-D-
daban: 1.Yer,
zemin (taban); 2. Esas, asıl; 3.Tarla sürülüp tohum saçıldıktan sonra atılan
gübre; 4.Zemin kat; 5.Taşsız, düz, verimli tarla.
dabanca atmek: Tabancayla ateş
etmek.
daban tatdası: Arabanın zeminine
konulan tahta.
dâbiyet: Huy,
karakter, tabiat.
dâbiyetsiz: Kötü
karakterli, kötü huylu.
dâcık/değacık: İşte,
bak orada anlamında gösterme sözü.
dadanmak: alışmak
dadı gaçmek: Güzel bir durum
kötüleşmek, zevki kalmamak.
dadı gelmek: Hoşa gider bir tat
kazanmak, beğenilir zevk verir hale gelmek.
dadını gaçırmek: İyi giden bir
durumu bozmak, münasebetsizlik etmek.
dadırmak: biraz
vermek, tattırmak
dadı yok: iyiye
gitmeyen işler için söylenir; sağlığım bozuk, işler kesat, moralim bozuk gibi
dagga: dakika
daggasında: Hemen, o
anda.
Dağ: Güneyde
Resulbaba Tepesi ve İlbulak Dağı eteklerindeki meşelik bölge.
dağa gitmek:
Arabayla dağa giderek yakacak meşe getirmek.
dağda doñuzu êsik: Çok zengin.
dağ eriği: Yemeye
elverişli olmayan, daha çok pestili çıkarılan, dağda yetişen acı ve sert erik
türü.
dağık:
dağınık, perişan
dağılamak:
kaşınacak şekilde ısırmak
dah/daha/deh:
Hayvanları yürütme ünlemi.
dahan: tahin
dahanelvası: tahin
helvası
dah/adah gitmek: Çocuklar için
gezmeye, attaya gitmek.
dakanak: borç
dakı: Düğünde
geline takılan zînet, takı.
dakı dakıvemek: Ardı
ardına vurmak.
dakım: Sigara
ağızlığı.
dakışmek: İki
kişinin arası açılmak, sürtüşmek.
dakleşmek:
1.dokunmak, temas etmek, kucalamak; 2.ilişmek, tahrik etmek, sataşmak.
dakma: 1.Anası
ölünce başka bir anayı emmeye alıştırılan kuzu, buzağı; 2.sahte, seyyar, geçici
dakmamak: Önem
vermemek, dikkate almamak, saymamak.
dalamak:
1.ısırmak, köpeğin insanı ısırması; 2.Keçi kılından veya yünden yapılma
giysinin vücutta batma ve kaşıntı yapması; 3.Dikenli bitkiler ve özellikle ısırgan
otunun vücuda batması; 4.Karınca, bit, tahtakurusu gibi haşerelerin vücudu
ısırması
dalbıdak gırılmak: Sebze ve meyvede çok fazla ürün olmak.(Bi fişne va, dalbıdak gırılıyo.)
dalbınmak: Aceleyle suya dalıp çıkmak suretiyle yıkanmak.
daldaşşak: anadan
doğma, çırılçıplak
daldırma: Üzüm
dalını toprakla örterek köklendirme yöntemi.
dalına basmek: Hoşlanmadığı bir
şey yaparak birini kızdırmak.
dam: 1.ahır,
2.hapishane
dama girmek: Cezaevine düşmek.
damağını galdırmek: Korkmuş birinin
damağına parmakla basarak korkusunu gidermek.
damarı dutmek: Aksiliği tutmak,
huysuzluğu üzerinde olmak.
dambeş: toprak
binanın üst kısmı
dambeş akmak: Yağmur kar suları
çorak aralarından sızarak aşağıya akmak.
dambeş sıvamak: Yağmur geçirmemesi
için çorakla dambeşi sağlamlaştırmak.
dam deliği: ahırdan dışarıya
hayvan tersi atmaya yarayan delik, bok deliği
damı damlamaz, çocuğu âlamaz: Kendisini
oyalayacak iş ve çoluk çocuğu yok, bu yüzden kaygısız.
damızlık:
1.Yoğurt veya peynir mayası, 2.Soyu devam etsin diye evde bırakılan iyi cins
erkek hayvan; 3.Süt veren ve cinsi devam ettirilmek istenen hayvan;
4.Harcanacak şeylerin tekrar çoğalması dileğiyle saklanan küçük bir kısmı;
5.Bir şeyin içinden seçilen en iyi, en kalitelisi.
damlam: Çok az
miktar, damla.
damzırmak:
1.damlatmak, 2.Hastanın ağzına azar azar su vermek.
dana: Altı,
dokuz, on, otuz, kırk, atmış, doksan gibi sayılardan sonra kullanılan “tane”
danaburnu: Toprak
altında yaşayıp sebze köklerini yiyen zararlı bir böcek.
