1987-88 Öğretim yılı, 1/A sınıfı ilk onbiri
Öğretmen, Kadir Aygün
Soldan sağa: Ayhan Karagül, Fatma Tüblek, Ali Rıza Bayındır, Yeliz Omak, Süreyya Erdem, Osman Koç, Fatih Omak, Kadir Çilikiz, Ahmet Erdem, Hasan İdis.
Fotoğraf Kaynak, Osman Koç
1987-88 Öğretim yılı, 1/A sınıfı ilk onbiri
Öğretmen, Kadir Aygün
Soldan sağa: Ayhan Karagül, Fatma Tüblek, Ali Rıza Bayındır, Yeliz Omak, Süreyya Erdem, Osman Koç, Fatih Omak, Kadir Çilikiz, Ahmet Erdem, Hasan İdis.
Fotoğraf Kaynak, Osman Koç
Anıtkaya İlkokulu
1987-88 Öğretim yılı 1/A sınıfı
Öğretmen, Kadir Aygün
Sırasız olarak: Osman Koç, Halil Aykaç, Ahmet Erdem, Süreyya Erdem, İzzet Kızılyer, Fatih Omak, Oktay Tetik, Mehmet Sargın, Halil Kirkit, Abdülkerim Demir, Hasan Hüseyin İdis, Hüseyin Külte, Yusuf Kopan, İsmail Sargın, Kazım Şık, Mehmet Demir, Ayhan Karagül.
Fotoğraf Kaynak, Osman Koç
Anıtkaya İlkokulu
1990-91 Öğretim yılı 4/A sınıfı Yerli Malı etkinliği
Öğretmen. Nuray Gözüsarı
Fotoğraf Kaynak, Süreyya Erdem
1990-91 Öğretim yılı 4/A sınıfı Yerli Malı etkinliği
Öğretmen. Nuray Gözüsarı
Soldan sağa: Pınar İdis, Elveda Tüblek, Sultan İdis, Gülsüm Sancak, Yeliz Kopan, Sabire Tüblek, Suna Sağlam, Satı Tüblek, Hüseyin Külte, Kazım Şık, Hasan İdis, Fatma Tüblek, Dilek Kuş, Oktay Tetik, Süreyya Erdem, Ahmet Erdem, Fatih Omak, Izzet Kızılyer, Mehmet Sargın, Osman Koç
Anıtkaya İlkokulu
1990-91 Öğretim yılı 4/A sınıfı
Öğretmen, Nuray Gözüsarı
Arka sıra soldan sağa: Dilek Kuş, Elveda Tüblek, Fatma Tüblek, Sultan İdis, Yeliz Kopan, Pınar İdis, Sabire Tüblek... Kadriye Atay, Gülsüm Sancak, Yeliz Omak, Nazik Dadak, Sebile Yıldız, Eşe Saki, Satı Tüblek... Fatma Haykır, Gülcan Kirkit, Suna Sağlam, Fatih Omak, Halil Kirkit... Osman Koç, Halil Aykaç, Ahmet Erdem, Süreyya Erdem, İzzet Kızılyer, Oktay Tetik, Mehmet Sargın, Kerim Demir.... Hasan Hüseyin İdis, Hüseyin Külte, Yusuf Kopan, İsmail Sargın, Kazım Şık, Mehmet Demir, Ayhan Karagül.
Fotoğraf Kaynak, Süreyya Erdem
Anıtkaya İlkokulu
1966-67 Öğretim yılı 3/A sınıfı
Öğretmen,
Soldan sağa arka sıra:
Ön sıra:
Fotoğraf Kaynak, Ömer Karakaya
Anıtkaya Ortaokulu
1982-83 Öğretim yılı Basketbol A Takımı
Koç, Fen Bilgisi Öğretmeni Korkmaz Ayvaz
Soldan sağa ayaktakiler: Şevket Yıldız, Adem Aydın, Abdülkadir Dinler, Mürsel Taşkın, Muhittin Varlı.
Oturan: Osman Erdem.
Anıtkaya İlkokulu
1977-78 Öğretim yılı bayan öğretmen ve karma öğrenciler.
Öğretmenler: ..., ..., Meliha Turna, ...
Öğrenciler: ..., ..., ..., Resul Omak, ..., ..., ...
Çocuk: Fatih Turna
Fotoğraf Kaynak. Resul Omak
Anıtkaya İlkokulu
1972-73 Öğretim yılı 4/A sınıfı
Öğretmen, Lütfiye Erel Özhan
Sırasız olarak: Sadettin Dadak, Hanife Azbay, Mustafa Temel, Aynur Kızılyel, Fatı Ün, Gülşen, Hasan Aytar, Seviye Kaçmaz, Ahmet Sağlam, Şükrü Tok, Mehmet Honça, Şahin Honça, Bekir Argunşah, Hüseyin Sımsıkı, Rafet Azbay, Kıymet Patlar, Hüseyin Yırgal, Ahmet Öncül, Aysun Karakaya.
Fotoğraf Kaynak, Gürsel Aydın
Anıtkaya İlkokulu
1973-74 Öğretim yılı, 5/A sınıfı
Öğretmen, Emine ...
Gürsel Aydın, Sezai Sımsıkı ...
Fotoğraf Kaynak, Gürsel Aydın
Anıtkaya Ortaokulu
1975-76 Öğretim yılı 19 Mayıs, karma tören takımı
Öğretmenler: Müdür Mustafa Gökçe, Sema İnce, Ramazan Akgöz, Ayşe Tepecik.
Sırasız olarak: Sadettin Dadak, Ali Tektas, İbrahim Honça, Ömer Kayır, Ahmet Eser, Ramazan Dadak, Ramazan Sevinç, Mehmet Diril, Mehmet Şık, Sahin Honça, Mehmet Honça, Mehmet Omak, Bayramgazi Mustafa, Çerkez Rıdvan, Adem Sancak, Mehmet Zenger, Gürsel Aydın, İsmail Seçen, Hüseyin Akgöz.
Anıtkaya İlkokulu
1977-78 Öğretim yılı 4/B sınıfı, 7 Haziran 1978
Öğretmen: Kezban Budan
Soldan sağa ayaktakiler: Ali Tetik, Selami Şen, Neriman Tok, Gülsüm Aykaç, Şevket Yıldız, Adem Öztürk, İbrahim Aydın
Oturanlar: Halil İbrahim Sargın, Mahmut Arslan, Süleyman Patlar, Ahmet Sancak, Osman Ata, Adem Mola, Ali Osman Varlı, Melek, Nursel Kopan, Ümmühan Azbay, Sevda Tok
Fotoğraf Kaynak, Süleyman Patlar - Arif Seçen
Anıtkaya Ortaokulu
1982-83 Öğretim yılı, karma tören takımı
Öğretmen, Mehmet Altuncu
Bayraktar, Bayramgazili Osman Demirdelen
Ayaktakiler: Erdal Tüblek, Ömer Kurt, Hüseyin Yavuz, Yalçın Salman.
Oturanlar: Kazım Öztürk, Hasan Külte, Süleyman Patlar, Tuncay Kaçmaz, Salih Külte.
Fotoğraf Kaynak, Süleyman Patlar
Anıtkaya İlkokulu
1975-76 Öğretim yılı 2/B sınıfı, 10 Mayıs 1976
Öğretmen, ?
Soldan sağa ayaktakiler: Halil İbrahim Sargın, Şevket Yıldız, Adem Mola, Osman Ata, Mahmut Arslan, Ahmet Sancak, Selami Şen, İbrahim Aydın, Süleyman Patlar, Ali Osman Varlı, Mehmet Dadak, Hasan Kaynar
Oturanlar: Ali Tetik, Neriman Tok, Ümmühan Azbay, Nursel Kopan, Melek, Nuray Oran, Gülsüm Aykaç, Sevda Tok, Hatice Patlar
Fotoğraf Kaynak, Süleyman Patlar - Arif Seçen
Anıtkaya İlkokulu
1972-73 Öğretim yılı, 3/A sınıfı
Öğretmen, Ahmet Ege
Soldan sağa ayaktakiler: Erol Kızılyel, Mehmet Ali Saki, Mehmet Ali Azbay, Mevlüt Patlar.
Oturanlar: Ekrem Yıldız, Osman Dadak, Abdullah Onay.
Fotoğraf Kaynak, Ahmet Ege
Anıtkaya Ortaokulu
1971-72 Öğretim yılı
Avkatın Halil İbrahim Aydın, Kemiklerin Süleyman Öter, Öğretmen Hamiyet Kıpçak, Ömer Karakaya ve Rauf Zenger(?)
Fotoğraf Kaynak, Ömer Karakaya
Anıtkaya İlkokulu
1963-64 Öğretim yılı, 3/B sınıfı
Öğretmen. Nahide Büyükzincir
Soldan sağa ayaktakiler arka sıra: Halil Tetik, Aziz Öncül, Yakup İdi, Muzaffer Omak, Muzaffer Kirkit, Mehmet Öztürk, Halil Azbay, Abdurrahman Kirkit, Tacettin Salman, Eskişehirli Ahmet, Halil Er.
