07 Ağustos 2023

Sorma Şeker

 
    1994 Yazıydı... Balıkesir'in bunaltıcı sıcağında askerliğe başlamıştık... Anıtkaya'ya yüzlerce kilometre mesafedeki askerlik günlerinin ikincisinde eski bir dostla karşılaşacağımı nereden bileyim...

    Tam olarak takımlarımız filan belli değil, acemilik nedir iliklerimize kadar yaşıyoruz. Ne kadar kısa dönem grubunda da olsak, orası asker ocağı... Durumu bilenler ne demek istediğimi anlayacaktır... Yabancı bir yerdesin, değişik bir ortamdasın ve ilk defa gördüğün simalarla berabersin... Taze arkadaşlıklar böyle durumlarda hemen filizlenir. Yine de karakter yapısına göre bazı kişilerde bu süreç uzar... Biz her yönüyle acemi tayfasındanız, henüz samimi olduğumuz kimse yok... 

    Aslında bu da normal kabul edilebilir, zira daha ikinci günün sabahındayız... Kim olduğunu bilmediğimiz kişiler sağa sola emirler yağdırıyor. Biz acemilere de hakkında hiç bir fikrimiz olmayan görevler yüklüyorlar... Beni, şimdi ismini hatırlayamadığım bir usta erin emrine verip onunla beraber devriyeye yolladılar. Medeni kışladan ayrılıp dağ taş gezmeye çıkmış gibiydik.

    Emri altında bulunduğum Er/Komutan durmadan konuşuyor. Dediklerini pek anlamıyorum, ama kafamda bir tablo oluştu... Adanalıymış, okuma bilmiyor; öğrenmeye niyeti olmadığı gibi gerek de duymuyor. Fakir bir ailenin çocuğu. Yaşlı ana babası bırak para göndermeyi, bunun göndereceği üç beş kuruşa muhtaç... Devletin verdiği sembolik aylıkları biriktirip onlara gönderiyormuş. Kişisel harcaması sıfıra yakın. Aslında sıfır; ama her nöbet boyunca ağzında gezdirdiği bir adet şeker için minik bir ödenek ayırıyormuş kendince... Şeker parası dışındakiler ana babasının...

    Bunları anlatırken cebinden küçük bir naylon kese çıkardı. Bir şeker alıp ağzına attı, aynı intizamla keseyi dürüp cebine koyacaktı ki durakladı... Ne yapacağını bilmez halde bir an bekledikten sonra dürüyü açıp bir şeker de bana uzatırken tembihledi;
    - 'Yeme ha, somur!'

    Adanalı saf Er/Komutanımın ihtiyar ana babasının rızıklarından keserek aldığı sorma şekerin kıymetini zamanında anlayamadığıma hayıflandım... Bir saatlik ilk nöbetim boyunca, yememeye dikkat ederek, somura somura bu mübarek şekerin hakkını verdiğimi düşünüyorum...

    ***

    Çocukluğumuzun şekerlerini şöyle bir listelersek, sorma şeker hiyerarşik sıralamanın ortalarında yer alır;

    Gelin şekeri: Neden böyle dendi bilmiyorum. Koyu pembe renkli kalın plakalar halinde bazı dükkanlarda bulunurdu. Asla satın alanı görmedim ve tadı hakkında da hiç fikrim yok; yemedim çünkü. Galiba pahalı bir şeydi, düğün çerez tepsilerinin üstüne konulduğu için bu isim verilmiş olabilir...

    Ciyirdekli şeker: Bayram el öpmelerinde çok rağbet ettiğimiz şeker türüdür. Kimin evinde yahut hangi odada bundan varsa oraya defalarca el öpmeye giderdik. O gün için lüks sayılan ambalajlanmış şekerdir. Dışına sarılan renkli naylon ambalaj maddesinden dolayı bu adı vermiş olmalıyız...

    Tespih şeker: Tadını hatırlamıyorum bile; sanki yemek için değil de sahip olmak için alır gibiydik. Şekerler bir ip boyunca tespih taneleri gibi dondurulmak suretiyle üretilirdi. Dükkanlarda bir, bir buçuk metre uzunluğunda tespihler gibi boylu boyunca uzatılırdı. Yenimısdıktan bir karışı on kuruşa alırdık...

    Sorma şeker: En yaygın şeker türüdür; çok bulunduğundan mıdır nedir, dükkandan satın alırdık, ama olmasa da olurdu... Rengarenk bu şekerlerin ana maddesi telhelhelvanın bir aşaması olduğunu öğrendikten sonra gözümüzden düşmüş olabilir. Yeşil renkli yahut yeşil şeritli özel aromalı olanlarına naneşeker, kahverenkli süt aromalı olanlarına da sütlü şeker derdik. Bir ara susamlı türleri de vardı... Cebimizde günler geçirip kumaş havlarından tüleneni olduğu gibi, birine sahip olmak için uğruna kavga ettiğimiz sorma şekerler olmuştur...

    Akide şekeri: Bugün Konya merkezli Mevlana şekerinin daha büyüğünü ve burularak kesilmişini hayal edin; işte akide şekeri budur... Bu bembeyaz koca şekerleri satın almazdık. Uzun süre bekledikleri için çok sertleşen bu şekerler, kandil gecelerinde yahut Cuma günlerinde camide dağıtıldığı için mi bu ismi aldı acep?

    Gaba şeker: Şeker dünyasının en alt tabakasında bulunur. Akide hammaddesinin renklendirmesiyle oluşur. Kesimi daha küçük ve yuvarlaktır. Yumuşak olduğu için akideye göre tercih edilebilir. İhtiyarlar çocuk sevindirmek için ceplerinde taşıdıkları gaba şekerlerin çocukları pek öyle sevindirmediğini görünce şaşırırlardı. Bunda şaşılacak bir şey yok; gaba şeker çabuk kirlendiği için, günlerce cepte, şalda bekleyince orada ne kadar toz kir varsa üzerine çeker, rengi değişirdi. Sen olsan bu şeker için can atar mısın?

    Daha başka şeker türleri de vardı aklımda kalan ama bunlar ya sorma şekerin ya da gaba şekerin alt türleridir, ayrıca başlık açmak gereksiz...

    ***

    Uzun süre susuz kalmış toprağa yağmur dindikten sonra baksan hiç su kalmamış, hepsi yer altına inmiş. Buna toprağın suyu sorması diyoruz. Tarla, bahçe sularken de aynı görüntüye şahit olursunuz...

    Bir de yabancı kökenli absorbe kelimesi var, Türkçe'ye 'emmek' olarak çevriliyor. Genellikle katı maddelerin ışığı emmesi anlamına geliyor. Buradaki emmek, toprağın suyu sormasıyla aynı anlamda da kullanılabiliyor. 'Tarla susuz, suyu anında emiyor.' gibi kullanımlara da rastlanır.

    Bazen, aynı anlama gelen bu iki kullanım birleştirilir. Ağıza alınan bir yiyecek emilerek eritilir. Eskiden emzikler yoktu, bir tülbent parçasına çıkılanan şekerli ekmek içi bebeğin ağzına tıkılır, emip bitirene kadar annesi işine bakardı. Emzik görevi gördüğü gibi bebeğin gıdalanmasını da sağlayan bu tekniğe 'sormuk' adı verilirdi. Dili ile damağı arasında emdiği çıkını aslında sorduğu için bu isim verilmiş olmalıdır.

    Anıtkaya kırlarının her tarafında bahar aylarında yetişen pembe çiçekli bir orkide türüne de 'sormuk çiçeği' deniliyor. Belki biz öyle demişizdir, bilmiyorum... Her bir çiçek yaprağının kökü, boruyu andıran beyaz renkli bölümden oluşur. İşte o borucukta çiçeğin tatlı öz suyu bulunur. Sorarak bu tadı içimize çekerdik...

    ***

    Adı sorma şekerdi... İnsanlar kırda bayırda ağzına atar, sora sora ağzında döndürür dururlardı. Dişinle berelemez ve idareli sorarsan bir şekerle bir saat idare edebilirsin. Hatta bir ara çapacılara vermek üzere sorma şeker götürürlerdi tarlaya... 

    Benim gibi sabırsızlar o kadar sormaya tahammül edemez, çıtır çıtır kırar tüketirler... Bu yüzden ben sorma şekeri bir türlü soramaz, hemen yerdim...

    Çocukluğumda kalan bu dostla Adanalı Er/Komutan vesilesiyle tekrar karşılaşmıştım. Ağzıma attığımda yine çatır çutur yerdim; Allahtan uyarı erken geldi;

- 'Yeme ha, somur!'... Yemedim, sora sora ilk nöbetin sonuna geldik...


06 Ağustos 2023

Çeñizevi

 
    Zaman çabuk geçer, düğün vakti gelip çatar... Ana geçim kaynağı ileşberliğe dayanan Eğret'te süreç harmanda bile başlar; ammavelakin düğün kesinlikle harman kalktıktan sonradır. Bu da kış demek... Resmi olarak 8 Kasımda başlayan kış aynı zamanda düğün mevsimidir. Bu yüzden hatıralarda kalan Eğret düğünlerinin tamamı ıslak ve çamurludur...

    Gızevindeki hareketlilik nişanlılık döneminde hiç bitmez; derece derece artarak düğün haftasına varır dayanır. Düğünden 10-15 gün önce gelingızın gardeşliği belirlenir. Bu, düğün boyunca sürekli yanında bulunacak olan, bir bakıma gelinin sağdıcıdır ve en yakın arkadaşlarından seçilir... Bu günlerde yakınları tarafından yemeğe davet edilen gelinin yanında da o vardır ve verilen bahşişlerden nasiplenir...

    Gelin ve gardeşliğindeki hareketlilik henüz gızevine tam olarak yansımamış görünebilir. Bu kimseyi yanıltmasın, içten içe büyüklerin de kendine göre hazırlığı vardır. Mesela tepsi tepsi baklavalar açılırken mahallenin (Eğret'te sokak değil mehelle denir) bütün kadınları ve gızevine yakın diğer kadınlar oradadır...

    Gızevinde düğün çeñiz (çeyiz) asımıyla başlar... Oğlanevi ile gızevi kızlarının birlikte icra ettikleri ilk kapsamlı etkinliktir çeñiz asmak... Düğün haftasının Çarşamba günü oğlanevi kızları toplanıp gızevinin yolunu tutar. Planlanmış bir ziyaret olduğu için gızevi de hazırlıklıdır... Buna göre bir kısım kadınlar nokul yaparken, misafir ve evsahibi kızlar işe başlar... İş bitiminde artık karınlar acıkmıştır. Bu arada fırından gelen sıcak nokullar imdada yetişir, karınlar güzelce doyurulur... Kızlar kurdunu döküp çeñizevinin galasını yaparken, düğünü de resmen başlatmışlardır...

    Çeyiz asılan bu odaya çeñizevi denir ve düğünün gızevine bakan merkezini oluşturur. Bir günlerini burayı düzenlemeye ayıran kızlar çeñizevinin hakkını vermiştir. Günlerce orayı izlemeye gelecek kişiler, bir sergi salonundaki sanatseverleri andırır. Sanattan, sergiden, galeriden habersiz insanlardan bahsederken bu tabirleri seçmemizin sebebi, çeñizevindeki düzenlemenin başarısıdır... 

    Gelingızın çocukluğundan itibaren 8-10 senede hazırladığı işlemeler, tenteneler; döktüğü göznurunun semeresini alacağı yerdir çeñizevi... Bu yüzden çeñiz asılırken çok özenli davranılır. Namazlıklar nereye ve nasıl asılacak; basmalar, carseler nereye dizilecek?.. Ucu oyalı yazmalar, rengarenk patikler, iğneyle kuyu kazar gibi işlenen yastıkbaşları, bembeyaz ganevçeler, canfırılar, her biri ayrı örnek fanneler yelekler yerini yadırgamamalıdır... Çeyizde kendine yer bulabilen züccaciye eşyaları utangaç ve kırılgan görünmemelidir... Alışverişte oğlanevi tarafından alınan şeyler için de çeñizevinde bir bölüm ayrılmalıdır... Öyle bir düzenlenmelidir ki duvarlarda, pardıda boş alan kalmasın; gelenler baktıkları her yerde gelingızın hünerini görsünler... Bununla beraber orta yerde kendiliğinden oyun alanı açılmış olsun... Bütün bu hususları gözönünde bulundurarak çeñiz asmak elbette herkesin harcı değildir, ustalık ve tecrübe ister... Sonuçta sergi salonu düzenleyen bir sanatçı işi çıkar ortaya...

    Bundan sonra meydan, toplamda dört gece üç gündüz sürecek çeñizevi eğlencelerinindir. Gündüzleri çeñize bakmaya gelenlere sahne olur. Bunun belli bir vakti yoktur, genelde öğleye doğru başlar ve akşama kadar devam eder. Hani çeñizevini sergi salonuna benzetmiştik ya; ha işte çeñize bakmaya gelenler de sergi görmek isteyen sanatseverler gibidir. Büyük bir dikkatle gelinin işlediği eserleri incelerler. Enine boyuna bir eleştirmen edasıyla icra edilen çeñize bakma kesinlikle ciddiye alınmalıdır. Kimsenin bu eserler hakkında ileri geri konuşması istenmez; her gören onları beğenmeli, herkes çeñizevinden mutlu ayrılmalıdır...

