19 Eylül 2024

Böbüler

 


    Böbüler 
    Yıl:
    Soldan sağa, arka sıra:
    Fotoğraf, Ahmet Kabadayı


    1966, Müezzinin Ömer Dede torunlarıyla: arkada Ahmet Kabadayı, yanlarda Hatice ve Hüseyin Kabadayı, kucaktaki ise Hasan Hüseyin'in bebekken ölen Ömer Kabadayı...


    ??



    Yaşar ve Hatice Azak, Salih Kabadayı


    Neslihan Kabadayı, Hatice ve Yaşar Azak



    Sarasanlarda



    Toplanıldı...



    Asker var...



    Sünnet var...


    Nerede?...


    Hatice Omak, Emine Tektaş ve Azime Dadak kardeşler...



    Altındişin Hasan Sağlam Dayı ile...


    Hüseyin Kabadayı ve ??


    Ahmet Varlı'nın ameliyatı...


    Adem'in düğün...


    Hangi yeğen?



    Edirne, Veli Kabadayı...


    Hüseyin Kabadayı düğünü...


    Neslihan Kabadayı, Hatice Azak...





    Hacer Teyze ile...


    Salih Kabadayı çocuklarıyla...


    Orhan Omak, Berber ve Aziz Omak


    Düğün...


    Hasan Hüseyin Kabadayı ailesiyle...



    Veli Kabadayı...





Körhocalar

 




    Körhoca (İbrahim Varlı) ailesi

    Yıl: Tahminen 1966

    Soldan sağa ayaktakiler: Ayşe Okutan, Fatma Öztürk, kucağında Cengiz Öztürk (Fişek), Azam Varlı, Kerime Varlı, Selime Varlı, kucağında Nazik Azbay. Oturanlar, İbrahim Varlı (Körhoca), önünde İsmail Öztürk, Fatma Çatak, Fadime Varlı, kucağında Rüştiye Yırgal, önde oturan Havva Oran.

    Fotoğraf Seydi Yavuz


    Terzi Mevlüt kızları...








18 Eylül 2024

Alicikler/Naymeler

 

    19. Yüzyıl başlarında Afyonlu Karamehmetoğlu kardeşler şehri terketmek zorunda kalmış. Aslında hedeflerinde olmamasına rağmen durup Eğret'e yerleşmişler. Kardeşlerden Ali adında büyük olan Gademlere damat olmuş ve onların yurda yerleşmiş. Eğretliler sevip benimsedikleri Karamehmetoğlu Ali'ye "Alicik" lakabını vermişler. Sonradan sülale adına dönüşen Aliciklerin Osman kolundan gelenler bugün ATA soyadını kullanan Çakıriban çocuklarıdır. İbrahim kolundan gelen tek oğul Ramazan ise Döğerli Mücellit Ahmet Efendinin kızı Naime Hanım ile evlendikten sonra ailesi Naymeler olarak bilinmektedir. Ayrıca soyadı kanunundan sonra KIRBAÇ soyadını almıştır.


    Tarih: 1948

    Yer:

    Soldan sağa ayaktakiler: Nazik ve eşi İbrahim Kırbaç, kucağında oğlu Ahmet Kırbaç, ?, ?; Oturanlar: Hasan eşi Şerife Kırbaç, Naime Kırbaç, Ramazan Kırbaç ve önünde torunu İsmail Kırbaç, Esma Tür, Fadime Kırbaç (?), önde oturan Hasan Kırbaç...

    Fotoğraf kaynak, Mustafa Kırbaç



        Yıl 1965, iki emmioğlu Mustafa ve Süleyman Kırbaç.

        Kaynak Mustafa Kırbaç



Aileler Albümü

 
    Burada sadece aile/sülale fotoğrafları toplanacak.
        - Alicikler/Naymeler (Kaynak Mustafa Kırbaç 2)
        - Çakırlar 
        - Körhocalar (Kaynak Ramazan Varlı, İbrahim Varlı)
        Doğveller (Ramazan Kirkit, H.İbrahim Varlı)
        - Böbüler (Kaynak Ahmet Kabadayı 26)
        - Sakalar (Kaynak, Ömür Atay)
        - Keçiler (İsmail Seçen, Arif Seçen 11)
        - Alosman Çavuş ve Oğlu İbrahim Haykır (Kaynak Arif Varlı)
        - Turabiler (Kaynak Ahmet Külte 9)
        - İbişler (Kaynak Yakup Tür, Ahmet Tür)
        - Alibeyin Tahir ve Hanımı (Yalçın Kızılyer)
        - Gındi ve Mavı Hanım (Ahmet Tüplek)
        - Bulduk Mehmet ve oğlu Halil Saçak (Emre Omak)
         - Yonuzların Yunus ve İsmail Yonat (Yunus Yonat)
        - Gelin görümce Raziye Aytar, Ayşe Tırık (Hasan Alperen)
        - Gasapların Körömer ve hanımı (Ahmet Eser)
        - Omarcıklar (Abdullah Sağlam, Sami Sağlam)
        - Gadıngızlar (Ahmet Şık, Ahmet Kabadayı)
        - Müdüroğlu ve Gızılgız (Osman Yakışır)
        - Bilaller (5)
        - Tekeliler (Taşkın)
        - Tekeliler (Temel)
        - Yumruklar (Ahmet Tüplek 7)
        - Yörükoğlular 
        - Kötühüseyin, Hüseyin İnanır ailesi (Şaban İnanır 3)
        - Şemşiler (Mehmet Şık, Ahmet Tür)
        - Keliban İbrahim Dalgıç ailesi (Nevzat Aykaç)
        - Patlaklar (Süleyman Patlar, Burhan Patlar, Mustafa Öncül 8)
        - Araplar 
        - Kemikler
        - Arzılar (Ali Osman ve Naciye Türkmenoğlu 10)
        - Tekirgızılar 
        - Manavlar 
        - Dayılar  
        - Eyüpler 
        - Yahyalar 
        - Guyucular  
        - Kirpitçiler   
         Dedelerin Çapar Mehmet Dadak  
        - Halimenin Mehmet Kıy ve ailesi (Hidayet Kıy)
        - Düdükçü Ramazan Zenger
        - Gobaklar (Kopan)
        - Sağırlar 
        - Tokanoriler   
        - Gaziler
       





15 Eylül 2024

Çorbeciguyusu


    Susayoldan giderken Buñar'ın beş yüz metre kadar kıblesinde, yolun sağında sekaratta bir sereñli kuyu görürsün. Çorbeci guyusu denilen bu kuyunun çevresini teşkil eden mevki de aynı isimle bilinir. Veyislerin Haceller/Dedeler koluna mensup 'Çorbeci' lakaplı birinin hayratıymış. Kuyunun tarihi hakkındaki soruların cevabı, bu kişinin kimliğine bağlı. 

    Veyisoğlu Hüseyin'in çocuklarından günümüze ulaşabilen iki oğlan bir kız var, diğerleri hakkında bilgi yok. Rabia adlı kızı Gedikoğlu Halil'e vararak Hassönlerin ninesi oluyor. Küçük oğlu Hüseyin Dal/Daldal diye lakaplanıyor, geniş Daldallar sülalesinin atasıdır. Büyük oğlu Ali'den ise Haceller/Dedeler sülalesine geliniyor. Biz kuyunun izini işte bu Veyisoğlu Ali'den sürmeliyiz.