Orta sıra: Yaşar Aykaç, Alaattin Haykır, Şükrü Öztürk, Ahmet Can, Ali Mola, Süleyman Kaya, Asım Çetin, Şahin Tüblek, Ahmet Haykır, İbrahim Azbay, Ahmet Ege, Ramazan Tektaş, Ramazan Varlı, Mehmet Aydın.
Oturanlar: Leman Erdem, Şükran ...?, Nurten Koç, Ayşe Aykaç, Lütfiye Kasal, Satı Tüblek, Atike Sımsıkı, Ayşe Azbay, Ümmühan Sağlam, Selma Bölükbaşı, Türkan Öncül, Hatice Öncül.
Fotoğraf Kaynak, Ramazan Varlı
Anıtkaya İlkokulu
1972-73 Öğretim yılı, 1/A sınıfı
Öğretmen, Ali Zafer Turna
Soldan sağa ayaktakiler: Osman, Aykaç, Mürsel Taşkın, İbrahim Varlı, Musa Boy, Mehmet Ali İdis, Ahmet Soylu, Mustafa Selen, Sait Kopan.
Oturanlar: Abdullah Sağlam, Ahmet Alperen, Vildan Dadak, Hasibe Seçen, Aygün Azbay.
Fotoğraf Kaynak, Musa Boy
1977-78 Öğretim yılı, 5/A sınıfı
Öğretmen, Ali Zafer Turna
Soldan sağa ayaktakiler: Mehmet Patlar, Mustafa Selen, Nail Sağlam, Mehmet Seçen, İbrahim Varlı, Abdullah Sağlam, Osman Aykaç, Ahmet Eser, Musa Boy, Ramazan Arslan.
Oturanlar: Mehmet Ali İdis, Hasibe Seçen, Huriye Aydın, Azime Efe, Vildan Dadak, Meryem Honça, Mürsel Taşkın.
1978-79 öğretim yılı 1/A sınıfı
Müdür, Mustafa Gökçe
Matematik Öğretmeni, Ata Özbay
Soldan sağa son sıra: Hasan Öztürk, (?), Halil Orman, Halil İbrahim Sancak.
Üçüncü sıra: (?), Ahmet Tırık (Alperen), Ahmet Soylu, Adem Tok, Sait Kopan.
İkinci sıra: Osman Aykaç, Nurettin Honça, (?), İbrahim Varlı, Musa Erdem, Abdullah Diril, Mehmet Ali Öztürk.
Ön sıra: Ömer Çiftçi, Muhsine Dadak, Fadime Omak, Vildan Dadak, Rifat Demirkuş, Ahmet Salman.
Fotoğraf Kaynak, Ahmet Alperen
1975-76 Öğretim yılı ikinci dönem, 3/A sınıfı
Öğretmen, Ali Zafer Turna
Soldan sağa arka sıra: Nail Sağlam, Ahmet Eser, Mehmet Patlar, Adem Tok, Ramazan Arslan, Kadir Yırgal (sınıf dışı), Salim Honça.
Orta sıra: Ahmet Soylu, İbrahim Öncül, Osman Aykaç, Musa Boy, İbrahim Varlı, Mehmet Ali İdis, Ahmet Tırık (Alperen), Abdullah Sağlam, Mustafa Selen, Mürsel Taşkın, Mehmet Seçen, Sait Kopan.
Oturanlar: Meryem Honça, Huriye Aydın, Vildan Dadak, Azime Efe, Hasibe Seçen, Aygün Azbay, Meryem Honça.
Fotoğraf Kaynak: Ahmet Soylu
Anıtkaya İlkokulu
1975-76 Öğretim yılı ikinci dönemi, 4/A sınıfı
Öğretmen, Şerife Hale Erkasap
Soldan sağa ayaktakiler: Kadir Yırgal, Aziz Omak, Ali Osman Tüplek, Cengiz Öztürk, Ahmet Er, Mürsel Öztürk, Metin İdis, Yusuf İnanır, Ömür İdis, İbrahim Atay.
Oturanlar: İbrahim Er, İsmail Haykır, Kadir Er, Mustafa Tok, Mehmet Toka, Yaşar Yavuz.
1976-77 Öğretim yılı ikinci dönemi, 4/A sınıfı.
Öğretmen, Ali Zafer Turna
Karede iki misafir var; ilki o sırada okuldaki öğretmenlerden birinin misafiri, diğeri ise Yılıkların Zafer Öztürk. Teneffüste çekildiği için yanda ve arkada başka sınıf öğrencileri de kareye girmiş. Arkada ellerini açmış işaret yapan Cıldırın İbrahim Keleş, kafası yarım görünen ise Garahmetlerin İbrahim Patlar olması lazım... Yan tarafta Abisinin hizasından kareye giren kız da Bekçirofi'nin kızı Muhsine Taşkın...
Soldan sağa arka sıra: Mustafa Selen, Adem Tok, Ahmet Eser, Abdullah Sağlam, Mehmet Patlar, Ramazan Arslan, Nail Sağlam, Huriye Aydın.
Orta sıra: Mürsel Taşkın, Aygün Azbay, Mehmet Ali İdis, Sait Kopan, Alaattin ..., İbrahim Varlı, Mehmet Seçen.
Oturanlar: Meryem Honça, Ahmet Soylu, Ahmet Tırık (Alperen), Fatih Turna (Öğretmenin oğlu), Musa Boy, Osman Aykaç, Hasibe Seçen.
Belki o dinginlik ve sükunetin alışmadığımız rahatlığı bizi boğacakken, imdadımıza bir şey yetişirdi. Ara sokağın derinliğinden gelip bir yerlerde kaybolmayan, adeta havaya asılı kalan bu ses de zamanla ortamın bir parçası olur. Eşek anırmasından, koyun çanından, rüzgarın vañıltısından, ihtiyarların dedikodu mırıltısından bir farkı kalmaz. Bu ses, demirci dükkanının tıñgırtısıdır; tañ! tıñ!... tañ! tıñ!... tañ! tıñ!... Tek mekanik ses olarak kulaklara yetişir; ama sükunetin sihrini de bozmaz. Aferin bu sese: tañ! tıñ!...
Eğret'te demircilik mesleği, Eğret kadar eski olmalıdır. Demir aletler hayatın bir parçasıydı ve onlar için demirci gerekti. Köy henüz oluşmasa bile Han'da konaklayacak hayvanlar için nalbant bulunuyordu. Nalı, mıhı, keskisi küsküsü derken, sırf o sektör için bile ocak, körük, örs, çekiç vs. tam tekmil bir demirci lazımdı. Üç, beş, on hane derken Eğret ortaya çıktığında elbet bir yerlerde demirci dükkanı da varmıştır.
O kadar eskisini bilmiyoruz, ama 18. yüzyıl başlarını anlatan bir belgede köyün demirci sakinlerinden bahsediliyor. Bundan şunu çıkarabiliriz, 1700'lü yıllarda Eğret'te birden fazla demirci vardı.
Demirci deyince aklımıza ilk Demirdelenler sülalesi gelmelidir. 19. Yüzyıl kayıtlarında Demirdelenoğlu diye kaydedilen bu sülale için anlatılagelen bir efsanede, ataları gemi delerek esaretten kurtulmuşlar. Buna göre 'gemi delen' sözü zamanla 'demir delen'e dönüşmüş. Bu dönüşüm resmiyet kazanarak, 19. yüzyılda sülalenin kayıtlara 'Demirdelenoğlu' diye geçmesi sağlanmış... Aynı yüzyıla ait başka bir belgede 'Demirci Dellan oğlu' ifadesi geçiyor ki burada delen kelimesi, bir elif yanılmasıyla dellan okunmuş olabilir. Sonuçta sülalenin kökü varıp demirciliğe dayandığı anlaşılıyor. Bununla beraber onların demirciliğine dair bugüne yansıyan bir iz bulunmuyor. Sadece soyadları manidar: Özdemir...
19. Yüzyılın ortalarına, 1847'ye ait bir belgede, Gocamat (Ahmet Tektaş)ın büyük dedesi Ahmet oğlu Ahmet 'demirci' diye nitelendirilmiş. Neredeyse iki asır öncesine ait bu muğlak ifadeyi doğrulatma imkanımız yok...
O yıllardan itibaren Eğret'e Türkmen akını olduğunu hem belgelerden hem de sülale büyüklerinin anlatılarından doğrulatabiliyoruz. Kayıtlara Türkmenoğlu diye geçen bu ailelerden birisi de Türkmenoğlu Osman'dır. Doğu vilayetlerinden geldiği için Eğretlilerce 'Kürtosman' diye bilinen ailenin en önemli özelliği, demirci olmaları... 20. Yüzyıl başlarında geçici olarak Örenler mevkiine yerleşen ailelerden biri de bunlar oluyor... Öyle 'eğreti' yerleşilmiş ki demirci dükkanı bile açmışlar oraya, daha doğrusu dükkanın bir şubesi de oraya açılmış. Macur köyü Saadet/Kurtluoğlan'a kurulduktan ve Yunan gittikten sonra Eğret'e kesin dönüş yapmışlar; ama hala o civardaki tarla her sürüldüğünde pulluğa bir demir parçası takılıyormuş. Bunu demirci dükkanı kalıntısı olarak yorumluyorlar. Eğret'te Demircisalek (Salih Yakışır), ailenin son demircisi olarak biliniyor. Dükkan Gırhasanlar/Tomanların ev civarındaymış. Sülalenin bir adı da Tığlılar olması, yine demirciliklerine yorulabilir. Tığ kelimesinin, kılıç ve örgü aleti olarak bilinen anlamları sebebiyle demircilikle ilgisi malumdur...