    Bütün çeñizi oluşturan eserlerin her bir parçası hakkında sorulara cevap versin, gerekli açıklamalarda bulunabilsin, icabında örnek alınması sağlansın diye çeñize bakmaya gelen kim olursa yanına bir kılavuz verilerek gezmesi sağlanır. Bu anlamda çeñizevi gün boyu açık kalır. Kılavuzsuz gezmeye izin verilmemesinin bir sebebi de olası hırsızlıkların önüne geçmektir. Hatta bazı kötü niyetli kimselerin çeñize bakma bahanesiyle oraya buraya domuzyağı sürerek büyü cazı işlerine teşebbüs edebileceğinden de korkulur...

    Üç gün (Perşembe, Cuma, Cumartesi) boyunca akşama kadar sadece içeridekileri görmeye gelenlere evsahipliği yapan çeñizevinde asıl cafcaflı faaliyetler geceye saklanır...

    Akşam yemeğinden sonra erken gelenler, ortalık sakinken çeñize bakma işini de aradan çıkarıverir. Biraz sonra burası ana baba günü olacak... Diğer yandan sair evlerde telaşlı bir koşturmaca yaşanır. Genç kızlar çeñizevine günlük hayattaki sıradan halleriyle gitmek istemezler. Süslenmeli, taranmalıdırlar... Oyuna kalkan kızların yazmasını, şarpısını başından çekip almak adettendir; niye perişan saçlarla ortaya çıksınlar ki?

    Burada doğal olarak kalabalığın en önemli figürü gelindir, sonra gardeşlik gelir. Katılımcıların hepsi gelinle oynamak ister, fakat kendini yahut başkalarını göstermek isteyen birileri de çeñizevindedir. Kimi kendi gelingızıyla öğünmek ister, kimi oğluna gelingız bakmak derdindedir, kimi kızlar da görücüye çıkmış gibi oyunuyla, gülüşüyle, duruşuyla ben de buradayım havalarındadır. Bütün bunlar bir çeñizevinin sıradan insan manzaralırıdır...

    Oynamak iyi güzel de... Kuru kuruya müziksiz, nağmesiz, çalgısız olacak iş değil. Kaset marifetiyle oyun havaları çalındığı günler 70'li yılların sonuna rastlar. Ondan önce, ortaya çıkan oyuncular için birileri türkü çığırırdı. O yıllarda Tekelilerin Delifadime konunun uzmanıydı. Çeñiz asıldığı günün akşamından itibaren sürekli oralarda bulunur ortalığı şenlendirirdi. Birazcık safça bir yapısı vardı. Hafif şaşı gözleriyle nereye baktığı katiyen kestirilemeyen bu kadın, hemen her düğünün aranan kişiliklerindendi. Saf haliyle farkına varmadığı, kendisi hakkındaki bıdırtılara kulak asmaz düğünler ve düğün sahipleri hakkında özgürce yorumlar yapardı. Bir yandan baklağı şişelerini götürürken, diğer yandan falancanıın düğününde kendisine nasıl iyi davranıldığını şuh kahkahalar arasında ballandıra ballandıra anlattığını hatırlıyorum. Bir oyalı yazmayla gönlü alınabilen neşe kaynağı bir kadındı... 

    Delifadimeden önce çeñizevlerinin bir renkli siması da Garahmetin Gambırşerif imiş... O gelince çeñizevi hareketlenir, ahali oyun için pozisyon almaya başlarmış. Su Yolu türküsünün sözlerini araştırırken birisi 'Bu Gambırşerifin türküsüydü, en iyi O söylerdi.' dedi. 1957 Yılında vefat ettikten sonra çeñizevleri öksüz kalmış...

    Su yolu, susa yolu
    Boş gider, gelir dolu
    Haydiñ amanıñ gımıldan gımıldanıver
    Gara gözlüm gımıldan gımıldanıver

    Bir Eğret türküsü olduğu anlaşılan Su Yolu oyunundan başka, Eğril Duvarım Eğril türküsüyle oynanan bir oyundan daha söz ediliyor. Bir de adı Düz olan bir oyun varmış... Bu oyunların figürleri hem Ege hem de İç Anadolu'dan izler taşırmış... 

    Türküler söylenirken çıplak sese eşlik eden bazı geleneksel çalgıları da zikretmeden olmaz. Aslında bunlara çalgı demek ne kadar doğru, bilemiyorum. Bir enstrüman görevinden ziyade ritim tutmaya yaradığı için önemli olan bu aletlerin başında tepsi veya dübülek gelir. Onlar kadar yaygın olmasa da ekin ekerken tohum saçmada kullanıldığı için her evde bulunan tefler de meşhur çalgılardandır. Aslı bir ritm-saz olan def/tef, Anıtkaya'da ileşberlik aletleri arasında yer almışken çeñizevinde birden asıl amacıyla buluşuverir... Tef olsun, tepsi olsun türkücünün parmakları arasından saldıkları 'düm düm' sesleri, dudaklarından dökülen türkünün sözleriyle bütünleşir ve ikisi birlikte varıp oyuncunun parmak şıkırtılarına sarmalanır. Dünyanın bu en saf senfonisi geceyarısına kadar çeñizevini çınlatır. Belki el  ayak çekildikten sonra da her bir nağme çeñizlerin kıvrımlarında asılı kalır ve sonra yazmalara, patiklere, işlemelere siner... 

    Delifadimeden aklımda kaldığı kadarıyla, yalnız oyun türküleri söylenmezdi. Bazen istek türküler de olurdu. Bu istek türküler, herkesin bildiği harcıalem türküler değil de Delifadimenin yaktığı Anıtkaya halkıyla ilgili yöresel türkülerdi. Bu yüzden sadece O söyleyebilir... Oyuna ara verilmişken, soluklanma adına bir kaç türkü dinlenirdi... Bu türküleri söyleyenlerin hayat sahnesinden birer birer çekilmesi, oynamayı bilenlerin yaşlanması, yaygınlaşan teypler, kasetlerle başka diyarların oyun havaları ve oyunları yerleşmesi sebebiyle bugün eski oyunlarımız neredeyse unutulmuş durumda... Zaten sözünü ettiğim bu oyunları elli yıl önce bile herkes oynayamaz, belli yaşa gelmiş kadınlar oynayabilirdi. Genç kızların oynadıkları ise daha 'asiri' oyunlardı...

    Çeñizeviyle ilgili eksik bir taraf kalmasın... Evden çıkarken süslenip taranan kızların bunu yapmaktaki tek amacı oynayıp kurdunu dökmek değildir. Elbette birilerine kendini göstermek niyetindeler... Gızevinin bir köşesinde gerçekleştirilen çeñizevi etkinlikleri, tamamen kadınlara arasında yapıldığına göre, acaba kime gösterecekler kendilerini? 

    Kadınlar kızlar çeñizevinde doyasıya oynayıp eğlenirken, karanlık bir köşeden onları izleyen meraklı gözleri unutmamalıyız. Bu gözler nişanlısını, yavıklısını, yangınını görmek isteyen delikanlılara aittir. Yahut peşinde 'dolandığı' kızı görme ümidiyle orada bulunan bir gence... Gızevinin erkekleri ne kadar kovalarsa kovalasın, onlar kesinlikle bir yolunu bulur, oynayanları görebilecekleri bir yere konuşlanırlar... Kızları dikizleyen bu şıldır şıldır gözlerden bahsetmesek çeñizevi konusu eksik kalırdı...

    Cumartesi akşamı oyunlar eğlenceler bittikten sonra, geç vakitte çeñizevinin toplanması gerekir. Ertesi sabah çeñizgaynısı geldiğinde her şey hazır olmalıdır. Çeñiz asma işi nasıl törenle başladıysa, onları toplamak da törenle yapılır. Çeñiz indirme adı verilen bu iş için damat ile sağdıcın buraya gelmesi beklenir. Onlardan alınacak bahşişle, dört gün önce oyunlarla manilerle asılan çeñizler bir bir indirilmeye başlanır... Böylece düğün sürecinde önemli bir yeri olan çeñizevi kapanır...

 


01 Ağustos 2023

Hazine Bekçileri 2- Altını Yele Vermek

     
    Bugün de öyle değil mi; büyüklerin öğütleri gençler tarafından yolgösterici olarak algılanmıyor. Her nasihata neredeyse hurafe gözüyle bakılıyor. Denilenin tam tersini yapmak için adeta yarışılıyor...

    Gocasan babasının nasihatını dinleseydi iyiydi, o kadar zahmete girip de define peşine düşmez, bulamayaınca da hayal kırıklığı yaşamazdı. Oysa Mazinin (Müezzinin) Ömer, nişan taşını bile bulamayacaklarını açık açık söylemişti. Gocasan ne yaptı, inatla; 
    - 'Çıkarıp getireyim de gömü nasıl bulunurmuş görün!' diye dellendi... Allah'tan başlarına kötü bir şey gelmedi, ya babasının diğer anlattıkları gibi bir şeyler yaşansaydı!... 

    Başkalarının dediklerine kulak asmasa bile babasının bu konuda söylediklerine itibar etmeliydi. Neden?... 

    Mazinin Ömer'in uzun zamandır muzdarip olduğu bir rahatsızlığı vardı. Zaman zaman bütün vücuduna yayılan bir uyuşukluk hali oluşuyordu. Vakitli vakitsiz ortaya çıkan bu uyuşukluğun sebebini anlayamıyorlar, önceden bir belirti de göstermiyor... Oturduğu yerde uyuştuğu zaman kendinden geçer, 10-15 dakika sonra hayatına kaldığı yerden devam ederdi. Çevresindekiler de onun bu rahatsızlığına alışmışlardı, yapacak bir şeyleri olmadığından sessizce geçmesini beklerlerdi...

    Bazıları Ömer Ağanın rahatsızlığını, gençliğinde yaşadığı bir olaya bağlıyor... 1920'li yıllarda Sarıcaova taraflarına yakacak odun getirmeye gitmiş. Ormanlık alan olduğu için ora köylülerine çam dallarından veriyorlarmış, onlar da fazlalıkları satıyorlar... Galiba Yunan her yeri olduğu gibi bizim Dağın meşesini de talan etmiş, bu yüzden bizimkiler bir süre yakacak odun ihtiyacını oradan buradan temin etmişler...

    Dombey arabasına çamı sarmış, düşmüş dönüş yoluna... Tıngır mıngır gelirken arabanın yanında peydahlanan bir keçi bee-ee! bee-ee! diye çığırıp duruyor. Yiisst! demiş gitmemiş, keçeayyt! diye bağırmış, keçi hala arabanın yanından ayrılmıyor... Doovaa! diye dombeyleri durdurup arabadan inmiş, kucaklayıp keçiyi yukarı atmış... Arabaya bindikten sonra keçi sakinleşip, sesini kesmiş... Mazinin Ömer de onun sakinleşmesinden memnun dombeyleri datdeyip yola devam etmiş... 

    Ne kadar yol aldılar bilinmez, bir ara elini atmış, şaşırmış;
    - 'Len senin da...akların da varmış' diye şaşkınlığını belirtince, bizim sakin keçi dile gelmiş;
    - 'Ne sandıydın ya, tabi ki de var...' Bunu duyunca Mazinin Ömer'in şaşkınlığı korkuya dönüşmüş... Daha ne düşüneceğini, ne yapacağını bilememişken; o güçlü kuvvetli dombeylerin arabayı çekemediğini fark etmiş... Duraklayan arabadan atlayan keçi dombeylerin önüne geçince dağ gibi uzayıvermiş... Bir insanın içini ürpertecek, belki ödünü patlatacak ne varsa onların hepsini Mazinin Ömer bir kaç saniye içinde yaşıyor... Bu olaydan sonra uyuşma rahatsızlığının ortaya çıktığına inanılıyor...

    Başka bazılarının fikrine göre; bu olay sırasında Mazinin Ömer her insan gibi korktu, ürperdi, ama o kadar... Keçi ortadan kaybolunca yoluna devam etti, anlatılmaya değer olağanüstü bir hatıra olarak kaldı; ruh ve beden sağlığında kalıcı iz bırakacak kadar da önemi yoktu... Yani ondaki uyuşma rahatsızlığını bu olaya bağlamak doğru değil, daha önemlisi var...

    Taş ocağında taş çıkarıyorlar, herhalde ağıl yapacaklar. Lafı uzatmayalım, lingirdek bir taş var ne kadar uğraştılarsa kımıldatamıyorlar yerinden. Ya ana kayadan kopmadığını ya da kökünün çok derinde olduğunu düşünüyorlar. Yalnız o parça halledilmezse ocak kısır kalacak, mutlaka kırılması yahut çıkarılması lazım... Uzun uğraştan sonra nihayet azıcık kıpırdadığını görünce seviniyorlar. Mazinin Ömer manivelayla biraz daha uğraşıyor, ama hepsi o kadarmış, daha fazla yerinden oynamıyor...

    Yanındakiler, şimdilik bırakıp sonra devam etmeyi teklif ediyorlar, Ömer Ağanın kafasına da yatıyor bu fikir. Manilayı bırakırken taşın kenarından bir yılan süzülüveriyor. Bütün yılanlar öyledir, ama bu sanki daha bir korkunç görünmüş... Herkes korkmuş, en yakınında olduğu için en çok korkan da tabi ki Ömer Ağa oluyor... Yılan çekip gitmiş, bunlar da içlerinde buz gibi ürpertiyle oradan ayrılmışlar...