    Uzun boylu ve sarı sakallı bir olarak tanıtılan Veyisoğlu Ali 1805 yılında doğmuş, 1880 gibi vefat ettiği anlaşılıyor. 20. Yüzyıla uzanan Haceli (Hacı Ali) ve Aliguru (Ali Dadak)ın isimleri bu Veyisoğlu dedelerine dayanır, fakat onun 'çorbeci' diye lakaplandığına dair elde bir bilgi yok. Kısaca aradığımız Çorbeci, O olabilir de olmayabilir de... O ise, kuyu 1880 öncesine tarihlenmelidir...

    Çorbeci, Veyisoğlu Ali değilse oğullarına bakacağız. En küçük oğlunun adı Veyis, 'Deliveyis' diye biliniyor. Dedelerin atası olan Deliveyis'in başka bir lakabı da bilinmiyor. Sonrası ise malum; büyük oğlu Süleyman Hamdihoca ile Çapar'ın babası, küçük oğlu da Aliguru. Yani Dedeler tarafında Çorbeci yok... Ortanca oğlu Mustafa, Cuma Camisi'nin Delimam'dan önceki hatibiydi, Molla Mustafa derlerdi. Vefatından sonra doğan oğluna da aynı ismi verdiler. Küçük Mustafa da Çanakkale şehidi. Çorbeci bu dalda da bulunmuyor... Gelelim en büyük oğlu Ahmet'e... 1850 Yılından önce doğmuş, hakkında pek bilgi bulunmuyor, çünkü yirminci yüzyılı göremeden vefat ediyor. Çorbeci bu olabilir mi? Evet, olabilir. 1878'de doğan tek oğluna babasının adını vermiş, sonradan Hacıali diye bilinecek oğlunun da başka lakabı bilinmiyor... Çorbeci ister Veyisoğlu Ali olsun, ister onun oğlu Ahmet olsun; her iki ihtimalde de kuyu 19. yüzyıla tarihlenir... Evlatları onlar adına daha sonra kazdırmışsa orasını bilemeyiz...

    Tahmini kazdırılma zamanından sonra, Çorbeciguyusu'nun bilinen geçmişine göz atabiliriz. Bilinen derken, benim bildiğim dönemden söz ediyorum. Bu da aşağı yukarı yetmişli yılların başları eder...

    Kuyuyu bulmak için susayolunu takip etmek lazım. Köyün içinden geçen Afyon-Kütahya karayolu böyle adlandırılırdı, şimdi eski asfalt diyorlar. Şaval'ın fidanlıktan Bodoğlu'nun kavaklığa kadar yolun sol yanı boylu boyunca ağaçlıktı. Nasıl olmasın ki, ta Çayırözü'nden eğlene eğlene gelen bir su birikintisi bitkin bir halde Şaval'ın bahçeye varıp orada tükenirdi. Elbette geçtiği yerleri yeşerterek... 

    O zamanlar can sıkıntısından mıdır nedir, yeraltı suları pek mekanında durmayıp, sürekli yukarı çıkmanın yollarını arıyor. Yeryüzüne ulaşınca da toprağın yüzünde güller açıyor. Bu yüzden şimdi kıraç gördüğünüz yerlerin her biri yarım asır önce bereketli bahçeydi. Sırasıyla göbekte Yarımağaların, Olcaklısmeyilin (Genelde Potuk dururdu), Çöpçünün bahçeler diziliydi. Bunların tam karşısında da bizim bahçe bulunuyordu. Ağaçlar, sebzeler, meyveler her şey ekilirdi. O kadar iş vardı ki sahipleri adeta oraya yerleşmişlerdi, her bir bahçenin içinde bir ev bulunuyordu. Bizimki hariç, bizim bahçenin kayalara yakın kısmında yaz kış hiç bozulmayan bir cerge kuruluydu.

    Sözünü ettiğim yeraltı/yerüstü su kavramlarının nasıl birbirine karıştığına bizim bahçeyi örnek verebilirim. Saydığım diğer bahçelerle arada bulunan yol, sürekli sular altında bulunurdu. Bu suyun kaynağı Hacıarifinguyu taraflarıydı, çocuk aklıyla daha ötesini bilemiyorum; o taraftan akar gelirdi. Gerçekten küçük bir dere gibi akardı ve Bodoğlu taraflarına uzardı. Bizim bahçeden fazla uzaklaşmayalım, tam üç tane kuyu vardı. En küçüğü aşağıda yolun kıyısındaydı, ağzına kadar sürekli dolu bulunur, kovayı daldırıp su alırlardı. Ortanca kuyu biraz yukarıdadır, su seviyesi yarılarda bulunur; en büyük ve geniş olanı ise daha yukarıda, bahçenin ortasındaydı. Kuyunun dibinde bir metre seviyesinde su bulunurdu. Yaz ortasına doğru biraz çekilse de bu üç kuyu kesinlikle tamamen kurumazdı. 

    Yan tarafımızda Bilallerin tarlası vardı, onlar bahçe yapmazdı. Bununla beraber ikisinin arasına her yıl ark açılır ve o ark şiddetli yaz aylarına kadar suyunu tutardı. Hasan Kaynar ile senindi benimdi diye kavgaya tutuşup elimizdeki tırakayı o arka düşürmüştük de akşama kadar höykürmüştük. Elimize bir şey geçmedi tabi. Paslanıp biçimsizleşmiş tırakayı bulduğumda kim bilir Temmuz mu, Ağustos muydu... O vakte kadar arka girilmezdi...

    Susanın sol tarafı böyleyken, sağ taraf da farklı sayılmazdı. Aynı su birikintileri, bizden biraz daha büyüklerin şapka/fes ördükleri ince saz öbekleri, yeşil zeminin sarı benekli pambırpap çiçekleri, tarifsiz renge sahip acıgünek çiçekleri, güzel görünümlü ama çok sert tabiatlı bilmemne dikenleri... Bütün bu dar çayırlık meydanında oynaşan kuzu, kaz, beygir falan filan... Sulak olduğunda yer, her yanına neşe saçıyor. Bu gür otlu çimenliğin ucundaki Köselerin bahçeyi saymazsak manzara eksik kalır. Orada da yeni atılmış fidanlar, ortasında bir güzel ev ve içinde dolaşanlar bulunurdu. Kuyu yoktu, ama uzaktan yeni bir tulumbanın sesi işitilirdi... 

    Çorbeciguyusu Köselerin bahçenin köşesi hizasındaydı. Bol sulu bir mekanın ortasında o bereketli ve mutlu coğrafyanın göstergesi olsun diye Çorbeci tarafından kazılmış gibi dururdu. O vakitler bizim küçük zihnimiz çorba ile kuyu arasında bağlantı kurmakta zorlanır, bazen yükselen kovada çorba çıkmasını beklerdik.

    Su seviyesinin gösterge ibresi gibi dururdu bu kuyu. Nasıl yani..? Bazıları bileziğinden su aktığını söylüyor, ben o kadarına şahit olmadım; ama su o kadar yakındaydı ki, büyükler bardağı daldırıp doldurabilirlerdi. Bir karışlık halkalardan oluşan kaba zincir ucuna bağlı lastik kovayı ise sadece aharı doldurmak için sallarlardı. Tam o anda sereñin arkasında taş bağlı ucuna kollarımızla tutunur, en fazla bir metre kadar yukarı kalkıp neşelenirdik. Bedava tahteravalli gibi bir şey...

    O kuyuda dikkatimi çeken bir şey de su içinde kıpırdayıp duran çıplak böceklerdi. Yânış adı verilen bu böcekler zararsızdı, ama bizim her şeyden ürkme zamanımıza denk geldiği için ister istemez içerken dikkat eder, sair zamanlarda ısırır diye elimizi suya sokmak istemezdik. Biraz büyüyünce tatlı su karidesi dendiğini yıllar sonra öğrenecektik...

    Çobanlar, hayvanlar, bahçe sahipleriyle canlı bir mekan olan Çorbeciguyusu'nun dönem sakinlerinden biri de cingenlerdi. Herhangi biri değil, mutlaka bizim cingenlerden biri veya bir kaçı arabalarını çekip çadır kurarlardı. Demek ki Buñar dolu olduğu zamanlar, orada yer kalmadığında bu Çorbeciguyusu çimenliğini tercih ediyorlardı. Tanıdık olduğuna şuradan hükmederdik, babam ve oralarda bulunan diğerleri söğüt dalı dilen, sepet ören, tef geren biriyle ateş başında oturup çay içerlerdi. Yaz boyunca orada cingen çadırı eksik olmazdı...

    Tabi bir de harmanlar... Nispeten köyden uzakta olsa da sair harmanyerleri gibi kalabalık olmazdı, ama seyrek de olsa sap döken olurdu. Şimdi aklıma geldi, acaba kuyu yakınlarına harman dökenler Haceller miydi? 

    E bu kadar hareketlilğin ortasından susayolu geçtiği anlaşılmıştır artık. Gerçi yarım asır önce yol trafiği şimdiki gibi değil, gayet rahattı. Hayvanlar, insanlar, at ve öküz arabaları için pek problem yoktu. İlgimizi çeken evli (karavan) arabalardı. Turist demek, arkasındaki tekerlekli evi çeken cip demekti. Bu çeşit araçların hepsine cip derdik. Hatta çok hızlı geçenleri tarif için 'cip gibi gitmek' deyimi hala kullanılır...

    Anlattığım manzara turistlere de ilginç geliyordu ki, Çorbeciguyusu civarında mutlaka durup fotoğraf çekerlerdi. Bir keresinde durup fotoğrafımı çektiklerini, sonra enterimin eteğini ciyirdekli şekerle doldurduklarını, akşama kadar şeker yediğimizi bir münasebetle anlatmıştım.

    Kuyunun bakımını son zamanlara kadar Hacellerin Mustafa Dadak yapmış. Hacı Ali'nin torunu olan Mustafa Dadak, bir keresinde düşen kovayı alması için kendisini salladığını torunu Mürsel Dadak anlatıyor. Böyle ufak tefek bakım işlerini yürüttüklerine bakılırsa Çorbeci dede hakkında yukarıdaki fikir yürütmelerin isabetli olduğu anlaşılır. Mustafa Dadak 2011'de vefat etmeden önce kuyu eski işlevini kaybetmişti galiba. Zaten çevresi kuruyup eski canlılığından da eser kalmamıştı.

    Böyle bir macera işte Çorbeciguysu'nunki... O günlerden bugünlere... Kuruyan coğrafyanın ortasında mazi ve istikbalini kaybetmiş bir kuyudan daha mahzun ne olabilir...



13 Eylül 2024

Bir Fotoğraf Analizi

 
    Biri demişti, 'Eski Türk filmlerini sevmem, ama mazideki İstanbul manzaralarını görmek için arada sırada bakarım...' O görüntüler filmlerde kaldı çünkü... Gerçekten de öyledir, kırk elli yıl önce filmin çekildiği zamanlardaki İstanbul ile günümüzdekinin pek benzerliği bulunmuyor. 

    Bu tatsız durum yalnız İstanbul'a has değil, yurdun her yeri için geçerli olsa gerektir. Hatta Anıtkaya için bile... 'Garaörtü' kelimesini açıklayacak hala kullanılan bir dambeş aradım da bulamadım. Bugünün çocukları köyün herhangi bir yerinde elli yıl önce çekilmiş fotoğrafı tanımayıp onun Anıtkaya'ya ait olduğunu anlayamayabilir.

    Öyle bir fotoğraf üzerinde biraz konuşalım. Köyün en merkezi yerinde, Galip Bey caddesinde çekilmiş. Berber Emmim arşivindeki bu fotoğrafta Dayıların Adem Yola ile poz vermiş. Tam yılını bilemeyeceğim, onlar tarih ve diğer konularda daha net bilgileri vereceklerdir.

    Fotoğrafı çeken Galipbey caddesine inip sağa doğru çaprazlama yönelmiş. Haliyle arkadaki binalar fon olarak kullanılmış. Tam lokasyon istenirse, burası şimdi Tuğra marketin bulunduğu noktadır. O dönemde cadde ile binalar arasında geniş bir boşluk vardı, o boşluk kullanılmış.

    Malum olduğu üzere o cadde doğal bir rampa üzerine kuruludur. Batıdan çekilecek bir fotoğrafta nesneler yukarı doğru uzar. Bir de çömelerek objektif biraz daha aşağı alınırsa, doğal rampa açısı artırılmış olur. Aynen öyle olmuş ve arkadaki binalar kareye sığsın diye gayret edilmiş. Öyle yapılmasaydı bir fotoğrafı sözkonusu bile etmezdik...

     Yılını bilemeyiz, ama işaretlerden fotoğrafın çekildiği mevsim ve zamanı az çok tahmin edebiliriz. En iyi işaret gölgelerdir. Burada gölgelerin bir hayli uzadığı açıkça görülüyor. İkindiden sonra henüz kerahat vakti girmemiş, ama gün akşama meyillendiği belli... Kış günleri güneş Olucak hizasına bile varmadan çabucak batar, bahar sonu gündönümünde ise tamamiyle kuzeybatıdan Yenice'ye yakın iner. Hatta Haziran sonunda portakal gibi kızardığında neredeyse kuzeye dayanır. İkindi ile akşam arasındaki çaprazlama çekilmiş bir fotoğrafta bile gölgelerin daha çaprazda güneydoğuyu gösterdiği dikkatlerden kaçmasın. Akşam üstü görme imkanı olsa, o gölgelerin hemen hemen kıbleye döndüğü görülecektir. Bütün bunlardan fotoğrafın hangi mevsimde çekildiği çıkarılabilir.

    Yeri gelmişken, fotoğrafı örtmeli bir kadının çektiği zannedilmesin. Burada yine bir ışık oyunu var. Caddeye çapraz duruş bir yana, güneş o kişinin de çaprazında bulunuyor. Bu yüzden makineyi tutan iki elin koltuk altlarındaki boşluk gölgeyle dolmuş, yani örtmeli kadın görüntüsü vermiş. Kim çekerse çeksin, kendi gölgesini almak yerine arkadaki binanın tamamını kareye sığdırmak için makineyi biraz daha kaldırsaymış iyiymiş...

    Lafı uzatmayalım, arkadaki Keliban (İbrahim Dalgıç)ın dükkandır. İki katlı dükkanın bu halini yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Cumartesi günler dışında çok da işlek olmayan bir bakkaldı. Kepenkler kapalı olduğuna göre, günlerden cumartesi değil... Arkada çok az kısmı görünen dükkanlar ise Hacemirlah (Emrullah Onay)a aitti. Galiba oralarda pek değişiklik yok.