Yirminci yüzyıl demirciliğinde Afyonlu bir ustanın ismini çok işittim. İşinin ehli, sanatkar biri diye tarif edilen Salih Usta, nedense gelip Eğret'e yerleşmiş. Yüzyılın ortalarında köyde bu alanda bir boşluk olduğunu görmüş olmalıdır. Şimdi Misgin (Abdullah Dalgıç)ın ev civarında dükkanını açmış. Eski hamam ayakta mıydı, yıkıldı mı; bilemiyorum. İşleri iyiymiş, çoğu kişiye de demirciliği öğretmiş. Sonra ne olduysa, gidip Susuzosmaniye'ye dükkan açmış. Eğret'te barındırılmadığı söyleniyor... Çocuğu yokmuş, karısıyla birlikte dükkanında tıngırdar dururmuş. Köy küçük olmasına rağmen, oldukça yoğunmuş günleri. Çünkü etraf köyler bir yana, bırakıp geldiği Eğretliler de onu bulurlarmış. En basitinden teker çektirmeye bile ona giderlermiş. 1960'lı yıllarda vaziyet böyle, çırağı da Körüslerin Ahmet Kök... Sonrasını bilmiyoruz...
Afyonlu Demircisalek'ten sonra Eğret/Anıtkaya'da bu alan boş bırakılacak değil. Hacıların Kelidiriz (İdris Azbay) evinin altına bir dükkan açmış. Çocukluğumuzda birilerini sürekli körük çekerken gördüğümüz bu dükkan, uzun müddet açık kaldı. Mesleği sürdüren Ziya Azbay, bu sebeple 'Demirciziya' diye lakaplandı.
Belki Kelidiriz'le aynı zamanda açılan bir dükkan da Gavasıntopal (İbrahim Sargın)ınki idi. Mevki olarak merkezi bir yerde bulunduğu için olsa gerek onun dükkan sürekli hareketli görünürdü. Gavasıntopal, bu dükkanda 'Demircitopal' oldu. Yalnız orası kardeşine kalınca daha merkezi bir yere yeni dükkanını yaptıysa da orada mesleğini çok yapamayıp rahatsızlandı. Kendisi yenilerde vefat etti, ama yeni dükkanı kapalı da olsa yerinde duruyor...
Demircimısdık demirci olmadan önce Kınilerin/Bilallerin Mustafa Kaynar idi. Bir usta yanında değil, Milli Eğitim kanalıyla açılan meslek kurslarında yetiştiği için Eğret'in ilk mektepli demircisi denilebilir. Söylendiğine göre mezuniyet yılı 1958... Orada öğrendiklerinin yanında yaratılıştan mühendis zekası ve girişimcilik ruhuna sahipmiş. Bütün bu özelliklerini evinin yanına açtığı dükkanda sergilemeye başlamış. Sıcak demircilikte sanatkarlık kabiliyetini öne çıkarırken, elektriğin gelmesiyle modern demirciliğin bütün yönlerine uyum sağlamış. Anıtkaya'da traktörlerin çoğaldığı yetmişli yıllarda römork ve kaporta (kabin) yapmaya başlamış. Yeniliklere açık yapısı sebebiyle öğrenmek için uzak yakın demeden seyahate çıkmaktan çekinmezmiş. Nursi Usta kaporta yapımını onun yanında öğrenmiş, zira Mantaroğlu'ya transfer olmadan önce Demircimısdık çırağıymış. Sonradan Kahveci Ahmet Argunşah'ı da onun çırağı olarak hatırlıyorum. Oğullarıyla birlikte çalışırken İzmir'e göçtüğünde dükkan da tarih oldu, ama orada da uzun süre mesleği sürdürmüşler...
Bunlar hep eski tarz sıcak demirci dükkanlarıydı. Kömür yakılıp körükle harlandırılan ocaklarda demir kızdırılır, örste dövülerek biçimlendirilir, eğilir, bükülür; su verilip sağlamlaştırılır, hasılı tañ! tıñ!... tañ! tıñ!... melodileri buralardan yükselirdi. Kaynak tekniğinin bu dükkanlara ne zaman girdiğini bilmiyorum. Bundan sonra her demirci, aynı zamanda kaynakçı olarak anılacaktır.
Kaynakçılık döneminin yeni dükkanları Çeyrek Ömer Tüblek, Mantaroğlu Mehmet Azbay, onun çırağı Nursi Öter, Şaşdımoğlu Halil Şen tarafından açıldı. Diğerlerinden farklı olarak Şaşdımoğlu'nun tabelasında egzoz ve depo yapıldığı da yazardı. Mantaroğlu'nun marka alanı ise traktör kaportası idi...
Anıtkaya demircilik sektöründe bütün bunlardan daha önemli bir olay, 1979 yılında Dayıoğlu Vahit Yola'nın dükkan açmasıdır. Çünkü onu diğerlerinden farklı kılan şey, karadüzen demircilik ve kaynakçılığa ek olarak tornacı olmasıydı. Bu yalnız Anıtkaya için değil, çevresi için de müthiş bir yenilikti. Evinin dibine açtığı dükkanın önü ve meydanı sürekli dolup taştı. O güne kadar Akşehir'e götürmek zorunda oldukları orak makinelerini, insanlar artık Vahit Usta'ya tamir ettirebiliyordu. Bir gün, o meydanda tamir bekleyen tam 23 orak makinesi saymışlar... Burası hemen hemen her türlü tamiratın yapılabildiği bir tamirhaneye döndü; ama asıl Dayıoğlu markalaşması patpat (Anıtkaya ağzında taktak)larda oldu. Bir dönem neredeyse traktöre alternatif olabilecek taktaklar Vahit Usta'nın elinden çıktı...
Bunca gelişme ve değişme sonucunda tañ! tıñ!... tañ! tıñ!... sesleri de ister istemez tangır kümbürlere dönüştü. Dükkanların kasaba içinde bulunması hem görüntü hem de gürültü kirliliğine sebep oluyordu. Böylece Anıtkaya Sanayisi doğdu. Ayakta kalabilenlerle birlikte yenileri; Boruş Burhanettin Salman, İbrahim Omak, Ali Tetik ve Nursi Usta'nın yadigarı Tuncay Öter şimdi oradalar...
Tenikeciler
Benzer bir alan olduğu için tenikecileri de burada zikretmek lazım. Ham maddesi galvaniz (teneke) olduğu için bu meslek erbabına böyle demişler.
Bizim çocukluğumuzun aktif tenikecisi Yılıkların Sağırüseyin (Hüseyin Öztürk) idi. Sırf bu yüzden ikinci, hatta belki de birinci lakabı Tenikecüseyin'dir. Pazaryerinin tam orta hizasında, ilk merdivenlerin hemen altındaydı dükkanı. Sair günlerde sakin sakin tıngırdar dururdu, ama cumartesi günü müşteri trafiği fazlalaşırdı. Demek ki civar köyler içinde de tek tenikeci kendisiydi. Emaye soba ve kuzinelerin olmadığı o vakitlerde teneke tandırlar yapar; boruları, dirsekleri kendisi büker, perçinlerdi. Onun dışında kör kandiller, ıbrıklar, kurmalı saat yuvaları ve daha bir sürü şey imal ederdi. Onu izlemek çok zevkliydi; makas, tokmak, lehim ve perçin kullanarak tenekeden her şeyi yapabileceğini düşünürdüm. Vefatıyla bir meslek sona erdi, belki de vefat ettiğinde tenikeciliğe ihtiyaç kalmamıştı...
Sağırüseyin'in babası da Tenikeci olarak anılıyormuş, mezar taşında öyle yazıyor. Bunun dışında başka bilgi yok. Doğruysa Tenikeciüseyin'e bu meslek babasından kaldığını söyleyebiliriz.
Tenikeci diye anılan Hacımahmutlardan biri daha var, İbrahim Ceylan... Aynı sülaleden olmaları bir yana, Yılıkmehmet ile enişte-kayın bağı bulunan Tenikeci'nin bu mesleği eniştesine öğrettiği de söyleniyor. 1970'lerde bile Tenikeci diye bilinirdi, aslında çok önceden bırakmış tenikeciliği...
***
Karadüzen olsun, modern olsun demirci dükkanları pistir, islidir, paslıdır, tozludur; elleri kapkaradır; ancak bu kirlilik kimseyi iğrendirmez. İşin doğasına uygundur, çünkü... Tıpkı eski zamanlardaki "tañ! tıñ!... tañ! tıñ!"ların hiç bir kulağı tırmalamadığı gibi, bu kir pas da hiç bir göze batmaz.
Kendisi de mektepli bir demirci olan kıymetli Hocam İbrahim Meydanoğlu'nun bir sözüyle bitireyim: 'El karası mühim değil, yüzkarası olmasın da...'
Afyon'a veya çevredeki başka yerleşimlere gidiş gelişler eksik değildi. Hiç olmazsa kız alıp vermeler sebebiyle kurulan bağlar vardı, bu yüzden yolculuklar kaçınılmazdı. Bununla beraber ticari olarak yolcu taşımacılığının ne kadar eski olduğu bilinmiyor. Bildiklerimize bakalım...