    Taşçılar gidip toz duman yatıştıktan bir müddet sonra iki çocuk gelmiş ocağa, bilin bakalım kim? Kelsaleğin Cemal (Kirli) ile Şaban Azbay... Öküz güdüyorlar oralarda hem de kendi aralarında oyun çıkarıyorlarmış... Herhalde oyun icabı yolları, az önce iş bırakılan ocağa düşmüş. Birisi elindeki değneğin ucunu bir kaya çıkıntısının altına sokup gañırttırmış... Kayanın çıkacak gibi olduğunu anlayınca bir daha yoklamışlar, hoop taş devrilmiş... Az bir kısmı görünen küpü farketmişler, devrilen kayanın yerinde... Değnekle kaza kaza çıkarmışlar küpü... Kapak gibi bir taşı çıkarıp attıktan sonra, küçük küpün içi sarı renkli kumla dolu olduğunu görmüşler... Sarı haşhaş görünümlü bu tozu, haşhaş saçar gibi saçmışlar, savurmuşlar ortalığa... Haşhaş saçma işi bittikten sonra da küpü çarpmışlar kayaya... Sonra oynaşa oynaşa öküzlere doğru yönelmişler...

    Taşçılar ertesi gün ocağa ürkek adımlarla yaklaşırken küpten de, içindeki sarı haşhaş renkli kumdan da habersizler. Onların kafasında sadece önceki gün ayaklarının altından süzülen korkunç yılan var... Kayayı, yerinden oynamış öylece ortalıkta yatar görünce hem şaşırıyor, hem seviniyorlar. Yanındaki çanak kırıklarını görünce sadece şaşırıyorlar... Kayanın önceki yerinde boş küp yatağını gördüklerinde ise sadece üzülüyorlar...Günler sonra küpün başına gelenleri öğrendiklerindeyse yalnızca buruk bir gülümseyiş beliriyor dudaklarının  ucunda...

    Mazinin Ömer'e arız olan uyuşukluğu, taş ocağında süzülen yılana bağlayanlara göre; o korkunç yılan hazine bekçisidir. Görevi, muhafızı olduğu küpün insan eline geçmesini engellemektir. Görevini hakkıyla yerine getirmiş, tam ortaya çıkarılacağı anda insanların oradan uzaklaşmasını sağlamıştır...

    İşin bir yönü böyleyken... Diğer yandan, güçlü kuvvetli insanların manivela ile kaldıramadığı kayayı iki çocuğun elindeki değneklerle kaldırması izaha muhtaç... Burada başa dönüp hazine-yılan-ejderha mazmununu hatırlamalıyız:

    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

    Neticede, yılan hazineyi aklıbaşında insanlara vermektense éle vermeyi tercih etmiş ve çocukların eline geçmesini sağlamış. Onlar da saçıp savurarak yéle vermişler, ayrı mesele...



Ağırlık Alma, Daşa Çıkma

    
    Tanıdık bildik de olsa, akraba da olsalar oğlanevi ile kızevi arasındaki ilişkiler her zaman sütliman olmayabilir. Anlaşmazlıkların çoğu dünyalıktır... Daha kız bitirmeden çevre almaya geçiş aşamasında bunun işaretleri görülür...

    Elli yıl ve daha öncesinin Anıtkayası'nda yaygınmış başlık alma. İlk zamanlarda ciddi ciddi pazarlık ederlermiş miktarı hakkında. Sonradan sembolik bir hal almış; ama bazı başlık parası oğlanevini maddi olarak cidden zorlayıcı bir hal almış... Biraz da onur kırıcı bulunduğu için ortadan kalkmış olsa da gizliden gizliye başlık alan kız babaları da varmış...

    Eğret'te buna hiç bir zaman başlık parası denilmiyor, hep 'ağırlık' diye anılıyor. Bunun sebepleri araştırılmaya değer. Kelimenin 'üzerinde bulunan değerli şeyler' anlamı var. Eğer bu anlamdan yola çıkılacak olursa; bir başlık isteme olayında, nesi var nesi yok alıp oğlan babasını soyup soğana çevirmiş olabilirler. Böylece onun adı 'ağırlık' olarak kalır...

    Bir de kızına 'ağırlığınca' bedel isteme durumu var. Yahut ağırlığınca altın/para sayma gibi deyimler Eğret'te de geçerlidir. Kelimenin bu anlamının çağrışımından dolayı 'ağırlık' isminin oluştuğu da düşünülebilir... 

    İstenen ağırlık verilmeyecekse zaten kıza talip olmakta ısrar yakışıksız olur. Oğlanevinin ödeyemeyeceği miktarda ağırlık talebi de bir başka yakışıksız duruma yol açar. İlla bir şeyler istenecekse bu, adet yerini bulsun kabilinden olmalıdır. Zaten son zamanlarda ağırlık talebi ihtiyaçtan dolayı değildir. öyle olsa kızını bir meta durumuna düşürmüş olur...

    Ağırlık meselesinin halledilmesi adımlardan biridir. Oğlanevini zorlayacak asıl masraf kalemine daha gelmedik... Aslında eskiden öyle bir dert yokmuş. Bir tencere, iki kaşık; birer tane olmak kaydıyla kilim, döşşek, yorgan ve yastıkla düğün edeni çok duydum... Bizim çocukluğumuzda 'daşırı' sayılan masrafları görünce, eskiler gelin olduklarında ancak bunlara sahip olduklarını anlatırlardı... Bir birbuçuk asır öncesine gidildiğinde bu işlerin daha sade olduğu görülüyor. Gıdilerin Fadime Ninesi (yahut onun anası Raziye) Tekkegarenli (Kayıhanlı) imiş. Oradan bir haşhaş taşıyla geldiğini torunları söylüyor...

    Büyük alışveriş Şeherde (Afyon'da) yapılıyor. Bunun için oğlanevinin ağalığında gızevi alınarak Afyon'a varılır. Yolculuğun adı alışverişe gitmektir. Daha özel bir adlandırmayla 'gelin geydirmek' denildiği de olur. 

    Aynı dönemde evlilik işlemlerinin resmi olarak başlatılması da gerekirdi. Merkeze bağlı bir kasaba olunduğundan bu işler de Afyon'da yapılır. Mantığını bir türlü anlayamadığım hususlardan biri, resmi evlilik işlemlerine 'daşa çıkma' denilmesidir... Kendimce yorumlamaya çalıştım, bir takım cevaplar da buldum; ama kesin olarak şu sebeptendir sonucuna varamadım... Hükümet konağına dikkat çekici büyüklükte olan taş/mermer merdivenlerden çıkılıyordu. Başvuru için o merdivenleri çıkmak zorunda olanlar, köyüne döndüğünde bunu ballandırarak anlattılar. Sırf bu iş için Afyon'a gitmenin adı böylece 'daşa çıkmak' olarak kaldı...

    Daşa çıkmak deyiminin yerleşmesi böyle olduysa, bunun tarihi eskilere gidiyor olmalıdır. En geç 1940-50'lerde halk ağzına yerleşmiş olmasa, İhsaniye'ye bağlı olduğumuz kısa dönemde resmi işlemler orada yapılıyordu. Bunun için İhsaniye'ye gitmenin adı da daşa çıkmak imiş....

    Kalabalık olarak zırt pırt şehere gitmenin meşakkatli olduğu zamanlardı. Bu yüzden gelin geydirmeye gidildiğinde bu işi de halletmek en pratik yoldu. Hem alışveriş yapılmış oluyor, hem de gelingızın ilk defa fotoğrafı çekiliyor ve ardından daşa çıkılıyordu...

    1966 veya 67'de böyle bir gelin geydirme ve daşa çıkma yolculuğu var... Tongulların Hasan Özen ile Balinin Zehra Çetin'in alışverişi yapılacak... Şoförhalibramın tek arabası, Afyon'da işi olan herkesi sabah alıp akşam Anıtkaya'ya getiriyor. Bu yüzden çok kalabalık olan araba Zencirliguyuda şarampole devrilince tam 27 kişi yaralanıyor... Daşa çıkma olayı erteleniyor, lakin kazayı anlatmamın sebebi, yolculuğun zahmeti...

    Tabi oğlanevini asıl sıkıntıya sokan yolculuktan ziyade alışveriş külfeti... Anlamsız bir şekilde gelingız için bilmem kaç kat donluk/şalvar, şu kadar çift fistan/elbise, yok efendim çifter çifter ayakkabı... Bunların hepsini sırayla giymeye kalksa, sonuncusuna sıra gelene kadar modası geçmiş oluyor. Fuzuli masraf... Sırf falancaya alınmış, buna da alınmazsa olmaz; élde var, bizde de olsun; él adama ne der gibi endişelerle bu alımlar yapılıyor... Gelingızın eş dostu için alınanları saymıyorum bile... Afyon'da sırf bunun için oluşmuş bir sektör bile var. Düğüncü dükkanına girildiğinde, oğlanevi gelingızın istediği hiç bir şeye hayır diyemiyor. Bunun farkında olan esnaf da soygunu başlatıyor. Harmansonu veresiye gibi aldatıcı tekliflerle kazığın üstü örtülüyor... Yani bugünkü çılgın düğün alışverişinin işaretleri elli yıl öncesinde başlamıştı... Tarla takga satarak oğlan evermek gibi çözüm yolları da o vakitler bulunmuş olmalı...

    Bak daha altın gıremis mevzusuna hiç girmedik. Hadi yüzüğü, küpesi tamam diyelim... Saat de öyle... Saate altın takmak da ne oluyor!... Bilmem kaç tane şu altından boynuna; bilekten dirseğe kadar şangır şungur bilezikler olmazsa olmaz, sayısı bile belli...

    Oğlanevi tarafından, düğüne giden yolda çetin bir geçit daha aşılmış oldu... Sırada ne var?...



30 Temmuz 2023

Gelingız

     
    Kız bitirildikten sonra artık düğün konuşulabilir. Bu da ayrıca önemli bir husustur; çünkü söz kesmek, çevre almak bütün pürüzlerin halledildiği anlamına gelmez. İş daha yeni başlıyor... Kız tarafı çeşitli gerekçelerle süreci uzatmak isteyebilir. Abisi askerden gelecektir, önünde ablası vardır, aile tedarikli değildir, önümüz harmandır, iki bayram arasında düğün olmazdır vs... Sonuçta baba 'Tamam kızı verdim, ama düğünü şu vakitte yapabilirsiniz.' derse o vakte kadar beklemekten başka çare yok...

    Sözden düğüne kadar sıkıntılı yeni bir süreç başlar. Kimi zaman bir yıla kadar uzayan bu dönem her iki taraf için de problemlere gebedir. Köyyerinde millet zaten dedikodu için hazıra bakar. Laf getirip götürmeler, yanlış anlamalar ve bazı çıfıtların özel gayretiyle taraflar ayrılma durumuna bile sokulabilir. Bu yüzden süreç ne kadar kısa tutulursa o kadar iyidir... 

    Tabi en kötü ihtimalden söz ediyoruz... Hiç sorun yaşamadan bu dönemi atlatanlar da olabilir. Yine de oğlan tarafınca çok masraflıdır bu günler... Bir defa ayağını kız tarafından çekmemek gerekir, kadınlar en az haftada bir gece oturmasına gitmelidir... Eli boş gidecek değiller elbet; ıvır zıvır, çerez merez, sebze meyve... Son dönemlerde sucuk bile götüren vardı... Her hafta hafta, insanın belini büker bu masraflar... Hele de fakirsen yandın gitti...

    Bu dönemde gelin adayına 'gelingız' denir. Artık sıradan bir kız değildir, ama henüz gelin de olmamıştır. Bu yüzden ikisinin arasında bir ünvan olarak bu ad verilmiş. Eğret'te  gelin adayına çok eski zamanlardan beri 'gelingız' denildiği söyleniyor... Yine bu dönemden itibaren erkek tarafına 'oğlanevi', kız tarafına da 'gızevi' deniliyor. Bu tabirlere düğün haftasında yoğun olmak üzere, ondan önceki dönemde de muhataplarınca başvurulur... Oğlanevi ve kızevinin ana babaları da birbirlerine 'düñür' diye hitap ederler... Gelingız ile güveyinin birbirlerine karşı durumu ise 'yavıklı'dır...

    Sık sık oğlanevinin gızevine ziyareti bir yere kadar... Bu arada köyde bir sürü düğün oluyor. Her düğünde çeñizevindeki eğlencelere gelingızı götürmek gerekir, oyuna kaldırmak gerekir, para çevirmek gerekir... Oraya giderken giydirip kuşatmak gerekir, takıp takıştırmak gerekir... Bütün bunlarda bir eksiklik olursa dedikodu alır başını yürür...

    Düğünlerde olsun başka yerlerde olsun, gelingız hep mutlu görünmelidir. Allah korusun halk içinde bir an suratı asık bulunması, oğlanevinden memnuniyetsizliğine yorumlanır; al başına belayı, zaten fitne sokmak için hazır kıta bekliyorlar... 

