapoğlu İsmail'in oğlu Mustafa'dan torunu olduğu sanılıyor. Bunun böyle olduğu konusunda kesin ifadeler kullanmadığımızın bir sebebi var. 1904 Kütüğü tutulduğu sırada Babası Mahmut vefat etmiş, annesi Ümmühan Hanım ise sağ; fakat nerede olduğuna dair bir işaret yok... Haklarında bilgi aramak, iğneyle kuyu kazmaya benziyor, en küçük bir ipucunu bile değerlendirmek zorundasın... İpuçlarından yola çıkarak Ümmühan Hanımı Dervişoğlu Eyüp hanımı olarak buluyoruz. Yani Eyüplerin Ninesi... O da Arapoğlu Sarı Mustafa kızı olduğuna göre...

    Babası Mahmut öldükten sonra, annesi Ümmühan Hanım Dervişoğlu Eyüp'e varmış ve yüzyıl başlarında orada vefat etmiştir... Kezban'ı Hacımahmutlardan İbrahim'e veriyorlar... Burada iki kızıyla iki oğlu dünyaya geliyor; Fatma, Asiye, Arif ve Mahmut... Büyükleri Fatma 1891 doğumludur ve Gademailinin eşi olacaktır. 1946'da vefat etti... Küçük kız Asiye 1892'de doğdu, Şeherlioğlu Hüseyin'e vardı. Ömrünün son dönemini, kızının kayınpederi Kelahmete vararak orada geçirdi ve orada 1970 yılında vefat etti... 

    Kezban Hanımın büyük oğlu Arif 1895 yılında doğdu. Gambırarif olarak bilinen Arif Öztürk'tür... Onun küçüğüne Mahmut adını vermelerinin sebebi Kezban Hanımın babası adı olmalıdır. Dilsizmahmut diye bilindi ve 1958'de vefat etti...

    Kezban Hanımın eşi Hacımahmutların İbrahim, yaklaşık 1900 gibi ölmüş. Bundan sonra Körselimlerin Ahmet'e varıyor. İşte onun Gavaslarla bağlantısı tam da burada başlıyor. Çünkü bizim Körselimler dediğimiz sülale Gavaslar oluyor... Orada 1912 yılında doğan Hatice adındaki kızları ileride Corukmehmet ve Coruksüleyman eşi; Köriban, Mehmet, Gakgidi ve Cavit Oran'ın anaları olacaktır, 1944 yılında vefat etti... 

    Kezban Hanım, ikinci eşi Gavasoğlu Ahmet'e vardığında orada bir kız ile bir oğlan yetim de vardı. Kızlığı Emine'yi, kendi oğlu Arif'e alan da Kezban Hanım olduğu düşünülüyor. Gambırarifin ilk eşi bu Emine Hanımdır...

    İkinci kocası Ahmet ne zaman vefat etti bilinmiyor. Bundan sonra Gavas kızı Kezban Hanım tekrar iki oğlunun yanına dönüyor. Son yıllarını oğullarının yaptığı tek göz evde geçirdiği belirtildi. O yıllarda kendisine 'Gagale Nine' denilen Kezban Hanım 1956 yılında 74 yaşındayken vefat etti...

    Büyük ihtimal, 20. yüzyıl başında 1900 gibi öldüğü düşünülen Gavasoğlu Ahmet'in evini Arapların Çönehalil alıyor ve kendisiyle oğlu İbrahim Gavas diye anılıyor. Arapların Gavaslar bağlantısı böyle...

    Gavaslarla ilgili bir başka önemli ipucu da Bacıdede (Seydi Değer)in tuttuğu ölüm defterinde bulunuyor. 8 Şubat 1946 günü öldüğü belirtilen kişi açıklamasını 'Çatalların Gavas Nine' diye yapmış. İsim soy isim filan belirtilmediği için, önce bunun kimliğini belirlemekte zorlandık. Alakasız başka bir belgeden de Hacızekeriyanın ninesi Fatma Çelebi'nin aynı tarihte öldüğünü öğrenince 'Gavas Nine'nin Fatma hanım olduğu anlaşıldı. İzini takip ettiğimizde, Arapların Çonihalilin evini aldığı Gavasoğlu Ahmet ile Fatma Hanımın kardeş olduklarını bulduk... Yani Gagale Nine ile Gavas Nine gelin görümce idi...

    Sonuç olarak Gavasların oğlanlar yoluyla nesli günümüze ulaşmamış. Gavas Nine kanalıyla Hacızekeriyeler, Hatice Oran yoluyla Coruklar, Gavasların uzantısı kabul edilebilir...

    Son bir not... Gavasguyusunun geçmişi Gavas İbrahim Sargın'dan daha önceye gidiyorsa, büyük ihtimal Gavas Ahmet Ağa tarafından kazdırılmıştır...