Apdıramanların Ali Cihan Harbinde şehit olunca tek oğulları Hasan ile anası yalnız kaldılar. Fadime Hanım da Garmenlerin kızı olduğundan Hasan 'Garmenlerin Hasan' diye bilindi. Askerdeyken kazandığı lakapla bütünleşip en sonunda köyde 'Garmenlerin Esat' oldu...
Garmenlerin Hasan, girişimci bir ruha sahipmiş, Eğret'in ilk dolmuşçusu diyorlar onun için. Kepineğini kapan sabah erkenden evin önüne gelirmiş. Dolmuşçuluğu at arabasıyla yapıyor çünkü, yolcular da ona göre tedbirli yola çıkıyorlar. Daha Cumhuriyetin ilk yıllarında evinin önü durağa dönmüş... Bu işi ne kadar daha yaptığı bilinmiyor, Hasan Geçer namıdiğer Garmenlerin Esat, 1959'da vefat etmiş.
Gödenlerin Mehmet Dayı 1930 yılında dul kalmış. O yıllarda Osmanköy'de imam olan Sağırların Ali Osman Hoca, başka bir dul Gülsüm Hanım ile bunların evlenmesinde önder oluyor. Ama gelinin Eğret'e getirilmesi lazım... O sırada delikanlı olan Patlağın Davılcı (İbrahim Patlar) beygirleri koşuyor... Arabasıyla getirdiği yolculardan Gülsüm Hanım, Bakkal Süleyman Dadak'ın anası; onun yanında tay gelen kızı Naime ise Göcen Asım ve Ahmet Gülen kardeşlerin anasıdır.
Aynı yıllarda Delinorinin Gulaksız Mehmet'in de çok namlı atları var. Düzensiz aile hayatına rağmen, düzenli olarak o atlarla Eğret Afyon arasında dolmuşçuluk yapıyor. Başından bir kaç evlilik geçmiş Gulaksızın Afyon'daki araba durağı Demircileriçi... İşte orada gördüğü kendisi gibi dul Şerife Hanımla orada nikahlanmış. Yolcuları filan unutmuş, hemen aynı gün karısı ve onun oğlunu alarak, çalımlı atlarını Eğret'e sürmüş. Şerife Hanım Takanuri ile Fahrettin Argunşah'ın anası; yanında tay gelen oğlu ise Hasan Karagöz'dür...
Gulaksızın atlara hemen hemen denk seviyede bir çift at da Yenimısdık (Mustafa Şen) de var. Tabi onun dolmuşçuluğu Gulaksızdan sonra ve daha çok çevre köylere yönelik imiş. Ümmühan Hanımdan dul kaldığı sıralarda bir gün Olucak'a sefere gitmiş. O vesileyle Ayşe Hanım ile evleniyor...
Eğret Köyü İhsaniye'ye bağlandığında Eğret-İhsaniye hattında at arabasıyla dolmuşçuluk yapan iki önemli kişi var; biri Yenimısdık diğeri Sıntırın Garakazım (Kazım Sımsıkı)... Garakazımın atlar çok namlıymış... Soğuk ve yağmurlu bir gün, köyün Ebesini götürürken araba çamura saplanmış. Onu kurtaracağız filan derken epeyce ıslanmış... Ve neticede orada kaptığı hastalıktan iflah olmayıp kısa süre sonra vefat etmiş...
Bunlar at arabasıyla dolmuşçuluğun son zamanlarından ulaşan bilgiler. Oysa daha önceden, 1950'li yıllarda motorlu araçlarla taşımacılık başlamıştı. Demek ki birdenbire minibüse otobüse geçilememiş, uzun süre eski alışkanlıklar devam etmiş. Bunda motorlu vasıtaların daha pahalıya patlamasının da payı olabilir.
Ellili yıllar demiştik... 1942'de Eğret Nahiye merkezi İhsaniye'ye taşınmıştı ve o günden beri resmi işlemler için çoğu kere oraya gitmek gerekiyordu. Dolayısıyla dolmuşçulukta İhsaniye hattı önem kazandı.
1956 Yılının ilk aylarında İhtiyar Heyetinin nahiyeye gitmesi gerekti. Bunun için Coruğun Süleyman Boran'ın at arabası kiralandı. Altı kişilik heyeti götürüp getirme ücreti olarak altı lira verilmesinden anlaşılıyor ki, o yıllarda İhsaniye gidiş dönüş bilet bir liraymış...
Aynı yıl hamam inşaatı için kum lazım. Balmahmut'tan kamyonla getirilecek; ama şimdiki imkanlar yok, kum küreklerle ve kol gücüyle yüklenecek. Bunun için yükleyicilerin oraya götürülmesi gerekiyor. Başvurulan kişi Takgasların Berber Hüseyin Öncül... Arabasıyla ameleleri taşıma ücreti olarak 15 lira veriliyor Berberhüseyin'e...
Aşiret Yörükleri her sene gelip Dağ'a konuyorlar ve mevsiminde yaylayıp ayrılıyorlar. Muhtarlıkça belirlenen ücreti ödedikleri sürece bir problem yok... Yalnız o sene iki obayla ücret konusunda problem yaşanıyor ve mahkemelik oluyorlar. Neticede Jandarma zoruyla Dağ'dan çıkarılmalarına karar verilmiş. Lakin keşif, bilirkişi ve Jandarmanın getirilip götürülmesinin Muhtarlıkça ayarlanması istenmiş. Onlar da Tongulların Ahmet Yiğit'in at arabasını 5 lira karşılığında kiralamışlar.
At arabasıyla taksicilik, dolmuşçuluk böyle... Gelelim motorlu araçlarla asıl toplu taşıma sektörünün gelişimine... Aslında bıçakla kesilmiş gibi iki ayrı dönemden söz edilemeyeceğini belirtmiştik. Çeşitli sebeplerden ötürü 10-15 yıl hem at arabası hem de taşıtlar birlikte çalışmışlar. Ancak motorlular yaygınlık kazanıp, at arabası ekonomik olmaktan çıkınca kullanımdan düşmüş...
Motorlu vasıtaların Eğret'e gelişi, hemen hemen Türkiye geneliyle eş zamanlı gibi görünüyor. Genellikle ABD kökenli eski otobüslerden söz ediyoruz. Onlardan ilk defa Şubat1956 tarihli bir İhtiyar Heyeti kararı sayesinde haberdar oluyoruz. Karara konu olmasından, onların Eğret geçmişinin daha eski olduğu anlaşılabilir. Metni olduğu gibi alıyorum:
Demek ki 1956 yılı başında Eğret'te taşımacılık yapan üç işletmeci bulunuyordu. Bunlardan biri Güçcükhalil (Halil İleri) imiş. Onun Hayta (Mahmut Özdemir) dayısı ile ortak ve müstakil olarak otobüsçülük yaptığını işitmiştim. Ne zamana kadar bu işi yaptı ve ne zaman kahveciliğe geçtiğini bilmiyoruz.
Kararda durak yeri olarak Yörüğoğluların ambarın yanı gösterilen kişi ise Omarcıkların Şoförhalibram (Halil İbrahim Sağlam) olduğu sanılıyor. Babasının da şoför olduğu söylenen Şoförhalibram, dolmuşçuluk denince efsane gibi anlatılır. Bu anlamda Anıtkaya dolmuşçularının piri denilse yeridir. Bir dönem bu konuda tekel olduğu, alternatifi bulunmadığından yolculara epeyce eziyetler çektirdiği de anlatılanlar arasında... Çalışmadığı zaman, ki genellikle çalışmazmış, vatandaşa ittirdiği, sonra da onları epeyce koşturduğu; araba durmadı bahanesiyle Üyük'e kadar gidip yolcuları ve yüklerini orada indirdiği, zavallıların yüküyle köye kadar yürümek zorunda kaldıklarını da işittik...
Durak yeri Delinorininguyu gösterilip ismi zikredilmeyen diğer otobüs sahibi de Takanori (Nuri Argunşah) olmalıdır. Zira aynı dönemlerde bu işi yaptığı hep anlatılır, hatta bu yüzden Taka lakabı verilmiş. Otobüsün eski ve bakımsız olmasından dolayı eski, hurda anlamında böyle demişler. Duyduğuma göre Gakgidi (Halil Oran) ile ortak yahut birlikte çalıştırmışlar otobüsü. Hatırlanacağı üzere ikisinin babası da (Coruk ve Gulaksız), at arabasıyla dolmuşçuluk bahsinde adları geçmişti... Bunlar arabaya fazla bakmazlarmış, seferden gelince öylece bırakır kahveye koşarlarmış. Bu yüzden otobüs ciddi bir arıza geçirdikten sonra bir daha ayağa kalkamamış. Patlakların Davılcının evin yanına çekmişler, orada öylece çürüdü gitti. Çocukluğumuzda içine girer, şoförcülük oynardık. Koltukları, direksiyonu, camları filan sağlamdı... Seksenlerin başında cesedi oradaydı, sonra ne oldu bilmiyorum. Günahı boynuna, motoruna toz şeker atarak otobüsü sabote ettiklerine dair bir şeyler de duydum...