    Dedikodu üretmede bizim milletin üstüne bulunmaz, bunun için ayrıca bir bahaneye de ihtiyaç yoktur... Mesela karşılıklı hediyeleşmeler olur gızevi ile oğlanevi arasında. Diyelim ki gelingız oyaladağı bir yazmayı gayınna (kaynana)sına verdi... O yazma üçüncü kişiler tarafından kesinlikle beğenilmez... Rengi kötüdür, üzerindeki desenler biçimsizdir, kenarındaki oyada mutlaka hata vardır... Hiç bir şey olmasa; 

    - 'Heç gayınneye olur muymuş bu yazma!' derler yine de kusur bulurlar ve bu kusur gelingızın oğlanevine isteksiz olduğuna yorumlanır...

    Her an bu kadar insafsız jürinin karşısına çıkıyorsan dikkatli olacaksın. Bundan kaçış yoksa, nişanlılık dönemini mümkün olduğunca kısa tutacaksın.

    Bu dönemdeki muhtemel tökezlemeler her zaman dış etkenlere bağlı olmayabilir. Bazen oğlan veya gızevinden biri yahut ikisi de süreci doğru yönetemeyebilir. Gızevinin sınırsız istekleri sabır taşını çatlatabilir. Oğlanevinin vurdumduymazlığı soğukluğa yol açabilir. Gelingız istemediği bir şeyi ağzından kaçırabilir falan filan... Böyle durumlarda araya, her iki tarafça hatırlı büyüklerin girmesi gerekir... Aksi halde yol ayrılığa çıkar...

    En iyisi söz ile düğün arasını kısa tutmak...



29 Temmuz 2023

Kız Bitirmek

     

    İleşberlik işlerinin rutinliği arasında hayatın diğer alanlarındaki gidişat, kendine bir yer bulur. Erkek kadın, genç ihtiyar, çoluk çocuk olsun; insanların tüm yaşantısı kırda bayırda, harmanda geçen ileşberlikten ibaret değil. Böyle bir durum sosyal hayatın doğasına da aykırı olurdu... Bununla beraber hayatın diğer dallarındaki akış, ileşberlik takvimine göre belirlenir. Misal, üstbaş ne kadar kirlenirse kirlensin harman vakti çamaşır yıkanmaz; öteki iş daha önemli çünkü... Ama tekne boşalmışsa harman vakti de olsa ekmek etmek gerekir, o ayrı...Hasılı her şey, her zaman yapılmaz; Eğret'te her faaliyete özel bir mevsim vardır...

    Düğün mevsimi, harman kalktıktan sonra başlayıp çapalara kadar devam eden uzun kış  günlerindedir. Tabi ki bu, düğün dönemidir. Ondan önce düğüne hazırlık diyebileceğimiz bir safha var ki, harmanın son kısmında; misal, saman çekme zamanlarında başlayabilir. 

    Hazırlık safhasının ilk adımı 'kız bitirme'dir. Bu, bildiğin kızı ailesinden istemek oluyor. Elbette ona gelene kadar evin oğlunun evlenme çağına geldiği belirlenmelidir. Bu da genelde ana baba arasındaki gizli görüşmelerle hallolur... Ana devreye girerek oğlanı evermeleri gerektiğini söyler. Büyükleri evlendirilmiş, gelin edilmiş; sıra ona gelmiştir... Evde gelin olmadığı için bütün yük kendisinin sırtındadır, artık dayanacak gücü kalmamıştır... Hamur yoğuramamakta, esbap yuyamamaktadır... Mallara mı baksın, tarladaki işlere mi yetişsin, aş keş mi pişirsin bilememektedir... Artık bu eve gelin lazımdır filan... Yahut ev kalabalıktır da bu evliliğe dede nine karar verir...

    Başkalarının karar vermesine mahal bırakmadan oğlan evlenmek istediğini beyan edebilir. Tabi ki bu beyan sözle, açık açık olmaz. Her şeyin bir adabı var, karşılarına çıkıp da 'Everin beni' denir mi!... Denmez... Pilava kaşık saplayarak derdini anlatma usulü de biz de pek yaygın değildi... Duyduğuma göre ana babasının yemenisini çakarak meramını ifade ederlermiş. Çivi ile yere sabitlendiğinden habersiz yemeniyi giymeye çalışınca mutlaka başına bir şey gelirdi onların... Sonuçta 'Vay eşşeğlusu!' diye köpürseler de oğlan diyeceğini demiş olurdu.

    Dünür gidilecek kız genellikle bellidir; akrabalardan biri... Gerçi Anıtkayalılar çoğunluk birbiriyle akrabadır, bütünüyle yabancı biriyle evlenmek ancak Anıtkaya dışından olursa mümkündür. Yine de gelin tercihi kendine en yakın gördüğünden yana kullanılır. Ayrıca bilinmeyen bir kız için de görücü gidiliyor değildir. O güne kadar hamamda, çayda, fırında gözlenmiş; huyu suyu, ahlakı, işi öğrenilmiştir. Bu anlamda bir gelin adayında aranan özellikler 'gabadayı' olması yani boy pos, endam; 'cassur' olması, yani güç kuvvet, işbitiricilik; 'şapbaz' olması, yani tezlik, çalışkanlık... Bir de büyüğünü küçüğünü bilip hürmetkar olmak... Bir gelinde bu özellikler varsa daha ne istersin...

    Eski Eğret'te nadiren de olsa oğlanın işaret ettiği kız istenirdi. Öyle ya, delikanlının tutulduğu bir kız olabilir; dahası ikisi de birbirini seviyor olabilirler. Böyle durumlarda kimin ne dediğinin bir önemi olmaz, oğlan kimi dilediyse o kız istenir...

    Kız istemeye ilk giden genellikle oğlanın anasıdır. Tek başına değil tabi ki, yanına dostlarından bir kadını daha alarak muhatap eve varılır. Öylesine oturmaya gelmiş gibi bir hava verilse de ziyaret sebebi karşıdakilerce hemen anlaşılır. Onların ağzının çalımından da bu işe nasıl baktıkları az çok hissedilebilir. Duruma göre ikinci yahut üçüncü ziyarette cevap kesinleşmiş gibi olur; ancak henüz bu resmi olarak cevap kabul edilemez, sadece niyet anlaşılmış olur. Çünkü işin içine erkekler girmemiştir, dünürcülük kadınlar arasındadır...

    Bu hususlarda asıl söz sahibi kızın anası olduğu için, onun niyeti önemlidir. İşin resmileşmesinde babanın haberi olması lazımdır; ama kadınlar arasında aslında iş bitmiştir. Bu yüzden, resmi olmasa da iş halledildiği için buna 'kız bitirme' denir.

    Artık bundan sonrasında erkeklerin de devreye girmesi gerekir. Birlikte gidilen resmi kız isteme gecesinde karşılama sıcak olsa bile, cevap yüzde yüz olumlu olduğu anlaşılsa bile, yine de 'he' denilmez. İlk isteyişte kızı vermek... Ele güne karşı... El adama ne der... gibi daha bir sürü sebepten dolayı bu mümkün olmaz... 

    Sonraki gün daha kalabalık gidilir. Artık bu işin resmileşmesinin vakti gelmiştir. Kız babasının 'he' demesi için de şartlar oluşmuştur... Söz verilir, çevre alınır, kahve içilir... 

    Kesinlikle böyle olur denilemez; ama süreç aşağı yukarı böyle yürür... Artık bu andan itibaren düğün konuşulabilir...



25 Temmuz 2023

Bacı Dede Cönkü

     
    Daldalların Ramazan, Cihan Harbinde Kafkaslarda şehit olduğunda geride iki yetim bırakmıştı. Küçüğünün adı Hüseyin idi, ileride 'Burukhüseyin' olarak bilinecek... Büyük oğlanın adı ise Seydi idi; 'Bacı' diye lakaplanmıştı, yaşlılık dönemine tanık olduğumuz için 'Bacı Dede' denildiğini duyuyorduk...

    Bacı Dede ufak tefek, sevimli bir ihtiyarcıktı. Gözlük takardı. Ses tonunu hatırlıyorum; anlatılmaz derecede sempatik ve yumuşaktı. Okul tatil olduğunda, bir şevkle Kur'an Kursuna giden yazlık talebelerin şevkiyle Cuma Camisine giderdik. Orada yeşil boyalı ıbrıkları doldurma yarışına girerdik. Kollarını sıvayıp abdest almaya hazırlanan ihtiyarlara hizmet etmek büyük sevaptı; kim daha çok sevap kazanacak diye Üseyinhoca (Hüseyin Ayas) bizi kızıştırır, bilmem kaç tane yeşil boyalı ıbrığı defalarca doldurturdu. Daha şadırvan yapılmadığı için, pazaryeri meydan tuvaletine bitişik, basık duvarlı çeşmeden doldururduk. Bir ıbrık uzattığımda kadife sesiyle bir kaç dua etti, ne dediğini şimdi bilemeyeceğim...

    Onunla ilgili hafızamda asılı kalmış bir diğer izlenim, insana sürekli olarak tebessüm ediyormuş hissi vermesidir. Bazı yüzler öyle oluyor, sanki Allah hep gülsün istemiş de o muradına binaen yaratmış gibi... Öfke, sertlik, nefret gibi hisler o yüzde iğreti durur, yakıştıramazsınız... O'nun yüzü, yaratılış amacına uygun olarak hep gülümser durur sanırdınız...

    Tabi biz hep ihtiyar haline tanık olduğumuz için, ömrünün her döneminde böyle olduğunu düşünüyoruz. Lakin insanda karakter göstergesi bu ifadeler, yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Bacıdede, çocukluğunda da gençliğinde de farklı değilmiştir...

    25-30 Yaş arasında tuhaf ve bir o kadar da güzel bir meşgaleye yönelmiş Daldalların Seydi... 1940'ların başında (herhalde askerlik sonrası) her cenazeyi kaydetmeye başlamış. Falancanın ölümü demiş, tarihi atmış... Onu bu yazma işine yönelten şey ne idi, tam olarak bilinmiyor; ama bir tahminim var...

    Eskiden odaların belli yerlerine önemli olayların tarihini düşerlermiş. Herhengi bir felaket; kıtlık, kuraklık, şiddetli yağış, gibi Eğret'in bütününü ilgilendiren tabiat olayları; ülke geneliyle ilgili savaşlar, zaferler, işgaller günü gününe not edilirmiş... Herkesin 'önemli' olayı kendisine önemli olduğu durumlar da var tabii... Falancanın doğumu, filancanın 'Hecaza gitmesi', berikinin ölümü gibi... Bunları da tarihiyle yazarlarmış. Nereye? Nereye denk gelirse... Direğin böğrüne, dolavın alnına, camın çerçevesine, ırafın ucuna, Mushafın kapağına... Daldalların Seydi, bu uygulamayı bir sisteme bağlamak istemiş ve defter tutmuş, sadece ölümleri bu defterine kaydetmeye başlamış... O gün başladığı bu uygulamayı ölene kadar sürdürmüş...

    Defter şu anda Salimhoca (Salim Aykaç)ta imiş, ben görmedim. Salimhocanın başkanlığında bir 'gönüllü komisyon' tarafından yapılan çeviriyi ancak görebildim. (Bacıdede notlarını eski yazıyla tuttuğu için çeviri gerekiyordu.) Bundan anladığım, Bacıdede defteri kendisi için tutmuşa benziyor. Sözünü ettiği kişinin herkes tarafından anlaşılacağını varsaymış ve çoğunda isim bile belirtmemiş. Mesela 'Falan emminin gelini' demiş... Yani gelecek nesillere bir belge kalsın düşüncesiyle hareket edilmediği anlaşılıyor. Bacıdede, sırf merak ve ilgisi istikametinde yapmak istediği şeyi yapmış, ortaya bu güzel defter çıkmış.

    'Eğret'te neden bir cönk/öküzdili bulunmadı; yazılmıştı da bugüne mi ulaşmadı' eksenli bir hayıflanmamız vardı. Bacıdede defterinin çevirisini görünce bu hayıflanmanın yersizliğini fark ettim. Çünkü defterin başında ölüm temalı bir kaç şiir, beğenilen özlü sözler, ve özel dua istekleri de vardı... Bunlar bir öküzdilinin içeriğinde olması gereken şeylerdi... Bu açıdan bakıldığında defter, basbayağı 'Bacıdede Cönkü' diye adlandırılabilirdi. Ayrıca defter biçim olarak da öküzdilini andırıyordu...

    Heyecanımızın tescillenmesine engel olan şey, görüp hakkında konuştuğumuz defterin orijinal değil çeviri olmasıdır. Baştaki eklemeler orijinalde olup olmadığını ve defterin öküzdili hususiyeti gösterip göstermediğini bilmiyoruz. Çevirinin orijinaline sadık kalınarak yapıldığını varsayıp, onun üzerine mutlu oluyoruz...

    Yeri gelmişken çeviri meselesi ve defterin macerasından da bahsedelim... Seydi Dede, nasıl başladıysa sonuna kadar öyle devam ettirmiş; sistemini değiştirmemiş. 1985 Yılında vefat ettiğinde, ardında yetim bir defter bırakmış. Onun sağlığında yaptıklarından haberdar olanlar, yetimin boynu bükük kalmasına razı gelmemişler. Kelahmet (Ahmet Bar)a bu işi sürdürmesini söylemişler... Yalnız Bacıdedenin notları eski harflerle ve kendine göre bir stil geliştirmiş, aynıyla sürdürmek mümkün değil. Kelahmete yeni bir defter lazım... Defter mesele değil de diğer defterle bağlantı kopacağından bütünlük bozulacak... İşte o anda tek defterde ikisini birleştirme fikri oluşuyor. 

    Sarasanın Ahmet Dadak, Belediyede kullanılmayan büyük boyutlu bir defter ayarlayacak. Eski yazı bilen Salimhoca defterdekileri satır satır okuyup, eli kalem tutan yeni nesilden kimler varsa onlara dikte edecek. Bacıdedenin notlarının tercümesi bitince defter Kelahmete teslim edilecek... Plan uygulanmış, böylece kolektif bir çalışmayla defter tercüme edilmiş. Yazan kişiler günlük değişiyormuş, herhalde Daldalların Odada o anda kim varsa o yazıyormuş... Tercüme bittikten sonra Bacıdedenin ölümü ve bu aradaki ölenlerin kayıtları da eklenmiş... Bundan sonra defter odada bulunuyor, gelen giden okuyup dualar ediyormuş. Bazıları hangi tarihte okuduğunu ve dua ettiğini boş bulduğu yere not etmiş... Bir yandan da her yeni ölüm kaydedilmiş...

    Resmi hiç bir özelliği olmayan bu defter, bir dönem resmi bir işte başvuru kaynağı olmuş...  Arazilere kadastro kaydının yapıldığı sıralarda, yerel bilirkişinin yeterli gelmediği hallerde deftere bakılıp kim kimin nesiymiş anlarlarmış... Bu dönemde defter bir süre Kadastro memurlarının bürosunda kalmış. Bilirkişilerden biri olan Kelahmetin Arzıman Azbay, defteri baştan sona elden geçirip eksik olan soyisimleri eklemiş...

    Kelahmet, defteri sahiplenmiş, ölüm kayıtlarını titizlikle sürdürmüş... Ölmeden önce, kendisinden sonra bu işi Garadellerin Erol Kızılyel devam ettirmesini vasıyet etmiş... 2011 Yılında vefat edince, arzusu yönünde defter yeni adresine teslim edilmiş...

    Emanete sahip çıkan Erol da düzenli olarak kayıtlara devam etmiş. 2014 Yılına kadar böyle... Sonra bazı sebeplerden aksamalar başlamış ve aynı yılın ortasında tamamen bırakmış...

    Bacıdedenin defteri hiç bir zaman gerçek anlamda yetim kalmadı... 2014'teki aksamalar başlamadan çok önce iki yeni sürgün vermişti. 2013 Başında Macuralinin Bahtiyar Öncül, nereden estiyse ölüm kaydı tutmaya başlıyor... İkinci sürgün ise Sağıroğlunun Adem Sancak'ta... Aynı dönemde ölüm defteri tutmaya başlıyor, üstelik bu kayıtlar elektronik ortama aktarılıyor... 

    Netice-i kelam... Seksen yıl önce Bacıdedenin cönküyle başlayan bir güzel gelenek, farklı mecralara uğrayarak bugüne ulaşmış. Allah, bu hususta adı ve emeği geçen herkesten razı olsun...


24 Temmuz 2023

Hazine Bekçileri

 
    Edebiyatta hayal/fikir kalıplarına mazmun denir. Şair ne söylemek istiyorsa yüzyıllardır değişmeyen bu mazmunlar yoluyla söyler. Misal, bülbül güle aşıktır; sevgilinin yüzü Ay'a, boyu selviye, ağzı hokkaya, saçı yılana benzer; sevenler kavuşmaz, ayrılık aşkı besler; aşık, sevgiliye hasretinden sürekli ciğeri kebap olacak kadar yanar vb... Bunlar asırlar öncesinden oluşmuş anlatım kalıplarıdır. Şair diyeceğini böyle kalıplar üzerine bina eder ve ortaya şaheser sözler çıkar... Divan edebiyatının çok kullanılan mazmunlarından biri de yılan-hazine metaforudur. Buna göre her hazinenin bir bekçisi vardır ve bu bekçi yılandır. Temel görevi hazineyi başkalarının eline geçmesin diye korumak olan yılan, belli bir yaştan sonra ejderhaya dönüşür. Daha da güçlenen bu yaratık, görevini yaparken yeni silahlar da kazanmıştır. Birileri yer altında gizlenmiş hazineyi bulmak istediğinde bu silahlarını ve olağanüstü güçlerini devreye sokarak onu korur. Sözü edilen silahlar arasında sihir ve büyü de var. Yer altına gömülmüş paralara (gömü/define) ve mağaralara, kuyulara gizlenmiş hazinelere ulaşmak; ulaşılsa bile onlara sahip olmak bu yüzden çok zordur...

     ***

    Böbülerin Gocasan (Hasan Kabadayı) farklı yönleriyle öne çıkan ilginç bir karakter.... Eğret'teki hayatının büyük bölümü koyun peşinde geçtiği için İblak'ı adım adım biliyor. Ağıl hayatına hakim, koyun çobanlığında uzman. Ona 'Goca Hasan' lakabını çevre köylerden çoban arkadaşları takmış. Eğretli iki Hasan'ı birbirinden ayırmak için büyük ve küçük diye lakaplamışlar. 'Güçcük Hasan' da Çilmahmutun Hasan Omak oluyor... Ağıllarda ve Dağda çok renkli, hareketli zamanlar geçirmişler; bu ayrı bir konu...

    Bir gün koyunu sürmüş Resulbaba'ya... Bir kaya çıkıntısına oturup kendi kendine eğlenirken ayağının ucuna doğru otlarda bir tuhaflık olduğunu görmüş. O bölgede bir küçük tepsi kadar yuvarlak bir kısmın otları daha koyu görünüyormuş... Neden böyle acep diye değneğin kütümeği değil de diğer ucuyla eşelemeye başlamış. Biraz kazdıktan sonra gözleri topraktaki çemberimsi şeklin farkına varınca faltaşı gibi açılmış. Çünkü gözünün önündeki şey, basbayağı küpün ağzıymış...

    Küp ağzını görünce delireyazmış. Ürpersin mi, korksun mu, sevinsin mi, üzülsün mü, coşsun mu bilememiş. Bu karışık duygular arasında bocalarken içten içe sakinleşmesi gerektiğini düşünmüş. Düşünmüş; ama sükunete fırsat bulamadan yukarı, tepeye doğru tırmanan iki karaltıyı fark etmiş... İşte ondan sonra aklı başına gelir gibi olmuş. Ucunu gördüğü küpün başına bela olabileceğini sezmiş ve hemen kepineği çemberimsi belirtinin üstüne atmış. Bağdaş kurup kepineğe çöreklenirken ağızlığındaki cigarayı da yenilemiş...

    Gocasan hislerinde haklıymış; adamlar selamdan sonra oturmuşlar hoşbeşi filan bırakıp doğrudan konuya girmişler. Aradıkları küpün bu tepede olduğunu gösteren bir harita varmış ellerinde. Tatavıya çıkmamışlar buraya. İşaretler çok yakınlarında olduğu yönündeymiş. Onu bugün almadan gitmeyeceklermiş... Gömünün tam yerini gösteren bir işaret kayası varmış, Gocasandan öğrenmek istedikleri o kayanın nerede olduğu...

    Kepeneği küp ağzını kapatacak şekilde serince ister istemez bir ucu da o kaya çıkıntısını kapatmış. Yani adamlardan bunları dinlerken Gocasan, hem kayanın hem de küpün üzerinde oturduğuna iyice kanaat getirmiş... Heyecanını bastırıp bütün sükunetini takınmış, gayet ilgisiz bir ses tonuyla;

    - 'Yıllardır buralardayım ben, dediğiniz gibi bir kaya görmedim. İnanmazsanız bakın, var mı tarif ettiğiniz gibi bir şey!...'

    Gerçekten de o bölgede çeşitli büyüklerde çok taş varmış; ama dedikleri gibi kaya çıkıntısına benzer bir şey yokmuş. Adamlardan bir cevap gelmeyince, üstünlüğü ele geçirdiğini düşünen Gocasan, daha rahat ve özgüven yüklü ses tonuyla devam etmiş;

    - 'Kaç kişi geldi buralara sizin gibi, ellerinde uyduruk haritalarla... Hepsi eli boş döndü...'

    Yabancı defineciler sessiz olunca bastırdıkça bastırmış bizimki... Bu sefer daha alaylı;

    - 'Kandırmışlar sizi oğlum, boşuna zahmet ettiniz buralara kadar.' demiş...

    Adamların morali bozulmuş; ama pek de pes etmiş gibi görünmüyorlarmış. Gocasan dönüp gitmelerini sabırsızlıkla bekliyor, bunlar ise daha bir yayılıp yerleşiyorlarmış. Dereden tepeden, koyundan kuzudan filan konuşmaya başlamışlar... Ne yaptıysa başından savamamış adamları... Bu arada vakit geçiyor, koyun uzaklaşıyor; gizemli yabancıların istifini bozduğu yok. Öyle olunca Gocasan da kepinekten gıyneşemiyor. 

    - 'Koyun gidiyor, çevirmeyecek misin?' diyorlar, Gocasan oralı bile değil;

    - 'Koca dağda nereye gidecek!' diye gamsızlığa vurduruyor. Kalkarsa kepineğin altındakini görmelerinden korkuyor... İki taraf da yerinden kıpırdamamakta kararlı... Lakin bu inatlaşma nereye kadar varacak... Gün inmek üzere, sürü iyiden iyiye uzaklaştı, herifler hala burada... Koyunun peşinden gitmemek de fazla dikkat çekeceğinden, Gocasan en sonunda kalkıyor. Arkasından bağırıyorlar;

    - 'Kepineğini unuttun!'... Ardına bile bakmadan cevap veriyor;

    - 'Yarın gelir alırım, bişey olmaz!'... Koyunu Çat'ta yakalıyor, ağıla kapatıyor... Sabahı bekleyemiyor, doğru İresilbobeye... 

    Adamlar gitmiş... Ohh! Kepinek de yerinde duruyor... Kaldırdığında büyük bir hayalkırıklığı... Ağzını kendisinin keşfettiği küpü almışlar... Gocasandaki umut, küpten geriye kalan boşlukta kayboluyor...

    ***

    Başka bir gün yeğeniyle Yataklar'dan geçerken, çevredekilerden daha farklı olduğu besbelli bir taş görüyorlar. İşlenmiş bir mermer olduğuna kanaat getirip antik bir mezar bulduklarını düşünüyorlar. Yanlarında kazma kürek olmadığı için şimdilik nişan olması açısından taşları toplayıp yığıyorlar. Ağıla varıp kazma kürekle döndüklerinde, koydukları nişanı bir türlü bulamıyorlar... Dolayısıyla içi hazine dolu mezar da ortada yok...

    Daha başka bir günde aynı yerden bu kez arabayla geçiyorlar... Aynı taş yine karşılarında... Yine nişan konuluyor... Bu kez doğru köye geliyorlar. Tedarikli gidecekler ve bu sefer kazıp ne varsa alacaklar. Zaten öyle bir taş yığmışlar ki yerini bulamamaları mümkün değil... Gocasan olan biteni ve hazineyi nasıl çıkaracaklarını odada tatlı tatlı anlatırken, babası Mazininömer (Ömer Kabadayı) kulak kabartıyor;

- 'Oğlum o taş tılsımlıdır, bulamazsınız; bulsanız bile kazamazsınız; kazmaya kalktığınızda aklınız başınızda kalmaz. O taş ne canlar yaktı bir bilseniz...' deyip uyarmak istediyse de, Gocasan;

- 'Bak biz nasıl çıkaracağız içindekini!' diye kendince efelenmiş... Bunun üzerine Mazininömer şu olayı anlatmış:

    Terlemezhocanın babası Yusuf Terlemez, Yataklar'daki o taşı görünce işin aslını anlamış; yerinin tam tespit edilemeyeceğini ve kaba kuvvetle çıkarılamayacağını sezinlemiş. Bunun için özel hoca lazım olduğu kanaatine varmış. (Bu tür alengirli işlerle uğraşanlara ta o zamanlardan 'hoca' denilmesi de manidardır.) Uygun bir 'hoca' Kütahya'dan getirilmiş. Kazma, kürek, urgan, solluk ne varsa alıp gitmişler yanlarına... Bu hoca kılıklının bazı gayrımeşru isteklerini de karşılamışlar... Beş on kişi kazmaya başlayınca her biri bir yana savruluyormuş. Kazmayı vuran, vurduğu yerden füze gibi fırlıyormuş... Ne kadar zaman geçtiyse, akılları başlarına gelmiş, bakmışlar ki ortada ne taş var, ne hoca... Topuklamışlar köye...

    Bu olayı babasından dinlemiş; ama Gocasan kararlıymış, yolundan dönmemiş. Kazma kürekleri alıp çıkmışlar yola... Gelgelelim, Yataklar'da daha yeni yığdıkları o taşları yine bulamamışlar... Bundan sonra o cazibeli taş bir daha görünmemiş...



22 Temmuz 2023

Macur Ali

 

    Henüz mütareke imzalanmamış, ama 1917 yılında Cihan Harbinde mağlubiyet neredeyse kesinleşmiş. İnsanlar sadece burnunun dibindeki Çanakkale'yi biliyor, zafer kazanılmış ama ağır bilançodan dolayı orayı da dehşetle anıyorlar. Diğer cephelerdeki genel gidişattan habersizler. Yine de ülkenin üstündeki kara bulutlar Eğret'te de görülebiliyor. Daha Balkan Savaşlarının izleri silinememiş, akın akın yersiz yurtsuz macurlar dolaşıyor... Harbe gidenlerden ise henüz hayır haber yok, kim bilir kaçı nasıl dönecek?...

    Balkanlardan kopmuş bir kafile, 1917 yılında Eğret'ten geçiyor... Tam olarak nereye gittiklerini bilmiyorlar, daha önce hemşerilerinin gelip yerleştiği bir köy varmış, bulabilirlerse onu arıyorlar... İki yaşlarında yeni ayaklanmış bir oğlan çocukları var, adı    Ali... Onu evlatlık olarak yanına alabilecek bir Eğretli olup olmadığını soruyorlar... Bu çocuğun büyüğü olan kızlarını da bir kaç saat önce geçtikleri Pusan'da bırakmışlar... Karnı doysun, açlıktan ölmesin diye insanların çocuklarına kapı aradığı ifritten bir dönem bu... Ali'yi Eğret'te bırakıp yollarına devam ediyorlar...

    Evlatlık Ali

    Aşşağılıların Arap Osman, çocuğu olmadığı için küçük Ali'yi evlatlık alıyor. Çocuk küçük, alışması kolay olur; Eğretli olmadığı için büyüdüğünde akrabaları kaynaklı problem de çıkmaz, diye düşünmüş olmalı. 

    Bir kaç yıl geçip sağını solunu tanımaya başlayınca kaz güttürüyorlar buna. Veyislerin Hacarifin Ahmet ile (komşu çocuklarıdır) kaz güttükleri bir gün Veyislerin Odada nüfusa kayıtları yapılıyor. O vaktin Muhtarı galiba Böbüdedenin oğlu Hasan Hüseyin imiş. Ahmet'in de amcası olan Hasan Hüseyin, ikisini birlikte 1917'de doğdular diye kaydettirmiş. Bir de baba adı olarak Abdullah yazdırmışlar. Babasından iki yaşında ayrılan çocuk onun adını sanını nereden bilsin. Bunlar da bilemedikleri her zat için yaptıkları gibi Ali'nin baba adını Abdullah olarak yazdırmışlar. Ali, babasının adı Hasan olduğunu yıllar sonra öğrenecek...

    Kaz gütme işi yavaştan mallara bakmaya falan dönüşmüş, Ali'de çocuklukmuş, oyunmuş, arkadaşmış bunlar yok... İş var... Çocukluğu öyle geçmiş, ileride 'iş delisi' olmasında o günlerin payı vardır mutlaka... Eğret işgal edilmiş, Gavur gitmiş, yeni bir dönem başlamış... Yıllar geçmiş, Ali on yaşına gelince Araposmanın bir oğlu olmuş... 

    Macur çocuğu Ali'yi evlatlık almaktaki geçerli sebebi çocuğu olmamasıydı. Oğlu Aziz  doğduktan sonra bu gerekçenin hükmü kalmayınca, Araposman onu evinden çıkarıyor... Macur Ali kaldı kimsesiz...

    Macur Ali

    Veyislerin Aliye Hanım, tam da o sıralar ikinci kocası Hassönlerin Hacıefeden dul kalmış... İki kocasından da çocuğu olmadığı için O da yalnız... Kimsesiz Macur Ali'yi evlat edinip çocuk özlemini bastırmak istemiş. Böylece Macur çocuğu da kendine sığınacak bir yuva bulmuş...

    Aliye Aba dediği Aliye Hanım ile geçen yıllarında Macur Ali çalışkanlığı, tezcanlılığı, açıksözlülüğü ve dürüstlüğüyle öne çıkmış. Bu halleriyle kimsesiz bir Macur çocuğu olarak başladığı Eğret'te kendince bir yer edinmiş... Her türlü işi yapmış; bekar durmuş, harmancı olmuş, yevmiyeye gidip amelelik yapmış... Boş durmayı kendine hiç yakıştırmamış... Kendinden büyüklerin hizmetini görmüş, onlarla oturup kalkmış ve gün gelmiş onlarla dost olmuş...

    Macur ve kimsesiz olmasının dışında, hayatında olumsuz örnek gösterilebilecek bir nokta bırakmamış. Bezekinin kızı Nazik ile nişanlanmış, kız tarafı nişanı bozmuş; bu ayrılığı onun kimsesizliğine bağlıyorlar... Sonra Aliye Hanımın da yeğeni olan Doğvelinin kızı Satı'ya nişanlamışlar... Aliye Hanım da çok istekliymiş onları başgöz etmeye... Doğum tarihi 1917 diye yazdırıldığı için askere geç gitmiş. Araya Cihan Harbi de girince askerlik uzamış. Macur, yıllar sonra köye dönünce nişanlısını başkasıyla everdiklerini görmüş... Bu evliliğin gerçekleşmemesine asıl sebep olarak da yine Ali'nin malum durumu diye yorumlanıyor...

    Evleneceği için heyecanla döndüğü Eğret'teki durum, Macur Ali'i hayalkırıklığı ve karamsarlığa itmiş. O haldeyken Hacıların Çapıtçıhafız imdadına yetişmiş de önayak olup bunu Manavın Körlan kızı Şerife ile evlendirmiş... Bu evlilikle Gademlerin Körahmet ve Körüslerin Garaömer ile bacanak oluyorlar... Kimsesiz Macuraliye küçük ve doğal bir akraba çevresi oluşuyor...

    Macuralinin karısını Aliye Hanım bir türlü gelin olarak benimseyemediğini söylüyorlar. Bunun temeldeki duygusal sebebi makul karşılanabilir; oğulluğuna kendi yeğenini gelin olarak almak isterken, yabancı bir gelini evinde bulmak kim olsa moralini bozar. Fakat dokundurmaları tahammül edilmez boyuta ulaşınca Macurali karısını da alıp ayrılıyor evden...

    Manavın Körlan, işi çok ama işgücü zayıf biri... İleşberliğindeki en büyük yardımcısı olan kızları gelin olmuş; üç oğlu ve bir kızı daha var, lakin küçükler... Çalışkanlığıyla meşhur yeni güveyisi Macurali tam da bu sırada Aliye Hanımın evinden ayrılınca aslında yeni adresi belliydi.

    Körlanla çalıştığı dönemde, bütün tarlaların mevkisini bellemiş. Her tarlanın miktarını, çevresini tek tek adımlayarak hesaplayıp hafızasına kazımış. Adamın çalışma sitili böyleymiş, her işi hakkını vererek yapmayı severmiş. Bu arada boşta kaldığı zamanlarda başkalarına işe gitmeye devam etmiş. Kazandığıyla Gödenlerin Mehmet Dayının yurdunu satın almış. Karısının merhum annesinden kalan küçük hissesiyle ikisini birleştirip bir ev yapmışlar. Macur Ali'nin artık Eğret'te bir evi, bir kaç parça da tarlası var... Karısınınkilerle birleşince küçük bir ileşbere yetecek kadar arazi sahibi oluyor...

    Girişimci bir yapısı da var Macurun. O kadar işin arasında yağhane satın alıp onu işletmeye başlıyor; kendi çapında bakkal dükkanı çalıştırıyor; çok ortaklı bir traktör alıyorlar, Eğret'te ilk... Traktör meselesine geri döneceğiz...

    Şerife Hanım ile evlendikten sonra bir oğlu oluyor. Çok yaşamamış bu çocuk, fakat adını Hasan koymuş olması önemlidir. Demek ki Macur Ali, yirmi yirmibeş yaşlarındayken Pusan'daki ablası ve Emirdağ'daki abisiyle irtibat kurup ailesi hakkında bilgi edinmiş... Hasan'dan sonra iki kızı oluyor, onlar yaşıyorlar; Kerime ve Ümmühan... Daha sonra bir oğluyla bir kızı olunca adlarını Bahtiyar ve Hatice koyuyor...

    Traktöre dönüyoruz... Farklı ortaklarla birkaç kez traktör aldıkları için hangisinde oldu bilmiyorum, 1954 yılının Haziran ayında feci bir kaza yaşanıyor. Biraz da traktör para kazansın diye nöbetleşe işe gidiyorlar. O günlerin işi Altıntaş taraflarına çapacı götürüp getirmek, gün içinde orada traktörle çalışmak... Sıra Macuralide. Çapacıları alıyor, tam Altıntaş sapağında traktör devrilince römork altında kalan Yenimısdığın kızı Huriye vefat ediyor. Ölüme sebebiyet vermekten hapse düşen Macuralinin o güne kadar kazandıkları sıfırlanıyor... Çıktıktan sonra yeniden iş kurmalar, kazanmalar ve kaybetmeler bir kaç kez daha yaşanıyor... Bu arada bir oğluyla iki kızı daha dünyaya geliyor; Mevlüt, Nursefa ve Ünzile...

    1970'lere gelindiğinde Macurali eşek koşuyordu. Gerektiğinde zıvgara çevirdiği dört eşekle bütün ileşberlik işlerini görür, yine eskisi gibi kendine boş zaman bırakmazdı. Evinin yan tarafındaki küçük bakkal dükkanını çalıştırdı. Onu kapattıktan sonra düzenli olarak pazara çıkmaya başladı. Yazları domates biber ağırlıklı yardımcı meyveler, kışları ise patetes soğan sattı. Yıl boyunca harman sezonunda satmak üzere annat, dırmık yaptı; kalırsa boş zamanlarını bununla değerlendirdi. Bütün bu meşguliyetlerinin arasında yine de fırsat bulunca Berberhüseyin ile domine oynamaya  koştu. 

    Sıfırdan başladığı Eğret'teki hayatında çok inişli çıkışlı bir macera yaşadı. Maddi olarak çok iyi günleri oldu. En sonunda fakir düştü; ama itibarından bir şey kaybetmedi. Eğretliler arasında yine hatırı sayılır bir yeri vardı... Bu arada iki oğlunun da yüksek öğrenim görmesini sağladı. Bugün için sıradan gibi görünen bu durum, 60 yıl öncesi Anıtkaya'sında 'eski köye yeni adet' idi...

    1994 Yılının sonlarında eşi Şerife Hanım vefat edince, o güne kadar sevgisini göstermekte pek cimri davranan Macurali, hayatı kendisine zindan etmek istedi. Bir an önce ölmek için hazırlıklara başladı. Mezarı için ağaçlar kesip duvara dayadı. Baktı kendisi ölmüyor, o ağaçları başka ölülere ödünç verdi. Bir kaç kez yenilenip duvara dayanarak hazır bekletilen bu ağaçların hükmünü tamamen ortadan kaldıran bir şey yaptı. Şerife Hanımın mezarının dibine kendisi için de bir mezar yaptırdı, hatta boş mezara fatiha isteyen mezartaşı da diktirdi. Allah'ın planıyla kulun planı örtüşmez. Ne kadar hazırlık yaparsan yap, ilahi emir gelene kadar beklemek zorundasın. Şerife Hanım'ın ölümünden 14 yıl sonra 2008 yılında vefat etti...

    Macuralinin büyük kızı Kerime, Körhocanın Azam Varlı'ya vardı. Üç çocuk doğurduktan sonra 1973 yılında vefat etti... İkinci kızı Ümmühan ise Garaömerin Osman Kök yani teyze oğlusu ile evlendi. Bir oğlu ve bir kızı vardı, 1980'de vefat etti... Üçüncü kızı Hatice de yine Garaömerin Ahmet Kök'e vardı böylece hem teyzesinin gelini hem de ablasının eltisi oldu... Dördüncü kızı Nursefa, Garmenlerin Ahmet'in oğlu Davut Geçer eşi; küçük kızı Ünzile ise Gugukların Mehmet Ün eşidir...

    Bahtiyar Öncül

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Bahtiyar 1952 yılında doğdu. Anıtkaya'da tek olan bu ismin sebebi, Macuralinin askerdeki kumandanının adı olmasıymış. Adını oğluna verecek kadar kendisinde iz bırakmış demek ki... Garaömerin kızı Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanım teyzesinin kızı olmasının yanısıra -hatırlanacağı üzere- iki kardeşinin de görümcesidir. Yani eski bir Eğret adeti olan değişik usulü evlenme gerçekleşiyor. Ayrıca bu evlilikle Akömerin Veysel Kök ile de bacanak oldular...

    İki oğlu ve bir kızları oldu. Ali Kürşat, Ümmühan ve Alper... Macurali ve Garaömerdeki Ümmühan isimlerinin kaynağı Yeşilömerin kardeşi Ümmühan'dır. Bu Hanım önce Veyislerin Ali Osman'a varmış, O'nun Cihan harbinde kalması üzerine Manavların Körlana varmıştı. İşte orada Garaömerin eşi Emine ile Macuralinin eşi Şerife'nin anası oldu... Bahtiyar'ın ablasının, eşinin ve kızının aynı adı taşımasındaki sır bu...

    Büyük oğlu Ali Kürşat, Afyonlu Nadide ile evlendi. Şerife Nisa, Nilsu ve Nida adlarında üç kızı var ve Afyon'da yaşıyorlar... Küçük oğlu Alper ise Trabzonlu İpek ile evlendi, Ankara'da oturuyorlar...

    Bahtiyar, evlenmeden önce yüksek öğrenimini İzmir ve Bursa'da tamamlamıştı. Buna bağlı olarak Etibank ve Ziraat Bankasında çalıştı, İzmir'de emekli oldu. Bundan sonra tekrar Afyon'a yerleşti, halen orada yaşıyor.

    Mevlüt Öncül

    Macuralinin küçük oğlu Mevlüt 1960 yılında doğdu. Eğer sülale geçmişinde olmayıp da biri oğluna bu ismi vermişse, Mevlit Kandilinde doğdu demektir... Mevlüt, Ayımevlütün Ahmet kızı Satı ile evlendi. Daha sonradan yeğeni Muhittin Varlı ile bacanak olacaktır...

    Öğretmen olarak yurdun çeşitli yerlerinde çalıştıktan sonra Anıtkaya'dan emekli oldu. Halen Afyon'da ikamet ediyor...

    Çağla ve Fatih adlarında bir kızıyla bir oğulları var. Gaziantepli Orhan ile evlenen Çağla, halen eşinin memleketinde yaşıyor... Fatih ise görevi gereği İstanbul'da bulunuyor...



Güneşe Annat Dayamak

 

    Kelahmetin Ahmet Bar vefat etmiş, arkadaşım cenaze ile ilgili bilgim olup olmadığını sorduğunda öğrendim. 'Zaman hızlandı, ölümler arttı...' tepkisini vermişim. Sonra baktım, 2023 yılının 38. cenaze duyurusu ile duyurulmuş... Gerçekten zaman hızlanmış, sanki bir yere yetişecekmiş gibi yeldiriyor...

    Eskilerin anlamlandıramadığım çok davranışını artık daha manidar buluyorum. Sabahtan akşama kadar kösülür, kan ter içinde kalır, seselir; çoluk çocuk, kadın kız insanlıktan çıkarlardı... Çalışmaktan, yorgunluktan bir gram şikayet etmez, ertesi gün aynı tempoyla işe devam eder, yine bitap düşene kadar kırda, harmanda çalışırlardı. Bu gayet anlaşılabilir bir durum, bir ibadet hissiyle çalışıp sonuçta huzur bulmak normal... Anlayamadığım nokta; çocukların eve dönme heyecanının başladığı ikindi sonrasında, büyüklerin bu konuda ayak sürümesiydi...

    Hayır, biçeceğin kadar orak biçmişsin, arkandakiler tarlayı paklamış; yeteri kadar yorulmuşsun, neredeyse akşam da olmuş. Yarın da aynı hızla biçilince tarla bitecek, şimdi arabayı koşup eve gitme zamanı değil mi?... Değil... Hazır soğukluk çıkmışken bir ferk daha... Bir ferk daha... Sonu yok bunun... Ben orak tarlası diye anlatayım siz diğerlerine kıyaslayın, yolma da böyle, çapa da... Bir çıkım daha, bir oyum daha... Katiyen işi bırakmak istemeyişlerine sinir olurdum...

    Espriyi ilk defa orakta işitmiştim. Tam da kerahat vakti denilen, güneşin koca bir portakala döndüğü zamandı. O vakitlerde 'portakalın' nasıl bir hızla düşmekte olduğunu çıplak gözle izleyebilirsiniz... Kırda çalışma hayatının en dingin zamanıdır ve çocukların en heyecanlı anı... Öyle bir vakitte 'Güneşe annat dayayalım da az daha biçelim' dediklerinde nükteyi anlayamadım. Birisi izah etti... Sonra aynı espriyi yapan başkalarına da rastladım... Hepsinin ortak yanı, Güneşin rengi portakala çaldığı zamanlarda söylenmiş olması...

    Annatın sivri sapını yere saplayıp üzerine bir yük bindirirsen sağlam bir direk vazifesi görüyordu. Bunun basit ve yaygın örneğini, deleceyi gölgelik olarak kullanmak üzere kaldırıp annatı altına dayayınca görebilirsin... Bu temelden yola çıkarak diyor ki; hızla batmakta olan Güneşin altına annatı direk gibi daya. Bir müddet öyle kalsın, batmasın da az daha çalışalım...

    Elbette bu bir metafor; annat dayamanın işe yaramayacağını, güneşin batışının engellenemeyeceğini çocuk başımla ben biliyorum da onlar bilmiyor mu... Bu kalıplamış nükteden maksat daha fazla iş görme arzusu... İyi de yetmez mi kardeşim, daha ne çalışacaksın! 

    Çocukluğumda anlam veremediğim büyüklerdeki bu garip halin, dünya hayatında genel bir yanılsama olduğunu kendim de büyüyünce anladım. İnsanlar 'daha... daha... daha...' diye sonu gelmez isteklerinin peşinde koşuyorlar, onları elde etmek için şartların ekstradan oluşmasını bekliyorlar, dünyanın genel işleyişinde hakim olan ilahi kanunların kendileri için askıya alınmasını arzuluyorlar..

    Diğer ıvır zıvır istekleri boş ver, her insanın nihai arzusu ölmemek; hep yaşamak... Bunun imkansız olduğunu bile bile ölmemenin yollarını arıyor insanlık... Ölümden kurtulmanın imkanı olmadığını Yahya Kemal de biliyordu; ama
            Ölmek kaderde var, yaşayıp köhnemek hazîn;
            Yok mudur buna bir çare, yâ Rabbelâlemîn
demekten kendini alamadı. 

    Bir gün öleceğimizin kesin olduğunu bildiğimiz halde, bundan kurtulmanın yollarını aramak, hayalini kurmak; güneşe annat dayamaktan farklı değil. Güneş batar, zaman geçer, yaşayan ölür... Bunlar Allah'ın dünyada işleyen kanunları; şimdiye kadar hiç kimse için bu kanunları askıya almamış, bana niye kıyak geçsin!..

    İnsanoğlu ilahi kanunda olmayan boşlukları aramak yerine, onlara uyarsa daha kazançlı çıkacağını bilmeli. Güneşe annat dayayarak onu durdurmaya çabalamak yerine, battıktan sonra dinlenip ertesi gün daha verimli çalışmalıdır...

    Ölümü annat dayayınca durduramayacağı için, yaşadığının kıymetini bilip ânı doldurmaya bakmalıdır.

    Fikirlerine değer verdiğim biri, geçenlerde Anıtkaya'nın ölüm istatistiklerindeki artıştan yakındı. Ölen her Anıtkayalı ile birlikte zihnindeki değer ve birikimlerin de öldüğünü, farkında olamadığımız nice kültürel kıymetin bir bir yok olduğunu, ölmeden önce bunların kayıt altına alınması gerektiğini, mümkün olduğu kadar bunu yapmanın zorunluluğunu söylüyordu... 

    Bütün bunlar imkansızın peşinde koşmaktansa eldekini değerlendirmenin daha doğru olduğuna işaret ediyor...

    Allah Rahmet etsin, Ahmet Bar'ın ölüm haberiyle bunları düşündüm: Madem güneşe annat dayamak beyhude ve 'madem ölüm öldürülemiyor...'



21 Temmuz 2023

Alemdaroğlular

 
    Ali oğlu Ahmet'in oğullarına resmi kayıtlarda "Alemdaroğlu" deniliyor. Sülale için bu tabirin kullanıldığını, şimdi hayatta olmayan büyükler de doğrulamış. Bu kelime bir tarih terimi olarak "bayraktar, sancaktar" anlamlarına geliyor. Sancağı tutan alemdar, birliğin önünde yürüyor. Kelimeye bazen mecazi olarak 'önder, lider' anlamları da yükleniyor. En dipte adı geçen Ali veya Ahmet... veya bu aileden bir başkası askerde böyle bir görevde bulunmuş olabilir. Yahut liderlik hususu öne çıkan birileri de olabilir. Bir münasebetle kendilerine 'Alemdaroğlu' denilmiş.

    Her askeri birliğin sancağı ve sancaktarı olabileceği gayet normal. Yani alemdar her yerde bulunabilir. Burada önemli olan husus, bunun Eğret'te bir sülaleye isim olabilmesidir. Bu isimleri/lakapları sülale kendisi seçmiyor, ahali öyle dediği için sülale ile lakap bütünleşiyor...

     Bir de şu tarihi gerçek var ki, Alemdar Mustafa Paşa'dan sonra bu kelime, neredeyse onun ailesine özel olarak kullanılır olmuş. 19. Yüzyılın başlarında vuku bulan, kısa bir dönemin Başbakanı Mustafa Paşa'nın ölümü hadisesinden sonra malları müsadere ediliyor. Çoğu itibariyle memleketi Balkanlarda bulunan mallarına el konulmasından başka, çocukları ve yakınlarının sürgün edildiğine yönelik bir bilgi yok. Yalnız daha o yıllarda başlayıp 1850'lerde artan ve 93 Harbinden sonra zirveye çıkan tersine göçe kapılarak Anadolu'ya gelmiş olduklarını tahmin edebiliriz. 

    1934'teki soy adı uygulamasında eski ünvanları çağrıştıracak kelimelere izin verilmiyor; ama yıllar sonra mahkeme kararıyla 'Alemdar' veya 'Alemdaroğlu' kelimelerinin soyisim olarak alınmasının önü açılıyor. Necati Kızılyer, Eski Rektör Kemal Alemdaroğlu'nu ilk  gördüğünde Garaca (Süleyman Yavuz)a benzerliğine çok şaşırdığını söylemişti. 

    Eğret'te Alemdaroğlu diye lakaplanan, gidebildiğimiz en eski zat Alemdaroğlu Ali'nin Alemdar Mustafa Paşa'nın torunu olduğunu söylemek çok iddialı olur. Yine de böyle bir ihtimalin varlığı göz önünde bulundurulmalı. Kemal Alemdaroğlu Trabzonlu ve Mustafa Paşa'nın torunlarından olduğu kesin. Niçin başka torunları Eğret'e gelmiş olmasın?...

    Şimdi belgelere yansıdığı kadarıyla Eğretli Alemdaroğluların serüvenine bakalım. 

    1831 Kayıtlarında Alemdaroğlu ifadesi geçmiyor. Bu ifadeye rastlanan en eski kayıtlar 1904 yılına ait olduğuna göre, sülalenin 1840-1900 yılları arasında Eğret'e gelmiş olması düşünülebilir. Yalnız böyle yakın bir geçmişte gerçekleştiği kabul edilecek göçün şahitlendirilmesi gerekirdi, mesela Alibey kuşağından birileri böyle bir olayı naklederlerdi. Oysa sülale fertlerinden böyle bir anlatı gelmemiş. Dolayısıyla dipdedelerin 1830'larda Eğret'te olduğu kabul edilmelidir... Eğret'te idiler ve başka bir adla kayıtları yapıldı...

    Alemdaroğluların izini sürerken 1904 ve 1831 yıllarına ait iki Eğret nüfus kaydı karşılaştırılıp gerekli eşleştirmeler yapıldıktan sonra boşta kalanlar üzerine eğilmek işe yarayabilir. Nitekim bu yolda karşımıza Bayramoğlu Sipahi Ali hanesi çıkıyor... Eğer 1831 kaydındaki sıralamaya bir hiyerarşi atfedilecekse belirtelim; Sipahi Ali, Hatiboğlular ile Tekeliler arasında yerini almış...

    Sipahi, Osmanlı ordusunun temel varlığını teşkil eden atlı birliklerin genel adıdır. Zırhlı oluşlarından dolayı Türk Şovalyesi olarak da bilinirler. Barış zamanında kendilerine tahsis edilen toprağı ekip biçmek ve asker yetiştirmekle uğraşan sipahilerin asıl görevi, sefer zamanında savaşa katılmaktı. Duraklama devriyle birlikte yoksullaşmaya başlayan sipahiler zamanla önemini yitirdiler. Tanzimattan sonra 1841'de, ellerindeki topraklar kendilerine verilerek sipahiler emekliye sevkedildi. Böylece sipahilik lağvedilmiş oldu...

    Bayramoğlu Sipahi Ali'nin 1831 defterine kaydedildiği yıllar, sipahilik müessesesinin önemini yitirip can çekiştiği döneme denk geldi. O yıllarda Eğretliler onlara büyük ihtimal Alemdaroğlu diyordu. Bununla beraber kütüğe bilinen resmi tanımlamasıyla Sipahi olarak işlendiler. 1904'te artık sipahilik çoktan lağvedilmiş olduğundan halkın söylemine uyuldu ve Alemdaroğlu diye yazıldılar... Halkın böyle demesine sebep ise, eski zamanlarda orduda böyle bir görev üstlenilmiş olmasına bağlanabilir...

    Dönelim Sipahi Ali'ye... Uzun boylu, kara bıyıklı Bayram oğlu Sipahi Ali'nin 1796 yılında doğduğu kaydedilmiş. Babasının adı Bayram, yahut sülaleye öyle dedikleri için 'Bayramoğlu' diye yazılmış olabilir. Bir nevi gerçek ve potansiyel vergi mükelleflerinin kaydı olduğu için anasının ve varsa, kız çocuklarının adı gibi bilgiler bulunmuyor. 1829 Yılında doğmuş Ahmet adında bir oğlu var... Aynı haneye kaydedilmiş Sipahi Ali'nin bir de erkek kardeşi var ki adı Hüseyin, ve 1820 doğumlu... Sipahi Ali hanesine ait bilgiler bu kadar... 