Dandırgırı: Tandır
köylerine yakın mevki adı
dangırdamak:
Bağırarak konuşmak.
danıp danışmak: Sorup fikir almak.
dañına dañına: inadına, kızdıracak
şekilde
dañına gitmek: sinirine dokunmak
darak: 1.tarak,
2.Ayağın parmaklara yakın olan kısmı, ayak tarağı.
daraklı: Tarak
kemiği geniş olan ayak.
daramalı:
Otomatik silah
dar atmek: Aceleyle bir yere
sığınmak, kaçmak.
darçın: tarçın
dargarınlı: kıskanç
darın:
1.Hemen, aceleyle; 2.Güçlükle.
dartı: 1.Ölçü,
ağırlık, tartı; 2.Terazi, kantar gibi ağırlık ölçme aletleri.
dartmak:
1.Ağırlığı kaldırma denemesi yapmak; 2.Gözüne kestirmek
dar vakit: Sıkışık zaman,
ikindiden sonra akşam ezanına yakın zaman.
daşa çıkmek: Evlilik resmi
işlemlerini başlatmak üzere şehre gitmek.
daşıra: aşırı,
fazla
daşıra gitmek: haddini aşmak,
sınırı zorlamak
daşlı:
İçindeki sert taneciklerden dolayı yemesi hoşa gitmeyen ahlat.
daşlıca: Kümes
hayvanlarının midesi, taşlık.
daşlıköy:
mezarlık
daşşaklı: İğdiş
edilmemiş hayvan.
Daştarla: Bir mevki
adı (Taşlı Tarla)
dat: lezzet,
tat
datdemek: 1.Sürü hayvanı veya
koşum hayvanını yürütmek için komut vermek. 2.(mec) motorlu aracı sürmek (dah
demek)
datdevemek: Kaba, kontrolsüz ve
hızlı bir şekilde birinin üzerine birşeyler salmak. (dah deyivermek)
datduz: Rahat,
huzur
dat vemek: Bıkkınlık, usanç,
bezginlik verecek biçimde aynı şeyleri tekrar etmek (tat vermek)
davılcı: 1.Düğün
çalgıcıları içinde davulu çalan, 2.(mec) Çok yalan söyleyen
davıllâ: Düğün
çalgı takımının tamamı (davullar)
davranmak: acele
etmek, çabuk olmak
davşan: tavşan
davşangulağı: 1.Çift,
2.Tavla oyununda çift sayı, mars.
dayak: 1.Bir
şeyin devrilmemesi için bir tarafına verilen destek, dayanak; 2.Arabaya yük
konulurken yanlara konulan uzun sopa.
dayama:
arabanın yan tahtalarının dayandığı direkler
dayama tatdası:
arabanın yan tahtaları
dayı: Torpil,
dayanak
dâyim:
Sürekli, daima, daim.
debertmek:
1.Ekmeklerin yerini değiştirerek hepsinin pişmesini sağlamak; 2.Külü yararak
ateşin meydana çıkmasını sağlamak.
debildemek:
İyileşmeye başlayan hasta veya yeni yürümeye başlayan çocuk düşe kalka yürümek.
debilenmek:
Kımıldamak, hareket etmek, çırpınmak, debelenmek.
debirdek: küçük
davul, trampet
debirdekci: Düğün
çalgıları içinde trampet çalan
dede:
1.Beştaş veya dokuztaş oyunu, 2.Dokuztaş oyununda üç taşın yan yana gelmesiyle
elde edilen sayı, 3.Bazılarına göründüğüne inanılan evliya ruhu.
Dedebaşı: Uyuşak
Dede türbesinin bulunduğu yer
dedeli: Evliya
ruhlarının görüldüğü yer.
dedemantarı: Yenmeyen mantar türlerinin genel adı.
dedesakalı:
Yaprakları yenilen, baharda çıkan bir ot.
dediğim dedik çaldığım düdük: Fikrinde direnip
başkalarının sözüne aldırmadığını anlatır.
deggelmek(denk gelmek): 1.uymak,
yakışmak, üzerine oturmak; 2.rast gelmek, tesadüf etmek, karşılaşmak; 3.maddi
yönden müsait olmak
deggetmek: isabet ettirmek,
denk getirmek, fırsat yakalamak, kıstırmak
değişdire:
nöbetleşe, dönüşümlü
değişik: Kız
kardeşini kayınbiraderine vererek, birbirlerinin eniştesi ve kayınbiraderi olma
durumu. Kadınlar da birbirinin görümcesidir.
değişik yapmek: birbirinin
kardeşiyle evlenmek
değnemek: teker teker
toplamak, devşirmek.