Aynı defterdeki bir başka kararda, Mayıs 1956'da 'Köyümüz şahs-ı maneviyesine ait orak makinesini Afyon’a götürüp getirmesi için Köyümüz halkından otobüs sahibi Şerafettin Azbay’a on lira verilmesine oy birliği ile karar verildi.' deniliyor. Otobüsle orak makinesi götürülmesi fikri bir yana, Şerafettin Azbay'ın otobüs sahibi olduğunu da ilk defa bu kararda öğrendim.
Aklım ermeye başladığı zamanlarda, 1972 gibi Şaşdımoğlu Ziyaddin Şen'in, o günlerde benim gözüme çok büyük görünen bir otobüs kullandığını hatırlıyorum. Yolunu gözlediğim yolcular bana top getirecekti, o yüzden aklımdan kalmış. Otobüsle ilgili başka bir şey hatırlamadığıma göre Şaşdımoğlunun bu macerası kısa sürmüş olmalıdır...
Yine o yıllara ait Apak (Mevlüt Kopan)ın tuhaf burunlu, kırmızı bir minibüsü vardı. Austin miydi, acaba? Binenler kaloriferi çalışmadığı için piknik tüpüyle ısıtıldığını söylüyor. İşte soğuk bir kış gününde, öldü zannedilen Hacınınibram (Halil İbrahim Azbay)ı o arabaya atıp götürmüşler Afyon'a... Sonra orada diriliyor, ama ölümden kaçış yok... Bir kaç yıl sonra 6 Ocak 1974'te geri dönüşsüz vefat etmiş... Apak'ın kırmızı minibüsle dolmuşçuluğu da uzun sürmüyor...
Sonra dolmuşçulukta Ford rüzgarı esmeye başladı. Bu dönemde kimler bu işe soyunmadı ki... Kantinler, Gobakların Derviş, Arzıların İsa, Garaçaylılar, Gecegondu, Berberlerin Emin, Ağamehmet, Yılıkların Ahmet, Kahveci Süleyman, Garaiban, Urganlılar... Çoğu umduğunu bulamadı, bir kısmı da uzun soluklu yaptı bu işi...
Kahveci Süleyman Yırgal ve İsa Türkmenoğlu'nun Afyon'da hatları vardı, onunla yürüttüler. Diğer dolmuşlardan daha erken hareket ettiği için sabahın köründe Kahvecinin evin önünde bekleşirdik... Kahveci kaza yapana, İsa ise köye taşınana kadar dolmuşçuluğu sürdürüp sonra bıraktılar.
Kantinler de dolmuşçuluğu bir müddet devam ettirdiler. Haciban (İbrahim) ve Ahmet Kızılyer kardeşlerin bu lakabı almasında, arabayla hacca yolcu götürmelerinin payı var. Sonra onlar da minibüsü sattı, ama Haciban Belediyede otobüs şoförlüğünden emekli oldu.
Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan) da uzun süre dolmuşçuluk yapanlardan biridir. Bir kaç kere değiştirdiği aracıyla ölene kadar dolmuşçuydu. Oğlu Halil İbrahim Kopan da bir süre direksiyona oturmuştu...
Garaçaylıların Muhittin, Asım ve Mahmut Öztürk kardeşler, Anıtkaya-Afyon arasında en uzun süre dolmuşçuluk yapan aile oldular. Muhittin emekli olana kadar sürdürdü bu işi, sonra oğulları devam ettirdi. Mahmut, kendi minibüslerinden sonra Belediye'de otobüs ve minibüsleri kullandı; oradan emekli oldu. Kelasım ise son dönem dolmuşçuluğunun önemli isimlerinden biri oldu. Hastalık haline gelen mesleğini, emekli olduktan sonra bile bir müddet daha sürdürdü...
Şimdi Anıtkaya toplu taşımasında önemli dönüm noktalarından birini zikretmemiz lazım. Galiba 1985 yılında, Salim Kurt zamanında belediye adına iki 50 NC otobüs alınarak Tüzel kişilik bu işe sokulmuş oldu. Kişilere ait özel minibüslerle bunlar bir düzen içinde Afyon-Anıtkaya arası taşımacılığını yürütmeye başladılar. Her aracın Anıtkaya ve Afyon'dan hareket saatleri belirlendi, belediye araçlarında biletli dönem de bu vesileyle başlamış oldu.
Daha disiplinli bu çalışma sistemi sayesinde konforlu yolculuklar yapılıyordu. Tabi şimdiki gibi piyade yolculuklara pek rastlanmaz, herkesin az çok yükü olurdu. Bu yüzden araçların üzerine yük sarabilmeye müsait bagaj kısmı bulunurdu. İçerisi dolu olduğunda bir kaç yolcuyu teras gibi bagajlara almak, nadirattan da olsa görülen şeylerdendi...
2000 Yılından sonra Anıtkaya Belediyesi toplu taşıma işinden çekildi. Araçlarını sattı, ayrıca tescillediği Anıtkaya-Afyon hattını da özelleştirdi. Böylece esnafı örgütlenmeye yönlendirmiş oldu. Yaklaşık yirmi yıldır dolmuşçuluk bu sistemle yürütülüyor.
Aşağı yukarı bir asırlık tarihini anlattığımız Anıtkaya dolmuşçuluğunda, Garmenlerin Esat'tan bugünkü Taşıma Şirketine, dillendirilen şikayetler birbirine çok yakın...
- 'Beş altı yaşında yeğenim var, konuşamıyor. Bir hocaya göster dedilerdi, şu sizin Hoca'yı bizim köye götürsek.' dedi. Anlaşılan Hoca'nın namı almış yürümüş, Anıtkaya'dan taşmıştı. Uzatmadık, ertesi gün Ademinaraba'ya bindik. Sabah saat 10'da bizim köyden geçiyor, akşam dört gibi de Afyon istikametine dönüyordu...
Osmanköy'e varıp eğlenmeden hasta çocuğun bulunduğu eve gittik. Şöyle bir baktık ki, çocuk resmen nefes alamıyor. Nedendir bilmem, Hoca 'Haftaya buna ilaç getireyim' diye geçiştirdi... He ya diyorduk ki, arkadaşım bir şeyi hatırlamış gibi;
- 'Yav birisi oğlunu everdi, gerdek gecesi gelinin dili tutulmuş. Adamlar perişan oldular, vaktimiz varsa o zavallıya da bir baksanız.' dedi. Ben olabileceğini söyledim, arkadaşım ilgili eve haber yolladı, 'Hemen' demişler. Alelacele gittik...
Arkadaşımın bizi götürdüğü evde yaşanan vaka benim çok canımı sıktı. Hocanın davranışlarında işkillendiğim bazı noktalar vardı, ama her birini hayra tevil etmeye çalıştım. Fakat burada olan şeyin açıklanacak bir yanı yoktu...
Bahsedilen hasta Osmanköylü Guycunun Ahmet'in geliniymiş. Denize düşen yılana sarılır derler ya, bunlar da her yandan çare umuyorlar... Çok şey öğrendim o evde ve uzun yıllar bunları hafızamdan atamadım. Hala gözümün önüne geldikçe ürperirim...
Bizi en az onbeş kişi karşıladılar. Saf ve temiz kalpli insanlar, bir de berber olarak bana güveniyorlar, bu yüzden böyle karşılanmamızın sebebi biraz da benim... Ayrıyeten çaresiz durumdalar, bizden bir şifa ümidindeler... Bana karşı köylülerin samimi ve hürmetkar tavrından yanımdaki Hoca ürktü mü, yoksa memnun mu oldu bilemedim. Yalnız tuhaf bir jest yaptı;
- 'Yav beni bekleyene kadar, işte Ahmet Hoca burada. Niye beni buraya kadar emendirdiniz.' dedi. Bu söz karşısında ne edeceğimi bilemedim. Adamlar zaten beni tanıyor ve ne olup olmadığımı da biliyor... Biraz şaşkın biraz bozgun 'Hocam, denizin dibine kuyu kazılmaz' diye hücumu savuşturdum... Ama adam o yılışık tavrında ısrarlı;
- 'Hadi ağız yapma, gir hastaya bak.' dedi. Bu oldu bitti karşısında ben hala ne diyeceğimi bilemiyorum. Zaten bir şey dememe fırsat bırakmadan devam etti: 'Hastanın adını ve anasının adını verin, Ahmet baksın.' Ben ise şoku atlatabilmiş değilim, o halde hastaya bakmak üzere içeriye nasıl girdiğimi bilmiyorum.
Hastaya yirmi kere 'Ayşe!' diye sesleniyorum, O bir kere 'eeyy' gibi bir mırıltıyla cevap veriyor. Sanki karşımda bir robot var da onunla konuşmaya çalışıyorum... Ne dersen de, cevap alamıyorsun. Bunaldım... Sağlam girdiğim odadan ben hastalanmış çıkacak gibiyim... Bu iç sıkıntısının sebebi şüphesiz şu hoca bozuntusunun, beni hiç tanımadığım genç bir gelinin evine destursuz teklifsiz sokmuş olmasıydı. Bu zavallı gelin, benim karım veya bacım olabilirdi... Böyle bir adamı biz bir de Dayıma baksın diye evimize damımıza sokuyoruz...