    Aynı açıdan bir fotoğraf çekilebilir, ama bugün çekilecek bir fotoğraftan aynı manzarayı yakalamak mümkün değil. Dediğimiz gibi, başta cadde ile binalar arasında boşluk kalmadı. Manda (Ahmet Öztürk)e ait yere oğlu Mahmut Öztürk yeni bir bina yaptı, böylece orası tamamen kapandı.

    Arkada, iki kanatlı kepengin yarısı yukarı dayanmış, diğer yarısı ise altına bir yağ varili konularak tezgaha dönüştürülmüş dükkan acaba Manda'nın dükkan mıydı. Oralarda bir yağhane hatırlar gibiyim, ama bu dükkan daha beride gibi duruyor. Sakın Sarasan (Hasan Dadak)ın bakkalı olmasın. Tezgahtakiler de gazoz şişesine benziyor. O dükkanın önünde bir ara düğen dişediklerini hatırlıyorum.

    Orasını pek bilemeyeceğim, Sarasan'ın dükkan iki katlıymış, fotoğraftaki de bu tanıma uyuyor. 1960 Darbesinde Belediye ile beraber Koruma Başkanlığına da kayyım atanmış ve Jandarma Onbaşı Koruma Başkanı ilan edilmiş. O dönemin Koruma odası işte bu dükkanın üst katıymış.

    Fotoğraf o kadar canlı ki, sanki Sarasan gözlüklü başını peykenin üstündeki açık camdan uzatıverecekmiş gibi geliyor. O değil, lakin bir çocuk kareye başını uzatmış bile. Kim bilir kim?...

    Bizim yapacağımız analiz bu kadar olur; çuvallamış olabiliriz, düzeltmelere açığız... 

 


10 Eylül 2024

Katmer

     
    Nasıl olduysa mevzu yeni gelinlerin yaşı kaç olursa olsun mahalledeki bütün erkeklere 'ağa' diye hitap etmesine geldi. Günümüzde yeri kalmayan bu adet, eskilerin saygı göstergesi kabul ediliyordu; ama zaman zaman gülünç durumlara düşülmesine de sebepti. Bir gelin, okula dahi gitmeyen çocuklara ağa diyordu... Buna dair örnekler verip güldük, sonra bu anlayışın saçmalığını dile getirip yürürlükten kalkmış olmasına sevindik...

    Bu sırada Berber Emmimin sesi, ısrarla bir olay anlatmak istediği zamanlardaki tona büründü. Bu ses tonunu iyi tanırım, sürpriz bir neşe barındırır ve mevzuya son noktanın konulacağını ima eder. Söyleyeceklerindeki ayrıntıları kaçırmamak için dikkat kesildim.

    Abisi Hasan Hüseyin Kabadayı Emminin düğünü var, yıl 1968-69 olmalıdır. Düğün ön hazırlıklarının önemli bir kısmını eş dostu davet etmek oluşturuyor. O yıllarda bu iş, şimdiki gibi davetiye göndermekle halledilmiyor; bir hediye bohçasıyla gidip davet ediyorsun, buna okuma/okunma deniyor. Götürdüğün hediye paketinin adı da okuntu...

    Yakın akrabaların okuntusu bohça iken daha düşük seviye davetlilerin okuntusu Cuma-Cumartesi (Perşembe gelini ise Salı-Çarşamba) günleri kapısında çalgı çaldırmak suretiyle yapılırdı. Tabi bu işlem Anıtkaya düğüncüleri için geçerli, başka köylerden davetlilerin varsa onları bizzat davet etmelisin, yani okuntu yoluyla...

    Böbülerin aslı Kütahya'nın Kuruçay köyü olduğu için Çaylıoğlular diye biliniyor. Müezzin Hüseyin Kabadayı Dede Belce'den gelmiş, ama bir kolları da Muratlar köyüne uzanıyor. Oradaki akrabalarıyla irtibatlarını koparmamışlar. Ben hatırlıyorum Salih Emmi atları koşar, sık sık ziyarete giderlerdi. Bugün de ilişkiler sürdürülüyor, hatta eskisinden daha kavi...

    Muratlar'daki Çaylıların Cemal Emmiye okuntu götürülmesi lazım, bunun için güveyinin kardeşi Berberahmet'i görevlendiriyorlar... Berber yalnız gidecek değil, yol arkadaşı Dayıların Adem Yola...

    İki kafadar atlıyorlar velespitlere... O yıllarda bisiklet lüks olmalıdır, ama bunlarda varmış demek ki... Yolda teker patlamadıkça iyi bir ulaşım aracı...

    Muratlar'da Cemal Emmilere varıyorlar... Sıcak bir karşılama var. Hoşgeldiniz, ne var ne yok derken kaşla göz arasında hamur yoğrulup sac kuruluyor; katmer edilecek... Daha sohbet yarılanmadan ilk katmer bişirgeçle getirilip önlerine devriliyor. Şöyle dikine dikine vurup pullandırmaya fırsat bırakmadan, o kadar el saldırıp ne kaptılarsa ufulaya pufulaya yutuyorlar... Sonra sıcak, yağlı sohbete devam...

    O sohbetten ne olacak, yeni katmer geldiğinde ufulamayla yine kesintiye uğruyor. Öyle bir trafik ki, bişirgeç dolu gelip boş gidiyor. Yalnız daha saca varmadan Cemal Emmi'nin sesi onu geçiyor;

    - 'Hadi gız!..' E sacın başında makine yok ki, hamur açılıp saca atılacak, çevrilecek, arada ocak ateşlenecek. Evin kızı ile anası bunun hakkından nasıl gelsin... Yine de sofrayı katmersiz bırakmıyorlar... Bırakmıyorlar, ama giden katmer bir anda ortadan kayboluyor; sanki hiç gitmemiş gibi, o kadar boğaz birer dıkım alınca bitiyor. Ardından herif bağırıyor 'Hadi gız!..'

    Berbergil de sofra ile ocak arasındaki bu hızlı trafiği farketmişler, hatta çok fazla katmer geldiğini de anlamışlar. Neylersin ki o kadar yemelerine rağmen doymamışlar. Adem'e sormuş çaktırmadan 'doyduñ mu' diye, O da 'ı-ıh' demiş... Bununla beraber katmer çok lezzetliymiş, sıcak sıcak kapışmak bu lezzeti katmerlemiş, bunu da ayrıca belirtiyor...

    Birdenbire katmer kesilivermiş. Daha parmaklarını soğutmadan yeni katmerin gelmesine alışan sofradakiler sabırsızlanmışlar. Cemal Emmi bu sabırsızlığını biraz yüksek perdeden 'Hadi gız!' diye seslendirince evin hanımı dayanamamış;

    - 'Bi diliñi dutamadıñ! Hadi gız, hadi gız!... Bi dur heyerif! Hamır bitdi, gız hamır yuğuruyo!.. Az sabret gali!'

    Meğer bunlar o hay huy arasında bir tekne hamuru tüketmişler. Hadi hadi derken geleni yutmuşlar, ama ne yediklerini bilmediklerinden doyup doymadıklarını da anlayamamışlar. Evin hanımı haklıymış, katmer pişirilmesi tamamlanıp yığılsa, ekşisi turşusu tam tekmil sofra kurulsa daha iyi olmaz mıymış...

    Şüphesiz daha iyi olurdu, pişirenlerin de iki ayağı bir pabuca sokulmazdı. Lakin yiyicilere katmerler o kadar lezzetli gelir miydi, bak orası şüpheli...

    Yeni hamur hazırlanırken Berber ile Adem yavaş yavaş ayaklanıp müsade istemişler. Bunu duyan evin kızı karşı çıkmış;

    - 'Duruñ gali Ağa' demiş, 'Hamır hazır, bişirem de Hacı Emmime götürüñ, ıscecik O da yisiñ.' Kabul etmişler bu teklifi... Kabul etmelerinin sebebi köye katmer götürmek değil, tadına doyamadıkları katmerleri yolda mola verip mideye indirmek...

    Sarıp sarmalanan emanet katmerlerle yola düzülmüşler, ama ne açlık hissetmişler ne de yolda durup yemişler. Meğer katmerin lezzeti hapur hupur yedikleri o sofra başındaymış. Köye döndüklerinde de dönüp katmerlerin yüzüne bakmamışlar... 



Böbülerin Çocuk

     
    Daha önce bahsetmiştim, sosyal medyada çoğu kişinin sayfasına yüklü fotoğrafları taradım. Dün akşam bir gözümle maçı izlerken, diğeriyle Berber Emmimin bu fotoğraflara bakmasını sağlıyordum. Aslında eski fotoğraflar üzerinde yapacağı izahata odaklıydım, yen nesli zaten bilmezdi. Bu karışıklıkta erken gelen ilk golü göremedik.

    Yenilerde çekilmiş çoğu selfi tabir edilen fotoğrafları hemen geçiyordum. Birisini geçince 'Ha, Böbülerin çocuktu o geçtiğin' dedi. Benzetmiş olmalıydı, çünkü slaytta hızlıca geçtiğim fotoğraf Hatcamehmetlerin Hasan oğlu Mehmet Saki'nin pozuydu. Mardaklar/Hatcamehmetler nere, Veyisler/Böbüler nere; kesinlikle birine benzetmiştir...

    'Yok bu Profesörün resmi' diyerek yanıldığını göstermek için döndük geriye... Hayır, yanlış görmemiş, yanılmamış da... Mehmet Saki'nin 'Böbülerin Çocuk' olduğuna dair hikayeyi anlattı. Bana da bunu not etmek düştü...

    Olay, Berber'in henüz çıraklık devresindeyken yaşanmış. Omarcıkların Berberhüseyin'in çırağı iken göz doldurmaya başlamış. Millet odalarda konusu açılınca konuşuyor, şu berber iyi, şu şöyle bu böyle... İşte orada 'Böbülerin Çocuk' ne kadar iyi traş ettiği anlatılıyor. O sırada çocuk dedikleri Berber 17-18 yaş civarı olmalıdır. Yaşlıların gözünde çocuksun...

    Büyüklerin kendi aralarında konuşmalarını, o sırada çok küçük yaşta bulunan Mehmet de işitmiş. Hatcamehmet dedesinin yanına takılıp gitmiştir. Bir de dedeler kendi adını taşıyan torunlarına çok düşkün olurlar, bu yüzden Mehmet'i her gittiği yere götürüyormuştur... 

    Her nasıl olduysa küçük Mehmet'in zihninin bir yerine 'Böbülerin çocuk gözel treş ediyo' sözü kazınmış. Saçları uzayınca dedesi bunun elinden tutup Takgasların Berberhüseyin'e (Öncül) götürmüş. Demek ki kendisi onun müşterisiydi. Hakla traş olunan o günlerde hangi berberin müşterisiysen harman kalktıktan sonra yıllık ücretini (hak) buğday olarak ödüyordun... Hatcamehmet torununu bu yüzden kendi berberine götürmüş...

    Kafasında 'Böbülerin Çocuk' bulunan torun Mehmet dükkana girince ortalıkta çocuk filan görememiş, yaşlı yaşlı adamlar. Berber de öyle... 'Ben Böbülerin çocuğa gitcen!' diye tepinmeye başlamış. Berberhüseyin de bu duruma anlayış gösterince dedesi tekrar elinden tutup öteki Berberhüseyin'in (Sağlam) yolunu tutmuşlar...

    İçeri girdiklerinde dedesi sormuş; 'Hana Böbülerin çocuk?'... Daha önce hiç görmediği halde Mehmet 'Aha bu' diye Berberahmet'i göstermiş. Daha sonraki yıllarda hem Hatcamehmet hem de oğlu Hasan Saki Berberahmet'in müşterisi olmuşlar, Emmim bunu da Mehmet'in 'Böbülerin Çocuk' ısrarına bağlıyor...

    Sonra 'Böbülerin Çocuk' usta çıkıp dükkanını açıyor, evleniyor, askerlik şu bu derken İzmir'e göçüyor; ayrı bir hikaye... Yıllar sonra bir gece, Gadıngızların evdeki bir düğününde, bir delikanlı gelip Berber'in karşısına dikiliyor; 'Hoşgeldin Ahmet Ağa, beni tanıdın mı?' diye soruyor... Emmim tanıyamamış... Tam çıkaramadığını söyleyecekken 'Ben Böbülerin Çocuk' diye kendini tanıtmış Mehmet Saki...

    Emmim bu hikayeyi anlatıp diğer fotoğraflara bakarken ben de harıl harıl yazıya geçirdim. Bu arada milli takım beraberlik golünü yemiş, onu da göremedik...



05 Eylül 2024

Bir Öküzüm Ahara Düştü Vakası Daha

     
    Berber Emmimin anlattığı Öküzüm Ahara Düştü hikayesini arzetmiştim. Benzer bir vakayı bugün işittim. Yalnız önceki gibi Almalı çeşmesinde geçmemiş. Bu seferki on onbeş yıl kadar daha önce düz ovada, meşhur Balıklı çeşmede yaşanıyor, onu hikaye edeceğim.

    1946-47 Yıllarındayız, Babam daha küçük çocuk, aklı yeni eriyor... Körhoca Dedem gidip malbazarından bir çift öküz almış, o zaman pazar nereye kuruluyorduysa... O hevesle oğlanları kemire getirmeye yollamış. Dağ'da çok sayıda ağıl bulunuyor ve köylü yakacak ihtiyacının bir kısmını da ağıllardan kaldırılan kemirelerle karşılıyor. Senin ağılın yoksa bile bir dostunun vardır...

    Babamın yaşı küçük ama Mevlüt Emmim on yaşının üzerinde, yanına küçük kardeşini de alarak yola çıkıyorlar. Bu arada yeni alınan öküzlerin huyunu suyunu bildikleri yok. E hayvanlar da yabancıysa, haliyle evi yolu bilmiyor onlar da... Gademguyu yakınlarına varınca öküzler neden ürktülerse, hop dereye uçurmuşlar arabayı. Emmim büyük olduğundan kendini atmış aşağı, ama Babam altında kalmış. Sürüklene sürüklene dereye kadar o vaziyette... O civarda Hakkıların çayırlar var, Patır Dayı (Ahmet Yırgal) öküzlerin önüne geçip durdurmuş, ama altta sürüklenen yeğeni perişan...