değneyip toplamak: Bir araya getirmek, düzene sokmak, derleyip toplamak.
deha/dehacık:
"işte, orada" anlamında gösterme edatı
dekcene: Tam doğru olarak, yalansız, ne eksik ne fazla (denkçe)
dekci: Çocuk
oyunlarında atışları isabetli olan.
deklemek: 1.vurmak,
isabet ettirmek, 2.Nişan almak, istikamet belirlemek (denklemek)
dekleşmek:
Yetişmek, aynı hizaya veya seviyeye gelmek (denkleşmek)
dekleşdirmek: bulup
buluşturmak, temin etmek (denkleştirmek)
delece:
tarladan harmana buğday, arpa sapı getirmek için özel yapılmış, arabanın
üzerine konulan ağaç iskelet
delece vurmek: Ekini
biçme aşamasını bitirip sap çekmek için arabaya delece koyma seviyesine gelmek.
deleceyi indirmek: Sap
çekme işi bittiğinden deleceyi indirip tahtaları koymak.
delgi: delme
aleti
deli goyun:
Beynindeki kurttan dolayı dengesi bozulup et tutmayan koyun.
delik:
1.Duvara gömülmüş kapaksız dolap, 2. Camsız çerçevesiz, ahır veya samanlık
penceresi.
delilik etmek: Delice davranmak.
delimsek: Delilik
belirtileri gösteren, deli gibi olan, dengesiz davranan, çılgın, sıradışı, uçuk
kaçık kişi.
deliniñ derdi çörek: Saplantı haline
gelen istekler için kullanılır.
deli olmek: 1.Çok sinirlenmek,
2.Çok sevmek ve aşırı ilgi göstermek.
deliye daş añmek: Birini yanlış bir harekete yönlendirir şekilde söz söylemek.
dellenmek: 1.Çok
öfkelenmek (delilenmek), 2.Yaramazlık yapmak.
demci: Bir
güvercin türü.
demediğini gomamek: Aklına gelen her
şeyi söylemek.
demesine getmek: Düşüncesini dolaylı
olarak söylemek, demeye getirmek.
démi: değil
mi?
demir: Temel
tahıl ölçüsü birimi.
demirli: Bir
demir tahılı ölçme kabı.
demitden: Biraz
önce, demin, deminden.
deñ: Hadi
başlayın, buyurun anlamında ünlem.
deñdi: Haydi,
beklemeyin, söyleyin, yapın anlamlarında ünlem.
dene:
1.buğday, 2.tane, adet
dene börülce: kuru
fasulye
dene deneye eş, bi gaşık dene aş olur: atasözü
dene dökmek: Taneler çok olmak,
bol ürün vermek.
dene dutmek: 1.Başaktaki
taneler dolgunlaşmak; 2.Taşımak veya satmak üzere arabaya buğday yüklemek.
dene götmek: Kendi evinden
harçlık yapmak amacıyla arpa buğday çalmak.
dének: sopa,
değnek
denelemek:
1.Ayçiçeği, mısır, nar gibi şeylerin tanelerini çıkarmak; 2.Aşırı arpa buğday
yiyen hayvan rahatsızlanmak.
denelenmek:
Tarladaki hububatın tane tutması, olgunlaşmak.
deneli: ürün
tanelerinin tam olgunlaşması hali
denesiz:
1.olgunlaşmamış, içi boş ürün; 2.(mec)faydasız boş şeyler konuşan
dene yıkamek: Un veya
bulgur yapmak için buğdayı bol suda yıkayıp toz topraktan temizlemek.
dengilmek:
Dengesini kaybedip düşecek duruma gelmek
deñize varıp gelmesem, ekeniñ ardından
hemen çıkarın:
Nohutun ağzından söylenmiş bir söz. Bitkinin tuzlu olduğunu, topraktan tuzu
temin etmek için bir süre beklemese aslında hemen çimleneceğini anlatır.
Depbô: 1.depo,
ambar; 2.Su deposu ve onun bulunduğu semt.
depcek: Belleme
yaparken ayakla kolay kuvvet almak için konulan tekmelik.
depdirmek: Aşırı
yağış ve tipi sonucu kar yığılmak.
depe: 1.Tepe,
2.Baş, uç (Ağacın depesi)
depe depe: Yığma,
ağzına kadar dolu.
depeli:
Kafasında gösterşli tüyler olan kuş.
deperotu: havuç
depesüsdü: Baş
aşağı (tepesi üstü)
depinmek:
hoplayıp zıplamak
depişmek:
eşeklerin birbiriyle kavgası
depme: tekme,
çifte
depmek: 1.at
eşek tekme atmak, 2.sağmal ineğin buzağısını emzirmeyi bırakması, 3.dumanın
bacadan çıkmayıp içeriye basması, 4.Bir şeyi basa basa doldurmak, tıkmak;
5.Yara başka bir yerden çıkmak.