Ter boşanmış vaziyette kendimi dışarı attım. Bu anda herkes tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor. Farkında değilim, benim rengim de atmış. Öfkeden yüzüm kızarmış da olabilir... Kızgınlığımı saklama gereği duymadan;
- 'Hocam bunda hocalık bir durum yok, hastanın doktora gitmesi lazım.' dedim. Dedim, ama kime diyorsun. Herif beni bastırırcasına;
- 'Hah, gördünüz mü... Ben size demedim mi Ahmet hocadır diye... Bakın, benzine bakın... Bunu da sıkıştırmışlar... Ben bunu iyi ederim... İyi ederim, ama bin liranızı alırım.' dedi. Benim dediklerimi duymamış gibi yapıp söylendi söylendi... Bu arada benim 'oyunbozanlığımı' kendince etkisizleştirdikten sonra, köylüyü hoca olduğuma ikna etti, hiç görmediği hastaya teşhis koydu, tedavi için fiyat biçti, pazarlık bile yaptı... Bütün bunları kaşla göz arasında birkaç kırık sözle becerdi... Üstelik hasta sahipleri bin lirayı vermeye dünden razı görünüyor... Yalnız ben de akıllandım, pes edecek değilim. Hemen araya girdim;
- 'Bunlarda şimdi para olmaz. Haftaya geliriz, onlar da pazarda hayvan filan satıp parayı denkleştirsinler.' Bunları derken evsahibi köylülere göz işareti verdim. Maksadım bir an önce Osmanköy'den ayrılmak...
Nihayet köyden çıkıp Harmanyerine geldik. Moralim çok bozuk, adamın iç yüzünü gördüm ya, artık ipleri koparmak istiyorum. Fakat bu durup dururken yapılacak şey değil... Bu arada ikindi okundu. Dedim ki;
- 'Abdestimiz var, şurada namazımızı kılalım.' Adam hoca olduğu için O imam, bense müezzin-cemaatim... Allahüekber'le namaza durduk. Bu ilk tekbire kadar her şey normaldi de kıraate gelince işler değişti. Bizim imam Fatiha'yı cehren okumaya başladı. Olabilir, insandır yanılır... Rükudan sonra 'Semiallahu limen hamideh' yok... Kıyam kıyam değil, kıraat galat, secde bir acayip... Namazın rükünleri bir şeye benzememeye başladı. Ben uyarı için 'Subhanallah ala Resulullah' diyorum, ama dinleyen kim... Sehv secdesi de etmedik... Hasılı, yattık kalktık, namaz bitti... Biz namazımız olduydu, olmadıydı tartışmaya fırsat bulamadan araba geldi, bindik.
Otobüste bahsini açtığı konu bambaşkaydı. Buna göre ses tonu da değişmiş, pazar payı canlı bir yerde dükkan açmak isteyen esnaf gibi konuşuyordu;
- 'Ahmet, bu bölgede çok tanınan ve sevilen bir adamsın. Hasta bul, bakalım. Yüzüğümü de sana vereyim, onunla ayrıca hasta da bakarsın.' Bana bölge temsilciliği teklif ediyordu, ne arsız adamdı yahu! Çok kızgınım, ama işin sonu nereye varacak, merak etmiyor da değilim. Bu yüzden itiraz etmiyormuş gibi davrandım.
- 'Sen berberlikten ne kazanıyorsun?'
- 'İyi kazanırım, senede otuz binden aşağı düşmez.' Hakikaten iyi kazanıyordum, en iyi koyunun ikiyüz lira olduğu o dönemde, otuz bin ne demek...
- 'Dükkanı kapat, ben sana ayda otuz bin lira vereyim; Sen bu işi becereceksin.' diye çıldırtıcı teklifini yaptığında artık benim tepem atmıştı... Parayı uzatıp;
- 'Şuradan bir Afyon bir de Eğret al!' diye Muavine sertçe seslenmemden kendisini Afyon'a gönderdiğimi anladı. Parayı kırdığı pembe hayallerinden, kapkara gerçeğe uyanmak istemiyordu.
- 'Ne oluyor Ahmet!' diye kekelemeye başladı. İçinde azıcık itiraz anlamı bulunan bu kekeleme sabrımın son noktası oldu. 'Vay anasını avradını...' diye başlayıp ağzıyla burnunun arasına iki yumruk patlattım... Patırtıya Muavin ile diğer yolcular yetişip araya girdiler. Fakat ben sakinleşecek gibi değildim, günlerdir içimde biriktirdiğim ne varsa boca ettim Sahtekar Deyusa;
- 'Seni bir daha buralarda görürsem...!'
***
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Bizim köyün hocaları Akbaş Mehmet, Azıraklının Ahmet, Hamzaların Adem, Terlemez Abdullah ve bir kaç da cemaatten katılanlar oldu; bana geldiler. 'Dolmuş ayarla da hamama gidelim' dediler. Hacıpaşa Hamamı yeni açılmıştı, çok güzel diye özellikle orayı istediler.
Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan)ın dolmuşu ayarladım. On oniki kişi olmuştuk, Yatsıdan sonra bizi götürüp getirecekti. Dolmuşu Kabe Mescidinin yanına park etti. Orada bir kahve var, gözüm takıldı. Öylesine bakarken okey oynayanlardan birini tanıyacak gibi oldum. Daha dikkat kesilince bildim; Ilgınlı Mustafa Hoca idi...
- 'Bakın, Dayıma bakan Hoca okey oynuyor.' diye ibretle gösterdim. Ardından yukarıda anlattıklarımı oradakilere de aynısıyla anlatıp 'Böyle bir olay yaşamıştık.' dedim. Azıraklı hemen atıldı;
- 'Gelin dövelim şunu.' Akbaş Hoca her zamanki ağırbaşlılığıyla devreye girdi;
- 'Aklınızı başınıza alın. Biz buraya kavgaya değil, temizlenmeye geldik. Hadi, kirlenmeden temizlenelim de gidelim...'
***
Osmanköy'e geri dönerek hikayeyi bitirelim. Orada unuttuğumuz iki hasta vardı. Konuşamayan çocuğu doktora götürdüler, geniz eti varmış... Dili tutulan Ayşe Gelini de Afyon'a doktora götürmüşler. Oradan da Ankara'ya sevk etmişler, beyin tümörü çıkmış. Ameliyat sonrası vefat etmiş, Allah rahmet eylesin...
Hasan Dayıma gelince... Nice sonra ben Ege Üniversitesi'nde çalışırken, Psikiyatri servisinde muayene ettirdim. 'Eskiden aldığı darbe sebebiyle beyin damarında zedelenme olmuş. Kan basıncı değiştiğinden ara sıra şoka girer ve bu böyle devam eder.' denildi. İlaç yazıldı, 2005'te ölene kadar bu hastalık ona eşlik etti. Allah mekanını cennet etsin.
Doktor meseleyi açıklayınca, bulmacayı çözmüşlerin rahatlığıyla hastalık sebebini bize deyivermişti. Meğer gençliğinde Arzıların öküz vurmuş bunu. Düşünce kafasını kayaya çarpmış. Ona göre damar bu darbeyle zedelendi...
Kıssadan hisse... Kimse üfürükçü sözde hocalara inanmasın, ilkin hekime başvursun. Bütün bunları böylece yaşamış biri olarak, diyeceğim budur. Berber Ahmet Kabadayı
O karışıklıkta Güdük İzzet Emmimi fark ettim, eline bıçak almış saplamaya hazır bekliyor. Hasta 'Geliyorlar' diye bağırınca O;
- 'Hani nerde? Göster, keseyim onları!' diye karşılık veriyor. Sonra Dayım titremeye başlıyor, üzerine yorgan örtüyorlar. Bir türlü sakinleşmiyor, buyol da 'Emmi beni boğuyorlar!' diye feryat ediyor. Emmisi de 'Göster, keseyim!'... Bu karışıklıkta yorganın bir ucunu tutarak 'İşte burada!' diye işaret etti. Güdüğizzet Emmi onun gösterdiği yerden yorganı kesti. 'Korkma, aha kestim' deyip sakinleşmesini bekledi...
Dayım sakin sakin gülerek 'Ne kesmesi, aha burada duruyorlar' deyince hiç bir şeyin işe yaramadığını anladık. Bu sefer devreye ben girmeye karar verdim. Çektim tabancayı;
- 'Dayı göster vurayım' dedim. Kesmek işe yaramadıysa kurşun yağmuruna tutacaktık... Dayım hiç beklemediğim bir şey yaptı, Tabancayı kavradığım bilekten tutup elimi bir yöne doğrulttu. Namlunun ucu artık birini gösteriyordu;
- 'Hadi bakalım, erkeksen vur.' dedi. Ben bihoş oldum... Çünkü hedefteki kişi benim hanımdı... Bir müddet sonra Dayım kendine gelince bu sefer Yengem ona çıkıştı;
- 'Len oğlan daha yeni evlendi. Gelini vurduracaktın nerdeyse!'
- 'Ne yapayım, geldi Gelinin önüne oturdu; Bu da göster göster diye tutturduydu...' Bunu dedikten sonra Dayım başladı ağlamaya... Bir süre ağlayıp boşaldıktan sonra tembihledi; 'Oğlum, ben kendimden geçtiğim zamanlarda ne yapacağım belli olmaz. Dikkatli olun... Öyle zamanlarda kendime veya çoluk çocuğa zarar vermeden beni bağlayın...'
