30 Eylül 2024

Yalak

 
    Kümes hayvanlarının yemlenmesi ve sulanması için şimdiki gibi fenni yemler ve modern suluklar yok. Ayazin taşı denilen bir çeşit kaba taş yontulup oyularak derin bir kap elde ediliyor. Küçük hayvanların deviremeyeceği kadar ağır olan bu su kabı, çok kullanışlı ve gerekli olduğu için her evde bulunacak kadar yaygındır. Avlunun bir köşesinde, eksilse de bitmeyen suyuyla öylece durur.

    Kısaca yalak diye adlandırılan bu taş kaplar şekil ve işlevi itibariyle hamam kurnalarına benzer. Altında veya yanında boşaltım mekanizması sayılacak bir delik bulunmaz. İçinde su bitmemesinin sebebi budur. Sürekli ilaveyle beslendiği ve tek su akışı bu olduğu için, haliyle hep yosunludur. Bu duruma aldırmayan tavuklar, kazlar, culuklar ve onlardan fırsat buldukça yanaşan serçeler kafalarını daldırıp  daldırıp gökyüzüne bakarlar. Bulutları görmeden ağızlarındaki suyu yutamazlar çünkü... Bu yüzden yalak, başı havada hayvancıklarla hep kalabalıktır...

    Kurnaya benzettim, ama duruşuyla, görünüşü ve doğallığıyla ondan daha çok gaka benzetilebilir. İçinde yağmur ve kar suyunun biriktiği doğal kaya oyuğuna gak deniliyor. Bir mevkiye, o civarda çok bulunduğu için Gaklık adı verilmiş. Kuyu, çeşme gibi su kaynağı olmayan o mevkideki gaklar, hayvanların su ihtiyacını ciddi anlamda karşılıyormuş. Taşı oyup yalak yapma işini gakları örnek alarak akıl etmiş de olabilirler. Ayrıca gak ile yalak arasında ses benzerliği, hiç olmazsa iyi bir kafiye var.

    Ses benzerliği arayacak olursak yalak ile yal arasında da bağ kurabiliriz. Özellikle köpek yiyeceği olarak bilinen yal, un veya kepeğin sulandırılmışıdır. Buna yal karma denilir ve yal ekseri yalakta karılır.

    Su kabı olarak kullanılan yalak ile köpeklerin yal yediği yalak farklıdır. Yalağına alışkın olan köpekler, yal zamanını da bilir ve vakti geldiğinde yalağın başındaki yerini alır. 

    Köpeklerin yalla beslenmesi işine kısaca yallama dendiği de olur. Yallama zamanında yalak başındaki köpekleri izlemenizi tavsiye ederim. Dillerini bir kaşık gibi yala daldırıp ağızlarına çekerler; lap! lap! lap!... Ortalığı lapırtı doldurur.

    Yal, yallama ve yalak kelimesiyle anlam irtibatı kurmak mantıklı geliyor. Fakat köpeklerin yal yemesinde ciddi anlamda yalama fiili unutulmamalı. Bu işte asıl organ dil olduğu için yalamak fiili öne çıkıyor. Bilindiği gibi bütün yalama işleri dil ile yapılır...

    İşte burada biraz durmak gerekiyor, çünkü ciddi bir noktadayız... Yalaklanmak, yaltaklanmak, yalakalık vs. bütün bu aşağılık durum işareti kavramları yalamak ve yalak kelimeleriyle irtibatlandırmak o kadar da zor değil. Üstelik işin içine köpek de girdi...

    Kelsalek (Salih Azbay) çocuk mezarı büyüklüğünde küçük bir mezar taşı bulmuş, kenleri çok yüksek değil. Belli ki lahit kapağı gibi bir şey... Bunu kuyunun yanına, aharın dibine koyup köpeklere yal karmak ve kuzuları sulamak maksatlı kullanmış. Değişik bir yalak olarak kayıtlara geçen bu mermer taşın hala kuyunun dibinde olduğunu söylüyorlar...

    En iyisi işin dil kısmını bir kenara koymak... Yalnız yalak kelimesine başka anlam yüklenen yerler olduğunu da belirtelim. Mesela bizim ahar dediğimiz hayvanların yem ve saman yediği uzun taş veya ağaç yemlik ile çeşme ve kuyuların suyunun biriktiği uzun havuzlara da başka yerlerde yalak diyorlar. Bunun bizim yalaklarla ilgisi yok...

    Esvap/esbap taşının yalağından bahsedelim. Yine Ayazin taşından oyularak biçimlendirilmiş esbapdaşları da her evin avlusunda bulunması gereken demirbaşlardandı. Yaz kış üzerinde çamaşır yıkanan bu taşların ucunda bulunurdu yalak. Herhalde suda bekletilip yumuşatılması gereken çamaşırlar buraya yatırılırdı. Yahut sabun çok kıymetli olduğu için, sabunlu su ziyan olmasın diye yalakta biriktirilip tekrar kullanılırdı.  

    Esbapdaşının yalağındaki temel mantık bu... Zaman zaman kirli su boşaltılabilsin diye bir ucuna veya altına delik açılmıştır. Şu haliyle esbapdaşı yalağı modern mutfakların evyesine benzer.

    Bir de fırın yalağı var... Şurası unutulmamalı ki, anlattıklarım evlere ve fırınlara şebeke suyu sağlanmadığı zamanlara aittir. Şu yazdıklarımla bugün fırınlarda gördüklerini bağdaştırmakta zorlanacaklara bu uyarım... Bununla beraber yalaklar daha modern ve temiz haliyle günümüz fırınlarında da var.

    Eski fırınlarda da biri sönge, ikincisi diğer işler için kullanılan su dolu iki yalak olurdu. Sönge yalağı ne kadar temizlersen temizle hep pistir. Görevi taşı temizlemek olan sönge, her fırına girdiğinde, eteğinde bir kürek külle gelir ve onu yalağa boşaltır. O yalak suyunun temiz ve berrak olması mümkün mü? Bir de deliksizdir zaten, zaman zaman suyunu tahliye etme imkanın da yok. Ayrıca unutmayalım, o yıllarda su da bol değil, 'gıdaynan...'

    Aynı dönem şartlarının diğer yalağı nispeten daha temizdir, çünkü içine ikide bir sönge daldırılmaz. Bu yalak hamurlu elleri, kapları yıkama gibi şeyler için kullandığından ve un-hamur-ekmek 'nimet' olarak düşünüldüğünden daha saygıdeğerdir. Kısaca bulaşık kabı olarak kullanılsa, bu yüzden tam temizliği sağlanamasa da çöplük muamelesi görmez, temiz kabul edilir. 

    Tabi temiz fırınyalağı ne kadar temiz olabilir ki... Buna rağmen, iddialı bir şey söyleyeyim: Bir dönem çocukları arasında fırınyalağından su içmeyen yoktur... Fırın sıcak... Laf anlamaz çocuk ne zaman susayacağı belli olmaz, mızılayıp durur... Şimdi kim eve gidip su getirecek... O yalaktan avuçlanıp çocuğa vermek varken... Anasının avucundan içenler şanslı sayılabilir. Zira yemeninin koncundan içenleri de gördük... 

    Fırınyalağının bir benzeri, yani yerine sabitlenmiş bir yalak türü de kahvelerde bulunurdu. Güçcükhalil (Halil İleri) ve Gaveci (Süleyman Yırgal)ın kahvelerden hatırladığımız bu yalakların kullanım amacı da şimdiye kadar ele aldıklarımızdan tamamiyle farklıydı. Meşrubatları soğuk tutmak amacıyla, suyla dolu bu yalaklarda tutarlardı. Sürekli kontrol ederler, eksilen maden suyu, kola, gazoz şişelerini takviye ederlerdi. 

    Yani kahveci yalakları şimdinin buzdolabı görevi görürlerdi. Zaten buzdolabının girmesiyle bu çok işlevsel yalakların kahve hayatı bitmiş oldu. Yok, tam olarak öyle sayılmaz. Buzdolabıyla birlikte bir süre daha kardeş kardeş yaşamışlar. Müşterilerin dediğine göre Kahveci Kadir meşrubat isteyene 'Dolaptan mı, yalaktan mı?' diye sorarmış...

    Evlere şebeke çekilip suya ulaşım kolaylaştıkça ve zaman hızlanıp değişim kaçınılmaz olunca, bütün türleriyle yalaklar hayatımızdan çekildi...



29 Eylül 2024

Aliciklerin Aliye Hanım

     
    Eğret soykütüğüne başlarken mevzunun genişliği gözümü korkutmuştu. Bu yüzden inceleme yaparken işi kolaylaştıracak bazı pratik yollara sapmak elzemdi, çünkü aksi durumda işin içinden çıkmak mümkün olmayabilirdi. Pratik yollardan birisi, bir ailenin kız çocuklarını gelin gittikleri sülale başlığında ele almaktı. 

    Böyle başlamak gerçekten de işimizi hafifletti, ayrıca mantıklıydı da, zaten yeni kurduğu yuvada işlenecek birini baba evinde bir kere daha anlatmak zaman kaybıydı. Böyle yaparak iş yükünü hafifletirken büyük bir açmaza düştüğümüz projenin sonunda anlaşıldı. Eğret dışına gelin olanlara hiç yer verilmemiş oluyordu. Bu durumda olanların uyarısıyla durumu tamir etmeye çalıştık, ama gedik tam olarak kapatılamadı.

    Bu yöntemin sakıncası sadece Anıtkaya dışına gidenlerle sınırlı değildi. Eğret'te kaldığı halde eski ve yeni sülalesinin arasında kalmış, iki tarafta da kendine hakkıyla yer verilmeyen kadınların hikayeleri ihmal edilmişti. Bunu da sonradan anladık. Aliciklerin Aliye Hanım onlardan biridir...  

    Afyonlu olup da hasbelkader Eğret'e yerleşen Karamehmetoğlu Ali'ye Alicik lakabı takılmış. Gademlerden evleniyor, sonra bir kızını tekrar Gademlere vererek tam Eğretli oluyor. Hanımının yeğenine verdiği o kızı ileride Gademali ile Banguş'un nineleri olacaktır.

    Garamehmetoğlu Alicik'in 20. yüzyıl başına ulaşabilen oğlunun adı da Osman'dır. Üç oğlu ve iki kızı olan Osman'ın büyük oğlu İbrahim Naymelerin atası; ortanca Ahmet'in lakabı Deliçakır olup Çakıriban'ın babası; en küçük Mehmet de son Garamehmet olarak bilinen kişidir. Her birinin hikayesi kendi başlıklarında anlatıldı. İki kız Ümmühan ile Aliye mevzuuna ise Canaliler ve İdirizler konusunda değinildi. Yukarıda sözünü ettiğim sebepten sadece değinildi... Madem fırsat geldi, şimdi Aliye konusunu derinleştireceğiz. 