    Ölü gibi çocuğu getirmişler eve, sonra bir kırıkçıya göstermişler. Onun kim olduğunu hatırlamıyor Babam, bizim köyden de olabilir, başka bir köye de götürmüş olabilirlermiş... Adam demiş ki; 
    - "Ne kadar eti, kası varsa kırılmış; bir koyun postuna sarın bu çocuğu, 15 gün postun içinde kalırsa ayağa kalkar." 

    O yıllarda Dedemin koyunları var, yatırmış birini kesecekken Mazinin Ömer Emmi (Kabadayı) durdurmuş;
    - "Yav Hoca ne gerek var koyun kesmeye, aha bizim evde deri dolu..." Getiriyorlar bir deriyi, çocuğa giydirip güzelce dikiyorlar. Boynuna kadar bir tuluğun içinde on onbeş gün bekletiyorlar. Vakti gelince çıkarmışlar posttan, Babam gerçekten iyileşmiş.

    Bu arada sicili bozuk yeni öküzler bir vukuat daha işlemiş. Sulamaya götürülürlerken Gödecin Halil'in Afyonlu eşi Naciye Hanıma toslamışlar. Dedem, komşuya zararı olan hayvan bana yaramaz diye çekip sattırmış. 

    Biz hastaya dönelim... Babam posttan diri çıkmış, ama bu sefer de başka bir hastalığa yakalanmış. Sütce demişler, hadi bakalım Elpirek'e Patır Dayısı... Patır Dayı yeğenini çok severmiş, her lazım olduğunda işini bırakmaktan yüksünmüyor. Kendi öküzlerini koşup yola düzülmüş.

    Elpirek'teki adam hastayı enine boyuna süzmüş ve; 
    - "Bir haftaya kalmaz ölür bu" diye tükürür gibi söylemiş... Şu yaptığına bak, iyi olacaksa da öldürecek hastayı... Hiç olmazsa diyeceğini hastanın yüzüne deme... Düşün ey okuyucu, bütün bunları bana o hastanın kendisi anlattı...

    Moraller bozuk dönüş yoluna düşüyorlar. Gecek karşısındaki Balıklı çeşmede mola... O vakitler eski yolun üzerinde çeşme, şimdiki gibi bir kuytuda nisyana terkedilmiş değil. Her zaman etrafı çok şenlik oluyor. Balıklı çeşme denilmesinin sebebi de lulasının balık ağzı biçimli olmasıymış... Öküzleri sularken, birisi delleniyor veya hesapsız haraket edip cup ahara düşüyor. Bütün bu ayrıntılar morali bozuk çocuk hastanın aklında kalmış... Zor bela kurtarıp yola revan olmuşlar...

    Köye geldiklerinde Elpirek'te olanları anlatmışlar.  Çocuğa yakında öleceğini müjdeleyen adama mahalleli koro halinde sövmüş, tabi gıyabında... Lakin bunun hastaya bir faydası yok, ölümü bekleniyor... 

    Biri akıl mı verdi yoksa kendi fikri miydi bilinmez, Patır Dayı'nın aklına cıngırdık kurmak geliyor. Avlunun ortasına bir direk dikip koca söğüt dalını da onun üzerine yerleştirip mekanizmayı kuruyor. Cıngırdığın bir ucuna ağırlık dengelesin diye delikli bir taş bağlıyor, öteki ucuna da yeğenini oturtup başlıyor döndürmeye. Tam bir hafta belli aralıklarla babamı sallamış, hiç üşenmeden... 

    Bir haftaya kalmadan çocuk ölecekti ya, tam aksine bir haftalık sallanmanın sonunda cıngırdıktan sapasağlam inmiş... 

    Bütün etleri kırıldıktan sonra 15 gün koyun postuna büründürülen, posttan sütce olup çıkan, bir hafta içinde öleceği haber verilen, buna karşın cıngırdıkla kurtulan Babam bütün bunları bana anlattığı şu gün 83 yaşında...




04 Eylül 2024

Kerrat Cetveli Ve Sağlama

    
    Her defterin arka kapağında haftalık ders programı ve kerrat cetveli olurdu. Ders programını sadece öğretmenimiz bildiğinden orası hep boş kalırdı, ama sonradan adı çarpım tablosu diye değiştirilen kısım parmak izlerimizden oluşan bir lekeyle kaplanırdı. İkinci sınıftan itibaren bu durum hiç değişmedi.

    Dört işlem denilen matematiğin esası için kerrat cetvelini ezberlemek gerekliymiş. Gerçi toplama çıkarma parmak hesabıyla hallediliyordu, iş çarpmaya gelince durum değişiyor, ille de kerrat cetvelini zihninde canlandırman gerekiyordu. Bu yüzden her birimiz düzeye göre ikilerden başlayarak dokuzlara kadar ezberleme sürecinden geçtik.

    Adı değiştikten sonra çarpım tablosu dedik ve zaten deftere de öyle basarlardı. Fakat Güdüğizzetlerin Abdullah Sağlam ısrarla kerrat cetveli demeye devam etti. Büyüklerimiz de öyle diyordu, bu yüzden Abdullah'ın söyleyişi bana daha samimi gelirdi. 

    Kerrat cetvelini ezberleme toplu okumalarla başlardı. Belli bir ritimle şarkı söyler gibi ikileri bağırır, koro halinde yapılan bu ayinde bilmeyenlerin ayıbı kapatılırdı. Bununla beraber iyi bir öğrenme metodu olacak ki bireysel olarak altıları, yedileri ezberlerken de aynı ritme kendimizi kaptırırdık: 
    Altı kere dööört yiiirmidört!
    Altı kere beeeş oootuz!
    Altı kere altıııı oootuzaltı!

    Her defasında tekrar edilen kere sözünün kerrat ile bağlantılı olduğunu ve bu yüzden kerrat cetveli dendiğini sonraları anlayacağız. Büyüklerimizin güya okuldaki öğrenim seviyemizi ölçmek için imtihan soruları kerrat cetvelinden gelirdi. Aradan dereden sorulduğu için ansızın sorulan 'üç kere yedi?'ye hemen cevap veremez yahut yanlış cevap verirsen imtihanı geçemezdin. O vakit sadece ezberlemenin öğrenmeye yetmediği anlaşılır; büyüklerimizin yüzünde hınzırca bir gülümseme belirir, biz ise utanırdık.

    O vakitler gördüğümüz matematik klasikmiş, moderniyle bir kaç yıl sonra ortaokulda karşılaşıp afallayacağız. Şimdilik elimizdekinin tadını çıkaralım. Problem kurma ve çözmeye dayalı, içinde dört işlemin kullanıldığı ve eskilerin hesap dediği matematikte Adem Tok hep bir numara oldu. Nasıl işliyorsa, acayip bir matematik zekası vardı; kalemsiz problem çözdüğü olurdu. Elbette bu, sadece kerrat cetvelini bilmekle ilgili olamazdı, işin içinde başka bir şeyler vardı. Adem'i geçemeyeceğimiz anlaşılınca durumu kabullenip üzerinde durmadık...

    Klasik matematikte 'sağlama' denilen bir kavram da önemliydi. Yapılan dört işlemin sonucunu teyit etmek manasına gelen sağlama basitti. Toplamanın sağlaması çıkarma, çıkarmanınki toplamaydı. En eğlencelisi de çarpmanınkiydi. Kocaman bir X işareti koyuyor, çarpma işlemindeki sıraların her birini toplayıp koca X'in ilgili bölümüne yazıyorsun. Karşılıklı iki rakam eşleşiyorsa işlem doğrudur. Adem kadar pratik problem çözemesek de sağlama filan yapabiliyorduk. O yıllarda matematik anlaşılır, güzel ve eğlenceliydi...