Başka hocalara da gittik. Nerede birini duydularsa, hoca hastası diye oraya yolladılar... Tek dayanağı beni görüyor, bana güveniyordu. Ben ne dersem ona inanıyordu, belki de söylediklerim psikolojik olarak onu rahatlatıyordu, bilemiyorum artık. Biz de gönlü kırılmasın diye her dediğini yerine getiriyorduk.
Allah razı olsun Kara Ömer ve çocukları hiç boş bırakmadılar, hep başında durdular. Bir gün Garaömer Emmi 'Berber, Ilgın'da hoca varmış, bir de ona baktırsak' deyince sorduk soruşturduk. Sık sık Afyon'a gelip hasta bakıyormuş, bu yüzden Ilgın'a gitmeye gerek kalmayacaktı.
Geldiğini öğrendiğim bir gün Afyon'a gittim. Otpazarı Camiindeymiş, vardım oraya, durumu anlattım. Hiç itiraz etmeden 'Hadi gidelim' dedi, köye geldik. Sekiz on gün Anıtkaya'da kaldı, okudu üfledi. Bu bir haftada sanki Dayımın rahatsızlığından eser kalmadı, bariz bir iyileşme oldu.
Bir berber o muhitin ajansı gibidir, bütün haberler onda toplanır. Kulağına gelmeyen bilgi yoktur, dense yeridir. Buna rağmen köyde bu kadar çok hasta olduğunu nasıl duymadım, hala şaşarım. Biraz da Dayımdaki iyileşmeden sonra olsa gerek, her köşeden bir hasta çıkmaya başladı. Altındişin Hasan'ı iyi eden Hoca'ya onlar da görünmek istiyordu. Onu köye ben getirdiğim için, hastaların hepsi de bana müracat ediyordu. Kılavuz mu, bilirkişi mi, sekreter mi, asistan mıyım anlayamadım. Bunların hepsi gibiydim, başı ağrıyan bana geliyordu. Bütün bunlarla başa çıkabilirsen çık bakalım...
Hoca bir gün 'Başı ağrıyanlara muska yazalım, sen de yardımcı ol' dedi. Hastaların çoğalması hoşuna gitmişti, ama hepsini okuyarak tedavi uzun sürüyordu. Bununla beraber başağrısı sahasında iyi bir pazar olduğunu da görmüş, orayı ihmal etmek istemiyordu. Ona göre en pratik çözüm muska yazmaktı. Tabi benim yardımım lazımmış. Gelgelelim, be ne anlarım o işlerden;
- 'Ben eski yazı yazamam ki' dedim. Buna da bir çare buldu, işaretlediği ayetleri Kuran'a baka baka yazmamı söyledi. Dediğini yapmaya çalıştıysam da beceremedim. Sonra muska işinden tamamen vazgeçtik.
Muskadan vazgeçtik, ama Hoca başı ağrıyanları geri çevirmeyi göze alamazdı. Yeni bir yöntem geliştirdi. Bir kartonu sigara gibi büküp boru haline getirdi. Toz halindeki ilacı bununla hastanın burnuna üflüyor. Hasta çok olduğu için işin bir kısmını yine bana yıktı. Sırt üstü yatan hastanın burnuna üflemem için kartonu uzatıyor;
- 'Ahmet Efendi, üfle...' Kafası ağrıyanın burnuna üflüyoruz. Biz üfledikçe hasta hapşırıyor, gözleri yaşarıyor, ağzı burnu akmaya başlıyor. Bu sefer Hoca'nın teşhisi gecikmiyor;
- 'Ha sen sinüzitsin'... Hastanın ne olduğu umurunda değil, o baş ağrısından kurtuldum diye dualar ederek uzaklaşıyor. Adamın karton içine koyduğu tozun ilaç değil baharat olduğunu anlamamız biraz uzun sürdü. Bu arada epeyce sinüzit tedavi ettik, ama ben sıkıldım. Çünkü iş yavaş yavaş sahtekarlığa kayıyordu...
O günlerin birinde, yerde on santim filan kar var... Bekçi Ali Boy, 'Berber, Babam çok hasta, Dayına bakan Hocayı bize getir de baktıralım.' dedi. Babası Osmanköylünün Süleyman Ağa'nın uzun zamandır rahatsız olduğunu duyuyorduk... Aldım Hocayı yanıma, vardım evlerine. Hava çok soğuk... Pek yaşlı Süleyman Ağa yatıyor.
İhtiyar hasta üşümesin diye sobayı ateşlemişler. Tek katlı ev güzel ısınmış, ama içerisi pek bunaltıcı ve havasız... Hoca, muayene ve teşhis safhalarını geçip hemen tedaviye atladı. Bana dönüp;
- 'Günahsız iki sabi çocuk bul' dedi. O sırada evde hastanın torunları var; Berberlerin Emin'in oğlu ile kızı, Mehmet ve Ümmühan... Onları göstererek 'İşte sana iki günahsız' dedim...
Hasta yatıyor... Hoca bir çinko tas istedi. Bir kağıda bir şeyler yazıp içi su dolu tasa attı. Çocuklardan kağıda bakmalarını ve söylediklerini tekrar etmelerini istedi. Hoca ne derse onlar tekrarlıyorlar. Birden onları uyarmaya başladı;
- 'Şimdi bir paşa çıkacak, onu gördüğünüzde sakın korkmayın...' Derken Mehmet çığlığı bastı;
- 'Aha geldi! Sırmalı bir Paşa geldi!' Tabi Mehmet'in gördüğünü ondan başka kimse göremiyor... Hoca'ya itiraza benzer bir ses tonuyla;
- 'Hocam ben göremedim, bu yüzden inanasım gelmiyor' gibisinden bir şeyler söyledim. Biraz kızdı galiba bana;
- 'Ben sana göstereyim o zaman' dedi. Mehmet'e döndü, aralarında şu konuşma geçti;
- 'Tebbet'i biliyor musun?'
- 'Biliyorum.
- 'Çık dışarı, korkma. Tebbet'i oku. Paşa'ya selamımı söyle, içeri gelsin. Sakın korkma, tut elinden getir.'
Mehmet dışarı çıktı, bir süre sonra, bir şeyin elinden tutmuş gibi yürüyerek içeri girdi.
- 'Tamam, şimdi Paşa'yı Ahmet Emminin yanı başına otuttur.' Mehmet elinden tuttuğu görmediğimiz Paşa'yı benim yanıma sözde oturtup geri çekildi... Bende de biraz Böbüler inadı var;
- 'Hocam ben yine bir şey anlamadım' diye kaykıldım. Hoca biraz daha hiddetlendi, çocuğa dönüp;
- 'Paşaya Hocamın selamı var de, şu evin havasını değiştirip güzel serin bir esinti versin!' diye sertçe emretti. Saniyeler içinde, içeridekiler birdenbire nasıl ferahladıklarını hatırlayıverdiler... Hemen hepsi;
- 'Oh be! Ne güzel oldu. Evin içi oksijen doldu. Mis gibi koktu canını sevdiğim' gibi sözlerle bir türlü göremedikleri Paşa'ya teşekkürlerini sundular. Tabi ben yine ikna olmadım. Olan şuydu: Mehmet dışarı çıkıp girerken, sıcak ve havasız kalmış odaya temiz ve soğuk hava hücum etti. Bu kısa havalandırmadan kaynaklı ferahlamayı bizimkiler Hoca'nın ve Paşa'nın kerametine yordular...
Ben de duracak gibi değildim, aklıma yeni bir fesatlık geldi. Hastanın kızı Fadik Yenge ve Alçakların Adem Emmi de oradalar. Onları işaret ettim;
- 'Hocam bu kadın benim Yengem, yanındaki de Emmim oluyor. Ondört yıldır Emmim ile Yengemin çocukları olmuyor, onlara da bir baksan?' Baktı... Bakar bakmaz da teşhisi koydu;
- 'Yüzde kırk kadından, yüzde atmış adamdan olmuyor...' Bekçinin maaşı bin lirayı bulmadığı bu dönemde, Adem Emmiden de on lira vizite ücretini aldı... Orada işimizi bitirip çıktık... Olanlara biraz şaşkın, biraz kızgınım. Yürürken sordum;
- 'Hocam, Yengemle Emmimin ikisine de senden olmuyor, senden olmuyor, dedin. İşin aslı nedir, hangisinden olmuyor?' Durdu, yüzüme bir tuhaf baktı ve sertleşti;
- 'Ne deseydim len! Ben haşa Allah mıyım, nereden bileyim! Senden de ondan da olmuyor de, al on liranı git! Yuvayı yıkmadan ikisini de idare et! Bu zamana kadar geçinmişler, ömür boyu geçinsinler!... Sen de böylelikle çorbanı kaynat!...'
Adamın söyledikleri biraz mantıklı geldi. Fakat yine de ters bir şeyler vardı. İçime kurt düşmüştü bir kere...