derdi deviye dek/denk: Derdi deve kadar
büyük veya derdi bir devenin taşıyabileceği büyüklükte anlamına gelir.
deriñ: derin
derman gelmemek: Söz dinletememek,
güç yetirememek.
dermanı kesilmek: Yorgunluktan,
halsizlikten gücü azalmak.
dernek: eğlence
amaçlı toplanma
dert: hayvan
ciğerinde görülen hastalık belirtisi
dertli: 1.İç
organlarında hastalık olan kişi veya hayvan, 2.hasta hayvanın iç organı
desde: biçilmiş
ekinin uzun bir sıra halinde toplanmış hali
desdeci:
orakçının ardından annatla deste yapan
desde dırmık: Annat ve tırmık
kullanarak biçilen ekini deste etme işi.
desdedırmık etmek: Biçilen
ekini orakçının ardından toplamak.
desde etmek: Biçilen ekini deste
haline getirmek.
desdi: testi
desdire: testere
desdivancı: Kır
bekçisi, ekin bekçisi, korucu.
desîre:
Uydurma, yalan söz.
deşilemek: Deşmek
ile eşelemek fiillerinden uydurulmuş melez bir başka fiil. İkisinin anlamını da
taşır.
deşilesice: çok yemek
yiyenlere söylenen kötü dilek sözü
deşirikli: Derli
toplu olan, düzenliliği seven, becerikli kimse.
déşirmek:
derlemek, toplamak, bir araya getirmek (devşirmek)
devebuynu: Ok ile
boyunduruğu birbirine bağlayan, eğri demir veya ağaç kısım.
devedabanı: Baharda
pembe çiçek açtığında kökündeki küçük yumru yenilebilen ve ağızda kekremsi bir
tat bırakan bitki.
deve yapmek: 1.Düğünlerde
gençlerin topluca deve maketi yaparak oynadıkları köy oyunu; 2.Çocuğun elindeki
yiyeceği kapma bahanesi.
dévemek:
Söylemek, şikayet etmek (Bubaña dévicen)
deve zevlesi: iriyarı ve hantal
kişi
devir: Ölenin
namaz, oruç borçları için toptan sadaka verip alma işlemi. Aslında verilmez,
verilip geri alınır, defalarca arada devreder durur.
devirini sürmek: Ölünün hesap edilen
namaz ve oruç borçlarının kefaretini sadaka olarak ödemek.
deyen gitdi: Az önceki
dediklerimden ve iddialarımdan vazgeçtim, anlamında bir sitemli tepki sözü.
deyi: değil
deyişleme: Tek
başına veya karşılıklı olarak doğaçlama söylenen mani, destan, şiir, şarkı,
türkü.
deymen:
değirmen
deymenci: değirmen sahibi
déze:
1.Teyze, 2.Tanıdık Çingene kadınları.
dıdılamak: Üşümek,
üşüme sebebiyle titremek.
dıdınıñ dıdısı: Uzak
akraba.
dıdının dıdısı, keserin düğdüsü: Çok uzak akraba.
dıgak: gaga
dıgaklamak:
1.gagalamak, 2.(mec) yemeğin üstünden gizlice bir parça almak
dıgılamak: 1.keser
veya çapa ile hafif vurmak, 2.(mec)çalışıyor gibi yapmak, 3.sessizce konusuz
sohbet edip vakit geçirmek.
dıgıldamak: Ufak
işlerle uğraşmak.
dığan: uzun ve
tek kulplu tava
dığan ağızlı: alt
çenesi dışarı doğru çıkkın yapıda olan
dığancücüsü:
gaygına, krep
dığıldığıl: Birbirine
yapışmamış, tane tane.
dıkeç: Deliği
veya bir kabın ağzını tıkamak için kullanılan şey, tıkaç.
dıkım: lokma
dıkma:
karısına ait evde oturan kimse
dıkmak: Çok
doldurmak.
dımıl dımıl: çok
parlak ve temiz nesneler için kullanılan sıfat
dıñdıñ: Çocuk dilinde
saz gibi müzik aletleri.
dınga: Baş ve
orta parmak ile vurma
dıngalamak: Baş ve
orta parmak ile vurmak veya bu şekilde küçük şeyler fırlatmak.
dıngıldamak: Sürekli
olarak gerekli gereksiz konuşmak.
dıngırdamak: söz
dinlememek
dıngırdatmak: alay
etmek, işletmek, eğlenmek, dalga geçmek
dıñılamak:
1.kaçmak, 2.Fıtçı (topaç) dönerken ses çıkarmak.