    Ortaokulda işler değişti. Kümelerle başladık birleşim, kesişim şu bu... Sonra x,y,z ve daha bilmediğimiz bir sürü şey... Arada sırada kerrat cetveli yine lazım oluyordu, ama bu matematik başka bir şeydi. Allah'tan Ata Hoca iyi bir adamdı da dersler büsbütün çekilmez olmaktan bir nebze çıkıyordu. Yine de matematiğe karşı eski duygularımızdan eser kalmadı. Adem'in bile eski havası yoktu. Sonradan Cevat Hoca geldi, o da işleyişi değiştiremedi, o dersle aramıza soğukluk girmişti bir kere. Belki biraz daha somut olduğundandır, geometri kısmını biraz anlıyorduk, o kadar... Üstelik bazı defter kapaklarından kerrat cetveli silinmeye başlamıştı, zira hesap makinesi denen bir şey dolaşıyordu ortalıkta...

    Matematik alerjisi lisede de değişmedi. İsmail Dalmışlı Hoca ile aynı köylü olmamızdan, dersle aramızdaki buzları azıcık erittik, fakat bu hiç bir zaman matematikle senli benli olmaya yetmedi. İkinci sınıf matematiğini ittire kaktıra geçtik, üçüncü sınıfta seçmeliydi; seçer miyim!... Seçmedik ama, Mekanik zorunluydu ve bu bildiğin Fizik, yani Matematik dersiydi. Rahmetli Meydanoğlu ile de o dersi götürdük... 

    Matematikle böyle mesafeli bir maceram oldu, o eğlenceli ilkokul klasik hesap matematiğiyle bir daha hiç karşılaşmadık.

    Lisedeyken hafta sonlarını köyde geçirirdik. Cumartesi günü Dedem buğday satmış; 
    -'Kilesi şu paradan şu gada buydey kaç lire edê?' diye sordu. Hesaplayıverdim. Sonuç, elindeki parayla tutuyordu; ama ikna olmadı, kazıklandığını düşünüyordu. 'Sağlamasını yap' dedi... İşte o anda dondum kaldım. Unutmuştum. Matematikle cebelleşirken ilkokulda öğrendiğim sağlama buharlaşmıştı... Ben kara kara düşünürken; 
    -'Bilmiyoñ mu yosa len, ve baken şunu' deyip kağıdı elimden kaptı ve kızaran yüzümün önünde işlemin sağlamasını yaptı. Oysa Dedem okula filan gitmemiş, ne öğrendiyse askerde Aliler Mektebinde öğrenmişti. Utandım, ama öyle böyle değil... Daha başka şeyler de dedi, bunların hiç biri benim utancımdan daha ağır değildi...

    Bu olayın üzerinden kırk yıl geçti. Devir değişti, değerler değişti, nesil değişti... Eğitim değişti, okullar değişti, dersler değişti... Kaçınılmaz değişim... 

    Geçenlerde televizyonda yayınlanan bir yarışma programının videosunu izledim, tam ibretlik. Soru: 'Üçün üç katından ikinin iki katı çıkarıldığında sonuç ne olur?' İlkokuldayken böyle bir soru sorulsaydı, mesele Adem'e kalmadan ben bile çözebilirdim. Z Kuşağından yarışmacı bilemedi, İstanbul Üniversitesi'nden mezun mühendis arkadaşını aradı, o da yanlış cevap verdi. Kısa süreli yarışma heyecanı diye anlayışla karşılanabilecek bir durum... Fakat bu rezil durum karşısında gençte hiç bir utanma belirtisi görülmemesi çok üzücü...

    Cehalete bir nebze anlayış gösterilebilir, ama ar damarının çatlamasına ne demeli. Büyüklerimiz şaşırtmacalı sorularını bilemeyince hoş görseler de biz utanırdık. Kerrat cetvelini bilmeyebilirsin, dört işlemi de... Ammavelakin arsızca sırıtmak da ne oluyor...

 


03 Eylül 2024

Diñmek


    Nazal ñ ile söylenen diñ kelimesi isim olarak Kamus-ı Türki’de iki anlamda karşımıza çıktı. Bunlardan dikkatlere sunacağımız ilki rahat, huzur, sessizlik, sakinlik anlamlarına geliyor. Belki tam olarak asude kelimesinin Türkçesi diyebiliriz diñe. İkinci anlamı ise iki şeyin aynı ölçüde bulunması, denklik demek oluyor. Nazal ñ sesinin bildiğimiz n ile g seslerinin karışımı bir ses olduğunu unutmadan “denge” kelimesinin bu “diñ” isminden geldiğini rahatça söyleyebiliriz sanırım. Fakat bizim asıl işimiz kelimenin birinci anlamıyla ilgili. Yani huzur, rahat anlamlarıyla. Açıklaması zor olabilir ama ruhun karşılığı “tin” ile bu kelimemizin bir ilişkisi olabilir mi? Huzur, sükun, rahatlık gibi kavramlar ile ruh arasında bir bağ ve bunun üzerine tin ile diñ arasında başka bir bağ…

    Tarama sözlüğünde diñ veya dıñ ismine başka bir anlam daha yüklendiğini görüyoruz. Evet dıñ ses, seda demeye geliyormuş. Yine isim fakat üzerinde durduğumuz rahatlık ifade eden o malum anlamla bir yakınlığı yok gibi duruyor ilk bakışta. Bu isimle yapılan bir birleşik fiil örnek olarak gösterilince aynı kelime olduğunu anlıyorsunuz. Zira “dıñ dur-“ sükut etmek, ses çıkarmamak demekmiş. Bu birleşik fiili görünce aklıma yine Eğret’te çok kullanılan “tek dur-“ birleşik fiili geldi. Eğret’te kullanılan mana, yaramazlık yapmamak, sessiz sakin durmak şeklinde. Azıcık araştırınca bu birleşik fiilin hemen hemen bütün lehçe ve şivelerde kullanılan bir fiil hatta deyim olduğunu öğrendim. “Dıñ dur-“ fiili ile “tek dur-“ fiili aynı anlama geliyorsa belki de bugün hala kullanılan “tek dur-“ aslında bu “dıñ dur-“ tan geliyordur. Çünkü “tek” ile “dik” kelimeleri arasında ses benzerliği açık. Ayrıca Divan-ı Lügati’t Türk’te “tiñ”, dik demek olduğu söyleniyor. Bu kadar çok ses benzerliği, anlam yakınlığı zincirleme olarak karşımıza çıkınca ister istemez şaşırıyoruz ama durun daha bitmedi. Eğer “tiñ” ismi böyle dik manasında ise yine Eğret’te sık duyulan ve ayakta durmak, ayağa kalkmak anlamına gelen “diñel-“ fiilini de bu kategoride saymalıyız. Hatta diñel-, dikil- fiilleri arasında bile bağlantı kurmak zor olmaz. İleride diñel- ve dikil- fiilleri için özel bir yazı yazılabilir, şimdilik asıl konuda kalmakta fayda var.

    Yine DLT’te “tıñ” kelimesini dinmiş, haylaz, işsiz, aylak, tembel manalarında görüyoruz. Az daha zorlansa sakin, rahat, huzurlu denecek neredeyse. O kadar da baştaki mana ile ilintili yani.