    Aliye 1878 yılında doğmuş, kendisine bu isim verilmesine sebep Alicik dedesi olduğu düşünülüyor. Büyüyünce yine Afyon kökenli İdirizlerden Mehmet Ali oğlu Hasan'a vermişler. İdirizlerin bu kolundaki erkekler bir bir vefat edince, sona kalan anaları çocuklarını toplayıp tekrar Afyon'a döndükleri için şimdi Anıtkaya'da nesli bulunmuyor. Bu yüzden o sülaleyi tanımlaması çok zor. Belki de Aliye Hanım çocukları o ailenin Anıtkaya'daki tek temsilcisi sayılabilir. Sırf bu yüzden de Aliye Hanım hikayesi ayrıca önemli...

    Aliye-Hasan evliliğinden üç kız dünyaya geliyor; Ayşe, Hatice ve Kezban... Kızlar daha küçükken babalarından yetim kalıyorlar. Afyonlu İdirizlerin üç erkek kardeşinden ilk vefat eden Hasan'dır... 

    Üç yetimiyle dul kalan Aliye Hanım Garapaçanın Hüseyin'e varıyor. Eyüpçetin, Körşükrü ve Bali'nin emmisi olan Hüseyin de o sırada dul kalmış. Fakat daha önemli husus, Aliye ile Hüseyin'in akrabalığıdır. Garapaçanın Hüseyin, Alicik dedenin yeğeni oluyor, yani O da bir Garamehmetoğlu... Galiba ayağında biraz aksaklık varmış, bu yüzden Topalüseyin diye lakaplanmış...

    Garapaçalarda Aliye Hanımın bir oğluyla bir kızı daha oldu, adları Şerife ile Mehmet... 1932 Yılına gelindiğinde ikinci kocası Garamehmetoğlu Toplaüseyin de vefat etti. Yok, elli yaşının üstünde olan Aliye Hanım bir daha evlenmedi, kah oğlunun kah kızlarının yanında dul yaşadı. 1960 Yılında vefat ettiğinde 82 yaşındaydı...

    Kendisi öldü, ama hikayesi çocuklarıyla devam etti Aliye Hanımın... Onlara tek tek bakacağız. Evvela İdirizlerin Hasan'dan olma büyük kızı Ayşe... 1897 Yılında doğdu. Söylemezoğlu Mehmet ile everdiler. Söylemezler bugün Özen soyadını kullanan sülale oluyor. Fakat evlendikten kısa bir süre sonra kocası Çanakkale'de şehit oldu. Harpten döndükten sonra karısı vefat eden İdirizlerin Gocaosman'a verdiler. Gocaosman'ın ölen eşi de Ayşe idi ve Söylemezlerdendi. Yani şehit kocasının sülalesindeki büyükler, taze dul Ayşe'yi, kendi kızlarından dul kalan Gocaosman eniştelerine verdiler.

    Aralarındaki yaş farkını önemseyecek durumda değildi Ayşe, başını sokacak bir ev bulduğuna şükretti. Gocaosman'da mı yoksa Söylemezlerdeyken mi tam belli değil, 'Zağarayşa' lakabı takılmış, bundan sonra kendisinden hep böyle söz ediliyor.

    Zağarayşa'nın Gülsüm ve Atike adlarını verdiği iki kızı dünyaya geldi. Gülsüm'ü Çakıriban İbrahim Ata ile everdiler. Damadı ile Zağarayşa'nın hala dayı çocukları olduğu hatırlansın; ayrıca Gasapüseyin, Dolakahmet ve Osman Ata Zağarayşa'nın torunları olduğu unutulmasın... Küçük kızı Atike ise Selimhoca'dan sonra Eselerin Hasan'a vardı. Hasan ile Atike de teyze çocuğu oluyorlar... Zağarayşa 1971 yılında vefat etti...

    Aliye hanımın İdirizlerden ortanca kızı Hatice 1900 yılında doğdu. Bir yanağında küçük bir tutam tüy bulunduğundan mıdır nedir, 'Yanalhatca' derlerdi. Tabi bu lakabın ne zaman takıldığı bilinmiyor. Aslen Emirdağlı Ese ile everdiler. Yusuf, Hasan, Hüseyin, İbrahim, Bayram Eminç ile Gülsüm Öztürk'ün analarıdır. 1986 Yılında vefat etti...

    Küçük kızı Kezban ise 1907 yılında doğdu. Babası öldüğünde tazeymiş. Zamanın şartları gereği iki ablası tam vaktinde gelin edilmiş, ama Kezban ilk kocaya verildiğinde çok küçük olduğunu söylüyorlar. Bundan sonra bir kaç evliliği daha oldu. Garaca (Süleyman Yavuz)dan olan Münevvere adındaki kızı, Demirci Salih Yakışır'a vardı... Ne zaman yakıştırıldığı bilinmeyen 'Gızılgız' lakabıyla anılan Kezban Hanım en son Müdüroğlu Mehmet Ali Eşiyok ile evliydi. Yanalhatca ablası ile aynı yıl, 1986'da vefat etti.

    Aliye hanımın Topalüseyin'den olan iki çocuğuna geldik. Büyüğü Şerife 1910 yılında doğmuş. Patlağın İsmail ile everdiklerinden olsa gerek, hep 'Patlakşerfesi' diye bilinirdi. Hasan, Hüseyin, Ahmet ve Veysel Patlar ile Selime Yırgal, Kerime Kırdar ve Fadik Öncül'ün analarıdır. Patlakşerfesi de 1988 yılında, 78 yaşındayken vefat etti...

    En küçük çocuğu ve tek oğlu Mehmet 1912 yılında doğdu. Avgan lakabıyla bilinirdi; Süleyman, Mehmet, Adem ve Şükran Çetin ile Emsal Arslan'ın babaları oluyor. 1985 Yılında vefat etti.

    Fazla ayrıntıya boğmamak için Aliye Hanımın hikayesini onun torunlarında kestim. İsteyen benim bıraktığım yerden üç dört nesil daha uzatabilir. Yalnız Aliciklerin Aliye Hanım gibi tanıtılması gereken bir de küçük kardeşi Ümmühan Hanım var. Canalilerin ninesi olan Ümmühan Hanımın hikayesi için de başka bir fırsat bekleyeceğiz...



27 Eylül 2024

Galipbey Caddesi

    
    Tekke'den eski asfalta kadar uzanan çift yönlü bu geniş caddenin halk ağzına yerleşip yaygınlaşmış bir adı yok. Bu yüzden resmi adıyla anıp Galip Bey Caddesi diyeceğiz.

    Dış kapı numaralandırma ve sokak adlandırmaları daha Eğret kasaba olmadan başlamış. 1958'de belediye kurulunca iş hızlandırılmış. Bu caddenin adı da 1950'lerin sonunda verildiği düşünülüyor. 

    Binbaşı Galip Bey, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki çarpışmalarda şehit olan, 13. Süvari Alay kumandanıdır. Zaferden hemen sonra Üyük'e anıt diktiren Fahrettin Altay Paşa, bu şehitlerin adlarını taşa kazıtmıştı. Bundan sonra her fırsatta Eğret'e yolunu düşüren Paşa şehitlerin adı ve hatıralarının hep canlı tutulmasını sağladı. Öncesinde pek rastlanmamasına rağmen son dönemde Eğret'teki erkek çocuklarına Fahrettin adı verilmesine birinci sebep Paşa'nın bu ilgisidir.

    Fahrettin Altay Paşa'nın öne çıkardığı isimlerden biri de şehit kumandan Galip Bey idi. Tuhaftır, kişi ismi olarak buna köyde pek itibar edilmemiş. Bildiğim kadarıyla sadece Arapların Galip Tok var, onun doğum tarihi de nispeten yenidir. Ayrıca şehit Binbaşı ile irtibatlı mı onu da bilmiyoruz. Kişi isimleri hususundaki bu ilgisizlik üzücü, lakin köyün (yeni kasabanın) en büyük ve işlek caddesine Galip Bey adının kazınması da sevindiricidir. Sürekli dualarla ruhu şad edilmesi gereken birinin adı böyle bir caddeye çok yakışmış.

    İsmi bu şekilde konulduğu sıralarda cadde bugünkü görünümünden uzaktı elbette. Hatta cadde bile denilir miydi, bilemiyorum; fakat daha kötü günleri de oldu. Bilinen tarihine bir göz atmak gerek...

    İlk yerleşilen mevkide sürekli sel baskınlarından illallah deyince, Eğretlilerin daha yüksekçe şimdiki konuma taşındıkları anlatılır. Yeni yerleşimde sel tehlikesi yoktur, öyle ki kar yağmur suları hiç eğlenmeden anında aşağı akar. Bu hala böyledir... Yalnız sürekli ve şiddetli akıntıdan dolayı, köyü araziye bağlayan yollar bir türlü düzgün durmaz, her yağış sonrası akan seller yüzünden hendekler, sel yolakları oluşur. Baskında kalmaktansa buna razıdır millet...

    Eğret'i araziye bağlayan en mühim yol, merkezdeki tekke/zaviyeden aşağıda Han ve çeşmeye doğru iner. Burası aynı zamanda köyün en işlek yoludur, lakin dediğimiz gibi bayırdan aşağı sallandığı için yoldan çok sel yolağını andırır. Böyle de olsa, ortaya oyulan selyolağına pek dokunmadan yaya, araba ve hayvan ulaşımını kenardan kenardan sağlamışlar. Yüzyıllar boyu orası böyle işlemiş, tıpkı Mezerböğrü'nün eski hali gibi...

    Yolun ortasından derin bir selyolağı geçmesi orayı uzunlamasına kullanmaya engel olmamış, yolu selyolağının kenarına almışlar. Amma karşıya geçişlerde müşkül duruma düştüklerinden bazı noktalara köprüler kurmuşlar. Yaya ve hayvan geçecek kadar küçük bu köprülerin ikisinin yeri biliniyor. Şimdi Daldalların odanın hemen üstündeymiş birisi. Yolak burada derinleştiği için bunun ciddi anlamda bir köprü olduğunu söylüyorlar. İkincisi Tekke'ye yakın bir yerdeymiş, selyolağı burada henüz derinleşmediği için köprü de daha hafifmiş. Başka yerlere de köprü kurulmuş olabilir, bunun bilgisi yok.