dıñlamak: Arı,
sivrisinek gibi böcekler ses çıkarmak.
dılıcan:
aceleci, yerinde duramayan
dırmıkcı:
Desteciden sonra veya sap yükleyenlerden sonra tırmık çekerek tarlayı
temizleyen kimse.
dırmılamak: Sap
yükledikten sonra yolda dökülecekler tarlada dökülsün diye arabayı tırmıkla
taramak (tırmıklamak)
dırmıntı: Ekin
toplandıktan sonra geriye kalan ve tırmıkla tekrar toplanan döküntüler.
dırnak gadâ: Küçük çocuktan
bahsederken söylenir.
dışa çıkmak/dışa gitmek: Tuvalete gitmek,
abdest bozmak.
dışarıyı süpürmek: Her sabah sokakta
kendi kapısının önünün genel temizliğini yapmak.
dızıkmak: koşmak
dibinde bitmek: Yanıbaşında birden
bire ortaya çıkmak.
dibine dutmek: Pişen yemek tencere
veya tava dibine yapışmak.
dibini gazımak: (mec) Olayın aslını
öğrenmek için ince ayrıntılarını araştırmak.
didilemek: 1.Elle
kurcalamak, didiklemek, karıştırmak; 2.Pişmiş et gibi yumuşak bir şeyi elle
tutup çekerek parçalara ayırmak.
didişgen:
Tartışmayı seven, geçimsiz, kavgacı.
difan:
Şiddetli doğal afet, tufan
diğrek: 1.iyi
pişmemiş, sert diri kalmış yiyecek; 2.dik, sert, katı; 3.Meyve ve sebzelerin
sert, diri hali; 4.dinç ve kuvvetli; 5.ütülü, düzgün, gergin
dik: Söz
dinlemez, inatçı, kendi bildiğini okuyan.
dikgafa: İnatçı
dik gelmek: Muhalefet etmek,
itiraz etmek, kafa tutmak, diklenmek
dikilmek:
1.Ayakta durup beklemek, 2.Vücudun belli yerine sancı girmek, saplanmak.
dikine gitmek: Yapılan uyarıları
dinlemeyip bildiği gibi davranmak.
dikme: Ağaç
direk
dikme/dikmecik:
ekilmeye hazır küçük soğan tanesi
dikmek: Kutu, bilye, ceviz, ilik, aşık oyunlarında sermayeyi ortaya koymak, ileri sürmek.
dil:
1.Sürgülü kilidin sürülerek kilitlenmeyi sağlayan aksamı, 2.kandilin alevi
dilbaz: Ağzı laf yapan, güzel konuşabilen.
dilber/dilberi/dilberim: Güzel,
iyi, kaliteli, uygun, münasip
dildirmek: Tomruğu
tahta haline getirmek.
dilganadan:
Sarmaşık gibi büyüyen, üstü küçük dikenli bir ot (dil kanatan)
dilgi:
1.Haşhaş kapsülünü sakızını almak maksadıyla çizme aleti; 2.Tomruk dilme aleti,
bıçkı.
dilgöz:
Kadınların örerek oyalarında kullandıkları ortası yüzük gibi delik halka kalıp.
dili açılmek: Bir sebeple
konuşamayan kimse konuşmaya başlamak.
dili ağırleşmek: Hastalık nedeniyle
güçlükle konuşmak.
dili dönmemek: Bir sözciği doğru
dürüst söyleyememek.
dili durmamek: Çok konuşmak,
söylenmemesi gereken şeyleri de söylemek.
dilik: 1.yarılmış,
kesilmiş; 2.Koyun keçi ve büyükbaş hayvanların kulağına, tanınması için
kesikler açmak suretiyle yapılan damgalama. Kesik sayısına göre damga
değişebilir; 3.Bir şeyin ucunu bıçakla tam kesmeden hafif aralamak.
dilinden gurtulamamek: Birinin eleştiri, sitem,
sataşmasına maruz kalmak.
diline firdetmek: bir şeyi sürekli
tekrarlamak, vird etmek
diliniñ ucunnan: gönülsüz, yarım
ağızla
dilli düdük: Geveze, çok
konuşan.
dilme: Dört
köşe kesilmiş ağaç, tahta.
dilmek: 1.Ekmek
gibi bir şeyi dilim dilim kesmek. 2.Yarmak
din: örgüde
ilmek
diñelmek: ayağa
kalkmak, ayakta durmak
diñeltmek:
1.dikmek, dik tutmak; 2.Ağaç, sırık gibi şeyleri dikmek; 3.Ayağa kaldırmak,
ayakta tutmak.