    Bu anlam ile direk ilgili fiiller çıkıyor karşımıza. “diñ-“ bu sefer isim değil de fiil olarak görünüyor. Yine iki anlamı var Kamus’ta. Birincisi durmak, bitmek, kesilmek, sakinleşmek gibi. “Yağmur diñdi” ve “Buñar diñdi” bu manadan. İkincisi rahatlamak, istirahat etmek oluyor. Tam burada diñgin ve diñlen- kelimelerini zikretmek gerek. Diñgin, yorgun halsiz demek oluyor. Diñlenmek ise rahatlamak, huzur bulmak, yorgunluk atmak vb anlamlarda. Ayrıca diñlendir- fiili daha başka anlam kalıplarına da bürünmüş: Çayı dinlendirmek, tarlayı dinlendirmek, işini devralarak çalışan birini dinlendirmek vs. DLT te ilginç bir kelimeyle daha karşılaşıyoruz: Tıñ dur- fiili rahat ettirmek, dinlendirmek demekmiş.

    Yukarıda dıñ/tıñ kelimesinin ses, seda anlamına geldiğinden de bahsetmiştik. Hatta “dıñ dur-“ ses çıkarmamak demeye geldiğini de belirtmiştik. Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılan tın-/tınma- fiilleri bu ismin bu anlamından geliyor olsa gerek. Çünkü tınma-, sessiz tepkisiz duyarsız kalmak anlamında kullanılıyor. “Onca söze rağmen tınmadı bile.”…  Dıñ kelimesinin ses anlamına tekrar dönmemiz sırf bu tınma- fiiliyle ilgili değildi. Dinle- fiilinin de buradan geldiğini belirtmekte fayda var. Zira herkesin bildiği gibi bu fiilin temel anlamı sese kulak vermek ve onu işitmektir. Sesle ilgili bir fiildir dinlemek, yani “dıñ” ile alakalı. Zaten tarama sözlüğünde “diñlemek” fiilinin karşılığı olarak, iki kişinin kendi aralarında konuştuklarına yani çıkardıkları fısıltılara kulak misafiri olmak diye gösteriliyor.

    “Dıñ” kelimesinin asıl manasına bir kere daha dönerek konuyu bağlayalım. Rahat, huzur, sükunet, sessizlik… Diñmek fiilinin sadece Anıtkaya’da rastladığımız bir manası daha var: Yorulmak, çok yorulmak, yorgunluktan sesi soluğu çıkmamak, sessiz sakin kalmak. Bütün bu anlamlarla buraya kadar gösterdiklerimiz arasında bir bağlantı var mı siz karar verin. Çünkü ben diñdim…



02 Eylül 2024

Bereñarı


    Añ özelde tarla sınırı demek ama orijinalinde genel olarak uç ve sınır anlamları var. Añyeri ve Añıdini özel adlarındaki bu kelimenin orijinal anlamıyla da bir ilgisi olduğu düşünülebilir. Açıklayamıyoruz ama añız kelimesinin de bir şekilde bu kökten geldiği düşünülebilir.

    Añrı kelimesi Azeri ağzında “öte” manasına geliyor ve bugün hala kullanılmakta. Türkçedeki añaru edatıyla aynı kökten geldiğine şüphe yok.

    Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılmasa da añaru edatının “öte, ileriye doğru, öbür taraf, karşı taraf” gibi anlamları var. Orta Anadolu ağızlarında sık rastlanan “ârı” edatının -dan öte, -dan sonra anlamına geldiğini biliyoruz. Şimdi kullanımdan düşen añaru edatının da bir zamanlar aynı anlamı taşıdığını biliyoruz. “Ârı” edatının “añaru”dan geldiği konusunda gerek Necmettin Hacıeminoğlu ve Radloff gerekse diğer bilim adamları söz etmiyorlar ama bizim bilimsel kayıtların dışında bulunmamız böyle bir iddiayı kolaylaştırıyor.

    Konuyu dağıtmayıp esas meseleye dönecek olursak; “añaru” edatı “añaru berü” şeklinde birleşik kullanımıyla bu sefer zarf göreviyle karşımıza çıkıyor. Anlamında bir belirsizlik, ortalama ifadesi olarak “şöyle böyle, ileri geri, öte beri” gibi bir şeyler var. Elbette bu birleşik kullanım da şu anda yok. Biz bunları eski eserlerden veya Tarama Sözlüğünden bulduk.

    “Añaru berü” birleşik kelimesinin “berü añaru” şeklinde söylenilebileceğini düşünemez miyiz? Bu çeşit ikilemelerde bugün bile kelimelerin yerini değiştirmiyor muyuz? “Büyük-küçük” de deriz, “küçük-büyük” de. Bunun tam olarak ne zaman gerçekleştiğini bilemeyiz; Eğretli añaruberü'yi tam tersine çevirip berüañaru yapmış. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir, en geçerlisi de söyleyiş kolaylığıdır. Yani öyle kolayına gelmiş. 

    Bugün Anıtkayalılar “añarı beri” yerine “beri añarı” diyorlar. Elbette Türkçe  kurallara göre böyle iki kelimenin birleşmesinde hece düşmesi kaçınılmazdır. Kelimenin varacağı yer: “Bereñarı”…

    Anıtkaya’da bereñarı zarf olarak kullanıldığında sözü edilen işin tam yapılmadığını belirtir. ‘Bereñarı garışdırıve’ denildiğinde, tam ve mükemmel karıştırma istenmediği anlaşılır. Böyle durumlarda ya zaman kısıtlaması vardır, ya da bu kadar itinaya gerek yoktur, iş basittir. Ayrıca işin geçiciliği gibi bir anlam da gizlidir.

    Bazen sıfat göreviyle de kullanılır. O zaman sözü edilen şeyin mükemmel olmadığı, kusurlarının bulunduğu, özensiz hazırlandığı gibi manalar kastedilir. Misal 'Bereñarı çayı filan içmez.' sözüyle çayın kalitesizliği vurgulanır.

    Bu kelimenin zarf ve sıfat görevi dışında bir kullanım alanı daha var, ünlem; fakat bu seslenme, azarlama, sevinme, üzülme gibi duygu yüklü ünlemler gibi değildir. Karşılaştırma ve onaylama karışımı bir anlam yüklenir. Bir örnekle açıklamak gerekirse… Diyelim ki herhangi bir hususta fikir beyan ediyorsun;
    - “Haşeş de emme sık saçılmış, çapıla çapıla bitmedi.” dediğinde, karşındaki tek kelimeyle cevap veriyor;
    - “Bereñarı mı!” Bu soru kalıbında olsa da aslında bir tepki/ünlem cümlesidir. Bu fikre sonuna kadar katıldığını, aynı dertten kendisinin de muzdarip olduğunu filan bildirir. Onaylamanın ötesinde, 'az bile söyledin, dediğinden daha fazlası' gibi manalar da çıkarılabilir.

    Kelimenin zarf kullanımı daha yaygın, sıfat ve ünlem kullanımı ise seyrektir. Bununla beraber bu kullanımların, özellikle ünlemin, Anıtkaya’ya has olduğunu söylemek yanlış olmaz. Tabi Eğret ağzının etki alanını hesaba katarak çevre köyleri de unutmamak lazım…