    Gocacami'nin yapıldığı 1910 civarı... İnşaatta kullanılacak kereste ve uzun kirişler, döşmeler Kütahya tarafındaki ormanlardan getirilmiş. Kütahya'dan gelen yol, Atmezarı yanından kıvrılıp Han'ın önünden geçiyor. Yani yük, malum bayırdan çıkarılmak zorunda... Şöyle düşünelim, en azından şimdiki Sağlık Ocağından Tekke'ye kadar bu bayır kullanılacak... Yük ağır olduğu için öküz değil de mandalar koşulmuş. O yıllarda her evde manda var, lakin yine de onların en namlılarını seçmişler, Hacapdırmanların ve Böbülerin mandalarla görev başarıyla tamamlanmış...

    Bu inşaattan on yıl kadar sonra Eğret işgal ediliyor. Bu yıllarda (1921 ve 1922) çekilen iki fotoğrafta bayırın hali; sel yolağının derinliği, köprüler, kenardaki yol, etrafındaki yapılaşma vs. çok net gözlemlenebilir.

    Kurtuluştan sonra daha uzun bir süre böyle geçtiği düşünülüyor. 1930 ile 1941 arasındaki dönemde Eğret Nahiye merkezidir, o yıllarda da bu görünümde bir değişiklik yok. Belki etrafında yeni yapılaşmalar başlamıştır, ama yol kolay kolay düzlenecek gibi değil.

    Yapılaşma deyince... Mesela Daldalların oda bu yeni yapılardan biri olabilir, dediklerine göre eskiden daha içerilerdeymiş. Ayrıca Nahiye merkezinin Eğret olduğu bu dönemde Nahiye Müdürlüğü de caddeye dönüşmekte olan bu bayır üzerinde bulunduğu tahmin edilebilir. Muhtarlıkça evi olmayana 'yurtyeri gösterme' olarak adlandırılan arsa temini hususu da bu dönemde başladığı tahmin ediliyor. Böylece henüz adı konulmayan Galip Bey Caddesi şekillenmeye başlamış.

    Belediye kurulduğunda iyiden iyiye caddeydi. Çakırosman (Osman Erdem) zamanındaki sokak aydınlatması projesine buradan başlanmış. Eskiden beri en işlek yol olan Galip Bey Caddesi, artık Anıtkaya kasabasının yönetim merkezi ve çarşısı konumuna terfi etmiştir. Mesela karakol binası caddenin en yukarısında eski belediye kahvesindeyken, en aşağıda asfalt üstüne yapılan yeni belediye kahvesine taşınmış, eski ve yeni yeri olarak Galip Bey Caddesinden ayrılmamıştır. Keza eski ve yeni belediye binaları karşılıklı olarak caddenin iki yakasına inşa edilmiş. Tarım Kredi Kopperatifi, PTT, Tekel binaları hep cadde kenarında bulunmuş...

    Resmi, yarı resmi daireler burada bulununca resmi törenler bayramlar da cadde üzerinde yapılmış, bunun için bir kenara Atatürk anıtı düzenlenmiş, sonradan bu anıt caddenin ortasına alınmıştır. Bayram kutlamalarının merkezinde yer alan okul binaları da caddeden fazla uzaklaşmamış. İlk olarak Gocacami bitişiğindeki medrese binası ilkmektep olarak kullanılmış, 1940'lardaki yeni okul binası ve 1968 yılında yapılan daha yeni okul da hep caddenin yanına inşa edilmişler.

    Bunun resmiyetle alakası yok, ama 1960 ihtilalinden sonra Daldalların odadan 'Senato' diye söz etmeye başlamışlar. Güya bir partinin tarafları orada toplanıp ajans haberlerini dinler, gelişmeleri değerlendirirlermiş... Cadde üzerinde bulunmanın bir yansıması...

    Galip Bey Caddesi hasbelkader kasabanın yönetim merkezi olmuş. Buna bağlı olarak Anıtkaya ve çevre köylerine yönelik çarşı hükmünü almış. Caddenin iki yanına ve yakınlarına her sektörden dükkanlar, imalathaneler, ticarethaneler açılmış. Bunun bir sebebi resmi kurumlar ise, diğer sebebi de Eğret/Anıtkaya hafta pazarıdır. 

    Cumartesi günleri kurulan hafta pazarının tarihi Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar çekilebiliyor. Nahiye merkezi olmadan önce  Eğret'te pazar kuruluyormuş. Belki de nahiye/bucak olmasına bir sebep de bu hafta pazarıydı, o kadarını bilemiyoruz. Pazar eskiden beri şimdiki yerinde kuruluyor. Yalnız cadde oluşmadan önce de sonra da cumartesi pazarı hep Galip Bey Caddesine taşıyor. En azından sebze meyve dışındaki pazar esnafı hep o tarafa meyyal olmuş. Dolayısıyla cumartesi günleri o cadde pazaryeridir. Hiç olmazsa dene pazarı, yani zahirecilerin o tarafta bulunması bile caddeyi pazaryeri hükmüne sokar.

    1970 ve 80'lerde cumartesi günleri çift yönlü Galip Bey Caddesinin tamamı araçlarla dolu olurdu. Bu araçlar, iki 'bazararabası' dediğimiz mavi şeritli ve burunlu otobüs, Afyon-Anıtkaya arası çalışan dolmuşlar, çevre köylerden gelen traktör ve at/öküz arabalarından oluşurdu. Öğle sonuna kadar devam eden bu trafik, pazar dağılmasıyla yerini alıştığımız dinginliğe bırakırdı.

    Sakin canlılık bir sonraki haftaya kadar devam ederdi. Canlılık diyorum, çünkü caddenin iki yanındaki dükkanlar bir hafta boyunca kapalı kalıp yalnız cumartesi günleri açılıyor değildi. Her zaman açık bulunur, yine kasaba halkı ve etraf köylerden gelenlere hizmete devam ederlerdi. Bu yüzden Galip Bey Caddesi bir çarşıdır diyoruz. Hala da öyle Anıtkaya'nın çarşısıdır...

    O cadde eski selyolağı görünümünden ne zaman kurtuldu, çukurlar ne zaman dolduruldu, parke taş ne zaman döşendi bilemiyorum. Delimısdık (Mustafa Erdem) zamanında ortaya dizi halinde çam ağaçları dikilmiş. Bizim aklımız erdiği yıllarda bu ağaçlar oldukça büyümüşlerdi. Bazı yerlere geçiş noktası bırakılarak, Karakoldan Tekkeye kadar muhafaza altına alınan bu ağaçlar caddeyi bulvar gibi gösterirdi. Ağaçlar o kadar büyümüştü ki, gelen geçen sap arabalarından takılıp düşenlerle kazlar akşama kadar karnını doyururdu. Bazılarının cılız kalmasından kökünün kayaya denk geldiğini tahmin ettiğimiz bu çam dizisi, bakanlara çok güzel bir görünüm arzederdi. 

    Ne zaman oldu, nasıl olduysa; o canım çamlar kürünmüş... Şimdi Galip Bey Caddesi bir asır öncesi kadar yamru yumru olmasa da, o kadar çıplak... Allah'tan yeni asfalta açılmış bağlantı yolu var. Her ne kadar kullanımında ve trafik akışında problem olsa da Galip Bey Caddesi'nin uzantısı hükmündeki bu yol, yeşillikler arasında ve ortası da ağaçlandırılmış.

    Binbaşı Galip Bey ve diğer şehit ve gazilerimize rahmet okumaya vesile oluyor... Bu bile Galip Bey Caddesi'ni sevmek için yeterli bir sebep bence...



26 Eylül 2024

Koçkatımı

    
    Eğret takvimini yani Eğret köyünün bir yıllık iş takvimini tariflerken bunun genel halk takviminin bir parçası olduğunu ve oluşup yerleşmesinde ziraat ve koyunculuğun belirleyici olduklarını söylemiştik. Ziraat/ileşberlik açısından takvim tanıtımı bitti sayılır. Herhangi bir yılı koyunculuk bakış açısıyla ve günlük biçiminde tekrar ele alacağız. İleşberlikte yılı Hıdrellez ile başlatmıştık, koyunculuğun yılbaşı olarak da koçkatımını esas almak münasiptir diyorlar.

    Kuzulama mevsiminden sonra, sürü içindeki kuzulara zarar vermesinler diye koçlar ayrılırmış. Anadolu'nun başka yerlerindeki bu uygulamaya Anıtkaya'da pek riayet edilmemiş. Bizde eskiden beri koyun koç karışık. Ta ki Eylül ayına kadar...

    Evvela koyunculukta koçun önemi üzerinde durmak lazım. Sürünün üremesi, çoğalması için erkek koyunun gerekliliği malum. Üremede koyun cinsi ve neslinin sağlıklı bir biçimde sürdürülmesi için de özel koç bulundurmak gerekiyor. Yoksa görünüm ve verimlilik açısından sürü cinsi istenmeyen noktalara varabilir. Bu yüzden koçları da kendi süründen üretiyor ve yetiştiriyorsun, böylece sürünün cinsi bozulmamış oluyor.

    Normal bir sürünün en az 300 baştan oluştuğunu söylüyor eskiler. Beş yüzü aştığında ikiye bölerler, yahut fazlalığı elden çıkarırlarmış. 1970'lerde bile yüze yakın sürü olduğunu söylüyorlar Anıtkaya'da... Ortalama yirmi otuz koyun için bir koç düşünüldüğünde, sürü başına 10-15 koç gerekir...

    Bu kadar koç Eylül başında sürüden ayrılıyorlar. Yaklaşık iki ikibuçuk ay kadar bu vaziyette kalacaklar. Genel olarak ayrım yapılmazken bu dönemde birden koçların ayrılmasının sebebi kızışmalarını sağlamaktır. Katımdan sonra kontrollü döllenme ve planlı kuzulama ile sürü sağlıklı bir şekilde çoğalacak.

    Bir evin 20-30 gibi az sayıda koçu oluyor. Ne kadar az olursa olsun netice de onlar da kendi çapında bir sürü, ayrıca başında bir çoban ister. Koyun çobanı zaten malum. Yayılacak duruma geldiğinde kuzu ayrıldı, onlara da bir kuzu çobanı lazım. Şimdi koçlar için genellikle evin en küçük oğlu çoban olarak görevlendiriliyor. Taş yiyecek değil ya bu hayvan, kıra yaylıma çıkarılması gerek. İkindiden sonra koyun sürülerinin bulunmadığı köye yakın mevkiye çıkarılıp yatsıya kadar filan dolaştırılıyorlar.

    Eylül ayında artık kırda ekin kalmamış, her taraf anıza dönmüştür. Bu arada nadas tarafındaki günaşık, nohut, mısır gibi mahsül kaldırılmış ayrıca bahçeler de bozulmuştur. Koç güdenler için buralar çok uygun. 