dingildek:
1.yerinde sağlam durmayan, yıkılmaya meyyal, 2.Yüksek, dengesi bozuk yük.
dingildemek:
1.Yerinde oynak hale gelmek, sallanmak; 2.Zorlukla ayakta durabilmek.
diñgin:
1.kuvvetsiz, zayıf, yorgun; 2.durgun, sessiz, düşünceli; 3.akmayan çeşme
dini gaçmek: Örgüde bir ilmek
çözülünce bütün bir sıra sökülmek.
dinimanı para: Paradan başka düşüncesi
olmayan kimse için söylenir.
din iman toz duman: Dini değerlere
dokunarak küfretmek.
dinine yandığım: Öfkeli duyguları
belirtmede kullanılan sövgü sözü.
diñmek: Çok
yorulup gücünü kaybederek iş göremez hale gelmek.
diñnenmek:
dinlenmek
diñnendirmek: Çalışan
bir kişinin işini sürdürerek onun dinlenmesini sağlamak.
dip: 1.en
alt kısım, taban; 2.eski, en eski; 3.kök, köken; 4.yakın, çok yakın; 5.uzak
Dipçatalüyük:
Çatalüyük’ün daha arkasındaki mevki adı.
dipdede: atalar,
dedeler; dedenin dedesi
dipdibe: komşu,
yan yana
dipi gazığı: Bedence
sağlıklı.
dipi gibi: güçlü,
kuvvetli, sağlıklı
diplemek: Saç
dibindeki bitleri ayıklamak.
dipsiz kile boş ambar: Çalışıp
çabalamalar, emekler sonuç vermediğinde söylenir.
direklemek:
(mec)Oruç tutmamak
direm:
1.Ağırlık ölçüsü, dirhem; 2.Çok az, bir parça
diremek: 1.Bir
şeyi dikine koymak, 2.İnat ve ısrar etmek, diretmek.
dirgen: Sap
veya ot toplayıp atmaya yarayan, ağaçtan olanı iki; demirden olanı 3-4-5 dişli
olabilen alet.
diri:
1.sağlıklı, 2.pişmemiş yiyecek
dirlik:
1.sağlık, afiyet; 2.geçimin yolunda olması, servet
dirsek: Buğday,
arpa sapının boğum yeri.
dirsek çürütmek: Okuyup öğrenmek,
bir işte ömür boyu emek tüketmek.
dişe daş çıkmek: Alışılmışın dışında
tepki veren sert biriyle karşılaşmak.
dişemek:
1.Çocuğun dişlerinin ilk kez çıkması; 2.Düğenin altına çakmak taşlarının
takılması; 3.tırmığa dişlerinin takılması, 4.Testere ve bıçkılara diş açmak.
diş evi: Düğenin
altında çakmak taşlarının çakıldığı oyuklar.
dişeylemek: Ucu
tırtıllı çekiçle değirmen taşı veya başka bir şey üzerine diş yapmak.
dişeyli: kadın,
dişi (dişi ehli)
diş göllesi: Çocuğun
diş çıkarmasını kutlamak için haşlanan buğday veya mısır.
dişi goymamek:
Yaşlılıktan veya yiyeceğin sertliğinden dolayı dişlerin kesmemesi.
ditmek: 1.ot,
yün gibi şeylerin topaklanmış kısımlarını gevşetmek; 2.haşlanmış eti elle
parçalara ayırmak.
diz boyu: Dize kadar, çok
fazla.
dizleri kesilmek: Dizlerinde güç
kalmamak.
dobura dobur:
Dolambaçlı yollara sapmadan gerçeği söyleme.
doğru durmek: Uslu durmak,
yaramazlık yapmamak.
doğu: Doğurma
olayı, doğum
doğuluk: 1.Yeni
doğan çocuğa götürülen hediyeler; 2.Yeni doğum yapmış kadına ve bebeğe yapılan
ziyaret.
doha/dova!: Öküzü
durdurma ünlemi.
dokanmak: 1.Temas
etmek, ellemek; 2.Yenen bir şey mideyi rahatsız etmek.
dokuzan: doksan
dolak: Bacağa
çarıktan önce sarılan çaput ya da yün sargı.
dolalı:
sarılmış, dolanmış
dolama: Bir
hayvan hastalığı.
dolambeş:
dönemeç, viraj
dolambeşli:
kıvrımlı, virajlı
dolanmak: 1.Özel
olarak bir yeri veya kişiyi ziyaret etmek; 2.Erkek aşık olduğu kıza kur yapmak.
dolaplı: Makara
sistemiyle çalışan kuyu.
dolav: duvara
gömülü dolap
doldurmak: Yalan
sözler ve dedikodu ile birini başkasına karşı kışkırtmak.