    1904 Yılındaki Eğret kütüğüyle eşleştirildiğinde karşımıza şöyle bir hikaye çıkıyor: Sipahi Ali'nin, Ahmet'ten sonra Halil adını verdiği bir oğlu daha oldu. Ahmet'ten Kantinler, Seydiler; Halil'den de Garadeliler kolları ayrıldı...

    Sipahi Ali'nin kardeşi Hüseyin'den ise Keklikler ana kolu günümüze uzandı. Bu arada kızlar yoluyla kurulan yeni akrabalıkları ve küçük dalları ayrıntılı incelemeye bırakalım...


    

20 Temmuz 2023

Tamirci Kardesler


    Yetmişli yılların başlarıydı, babamın yanına takılıp onunla bir eve girdik. Ev sahibiyle babam dikiş makinesinin başına üşüştü, beni unuttular. Sekinin altına yığılmış bir sürü döngeli görünce ben de onları unuttum. Yumuşaklarından bir tane yedim, tatlıydı; ama sertleriyle oynamak daha tatlı geldi. Kah fırıldak gibi çeviriyor, kah bıyıklarından tutup sallıyordum. Cıldırın evde makine tamiri bitene kadar bu tuhaf görünümlü güz meyveleriyle oynadım. Babamın dikiş makinesi tamiriyle ilgili akılımda kalan en eski hatıra budur.

    Radyo tamiri konusunda da ustalığı varmış. Köyden ayrılıp gittikten sonra, ardında bıraktıkları arasında parçalanıp bohçalanmış bir kaç bozuk radyo da vardı. Kim bilir kim tamir etsin diye getirmişti... Bunlardan birinin sahibi Ömeronbaşı (Ömer Şen) olduğunu 1977 yılında öğrendik. Okulda, babama tamir için verdiği VEGA marka radyonun akıbeti hakkında sorular sordu. Bohçalara bakmak için eve geldi ve radyosunu buldu... Eski bir dostuna kavuşmuş gibi çok mutlu olmuştu...

    Dikiş makinesi ve radyo hususunda ustalığı tartışılmazdı. Sonradan öğrendik, Mevlüt Emmim de bu konuda iyiymiş. Hatta bu işlere birlikte merak sarmışlar, birlikte tamirci olmuşlar. Nasıl mı? Anlatayım...

    Babam Körhocanın üç oğlunun en küçüğü... En büyükleri Arif, halasının kızı Hatice ile evlenmiş. Küçüklerle de hala dayı çocuğu olduğu için yengelerine 'Aba' diyorlar... Abalarının bir dikiş makinası var, ortanca kardeş Mevlüt'ün ilgisini çekiyor. Elle çevrilen bu makinenin tıkırtısı, pratik dikiş teknikleri, kumaşların makasla hart hart kesilmesi vb. her şeye meraklanıyor. Bu yüzden Hatice Abasının yanından ayrılmıyor. 

    1940'larda makinelerin köye yeni girdiği yıllardan söz ediyoruz... Bu makineler kızların çeyiz hazırlığına büyük kolaylıklar getirmiş, Hatice Abalarının başı bu yüzden çok kalaba. Zaten Eğret'te toplam beş dikiş makinesi var; diğer dördü Kelsaleklerde, Hacızekeriyelerde, Çerçilerde ve Güdüğizzette... Kızların tercihi Hatice Hanım oluyor, belki güleryüzlülüğünden belki becerikliliğinden... Bu kadar rağbet olunca, Mevlüt de onun çırağı gibi oluyor. Zaten makineye ilgisi vardı, meraklı bakışlarla abasının yanında stajını tamamlıyor...

    Babasına varıp bir dikiş makinası almasını istiyor Mevlüt. Çeyizlerden, işlerin fazlalığından, iyi para kazanacağından filan da söz ediyor tabii... Körhocadan biraz yeşil ışık almış olacak ki küçük kardeşi Azam ile piyasa araştırmasına girişiyorlar. En sonunda Güdüğizzet satımkar olmuş 'Yüz demir arpaya veririm' demiş... Körhoca önce yanaşmamış, 'Ne len bu!' diye fiyatı yüksek bulmuş... 'Aman buba le! Aman buba le!' yalvar yakar kabul ettirmişler; almışlar makineyi yüz demir arpaya...

    Makine Mevlüt'e alındı, lakin küçük kardeşi ondan daha meraklı çıkmış. Burası neden dönüyor, iğnenin deliği neden başında değil de ucunda, çapıt kendisi nasıl yürüyor falan filan... Sinir edici bu sorular bir yana, abisine yalvarmış; şurayı açıp bakalım içinde ne var, diye... Mevlüt evvela karşı çıkmış, yanaşmamış açmaya. Sonra Azam'ın 'Aman ağa le!' diyen yalvarışlarına dayanamamış, yahut kendi içindeki merak duygusuna yenik düşmüş, 'Hadi açam.' demiş... 

    Singer marka, elle çevrilen ilk makinalarını açmışlar... Çekingen bir merakla ne var ne yok iyice bakmışlar... Kendilerini alamamışlar parçaları tek tek sökmüşler. Makine darmadağın olmuş... Fakat beklendiği gibi olmamış, başarıyla tekrar toplamışlar... Bu arada makinenin çalışma sistemini kavramışlar. Herhangi bir olumsuz durumda açıyor, arızayı giderip tekrar kapatıyorlar. Zamanla kendi makinelerinin tamircisi de oluyorlar... Hatta makineyi yetersiz görüp iyileştirme yolları arıyorlar. Misal; kullanımı zor, buna ayak yapalım, tabla yapalım; iki elimizi de dikişte kullanabilmek için ayakla döndürme yolunu bulalım, şuraya kasnak takalım filan derken...  Mevlüt, Afyon'da kaputçuda çalışmaya gidince orada hazır yapılmışını görüyor da pedallı makineyi icat etmekten vazgeçiyorlar...

    Sonra Mevlüt askere gidiyor, geliyor. Yeni ve daha gelişmiş makineler alıyorlar. Yeni aldıkları her makinede ilk yaptıkları şey, mutlaka söküp dağıtmak oluyor. Parçaları tekrar birleştirirken makineyi tanıyor, bir arıza durumunda hemen teşhisi koyup meseleyi hallediyorlar... Tabi Eğret'te makine sayısı da artıyor. Makine bu, arıza verir; o zaman hemen bunları çağırıyorlar uzman olarak. Hemen hemen her tür ve marka makinenin ıncığını gıncığını biliyorlar... Her makinede bilgileri artıyor, becerileri gelişiyor; terziliklerinin yanında adları tamirciye çıkıyor...

    Dikiş makinesi tamirciliği böyle... Gelelim radyo meselesine...

    Bir dönem Patlaklarla Mevlüt Emmim arasında husumet olmuş, bu yüzden Dedem bir silah almış Ona... Gel zaman git zaman sulh olmuş ve 'Alman Cılbağı' dedikleri tabanca boşa çıkmış. Altıntaşlı birisiyle onu bir radyoyla değişiyor. Ama ne radyo... Heyula gibi bir şey... O zamanki radyolar öyle, bir kucak...

    Bir sorun var ki aşılması kolay değil. Babasını ikna etmeleri lazım. Körhoca dikiş makinesinin alımında az bir çabayla yola gelmişti; lakin bu radyo öyle değil... Adam hoca ve bu gavuricadında şarkı, türkü daha bilmem ne dolu... Neyse, bu kardeşlerin şeytanlığını hafife almamak lazım; Kahire Radyosundan dinlediği kısa bir Kur'an ziyafetiyle yola geliyor... Ancak bir daha dinleyemeyecek, radyo doğru dükkana...

    Dikiş makinesinin benzeri, radyonun başına da geliyor. Yok yok, onu söküp dağıtmıyorlar; ama Babam gizli saklı kapağını açıp orasını burasını kurcalıyor. Bu arada kömürlerini oynayarak sesin yükselip alçaldığını keşfediyor. Bir radyonun değeri, çok bağırmasıyla orantılı olduğu zamanlar... Bu keşfini Mevlüt Emmim ile paylaşıyor, istedikleri zaman bangırdatıyorlar...

    Radyo ile ilgili teknik terimler ve yeni gelişmelerden de haberleri oluyor; çünkü o günlerin son moda haber kaynağı ellerinin altında. Transistörlü radyonun daha güzel olduğunu öğreniyorlar. Afyon'da bir usta 250 liraya kömürlü radyoyu transistörlüye çeviriyormuş. Kafaya koyuyorlar, ama Körhocayı ikna etmek lazım... Yine bir iki 'ı-ıhh!', yine bir iki 'Aman buba le!' ile bu iş de hallediliyor. Şoförhalibram ve Takanori ikisi de tanıdık, yol parası vermeden 250 lira ile radyo modifiye ediliyor...

    Devran dönüyor, rüzgar ters esiyor; İzmir'e doğru akın başlayınca Mevlüt Emmim de buna katılyor... Babam dükkanda Aşşağılının Gambırmuhtar ile çalışıyor... Tabi Ahmet Öncül o vakitler kambur da değil, muhtar da değil; Babamın çırağı yahut kalfası, her neyse... Meşhur transistörlü radyo da orada... Hani şu yüksek sesiyle etrafa nam salan radyo... Ses ayarı düğmesindeki son noktanın ötesine çıkarmanın yolunu biliyorlar artık, istedikleri zaman ortalığı inletiyorlar...

    Radyo iyi güzel de... Çok büyük... Bir metreye yakın eni var, biraz da derinliği olsa yük sandığı gibi... Eli bu işlere yatkın diye, Hacariflerin Ahmet Emmisine götürüp radyonun kasasını kestiriyor. Küçülüp kibarlaşan kasaya, bütün aksamı ezberindeki haliyle tekrar yerleştiriyor... Hayal kırıklığı... Çalışmıyor radyo... Bir kaç denemeyle sebebi bulup radyonun yeni evinde çalmasını sağlıyor... Bu arada sesi daha da güzelleştirip yükseltmenin formülünü yakalıyor... Zaten çok bağıran radyo, daha gür/tiz/bas seslerle sahneye geri dönüyor. Tabi ününe ün katmış olarak...

    Burada Aşşağılının Ahmet faktörünü de göz ardı etmemek lazım. Bilenler Onun ne kadar yaygaracı olduğunu hatırlayacaktır. Bire bin katarak öyle bir anlatıyor ki radyoyu, sen sanırsın Conahmetin Devirdaim makinesi... Bir şey daha yapıyor, 'Benim Usda sıfırdan radyo yapıyo' diye bir yalan uyduruyor... Bütün bu hayhuyun arasında babam radyo tamircisi olup çıkıyor. Bir arıza halinde bütün radyolar onu buluyor. Hiç bir şey olmasa bile ses ayarı için radyosunu kucaklayan geliyor... 

    Şunu da belirtelim; sahibinin ustalığıyla birlikte, radyonun ünü etraf köylere kadar gittiği söyleniyor. Cumartesi günü mü, başka bir gün mü ne; Altıntaşlı biri gelmiş, 'Sizde bir radyo varmış, namını duydum' diye... Bakmış... bakmış; altını çevirmiş, yanını döndürmüş, düğmelerini çevirmiş filan... Sonra methiyeler düzerek çekip gitmiş... Günler sonra bu ziyaretin sırrı anlaşılmış: Meğerse Mevlüt Emmimin Alman Cıblağıyla değiştiği Star marka bu radyo çalıntıymış. Hırsızlar çaldıkları bu radyoyu Emmime kakalamışlar. Asıl vurgunu ise daha başka yoldan vurmuşlar. Radyonun sahibi, bu koca sandığın içine bir silah saklamışmış. Hırsızlar bunu biliyordu veya sonradan fark ettiler. Önce bu silahı okutmuşlar sonra radyo karşılığında bir silah sahibi daha olmuşlar... Şimdi Altıntaşlı gizemli radyo ziyaretçisi bu adam aslında radyonun asıl sahibiymiş. Anlatılanlardan yola çıkarak radyosunun izini bulduğunu düşünmüş, dükkandaki radyonun altını üstünü inceleme sebebi bu imiş. Tabi radyonun biçimi ve boyutu tamamen değiştiği için adam o radyonun bu radyo olduğunu anlayamamış...

    Böyle başlayan radyo ve makine tamirciliği Babamın İzmir'e gitmesiyle bitiyor. Fakat ara ara köye geldiğinde yine bunların tamiri için bazıları eve çağırdığını hatırlıyorum. Temelli Anıtkaya'ya döndükten sonra da hurda parçalardan kendine bir dikiş makinesi yaptı. İhtiyaç olsaydı belki bir radyo da yapabilir; eski kalfası Gambırmuhtarın ruhunu şad ederdi...

    Mevlüt Emmim de İzmir'e gidip iş ve ev sahibi olduktan sonra büsbütün terziliği ve tamirciliği bırakmış değildi. Kendi çapında bir dükkanı vardı. Emekli olduktan sonra evinin küçük balkonunda bir dikiş makinası yahut elektrikli süpürge bulundururdu. Onları tamir ettiğini gösteren bir tabela gibiydiler.  Bilmeyenlere evi, balkonundaki süpürge ve makine ile tarif edilirdi.