    Koyun sürülerinden uzak tutmak ise koçu sürüden ayırmanın temel mantığının gereğidir. Aksi halde istenmeyen sonuca çıkılır. Koyun gördüğünde azgın koçu zabtetmek güçtür. Hovardalığa gidip zamansız dölleme gerçekleşirse kuzulama erken olur, ondan sonra her şey karman çorman... Bu kuzulara kış kuzusu denilirmiş, çünkü Ocak'ta filan doğuyorlar.

    Çocukların önüne katılsa da koç gütmek meşakkatli iş, bunu anlatmaya çalışıyorum. Buna dair 1960'lı yıllarda Berberahmet (Ahmet Kabadayı)nın anılarından aldığım koç çobanlığı hikayesine bakalım: 

    "Harman kalktı, koçları ayırdılar. Buyol da koç çobanı olmamı istiyorlar. Tabi abim pulluk falan tutabildiği için onu tarlaya götürüyorlar. Koçlar bize kaldı… Önüme kattım, Buñara doğru vardım. Arkadan Garapaçaların Mehmet Çetin geliyor, O da Hacıların Kelsaleğin koçları güdüyor. İki çocuk karıştırdık, önümüzde oldu elli atmış koç, teke; Çorbeciguyusunun yanına vardık. Gobakların İzzet Kupan geldi, lafa daldık, onunkiler de karıştı. Bağlarınaltındaki kuyuya vardık. Arkamızdan Çerçilerin Hilmi geldi, derken Çolağın Salim geldi… Kuyunun başına toplandık, oyuna daldık."

     "Tabi sürümüz çoğaldı, neredeyse ikiyüzelliyi geçti. Böbülerin, Kelsaleğin, Gobakların Halibramın, Çerçilerin, Çolakların… Bir de bunun üstüne Yeşilömerlerin Ali Osman geldi, olduk altı kişi… Hepimiz çocuk yaştayız..."

    "Kendimizi oyuna kaptırdık. O kadar tatlı ki oyun, hayvanları unuttuk. Belki üç dört saat aklımıza bile gelmedi. E bu hayvanlar bir sürüye ait değil ki karıştıkları gibi parçalanmışlar. Kimisi Körguyuya doğru, kimisi Çolağınçeşmeye doğru, bir grup da Tekgeyerine doğru… Her biri bi yana dağılmış. Yalnız hiç biri hayvanlarını doğru dürüst tanımıyor."
    ...
    "Bu ara tabi gün indi, arkadaşlar hayvanları topladılar. Ama kim kimin hayvanı olduğu bilmiyorlar. Ben önce bizimkileri ayırdım, sonra Kelsaleğinkileri de ayırdım. Güç bela Yeşilömerlerinkini de ayırdım. Salim ‘Ben bizimkileri bilirim’ dedi. ‘Öyleyse gerisini İzzet’le Hilmi kendileri ayırırlar’ deyip yola düştük."

      "Zaman nasıl geçmiş bilemedik, Yatsı camicileri falan dağılmış. Tabi evdekiler merakta…"

    Kasım ortalarına kadar koçlar böyle güdülüp kırda dolaştırılıyorlar. Kış başlangıcı kabul edilen 8 Kasımı (eski takvimde 1 Gasım) takip eden günlerde ayrılık sonra erer. Yeterince kızışan koçların sürüye katılması vakti gelmiştir. Koç katımı denilen bu olayı, çok eski zamanlardan beri tecrübe ederek bu döneme denk getirmenin uygunluğu belirlenmiştir. 

    Toplum hafızasına iyice yerleşen bu olay, her yıl aynı zamanda bir tören havasında yapılır olmuş. Kendine göre olmazsa olmaz bazı ayrıntılar adeta törenin vazgeçilmezi haline gelmiş. Bilenlerin dediğine göre koçkatımı, güvey kuymayı andırırmış. Güveyi girecek damat gibi süslerlermiş onları.

    Bazılarının boynunda, kıvrım kıvrım boynuzunda, alnında gördüğüm mavi boncukları sırf nazar için sanırdım. Meğer koçlar boncuklarla asıl bu katım günü için süslenirlermiş. Bir de rengarenk boyalar. Pembe, yeşil ağırlıklı bu boyaların başka rengi de bulunur, ama ille de bu renkler tercih edilirdi. 

    Boya meselesi ayrı bir paragrafı hak eder. Toz halindeki bu boyalar Kelsüleyman (Süleyman Eren)in dükkan ile özdeşleşmiş. Hafız (Mehmet Öztürk)te de hatırlar gibiyim, yine de akla hemen Kelsüleyman geliyor. Sulandırılarak koçun her yanına sürülen pembe ve yeşilin tonlarından dolayı, koçlar güveyiden çok gelini andırırdı; hem de rüküş gelin... Onları boyayan çobanların hali de bir başka tabi... Eldiven filan bilinmezdi o yıllarda, çobanların ellerine giren boya haftalarca çıkmazdı... Bazıları koç boyamayı, damata kına yakmaya benzetiyor ki haklıdır...

    Güveyi yatsıdan sonra camiden dualar ve tekbirlerle getirilir ve yine dualarla gerdeğe sokulur. Bu törende evliliğin ve nesillerin hayırlı olmasına yönelik beklentiler öne çıkar. Koç katımında edilen dualar da sürünün hayırlı ve bereketli üremesine yöneliktir. Burada güveyi benzetmesinin ne kadar isabetli olduğu anlaşılabilir.

    Koyunun gebeliği 5 ay sürdüğü düşünülürse, Gasım başındaki goçgatımı sonucu kuzulama Mart-Nisan aylarına denk gelir. Kar kalkması, baharın gelişi, yaylıma çıkış, hayvanın kış yiygisi vb. daha bir sürü etkenin koçkatımı vaktini belirlemede göz önüne alındığı anlaşılıyor. Eskilerin her hareketinde ince anlamlar yüklü...

    Gelelim koç kaçıntısına... Sürüde soyun devam ettirilmesi ve koyun cinsinin bozulmaması için koç seçiminin ne kadar önemli olduğu herkesin malumu... Bunun için koçlar sürüden yetiştiriliyor, iyi bakılıyor. Onların başka sürüye kaçmamasına dikkat edildiği gibi, yabancı koçların da sürüye girmemesine özen gösterilir. Aksi takdirde soy bozulmuş olur. Bütün dikkate rağmen gözden kaçan yabancı koçlar sürüye girebilir. Bunun sonucunda doğan kuzulara 'goçgaçıntısı' denir ve uygun bir vakitte sürüden ayıklanırlar...

    Şu anlattıklarımız kırk elli yıl öncesinin Anıtkaya'sı için geçerlidir. Günümüzde sayısal olarak gerçek anlamda bir sürüden bahsetmek mümkün değil. Küçük koyun sürüleriyle hala koyunculuk yapanlar var, ama onları sürüden ayırmaya da koçkatımına da gerek görülmüyor. Zaten kuzulamanın da belli bir mevsimi bulunmuyor...

    


22 Eylül 2024

Saman Alevi

     
    Güncel Türkçe sözlüklere göre 'saman alevi gibi' benzetmesi kalıcı olmayan gelip geçici, birden şiddetlenip etkisi kısa süren durumları mecazi olarak anlatmada kullanılıyor. 

    Bir münasebetle köy fırınlarında yakılan fışgılar aklıma düşmüştü. Yakmanın zahmeti, avuç avuç ve ara vermeden fışgı atmak, attığın yere topak topak düşmemesine, fırının her bir köşesine dengeli serpilmesine dikkat etmek, sol elinle önüne çektiğin fışgıları sağ elinle hapazlarken işi otomatiğe bağlamak, bu arada terini silmeye vakit bulamamak gibi  daha nice hafızama kazınan çocukluk döneminin karmakarışık kareleri gözümün önünden geçti.

    Aslında ısı değeri sıfıra yakın saman kırıntılarıyla ekmek pişirilmesi de çok ilginçti. Bu ilginç durumu deneme türünde yazmak gerektiğine kendi kendimi ikna ettim, hatta yazının başlığını bile kafamda atmıştım. Sabah olunca ilk iş olarak... Sabah da oldu, öğle de geçti; ama yazmaya elim varmadı. Bir sayfa açıp kendimi  zorladım. Yukarıda verdiğim saman alevinin sözlük anlamıyla da o zaman karşılaştım. Durumum deyimin anlamıyla ne kadar da uyuşuyordu. Yazma isteği gece gece gelmiş, ama saman alevi gibi parlayıp geçmişti... (Böylece girişi yaptık, artık gerisi gelir.)

    Ninem rahmetli fırın yakardı, bu yüzden çocukluğumun büyük bir bölümü fırında geçti. Külünü almak, yakmak, odu ayarlamak, söngelemek; hamuru yazmak, uğralamak, maya gomek, bırağmak, guymek; külü debertmek, tunlamak, ekmeğin yerini değişdirmek vs. her birini iyi gözlemledim. Yapamam, ama bilirim...

    Fırın yakmada yakıt olarak kullanılan malzemenin cümlesine fışgı denir, hadi özel olarak fırın fışgısı diyelim. Fırın fışgısının temeli de samandır. Hayvanların kışlık yiygisine dokunmayalım diye sonbaharda özel olarak fırın fışgısı ayarlanırdı. Harmanyerlerinin kıyıda köşede, diken aralarında kalmış kısımlarında bol saman birikir. Sahipleri uzaklaşan bu birikintilerin peşine düşmeye vakit bulamadıklarından aslında onlar sahipsizdir. Bir bakıma saman başşağı... Zamanla içine toz toprak dolar, bu yüzden mal maşat yemez onları. İşte bunlardan iyi fırın fışgısı olur...

    Ekmek etmede, günün ilk posta ekmeğini çıkarmaya ilk ağız deniliyor. Sonra ikinci ağız, üçüncü ağız... Mahallede millet birbirini kollar, önceden saha araştırması yapılmıştır, o gün kimlerin ekmek edeceği az çok bellidir. Buna göre un eleme, hamur yoğurma gibi işlemlerin zamanı ve hızı belirlenir ki, hamur kıvama geldiğinde ilk ağız yakmak zorunda kalınmasın. Neden? Çünkü ilk ağıza çok fışgı gider, soğuk fırını kızdırmak kolay mı... Ayrıca ilk ağızda fışgının altını cıv, günaşık kökü, çöğür, kuru ters gibi daha kaba malzemeler yakarak doldurmak gerekebilir; fakat onlarla ekmek pişmez, ille de fışgı lazım...

    Bir iki santimlik arpa buğday sapının enlemesine bir kaç parçaya bölündüğünü düşünelim. Saman tanesi işte kaleme dahi gelmeyecek çöptür. Yansa ne olur, yanmasa ne olur. Onun biraz daha kalınına kes dendiğini ve eskiden ocaklarda kes yaktıklarını, buna rağmen etrafına hiç ısı vermeden tütüp geçtiğini anlatmıştım. Kes bu iken saman çöpünün yanmasından ne umulabilir ki. Yanar, yanar da... alevlenmesiyle sönmesi bir olur, o kıvılcımın da kendine hayrı olmaz... İşte bu yüzden işe yaramaz, gelip geçici halleri saman alevi benzetmesiyle anlatmışlar.

    Bizim fırın fışgısının durumu tam da bu değildir ama... Tamam özü küçük, tozlu, kirli samandır; ısı değeri yoktur, lakin onu yakmadan da hala tadı damağımızda eski lezzetli ekmekleri pişiremezdin. Bu nasıl oluyor peki, demek ki yakma yönteminin bir püf noktası var... Mutlaka öyledir, zira gariban işi, zelil bir sosyal sınıf gibi görülse de herkes fırın yakamıyor. İlle de ilmini bilen bir fırıncı kadın bu işi yapmalı...

    İlk ateşleme sağlanıp fırın tutturulduktan sonra, öyle bir ritim yakalanmalı ki hem ateş sönmesin, hem de atılan saman kırıntılarından yanmamış parça kalmasın. Bu arada alevler fırının her yanını eşit miktarda yalasın, bununla beraber bir yumak halinde kıvrılıp tun deliğinden yukarı uzansın. Bütün bu ayar ancak fırıncının sağ el ritmine bağlıdır. Makul bekleme aralıklarının dışında uzun süreli ateş besleme bozukluğu, sönme tehlikesini doğurur. Avuçtan çıkarırken fışgıyı serpiştirmeyip löp löp atarsan saman çöpleri yanmayıp diri kalır, sadece tüter. Bu da sağlıksız küle yol açar...

    Sağlıksız kül, kızgın ama, içinde yanmamış ögeler barındıran küldür. Diri kaldığı için oksijenle temasında yeni ve istenmeyen yanmalara yol açar, bu da patlama çatlama demektir. Hamur girdikten sonra bu istenmeyen yanmalar sebebiyle tun deliğinden kül püskürür, içerdekiler kirlenir. 

    Meraklılarının anlayacağı başka bir örnekle anlatayım. Beze sarıp yumurtayı, gazeteye sarıp sucuğu küle gömeriz ya... On dakika sonra çıkardığımızda içindeki pişmiştir, ama ne bezin ne de gazetenin yanmadığını, sapasağlam kalarak sucuğu külden koruduğunu görürsün. Bunun sebebi fışgının tam yanarak küle dönüşmesi, içinde yanmamış köz bulunmamasıdır. Öyle olsa, mesela bir odun parçası külün içine gizlense, bir şekilde gazetenin hava alarak yanmasına sebep olacak ve sucuğu batıracaktı...

    Konudan fazla uzaklaşmayalım, fışgı içinde bulunan saman tanelerinin tam ve eşit yanmasının önemi anlaşıldı sanırım. Lakin bir mesele var... Tek tek düşünüldüğünde saman tanelerinin ısı değeri olmadığını söylemiştik. Hatta kes de öyleydi, tüter durur kimseye faydası olmazdı. Şimdi nasıl oldu da bu çelimsiz, verimsiz şeylerden elde edilen ısı ekmeği pişirdi? Diğer bütün yakacakların önüne geçerek, bu işin olmazsa olmazı haline geldi? Bunun sırrı nedir?

    Bence fırınfışgısının ekmek pişirmede en uygun yakacak bellenmesine sebep, yakarken uygulanan tekniktir. Bu da kısaca devamlılık, süreklilik diye adlandırılabilir. Hiç bir değeri olmayan samanlarla sürekli beslediğin ateş... Dörtgulplu dolusu ekmeği sana pişirecek olan sadece budur...

    Galiba fırınlarda fırınfışgısı yakmayı bıraktılar, ya da onun ağırlığı kalmadı; ne bulurlarsa onu yakıyorlar. Acaba ekmeklerde bulamadığımız o eski lezzetin bir sebebi de fışgı mıydı?

    Saman alevi deyip geçme... Süreklilik sağlarsan tekneyi doldurursun. Konuyla alakası var veya yok, "Allah'ın en sevdiği amel, az ama devamlı olandır." manasında bir hadis aklıma geldi...



19 Eylül 2024

Böbüler

 




    Böbüler 

    Yıl:

    Soldan sağa, arka sıra:

    Fotoğraf, Ahmet Kabadayı




Körhocalar

 





    Körhoca (İbrahim Varlı) ailesi

    Yıl: Tahminen 1966

    Soldan sağa ayaktakiler: Ayşe Okutan, Fatma Öztürk, kucağında Cengiz Öztürk (Fişek), Azam Varlı, Kerime Varlı, Selime Varlı, kucağında Nazik Azbay. Oturanlar, İbrahim Varlı (Körhoca), önünde İsmail Öztürk, Fatma Çatak, Fadime Varlı, kucağında Rüştiye Yırgal, önde oturan Havva Oran.

    Fotoğraf Seydi Yavuz






Çakırlar

 




    Çakırmehmet ailesi

    Tarih: Tahminen 1952-53

    Soldan sağa: Fadime Kaçmaz, önündeki Çakırosman kızı Satı Onay, Mustafa Erdem (Delimısdık), Kezban Kayır, önündeki Muharrem Erdem, oturan Fatma Erdem, yanındaki başı sargılı Abdullah Erdem (Hacıapo).

    Fotoğraf Ömer Kayır





18 Eylül 2024

Alicikler/Naymeler

 

    19. Yüzyıl başlarında Afyonlu Karamehmetoğlu kardeşler şehri terketmek zorunda kalmış. Aslında hedeflerinde olmamasına rağmen durup Eğret'e yerleşmişler. Kardeşlerden Ali adında büyük olan Gademlere damat olmuş ve onların yurda yerleşmiş. Eğretliler sevip benimsedikleri Karamehmetoğlu Ali'ye "Alicik" lakabını vermişler. Sonradan sülale adına dönüşen Aliciklerin Osman kolundan gelenler bugün ATA soyadını kullanan Çakıriban çocuklarıdır. İbrahim kolundan gelen tek oğul Ramazan ise Döğerli Mücellit Ahmet Efendinin kızı Naime Hanım ile evlendikten sonra ailesi Naymeler olarak bilinmektedir. Ayrıca soyadı kanunundan sonra KIRBAÇ soyadını almıştır.


    Tarih: 1948

    Yer:

    Soldan sağa ayaktakiler: Nazik ve eşi İbrahim Kırbaç, kucağında oğlu Ahmet Kırbaç, ?, ?; Oturanlar: Hasan eşi Şerife Kırbaç, Naime Kırbaç, Ramazan Kırbaç ve önünde torunu İsmail Kırbaç, Esma Tür, Fadime Kırbaç (?), önde oturan Hasan Kırbaç...

    Fotoğraf kaynak, Mustafa Kırbaç



        Yıl 1965, iki emmioğlu Mustafa ve Süleyman Kırbaç.

        Kaynak Mustafa Kırbaç



Aileler Albümü

 
    Burada sadece aile/sülale fotoğrafları toplanacak.

        - Alicikler/Naymeler (Kaynak Mustafa Kırbaç 2)

        - Çakırmehmet ailesi (Kaynak Ömer Kayır)

        - Körhoca ailesi (Kaynak İbrahim Varlı)

        - Böbüler (Kaynak Ahmet Kabadayı)

            - Müezzinin Ömer Kabadayı ve Torunları (Ahmet Kabadayı)

        - Çorcalıoğlu/Dönelerin Ali ailesi (Kaynak Muzaffer Çalışır)

        - Sakaların Sebahattin Atay ve çocukları (Kaynak, Ömür Atay)

        - Keçiler Cezaevi Ziyareti (Kaynak İsmail seçen) 

            - Keçilerin Ali Seçen Hastanede (İsmail Seçen)

        - Dayı Yeğen, Ahmet Tüplek İdris Temel (Kaynak Mehmet Soylu)

        - Alosman Çavuş ve Oğlu İbrahim Haykır (Kaynak Arif Varlı)

        - Turabiler (Kaynak Ahmet Külte)

            - Süleyman, Salih, Mehmet Külte Kardeşler

        - İbişlerin Ömer ve Yakup Tür (Kaynak Yakup Tür)

        - Alibeyin Tahir ve Hanımı (Yalçın Kızılyer)

        - Bulduk Mehmet ve oğlu Halil Saçak (Emre Omak)

         - Yonuzların Yunus ve İsmail Yonat (Yunus Yonat)

        - Gelin görümce Raziye Aytar, Ayşe Tırık (Hasan Alperen)

        - Doğveli ve eşi (Ramazan Kirkit)

        - Gasapların Körömer ve hanımı (Ahmet Eser)

        - Baba oğul Kilciler (Abdullah Sağlam)

        - Ahmetçavuş ve Gadıngızın Oğlanlar (Ahmet Şık)

        - Müdüroğlu ve Gızılgız (Osman Yakışır)

        - Tekeliler (Gülşen Taşkın)








15 Eylül 2024

Çorbeciguyusu


    Susayoldan giderken Buñar'ın beş yüz metre kadar kıblesinde, yolun sağında sekaratta bir sereñli kuyu görürsün. Çorbeci guyusu denilen bu kuyunun çevresini teşkil eden mevki de aynı isimle bilinir. Veyislerin Haceller/Dedeler koluna mensup 'Çorbeci' lakaplı birinin hayratıymış. Kuyunun tarihi hakkındaki soruların cevabı, bu kişinin kimliğine bağlı. 

    Veyisoğlu Hüseyin'in çocuklarından günümüze ulaşabilen iki oğlan bir kız var, diğerleri hakkında bilgi yok. Rabia adlı kızı Gedikoğlu Halil'e vararak Hassönlerin ninesi oluyor. Küçük oğlu Hüseyin Dal/Daldal diye lakaplanıyor, geniş Daldallar sülalesinin atasıdır. Büyük oğlu Ali'den ise Haceller/Dedeler sülalesine geliniyor. Biz kuyunun izini işte bu Veyisoğlu Ali'den sürmeliyiz.

    Uzun boylu ve sarı sakallı bir olarak tanıtılan Veyisoğlu Ali 1805 yılında doğmuş, 1880 gibi vefat ettiği anlaşılıyor. 20. Yüzyıla uzanan Haceli (Hacı Ali) ve Aliguru (Ali Dadak)ın isimleri bu Veyisoğlu dedelerine dayanır, fakat onun 'çorbeci' diye lakaplandığına dair elde bir bilgi yok. Kısaca aradığımız Çorbeci, O olabilir de olmayabilir de... O ise, kuyu 1880 öncesine tarihlenmelidir...

    Çorbeci, Veyisoğlu Ali değilse oğullarına bakacağız. En küçük oğlunun adı Veyis, 'Deliveyis' diye biliniyor. Dedelerin atası olan Deliveyis'in başka bir lakabı da bilinmiyor. Sonrası ise malum; büyük oğlu Süleyman Hamdihoca ile Çapar'ın babası, küçük oğlu da Aliguru. Yani Dedeler tarafında Çorbeci yok... Ortanca oğlu Mustafa, Cuma Camisi'nin Delimam'dan önceki hatibiydi, Molla Mustafa derlerdi. Vefatından sonra doğan oğluna da aynı ismi verdiler. Küçük Mustafa da Çanakkale şehidi. Çorbeci bu dalda da bulunmuyor... Gelelim en büyük oğlu Ahmet'e... 1850 Yılından önce doğmuş, hakkında pek bilgi bulunmuyor, çünkü yirminci yüzyılı göremeden vefat ediyor. Çorbeci bu olabilir mi? Evet, olabilir. 1878'de doğan tek oğluna babasının adını vermiş, sonradan Hacıali diye bilinecek oğlunun da başka lakabı bilinmiyor... Çorbeci ister Veyisoğlu Ali olsun, ister onun oğlu Ahmet olsun; her iki ihtimalde de kuyu 19. yüzyıla tarihlenir... Evlatları onlar adına daha sonra kazdırmışsa orasını bilemeyiz...

    Tahmini kazdırılma zamanından sonra, Çorbeciguyusu'nun bilinen geçmişine göz atabiliriz. Bilinen derken, benim bildiğim dönemden söz ediyorum. Bu da aşağı yukarı yetmişli yılların başları eder...

    Kuyuyu bulmak için susayolunu takip etmek lazım. Köyün içinden geçen Afyon-Kütahya karayolu böyle adlandırılırdı, şimdi eski asfalt diyorlar. Şaval'ın fidanlıktan Bodoğlu'nun kavaklığa kadar yolun sol yanı boylu boyunca ağaçlıktı. Nasıl olmasın ki, ta Çayırözü'nden eğlene eğlene gelen bir su birikintisi bitkin bir halde Şaval'ın bahçeye varıp orada tükenirdi. Elbette geçtiği yerleri yeşerterek... 

    O zamanlar can sıkıntısından mıdır nedir, yeraltı suları pek mekanında durmayıp, sürekli yukarı çıkmanın yollarını arıyor. Yeryüzüne ulaşınca da toprağın yüzünde güller açıyor. Bu yüzden şimdi kıraç gördüğünüz yerlerin her biri yarım asır önce bereketli bahçeydi. Sırasıyla göbekte Yarımağaların, Olcaklısmeyilin (Genelde Potuk dururdu), Çöpçünün bahçeler diziliydi. Bunların tam karşısında da bizim bahçe bulunuyordu. Ağaçlar, sebzeler, meyveler her şey ekilirdi. O kadar iş vardı ki sahipleri adeta oraya yerleşmişlerdi, her bir bahçenin içinde bir ev bulunuyordu. Bizimki hariç, bizim bahçenin kayalara yakın kısmında yaz kış hiç bozulmayan bir cerge kuruluydu.

    Sözünü ettiğim yeraltı/yerüstü su kavramlarının nasıl birbirine karıştığına bizim bahçeyi örnek verebilirim. Saydığım diğer bahçelerle arada bulunan yol, sürekli sular altında bulunurdu. Bu suyun kaynağı Hacıarifinguyu taraflarıydı, çocuk aklıyla daha ötesini bilemiyorum; o taraftan akar gelirdi. Gerçekten küçük bir dere gibi akardı ve Bodoğlu taraflarına uzardı. Bizim bahçeden fazla uzaklaşmayalım, tam üç tane kuyu vardı. En küçüğü aşağıda yolun kıyısındaydı, ağzına kadar sürekli dolu bulunur, kovayı daldırıp su alırlardı. Ortanca kuyu biraz yukarıdadır, su seviyesi yarılarda bulunur; en büyük ve geniş olanı ise daha yukarıda, bahçenin ortasındaydı. Kuyunun dibinde bir metre seviyesinde su bulunurdu. Yaz ortasına doğru biraz çekilse de bu üç kuyu kesinlikle tamamen kurumazdı. 

    Yan tarafımızda Bilallerin tarlası vardı, onlar bahçe yapmazdı. Bununla beraber ikisinin arasına her yıl ark açılır ve o ark şiddetli yaz aylarına kadar suyunu tutardı. Hasan Kaynar ile senindi benimdi diye kavgaya tutuşup elimizdeki tırakayı o arka düşürmüştük de akşama kadar höykürmüştük. Elimize bir şey geçmedi tabi. Paslanıp biçimsizleşmiş tırakayı bulduğumda kim bilir Temmuz mu, Ağustos muydu... O vakte kadar arka girilmezdi...

    Susanın sol tarafı böyleyken, sağ taraf da farklı sayılmazdı. Aynı su birikintileri, bizden biraz daha büyüklerin şapka/fes ördükleri ince saz öbekleri, yeşil zeminin sarı benekli pambırpap çiçekleri, tarifsiz renge sahip acıgünek çiçekleri, güzel görünümlü ama çok sert tabiatlı bilmemne dikenleri... Bütün bu dar çayırlık meydanında oynaşan kuzu, kaz, beygir falan filan... Sulak olduğunda yer, her yanına neşe saçıyor. Bu gür otlu çimenliğin ucundaki Köselerin bahçeyi saymazsak manzara eksik kalır. Orada da yeni atılmış fidanlar, ortasında bir güzel ev ve içinde dolaşanlar bulunurdu. Kuyu yoktu, ama uzaktan yeni bir tulumbanın sesi işitilirdi... 

    Çorbeciguyusu Köselerin bahçenin köşesi hizasındaydı. Bol sulu bir mekanın ortasında o bereketli ve mutlu coğrafyanın göstergesi olsun diye Çorbeci tarafından kazılmış gibi dururdu. O vakitler bizim küçük zihnimiz çorba ile kuyu arasında bağlantı kurmakta zorlanır, bazen yükselen kovada çorba çıkmasını beklerdik.

    Su seviyesinin gösterge ibresi gibi dururdu bu kuyu. Nasıl yani..? Bazıları bileziğinden su aktığını söylüyor, ben o kadarına şahit olmadım; ama su o kadar yakındaydı ki, büyükler bardağı daldırıp doldurabilirlerdi. Bir karışlık halkalardan oluşan kaba zincir ucuna bağlı lastik kovayı ise sadece aharı doldurmak için sallarlardı. Tam o anda sereñin arkasında taş bağlı ucuna kollarımızla tutunur, en fazla bir metre kadar yukarı kalkıp neşelenirdik. Bedava tahteravalli gibi bir şey...

    O kuyuda dikkatimi çeken bir şey de su içinde kıpırdayıp duran çıplak böceklerdi. Yânış adı verilen bu böcekler zararsızdı, ama bizim her şeyden ürkme zamanımıza denk geldiği için ister istemez içerken dikkat eder, sair zamanlarda ısırır diye elimizi suya sokmak istemezdik. Biraz büyüyünce tatlı su karidesi dendiğini yıllar sonra öğrenecektik...

    Çobanlar, hayvanlar, bahçe sahipleriyle canlı bir mekan olan Çorbeciguyusu'nun dönem sakinlerinden biri de cingenlerdi. Herhangi biri değil, mutlaka bizim cingenlerden biri veya bir kaçı arabalarını çekip çadır kurarlardı. Demek ki Buñar dolu olduğu zamanlar, orada yer kalmadığında bu Çorbeciguyusu çimenliğini tercih ediyorlardı. Tanıdık olduğuna şuradan hükmederdik, babam ve oralarda bulunan diğerleri söğüt dalı dilen, sepet ören, tef geren biriyle ateş başında oturup çay içerlerdi. Yaz boyunca orada cingen çadırı eksik olmazdı...

    Tabi bir de harmanlar... Nispeten köyden uzakta olsa da sair harmanyerleri gibi kalabalık olmazdı, ama seyrek de olsa sap döken olurdu. Şimdi aklıma geldi, acaba kuyu yakınlarına harman dökenler Haceller miydi? 

    E bu kadar hareketlilğin ortasından susayolu geçtiği anlaşılmıştır artık. Gerçi yarım asır önce yol trafiği şimdiki gibi değil, gayet rahattı. Hayvanlar, insanlar, at ve öküz arabaları için pek problem yoktu. İlgimizi çeken evli (karavan) arabalardı. Turist demek, arkasındaki tekerlekli evi çeken cip demekti. Bu çeşit araçların hepsine cip derdik. Hatta çok hızlı geçenleri tarif için 'cip gibi gitmek' deyimi hala kullanılır...

    Anlattığım manzara turistlere de ilginç geliyordu ki, Çorbeciguyusu civarında mutlaka durup fotoğraf çekerlerdi. Bir keresinde durup fotoğrafımı çektiklerini, sonra enterimin eteğini ciyirdekli şekerle doldurduklarını, akşama kadar şeker yediğimizi bir münasebetle anlatmıştım.

    Kuyunun bakımını son zamanlara kadar Hacellerin Mustafa Dadak yapmış. Hacı Ali'nin torunu olan Mustafa Dadak, bir keresinde düşen kovayı alması için kendisini salladığını torunu Mürsel Dadak anlatıyor. Böyle ufak tefek bakım işlerini yürüttüklerine bakılırsa Çorbeci dede hakkında yukarıdaki fikir yürütmelerin isabetli olduğu anlaşılır. Mustafa Dadak 2011'de vefat etmeden önce kuyu eski işlevini kaybetmişti galiba. Zaten çevresi kuruyup eski canlılığından da eser kalmamıştı.

    Böyle bir macera işte Çorbeciguysu'nunki... O günlerden bugünlere... Kuruyan coğrafyanın ortasında mazi ve istikbalini kaybetmiş bir kuyudan daha mahzun ne olabilir...



13 Eylül 2024

Bir Fotoğraf Analizi

 
    Biri demişti, 'Eski Türk filmlerini sevmem, ama mazideki İstanbul manzaralarını görmek için arada sırada bakarım...' O görüntüler filmlerde kaldı çünkü... Gerçekten de öyledir, kırk elli yıl önce filmin çekildiği zamanlardaki İstanbul ile günümüzdekinin pek benzerliği bulunmuyor. 

    Bu tatsız durum yalnız İstanbul'a has değil, yurdun her yeri için geçerli olsa gerektir. Hatta Anıtkaya için bile... 'Garaörtü' kelimesini açıklayacak hala kullanılan bir dambeş aradım da bulamadım. Bugünün çocukları köyün herhangi bir yerinde elli yıl önce çekilmiş fotoğrafı tanımayıp onun Anıtkaya'ya ait olduğunu anlayamayabilir.