doleşik:
Düğümlenmiş, dolaşmış ip, tel benzeri şeyler.
doleşim: Sap
arabasında her bir sap katı (dolaşım). Genelde 4-5 doleşim yüklenir.
domalan: Yer
altında kalıp toprak yüzüne çıkmayan, patatese benzer bir mantar çeşidi. Bu
kelime uygunsuz sorulara verilen alaylı bir cevap olarak da kullanılır. (-Ne
yiyoñ? –Domalan!)
dombey: manda,
camız, malak
dombeycik: Kendini
toprağa kıçı üzerine gömen bir böcek.
dombey eriği: Kuş
yumurtasına benzer, üzerinde dikey bir çizgi bulunan, mor renkli erik türü.
dombeyli: tarla
kuşu
domine: Domino
oyunu
domine demek: Domino
oyununda son taşı vurup kazanmak.
don:
1.pantolon, 2.şalvar
doña çekmek: Hava ayazdan suları
donduracak kadar soğumak.
doncek:
üzerinde yalnız pantolon bulunan, yarıçıplak
donnuk: Şalvar
dikilecek büyüklükte basma kumaş (donluk)
donunuñ ağını toplayamamek: Kendi işini bile
göremeyecek kadar beceriksiz olmak.
doñuz: yaban
domuzu
Doñuzbuñarı: Bir
çeşme ve mevki adı.
doñuzeliniñ körü: Uygunsuz sözlere
karşı tersleme sözü.
doñuz pancarı:
Yaprakarı pancara benzer fakat kökü çok acı, genelde domuzların yediği bir dağ
bitkisi.
doñyağı:
Hayvanın iç yağlarının eritilip dondurulmasıyla elde edilen yağ.
doruklamak: Bir
kabı tepeleme doldurmak.
doruklu:
tepeleme dolu
dovâ: dua
dovâcı: duacı
dökmek: Sebze
ürün vermek.
döküle galasıca: İlenç sözü.
döküp düşünmek: İyice araştırıp
etraflıca düşünmek ve karar verme aşamasına gelmek.
döl:
1.Sperm, 2.Hayvanların yavruları, 3.Sebzelerin meyvesi
döl dökmek: Sebzeler ürün
vermeye başlamak.
döl döş: Soy sop, nesil;
çoluk çocuk.
döle yatmek: Sebzeler ürün
vermeden önce çiçek açmak.
döllemek:
Sebzelerde ürün görünür hale gelmek.
döllü döşlü olsuñ: yeni evlenenlere
edilen dua
dölüm: 1.Kırk
adımlık uzunluk ölçüsü, 2. 40X40 adımlık alan ölçüsü, dönüm.
dölüm başı: Çift
sürmeye başlanılan yer.
döndermek:
1.Döndürmek, çevirmek; 2.İdare etmek, çekip çevirmek.
dönembeş:
Köşebaşı, yolun kıvrım yeri, viraj (dönemeç)
dönembeşli:
kıvrımlı
döngel: muşmula
dönmek: 1.Rengi
değişmek, 2.Sebze olgunlaşmaya başlamak, 3.Yemek bozulmaya başlamak, 4.Güneş
batmaya yüz tutmak, 5.Eğrilmek, bükülmek.
döñüşlü:
Kardeşler arasında nöbetleşe ekilen babadan kalma tarla.
dördelli bayılmek: sereserpe yatmak
dörpü: Kalın
dişli eğe, ağaç eğesi, törpü.
dört gurplu: Büyük hamur yoğurma
teknesi (dört kulplu)
döşme: Kiriş
ve direk olarak kullanılabilecek ağaç, döşeme.
döşmelik: Döşme
olmaya uygun uzun ve düzgün ağaç.
döşşek: döşek,
yatak
dörpü: Bir
yanı düz, diğer yanı bombeli ağaç eyesi, törpü.
dörtgurplu: Büyük
hamur yoğurma teknesi (dört kulplu)
dörtleme:
1.Tarlayı dördüncü kez sürme, 2.Ağacı dört yüzü olacak şekilde yontup düzeltme
döyeç: 1.Tahta
havan eli, 2. Havan/dibekte malzeme dövmeye yarayan ağaç tokmak.
döyerbiçer:
biçerdöğer
döymek: ezmek,
parçalamak (sarımsak döymek, günaşık döymek, et döymek)
döyüş: kavga,
dövüş
döyüşgen: kavgacı
dubakam: “Biraz
bekle, az sabırlı ol” anlamında edat. (dur bakalım)
dubaken: “Sen
çekil, işe ben el atayım” anlamında edat. (dur bakayım)
dubi: dur
hele
dulgarı çocuğu: Babasız büyüdüğü
için terbiyesiz ve görgüsüz olan çocuk.
duluk: şakak
dumağı: nezle,
grip, soğuk algınlığı, öksürük
duman atdırmek: Kasıp kavurmak,
kırıp geçirmek.