Çaresizce Yengem beni çağırdığı yıllarda onbeş onaltı yaşlarındayım. Yaşım küçük olmasına rağmen, çok insanla muhatap olduğum için girişik biri olduğumu düşünürler, yol yordam bildiğime inanırlardı. Bir kaç kere böyle çağırıp doktora götürmemi istedi, götürdük de... Lakin çare olmadı... Bunun üzerine 'Falanca yerde hoca varmış, okutup muska yazdır.' dediler gittik... Memlekette hoca denilen ne kadar üfürükçü varsa gittim, bir fayda yok...
'Sinanpaşa'nın Saraycık köyünde Arif Hoca var' dediler. Attım at arabasına, götürürken Dayım yolda rahatsızlandı. Zaptedilmesi mümkün değil. Yarım saat kadar uğraştım, sonra şoktan çıktı. O çıktı, lakin ben çıkamadım. İkimizin de aklı başına gelince;
- 'Dayı seni zaptedemeyince korktum' dedim.
- 'Yeğenim, öyle bir şey olduğu zaman belindeki kemerle beni bağla' diye akıl verdi. Amma ben dayanamıyor, ağlıyorum... Dayım da öyle, hem ağlıyor hem beni sakinleştirmeye çalışıyor. Hem de bana çok güvendiğini söyleyerek gururumu okşuyor...
Saraycık'a varıp Arif Hoca'yı bulduk. Adam aldı bizi evine, onbeş gün misafir etti. Çok iyi ilgilendi, hakkını yemeyelim... Döndük köye, Dayım moral olarak bir ay kadar iyileşti. Bu onun için uzun bir süreydi. Durumu köyde duyuldu, 'Hacı Hocadan iyi oldu' denildi. Böylece Arif Hoca hikayesi noktalandı...
Yeni hoca hikayesi nasıl başladı hatırlamıyorum. Nereden duydular bilmem, 'Aydın'ın Yamalak Kasabasında bir Hoca var' dediler. Bize yol göründü... Yamalak'a vardım, Hoca'yı buldum. Hastayı ve hastalığını anlattım. Hoca,
- 'Ben onun hakından gelemem' dedi. 'Sen madem buraya kadar gelmişsin, Nazilli'de bir Hoca var, Dayının derdinden O daha iyi anlar.' Nasıl bulacağımı sordum, sevk ettiği Hoca'nın Nazilli adresini tarif etti;
- 'Nazilli Emniyetinde gece bekçisi Nail var, O seni Hoca'ya götürür.'
Nazilli'de Bekçi Nail'i buldum, dediği gibi O da bana Hoca'yı buluverdi ve ayrıldı. Hoca ile başbaşa kaldık. Tabi hangisine varsak, hocalar 'Pazarlık yok, Allah rızası için ne verirsen ver' diyor. Paranın kıymetli olduğu o vakitlerde utancımızdan on lira, yirmi lirayı eline sıkıştırıyoruz. Neyse, ben maruzatımı arzettim. Hasta ve rahatsızlığını ayrıntısıyla anlattım. Memleketimi sordu, söyledim. Adam galiba halime acıdı... Kimsenin görmediği bir şeyler okurmuş gibi avucuna baktı, sonra başını ağır ağır kaldırıp bana döndü;
- 'Dayını buraya getirmen zor. Eskişehir size daha yakın, oraya götür. Çarpık Hoca diye bilinen biri var, iyi bir hocadır.' İyi de, Çarpık Hoca'yı nasıl bulacağım, koca şehirde... Aklımdan geçeni okumuş gibi devam etti;
- 'Eskişehir'e vardığında bir taksi durağında Hoca'ya gideceğini söylersen, ufak bir çocuk bile seni ona götürür.'
Bu kısa Ege turundan sonra köye avdet ettim. Oradan oraya derken, en son Eskişehir'e sevk edilmiştik. Dayımı aldım, doğru Eskişehir'e... Kıbrıs Taksi durağında Çarpık Hoca'ya gitmek istediğimi söyler söylemez taksici 'Atlayın!' dedi. Atladık... Aldı götürdü bizi bir sokağın başına;
- 'Bu sokakta oturuyor, ama Hoca'nın evini bilmiyorum' dedi, indik. Yolcularını indiren taksi uzaklaşırken biz danışacak birileri var mı diye bakınıyoruz. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk yaklaştı 'Amca, Hoca'yı mı arıyorsunuz?' diye sordu. O anda Nazilli'deki Hoca'nın dediklerini hatırladım; bir çocuk bile Hoca'yı gösterecekti... Demek ki biliyormuş... İnanır gibi oldum...
O çocuk bizi Hoca'nın evine götürdü. Burası ofis gibi düzenlenmiş bir daireydi. İçerisi tıklım tıklım hasta ve yakınları doluydu. Merdiven başına konulmuş bir masada sekreter oturuyor, herhalde hasta kabul bölümü burasıydı. Yaklaşarak sekretere;
- 'Ben İzmir'den geliyorum, randevu verebilir misiniz' diye rica ettim. Böyle durumlara alışık olduğunu belli eden sahte bir bezginlikle Hoca'ya sormaya gitti. Bir kaç dakika sonra geri döndü. Yine o sahte ifadeyle müjdeyi verdi;
- 'Bakacak. Biraz bekleyin de sizi öne alayım.' Sevindik tabi, beklemeye başladık. Bu arada, herkese sorduğu belli olan sıradan sorular sormaya başladı. Hastalığın geçmişi, belirtileri, nüksetme aralığı gibi şeyler. Hastanın girdiği durumları biraz ayrıntılı şekilde anlattım, zaten o kısmı benden iyi bilen yoktu.
Nihayet çağrılıp içeriye girdik. İsmini bilmediğimiz Hoca, lakabının hakkını verircesine tuhaf görünüyordu. Düzgün ve normal görünen bir uzvu yok gibiydi, Bu yüzden normal insanlar gibi hareket edemiyor, yürüyemiyor, konuşamıyordu. Dişlerinin arasından tısıltı gibi çıkan kelimeler zar zor anlaşılıyordu. Biraz dikkatli dinleyince anladık, Dayımın rahatsızlığını tarif ediyordu. Fakat bu kadar ayrıntıyı nereden bilecekti. O vakitlerde zaptedilmesi güç hastayı bağladığımızı filan sadece biz biliyoruz... 'Görünüşe aldanmamak lazım, çarpık çurpuk, adam derin hocaymış' diye içimden geçirmeye başladım ki, Dayım coştu;
- 'Len Yeğenim, bu bilmemnetdiğim iyileşdircek olsa ilkin kendini iyi ederdi!' diye söylenip duruyor. Daha ağıza alınmayacak neler neler söyleyip, sövüp sayıyor. Ben susturmaya çalıştıkça O yeni küfürlerle geliyor...
Meğersem Dayım meseleyi çözmüş. Sekreterin yanında ve içeriye girdiğimizde olanları, dışarıdan bir gözle izlemiş. Dışarıda konuşulanları olduğu gibi Hoca'ya aktaran bir ses sistemi kurmuşlar. Sekreter hasta yakınına mümkün olduğunca çok soru sorarak konuşturuyor, böylece içeride her şeyi dinleyen Çarpık Hoca bize keramet(!) gösteriyormuş.
Neyse, Dayım kendisine küfürler savuruyor ben de onu susturmaya çalışıyorken Çarpık Hoca bir şeyler yazdı. Reçete gibi yazdığı şeyleri göstererek;
- 'Bunları okuyun, bu sırada şu kağıdı da bir kapta ıslatın. On gün süreyle gün doğarken ve gün inerken okuyup, hazırlanan suyla banyo yaptırın.' dedi...
Geldik köye... Kim okur bunları her akşam, sabah... Sağırların Hilmi Hoca'ya vardım, o sırada Yeşilcami'nin imamıydı. Durumu anlattım. Okunacaklar listesini gösterip bunların gündoğumu ve batımında okunması gerektiğini söyledim. Lafın sonunda da ezilip büzülüp kendisinin okumasını rica ettim... Uzun listeyi şöyle bir süzen Hilmi Hoca;
- 'Len arkıdeş bunun hakından nasıl gelinecek, hem bir hatim kadar, hem de sabah akşam kerahat vaktinde?'...
Hilmi Hoca'nın dediği kadar vardı, ama O da okumazsa kime okuturduk. Duygu sömürüsü yaptım. Dayımın durumu malum olduğunu, bunu kendisinden başka kimsenin yapamayacağını, Allah rızasını, Dayımın hatırını falan ileri sürerek ricada ısrar ettim. Dayımın hatırı derken, bunu biraz açmam lazım. Maddi yönden fakir birisi olmasına rağmen Dayım köyde hatırlı biridir. İkramı boldur, gönlü geniştir. Büyükle büyük, küçükle küçük olduğu için herkes onu sever, sayar.
Dayımın hatırını öne sürmem işe yaradı. Allah razı olsun Hilmi Hoca okudu ve bu arada Dayım iyileşir gibi oldu. Haber hemen yayıldı, 'Berber Dayısını Hocaya götürmüş, iyi olmuş' diye konuşulmaya başladılar. Dolayısıyla etrafta hasta çoğalmaya başladı. 'İlle Dayını götürdüğün Hocaya bizi de götür' diyorlardı. Öte yandan gitmeye can attıkları hocanın her yönden çarpık olduğunu bilmiyorlar. Geçiştirmeye çalışıyorum, ama o dönemde başımı alamaz oldum...