    Öyle bir fotoğraf üzerinde biraz konuşalım. Köyün en merkezi yerinde, Galip Bey caddesinde çekilmiş. Berber Emmim arşivindeki bu fotoğrafta Dayıların Adem Yola ile poz vermiş. Tam yılını bilemeyeceğim, onlar tarih ve diğer konularda daha net bilgileri vereceklerdir.

    Fotoğrafı çeken Galipbey caddesine inip sağa doğru çaprazlama yönelmiş. Haliyle arkadaki binalar fon olarak kullanılmış. Tam lokasyon istenirse, burası şimdi Tuğra marketin bulunduğu noktadır. O dönemde cadde ile binalar arasında geniş bir boşluk vardı, o boşluk kullanılmış.

    Malum olduğu üzere o cadde doğal bir rampa üzerine kuruludur. Batıdan çekilecek bir fotoğrafta nesneler yukarı doğru uzar. Bir de çömelerek objektif biraz daha aşağı alınırsa, doğal rampa açısı artırılmış olur. Aynen öyle olmuş ve arkadaki binalar kareye sığsın diye gayret edilmiş. Öyle yapılmasaydı bir fotoğrafı sözkonusu bile etmezdik...

     Yılını bilemeyiz, ama işaretlerden fotoğrafın çekildiği mevsim ve zamanı az çok tahmin edebiliriz. En iyi işaret gölgelerdir. Burada gölgelerin bir hayli uzadığı açıkça görülüyor. İkindiden sonra henüz kerahat vakti girmemiş, ama gün akşama meyillendiği belli... Kış günleri güneş Olucak hizasına bile varmadan çabucak batar, bahar sonu gündönümünde ise tamamiyle kuzeybatıdan Yenice'ye yakın iner. Hatta Haziran sonunda portakal gibi kızardığında neredeyse kuzeye dayanır. İkindi ile akşam arasındaki çaprazlama çekilmiş bir fotoğrafta bile gölgelerin daha çaprazda güneydoğuyu gösterdiği dikkatlerden kaçmasın. Akşam üstü görme imkanı olsa, o gölgelerin hemen hemen kıbleye döndüğü görülecektir. Bütün bunlardan fotoğrafın hangi mevsimde çekildiği çıkarılabilir.

    Yeri gelmişken, fotoğrafı örtmeli bir kadının çektiği zannedilmesin. Burada yine bir ışık oyunu var. Caddeye çapraz duruş bir yana, güneş o kişinin de çaprazında bulunuyor. Bu yüzden makineyi tutan iki elin koltuk altlarındaki boşluk gölgeyle dolmuş, yani örtmeli kadın görüntüsü vermiş. Kim çekerse çeksin, kendi gölgesini almak yerine arkadaki binanın tamamını kareye sığdırmak için makineyi biraz daha kaldırsaymış iyiymiş...

    Lafı uzatmayalım, arkadaki Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkandır. İki katlı dükkanın bu halini yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Cumartesi günler dışında çok da işlek olmayan bir bakkaldı. Kepenkler kapalı olduğuna göre, günlerden cumartesi değil... Arkada çok az kısmı görünen dükkanlar ise Hacemirlah (Emrullah Onay)a aitti. Galiba oralarda pek değişiklik yok.

    Aynı açıdan bir fotoğraf çekilebilir, ama bugün çekilecek bir fotoğraftan aynı manzarayı yakalamak mümkün değil. Dediğimiz gibi, başta cadde ile binalar arasında boşluk kalmadı. Manda (Ahmet Öztürk)e ait yere oğlu Mahmut Öztürk yeni bir bina yaptı, böylece orası tamamen kapandı.

    Arkada, iki kanatlı kepengin yarısı yukarı dayanmış, diğer yarısı ise altına bir yağ varili konularak tezgaha dönüştürülmüş dükkan acaba Manda'nın dükkan mıydı. Oralarda bir yağhane hatırlar gibiyim, ama bu dükkan daha beride gibi duruyor. Sakın Sarasan (Hasan Dadak)ın bakkalı olmasın. Tezgahtakiler de gazoz şişesine benziyor. O dükkanın önünde bir ara düğen dişediklerini hatırlıyorum.

    Orasını pek bilemeyeceğim, Sarasan'ın dükkan iki katlıymış, fotoğraftaki de bu tanıma uyuyor. 1960 Darbesinde Belediye ile beraber Koruma Başkanlığına da kayyım atanmış ve Jandarma Onbaşı Koruma Başkanı ilan edilmiş. O dönemin Koruma odası işte bu dükkanın üst katıymış.

    Fotoğraf o kadar canlı ki, sanki Sarasan gözlüklü başını peykenin üstündeki açık camdan uzatıverecekmiş gibi geliyor. O değil, lakin bir çocuk kareye başını uzatmış bile. Kim bilir kim?...

    Bizim yapacağımız analiz bu kadar olur; çuvallamış olabiliriz, düzeltmelere açığız... 

 


10 Eylül 2024

Katmer

     
    Nasıl olduysa mevzu yeni gelinlerin yaşı kaç olursa olsun mahalledeki bütün erkeklere 'ağa' diye hitap etmesine geldi. Günümüzde yeri kalmayan bu adet, eskilerin saygı göstergesi kabul ediliyordu; ama zaman zaman gülünç durumlara düşülmesine de sebepti. Bir gelin, okula dahi gitmeyen çocuklara ağa diyordu... Buna dair örnekler verip güldük, sonra bu anlayışın saçmalığını dile getirip yürürlükten kalkmış olmasına sevindik...

    Bu sırada Berber Emmimin sesi, ısrarla bir olay anlatmak istediği zamanlardaki tona büründü. Bu ses tonunu iyi tanırım, sürpriz bir neşe barındırır ve mevzuya son noktanın konulacağını ima eder. Söyleyeceklerindeki ayrıntıları kaçırmamak için dikkat kesildim.

    Abisi Hasan Hüseyin Kabadayı Emminin düğünü var, yıl 1968-69 olmalıdır. Düğün ön hazırlıklarının önemli bir kısmını eş dostu davet etmek oluşturuyor. O yıllarda bu iş, şimdiki gibi davetiye göndermekle halledilmiyor; bir hediye bohçasıyla gidip davet ediyorsun, buna okuma/okunma deniyor. Götürdüğün hediye paketinin adı da okuntu...

    Yakın akrabaların okuntusu bohça iken daha düşük seviye davetlilerin okuntusu Cuma-Cumartesi (Perşembe gelini ise Salı-Çarşamba) günleri kapısında çalgı çaldırmak suretiyle yapılırdı. Tabi bu işlem Anıtkaya düğüncüleri için geçerli, başka köylerden davetlilerin varsa onları bizzat davet etmelisin, yani okuntu yoluyla...

    Böbülerin aslı Kütahya'nın Kuruçay köyü olduğu için Çaylıoğlular diye biliniyor. Müezzin Hüseyin Kabadayı Dede Belce'den gelmiş, ama bir kolları da Muratlar köyüne uzanıyor. Oradaki akrabalarıyla irtibatlarını koparmamışlar. Ben hatırlıyorum Salih Emmi atları koşar, sık sık ziyarete giderlerdi. Bugün de ilişkiler sürdürülüyor, hatta eskisinden daha kavi...

    Muratlar'daki Çaylıların Cemal Emmiye okuntu götürülmesi lazım, bunun için güveyinin kardeşi Berberahmet'i görevlendiriyorlar... Berber yalnız gidecek değil, yol arkadaşı Dayıların Adem Yola...

    İki kafadar atlıyorlar velespitlere... O yıllarda bisiklet lüks olmalıdır, ama bunlarda varmış demek ki... Yolda teker patlamadıkça iyi bir ulaşım aracı...

    Muratlar'da Cemal Emmilere varıyorlar... Sıcak bir karşılama var. Hoşgeldiniz, ne var ne yok derken kaşla göz arasında hamur yoğrulup sac kuruluyor; katmer edilecek... Daha sohbet yarılanmadan ilk katmer bişirgeçle getirilip önlerine devriliyor. Şöyle dikine dikine vurup pullandırmaya fırsat bırakmadan, o kadar el saldırıp ne kaptılarsa ufulaya pufulaya yutuyorlar... Sonra sıcak, yağlı sohbete devam...

    O sohbetten ne olacak, yeni katmer geldiğinde ufulamayla yine kesintiye uğruyor. Öyle bir trafik ki, bişirgeç dolu gelip boş gidiyor. Yalnız daha saca varmadan Cemal Emmi'nin sesi onu geçiyor;

    - 'Hadi gız!..' E sacın başında makine yok ki, hamur açılıp saca atılacak, çevrilecek, arada ocak ateşlenecek. Evin kızı ile anası bunun hakkından nasıl gelsin... Yine de sofrayı katmersiz bırakmıyorlar... Bırakmıyorlar, ama giden katmer bir anda ortadan kayboluyor; sanki hiç gitmemiş gibi, o kadar boğaz birer dıkım alınca bitiyor. Ardından herif bağırıyor 'Hadi gız!..'

    Berbergil de sofra ile ocak arasındaki bu hızlı trafiği farketmişler, hatta çok fazla katmer geldiğini de anlamışlar. Neylersin ki o kadar yemelerine rağmen doymamışlar. Adem'e sormuş çaktırmadan 'doyduñ mu' diye, O da 'ı-ıh' demiş... Bununla beraber katmer çok lezzetliymiş, sıcak sıcak kapışmak bu lezzeti katmerlemiş, bunu da ayrıca belirtiyor...

    Birdenbire katmer kesilivermiş. Daha parmaklarını soğutmadan yeni katmerin gelmesine alışan sofradakiler sabırsızlanmışlar. Cemal Emmi bu sabırsızlığını biraz yüksek perdeden 'Hadi gız!' diye seslendirince evin hanımı dayanamamış;

    - 'Bi diliñi dutamadıñ! Hadi gız, hadi gız!... Bi dur heyerif! Hamır bitdi, gız hamır yuğuruyo!.. Az sabret gali!'

    Meğer bunlar o hay huy arasında bir tekne hamuru tüketmişler. Hadi hadi derken geleni yutmuşlar, ama ne yediklerini bilmediklerinden doyup doymadıklarını da anlayamamışlar. Evin hanımı haklıymış, katmer pişirilmesi tamamlanıp yığılsa, ekşisi turşusu tam tekmil sofra kurulsa daha iyi olmaz mıymış...

    Şüphesiz daha iyi olurdu, pişirenlerin de iki ayağı bir pabuca sokulmazdı. Lakin yiyicilere katmerler o kadar lezzetli gelir miydi, bak orası şüpheli...

    Yeni hamur hazırlanırken Berber ile Adem yavaş yavaş ayaklanıp müsade istemişler. Bunu duyan evin kızı karşı çıkmış;

    - 'Duruñ gali Ağa' demiş, 'Hamır hazır, bişirem de Hacı Emmime götürüñ, ıscecik O da yisiñ.' Kabul etmişler bu teklifi... Kabul etmelerinin sebebi köye katmer götürmek değil, tadına doyamadıkları katmerleri yolda mola verip mideye indirmek...

    Sarıp sarmalanan emanet katmerlerle yola düzülmüşler, ama ne açlık hissetmişler ne de yolda durup yemişler. Meğer katmerin lezzeti hapur hupur yedikleri o sofra başındaymış. Köye döndüklerinde de dönüp katmerlerin yüzüne bakmamışlar... 



Böbülerin Çocuk

     
    Daha önce bahsetmiştim, sosyal medyada çoğu kişinin sayfasına yüklü fotoğrafları taradım. Dün akşam bir gözümle maçı izlerken, diğeriyle Berber Emmimin bu fotoğraflara bakmasını sağlıyordum. Aslında eski fotoğraflar üzerinde yapacağı izahata odaklıydım, yen nesli zaten bilmezdi. Bu karışıklıkta erken gelen ilk golü göremedik.

    Yenilerde çekilmiş çoğu selfi tabir edilen fotoğrafları hemen geçiyordum. Birisini geçince 'Ha, Böbülerin çocuktu o geçtiğin' dedi. Benzetmiş olmalıydı, çünkü slaytta hızlıca geçtiğim fotoğraf Hatcamehmetlerin Hasan oğlu Mehmet Saki'nin pozuydu. Mardaklar/Hatcamehmetler nere, Veyisler/Böbüler nere; kesinlikle birine benzetmiştir...

    'Yok bu Profesörün resmi' diyerek yanıldığını göstermek için döndük geriye... Hayır, yanlış görmemiş, yanılmamış da... Mehmet Saki'nin 'Böbülerin Çocuk' olduğuna dair hikayeyi anlattı. Bana da bunu not etmek düştü...

    Olay, Berber'in henüz çıraklık devresindeyken yaşanmış. Omarcıkların Berberhüseyin'in çırağı iken göz doldurmaya başlamış. Millet odalarda konusu açılınca konuşuyor, şu berber iyi, şu şöyle bu böyle... İşte orada 'Böbülerin Çocuk' ne kadar iyi traş ettiği anlatılıyor. O sırada çocuk dedikleri Berber 17-18 yaş civarı olmalıdır. Yaşlıların gözünde çocuksun...

    Büyüklerin kendi aralarında konuşmalarını, o sırada çok küçük yaşta bulunan Mehmet de işitmiş. Hatcamehmet dedesinin yanına takılıp gitmiştir. Bir de dedeler kendi adını taşıyan torunlarına çok düşkün olurlar, bu yüzden Mehmet'i her gittiği yere götürüyormuştur... 

    Her nasıl olduysa küçük Mehmet'in zihninin bir yerine 'Böbülerin çocuk gözel treş ediyo' sözü kazınmış. Saçları uzayınca dedesi bunun elinden tutup Takgasların Berberhüseyin'e (Öncül) götürmüş. Demek ki kendisi onun müşterisiydi. Hakla traş olunan o günlerde hangi berberin müşterisiysen harman kalktıktan sonra yıllık ücretini (hak) buğday olarak ödüyordun... Hatcamehmet torununu bu yüzden kendi berberine götürmüş...

    Kafasında 'Böbülerin Çocuk' bulunan torun Mehmet dükkana girince ortalıkta çocuk filan görememiş, yaşlı yaşlı adamlar. Berber de öyle... 'Ben Böbülerin çocuğa gitcen!' diye tepinmeye başlamış. Berberhüseyin de bu duruma anlayış gösterince dedesi tekrar elinden tutup öteki Berberhüseyin'in (Sağlam) yolunu tutmuşlar...

    İçeri girdiklerinde dedesi sormuş; 'Hana Böbülerin çocuk?'... Daha önce hiç görmediği halde Mehmet 'Aha bu' diye Berberahmet'i göstermiş. Daha sonraki yıllarda hem Hatcamehmet hem de oğlu Hasan Saki Berberahmet'in müşterisi olmuşlar, Emmim bunu da Mehmet'in 'Böbülerin Çocuk' ısrarına bağlıyor...

    Sonra 'Böbülerin Çocuk' usta çıkıp dükkanını açıyor, evleniyor, askerlik şu bu derken İzmir'e göçüyor; ayrı bir hikaye... Yıllar sonra bir gece, Gadıngızların evdeki bir düğününde, bir delikanlı gelip Berber'in karşısına dikiliyor; 'Hoşgeldin Ahmet Ağa, beni tanıdın mı?' diye soruyor... Emmim tanıyamamış... Tam çıkaramadığını söyleyecekken 'Ben Böbülerin Çocuk' diye kendini tanıtmış Mehmet Saki...

    Emmim bu hikayeyi anlatıp diğer fotoğraflara bakarken ben de harıl harıl yazıya geçirdim. Bu arada milli takım beraberlik golünü yemiş, onu da göremedik...



05 Eylül 2024

Bir Öküzüm Ahara Düştü Vakası Daha

     
    Berber Emmimin anlattığı Öküzüm Ahara Düştü hikayesini arzetmiştim. Benzer bir vakayı bugün işittim. Yalnız önceki gibi Almalı çeşmesinde geçmemiş. Bu seferki on onbeş yıl kadar daha önce düz ovada, meşhur Balıklı çeşmede yaşanıyor, onu hikaye edeceğim.

    1946-47 Yıllarındayız, Babam daha küçük çocuk, aklı yeni eriyor... Körhoca Dedem gidip malbazarından bir çift öküz almış, o zaman pazar nereye kuruluyorduysa... O hevesle oğlanları kemire getirmeye yollamış. Dağ'da çok sayıda ağıl bulunuyor ve köylü yakacak ihtiyacının bir kısmını da ağıllardan kaldırılan kemirelerle karşılıyor. Senin ağılın yoksa bile bir dostunun vardır...

    Babamın yaşı küçük ama Mevlüt Emmim on yaşının üzerinde, yanına küçük kardeşini de alarak yola çıkıyorlar. Bu arada yeni alınan öküzlerin huyunu suyunu bildikleri yok. E hayvanlar da yabancıysa, haliyle evi yolu bilmiyor onlar da... Gademguyu yakınlarına varınca öküzler neden ürktülerse, hop dereye uçurmuşlar arabayı. Emmim büyük olduğundan kendini atmış aşağı, ama Babam altında kalmış. Sürüklene sürüklene dereye kadar o vaziyette... O civarda Hakkıların çayırlar var, Patır Dayı (Ahmet Yırgal) öküzlerin önüne geçip durdurmuş, ama altta sürüklenen yeğeni perişan...

    Ölü gibi çocuğu getirmişler eve, sonra bir kırıkçıya göstermişler. Onun kim olduğunu hatırlamıyor Babam, bizim köyden de olabilir, başka bir köye de götürmüş olabilirlermiş... Adam demiş ki; 
    - "Ne kadar eti, kası varsa kırılmış; bir koyun postuna sarın bu çocuğu, 15 gün postun içinde kalırsa ayağa kalkar." 

    O yıllarda Dedemin koyunları var, yatırmış birini kesecekken Mazinin Ömer Emmi (Kabadayı) durdurmuş;
    - "Yav Hoca ne gerek var koyun kesmeye, aha bizim evde deri dolu..." Getiriyorlar bir deriyi, çocuğa giydirip güzelce dikiyorlar. Boynuna kadar bir tuluğun içinde on onbeş gün bekletiyorlar. Vakti gelince çıkarmışlar posttan, Babam gerçekten iyileşmiş.

    Bu arada sicili bozuk yeni öküzler bir vukuat daha işlemiş. Sulamaya götürülürlerken Gödecin Halil'in Afyonlu eşi Naciye Hanıma toslamışlar. Dedem, komşuya zararı olan hayvan bana yaramaz diye çekip sattırmış. 

    Biz hastaya dönelim... Babam posttan diri çıkmış, ama bu sefer de başka bir hastalığa yakalanmış. Sütce demişler, hadi bakalım Elpirek'e Patır Dayısı... Patır Dayı yeğenini çok severmiş, her lazım olduğunda işini bırakmaktan yüksünmüyor. Kendi öküzlerini koşup yola düzülmüş.

    Elpirek'teki adam hastayı enine boyuna süzmüş ve; 
    - "Bir haftaya kalmaz ölür bu" diye tükürür gibi söylemiş... Şu yaptığına bak, iyi olacaksa da öldürecek hastayı... Hiç olmazsa diyeceğini hastanın yüzüne deme... Düşün ey okuyucu, bütün bunları bana o hastanın kendisi anlattı...

    Moraller bozuk dönüş yoluna düşüyorlar. Gecek karşısındaki Balıklı çeşmede mola... O vakitler eski yolun üzerinde çeşme, şimdiki gibi bir kuytuda nisyana terkedilmiş değil. Her zaman etrafı çok şenlik oluyor. Balıklı çeşme denilmesinin sebebi de lulasının balık ağzı biçimli olmasıymış... Öküzleri sularken, birisi delleniyor veya hesapsız haraket edip cup ahara düşüyor. Bütün bu ayrıntılar morali bozuk çocuk hastanın aklında kalmış... Zor bela kurtarıp yola revan olmuşlar...

    Köye geldiklerinde Elpirek'te olanları anlatmışlar.  Çocuğa yakında öleceğini müjdeleyen adama mahalleli koro halinde sövmüş, tabi gıyabında... Lakin bunun hastaya bir faydası yok, ölümü bekleniyor... 

    Biri akıl mı verdi yoksa kendi fikri miydi bilinmez, Patır Dayı'nın aklına cıngırdık kurmak geliyor. Avlunun ortasına bir direk dikip koca söğüt dalını da onun üzerine yerleştirip mekanizmayı kuruyor. Cıngırdığın bir ucuna ağırlık dengelesin diye delikli bir taş bağlıyor, öteki ucuna da yeğenini oturtup başlıyor döndürmeye. Tam bir hafta belli aralıklarla babamı sallamış, hiç üşenmeden... 

    Bir haftaya kalmadan çocuk ölecekti ya, tam aksine bir haftalık sallanmanın sonunda cıngırdıktan sapasağlam inmiş... 

    Bütün etleri kırıldıktan sonra 15 gün koyun postuna büründürülen, posttan sütce olup çıkan, bir hafta içinde öleceği haber verilen, buna karşın cıngırdıkla kurtulan Babam bütün bunları bana anlattığı şu gün 83 yaşında...