Dumnu: Halk
arasında Kütahya’nın Dumlupınar ilçesi.
dunuk: Donuk,
mat, bulanıkça, rengi bozuk, net olmayan şeyler.
duragomak:
Beklemek, sabretmek.
durdurmak: Direği
dikey pozisyona getirmek, direk dikmek.
durlamak: Çamaşır
ya da bulaşığı yıkadıktan sonra temiz sudan geçirmek, durulamak.
durlu:
1.Yıkama işi bitmiş, temizlenmiş şeyler; 2.Temiz su
duru: Koyu
olmayan, çok sulu yemek.
durumu bozulmek: İşi ya da parasal
gücü kötüleşmek.
durumu düzelmek: İşi ya da parasal
gücü iyileşmek.
durultmak: Koyu
bir şeyi suyla inceltmek, sulandırmak.
dusen: Tehdit,
öfke ve intikam beklentisi içeren bir söz, (dur sen)
dutam: Elle
tutulacak miktarda, tutam.
dutamak: 1.kulp,
sap; 2.İpucu, gerekçe, dayanak noktası, avantaj vs. (tutamak)
dutar: Arap
alfabesinde harfleri birleştirme işareti.
dutdurmak(tutturmak): 1.Hastalığı
tedavi amacıyla o alanda uzman bir geleneksel hekime okutarak dua ettirmek.
2.Ateşi tutuşturmak, 3.İki nesneyi birleştirmek, 4.Arap alfabesindeki harfleri
bağlayarak hecelemek.
dutmak: Sütün
peynir veya yoğurt olarak kıvamında mayalanmış olması.
dutuğeç:
Ocaktaki yemek, fırındaki tepsi gibi sıcak şeyleri tutmaya yarayan bez.
duzağısı: Çok tuzlu yemek, yiyecek. (tuz ağısı)
duz bızılamek: Çok kaygılanmak,
tasalanmak.
dübülek: Bakır
kap, tencere
düdü: Çocuk
dilinde sığır.
düdükcü: Düğün
çalgıları içinde nefesli olanları öttüren
düğdü/düydü: Ağzı
kırılan balta veya keserin çekiç olarak kullanılan arka tarafı.
düğen/düven:
Harmanda arpa buğday sapını altındaki keskin taşlarla ezen alet
düğene binmek:
Hayvanların çektiği düğene eğlence olsun diye çocukların binmesi
düğlek/düylek: 1.Ufak,
yuvarlak bir kavun türü; 2.Araba tekerleğinde dingil yuvasının bulunduğu ve
parmak çubukların takıldığı başlık.
düğü: ince
bulgur
düğülcük: Çorba,
helva, muhallebi gibi şeyler pişirilirken içinde kalan küçük un topakları.
düğülmek: Yenilen
bazı yiyecekler midede erimeyip sert bir şekilde kalmak.
düğün arpasınnan at tavlanmaz: Henüz elde olmayan
şeye güvenerek gelecek şekillendirilmez.
düğüncü: Düğün
esnasında erkek tarafından olup damada yakınlığına göre dercelendirilen ve
halka bazı ikramlarda bulunması gereken kişi.
dük: Aşık
oyununda aşık kemiğinin bir pozisyonu.
dükgan açık galmek: Pantolon düğmeleri
iliklenmemiş olmak.
düm: Çocuk
dilinde su.
dümbek:
Tasavvuf müziği aleti, kudüm
dünek:
1.Kümeste tavukların tünediği sırık, 2.Huzur
dünemek: 1.Kümes
hayvanları tünemek, 2.Uyumak
dün gibi: Çok yakın zamanda
olmuş, yaşanmış gibi.
düñürcü: görücü
düñür gitmek: Bir erkek için kız
istemeye gitmek.
düñya evine girmek: Evlenmek.
düñya malı: Servet, mal mülk.
düpürtü:
1.derinden gelen ayak sesi, 2.içten gelen kalbin atış gürültüsü
dürü: Hediye,
hediye bohçası.
dürülmek:
1.Katlanarak kıvrılarak toplanmak, 2.Lahana yaprakları kıvrılarak top haline
gelmek.
dürülü:
Katlanmış, düzenli.
düyene goşmek: Hayvanları harman
sürmek için düvene koşmak.
düyen sürmek: Düvenle harman
sürmek.
düyününde galbırınan hoşaf daşımek: Bekar bir kimseye
büyük bir yardımda bulunma sözü.
düzen:
alet takımı
düzen takan: alet
edevat, araç gereç
düzenlik: Geçim,
huzur, uyum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder