02 Aralık 2021
Eğret'in Odaları
01 Aralık 2021
Çerçici
Çerçiler eskinin bakkalı, manavı, züccaciyecisi, hurdacısı, haber ajansı... yahut diğer tabirle seyyar satıcısı gibiymiş. Tabi bu, genel olarak çerçi kavramı değerlendirildiğinde söz konusu oluyor. Anıtkaya için çerçilerin bu özellikleri hiç söz konusu olmadı.
Eğret eskiden beri dış dünyaya açık bir köy idi. Ayda yılda bir uğranılan, ulaşımı zor, sapa bir yer değildi. Aksine işlek bir ticaret yolu üzerinde kurulduğundan hep çevre köylerinin merkezi oldu. Bir asırdan fazla geçmişi olan Eğret Pazarı, yalnız Eğret halkının değil çevre köy ahalisinin de ihtiyacına cevap veriyordu. Pazara paralel esnaf da oluşmuş, pazar günleri dışında da iyi çalışıyordu. Bu arada Eğret'te bir asır önce, en az bir bakkal bulunuyordu. İşin özeti, Eğretliler tipik çerçiye ihtiyaç duymuyorlardı. Bütün bunlara rağmen 1970'lerde bile Anıtkaya sokaklarında çerçileri sık sık görebilirdiniz.
Yaylı denilen kasası ince işçilikle boyanmış, hafif yol taşıtı, at arabalarıyla gezerlerdi. Bu arabalar kırda bayırda kullanışlı olmadığından köyde bulunmaz, ancak çerçiler geldiğinde görülürlerdi. Tek atla çekilenleri de vardı; ama çerçilerin yükü fazla olduğu için çoğunlukla çift atla çekilirlerdi. Bazılarının üstü bez bir siperle kapalı olur, çoğunluğu da açık bulunurdu; yalnız kısa kenarlı kasasının altında, yaylarının arasına gerili bir file depo olarak düzenlemiş çerçi arabalarına sık rastlanırdı. Oraya daha çok köylüden aldıkları ip çorap eskilerini ve az yer kaplasın diye büküp attıkları bakır ve alimiyon eskilerini koyarlardı.
Çerci arabalarının kasasında bulunanlar tamamıyle kadınlara yönelik incik boncuk, küçük ev ve mutfak eşyaları; genç kızların çeyiz işlemelerinde kullandığı kumaş, iğne-iplik gibi malzemelerdi. Bununla beraber şimdi akla gelmeyecek şeyler de satarlardı. Mesela diğer bütün züccaciye malzemelerinin yanında baş kili de bulunabilirdi. Yahut çocuklar için cazip şeker bulunduran çerçiler vardı. Arkasında horoz resmi bulunan yuvarlak teneke kapaklı bir ayna almıştım ben.
Bir çerçici arabası, kadınların rahat hareket edebileceği mesela bir fırın yanında durduğunda kadınlar hemen başına toplanır; alan alır, almayan alanların aldıklarını inceler, eğlence gırla giderdi. Belli aralıklarla gelen çerçiciler genellikle tanıdık olduğundan veresiye alışverişler de olurdu. Her fırının başında bir saat eğlense, koca köyü bir günde dolaşamaz, ertesi gün veya günlere kalırdı.
Arabayla değil de eşek veya katırlarla dolaşan satıcılar vardı. Bunlara çerçi denemez, demiyoruz da zaten. Ne satıyorlardı? En meşhuru iğde-buynuz. Keçiboynuzu yani. Akmaz kokmaz, bayatlamaz bozulmaz şeyler. Bazen de mevsiminde döngel veya armut. Bizim köydeki eşeklere semer vurulmazdı, biz semeri bu satıcıların hayvanlarında görürdük. Baya da ilgimizi çekerdi. Semerin iki yanına sarkan koca sepetlerin altındaki hayvana çocuk kalbiyle üzülüverirdik. Semer ve sepetlerden sonra dikkatlerimizi çeken üçüncü şey, ancak ele alınınca birşeye benzeyen el terazisiydi. Galeycikli olan bu satıcılar da Eğret'te birkaç gün kaldığı olurdu.
Çerçiciler köyde kalacaklarsa doğal olarak odalara yönelirlerdi. Daha önceden de gelmiş bildik birisi ise alıştığı odaya gider, değilse uygun birini bulurdu. Odada konaklamanın usulü bellidir. Araba odanın önüne çekilir, hayvanlar ise damına. Hayvanların ve çerçicinin yiyeceği oda sahibinin boynunadır. Yemekten sonra gece geç vakte kadar oda ahalisiyle oturulur, vakti geldiğinde cemaat dağıtılarak misafirin yatağı yüklükten çıkarılıp serilir. Sabahleyin çorbasını içtikten sonra da işine bakar. Bütün bunlar için ondan bir ücret talep edilmez. Yalnız o isterse sattığı şeylerden münasip bir şeyi odaya bırakıp da gider.
Sene kaç bilmiyorum, bir çerçici ilk gün köyü dolaşamayıp ertesi güne kalınca, akşam üzeri epbabının odaya varır. Burası Macur Ali (Öncül)ün oda olarak bilinen yerdir. Ertesi gün işe çıkamaz; çünkü öyle bir kar yağar ki göz gözü görmez. Aksi gibi yağış durmaz, sonraki gün de öyle devam edince çerçici ne işe çıkabilir ne de memleketine dönebilir. Yollar kapanmıştır. Mecburen hayatına odada devam eder. Rahatı yerindedir ama cansıkıcıdır bu hayat. Allah var, Macur Ali de rahat ettirmek için elinden geleni yapar. Hem kendisine hem de atlarına bakar. Evde ne pişiyorsa misafirine, kendi mallarına ne veriyorsa onun atlarına da aynısını verir.
Meğer o sabahki menü, şimdikilerin sakalaçarpan dediği, hamıraşılı mercimek çorbasıymış.
İlginçtir, aynen çerçiciler gibi bir kitapçı da 1950'li yıllarda Eğret'te görünürmüş. Eskişehirli Musa olarak biliniyor. Memleketinde bir kitapçı dükkanı varmış. Katırına yüklediği kitaplarıyla sürekli dolaşır, belli aralıklarla yolunu Eğret'e düşürürmüş. Galiba yılda iki kez gelirmiş; biri harman vaktine, diğeri karakışa denk gelirmiş. Kitapların yanında koku gibi fazla yer kaplamayacak şeyler de bulundururmuş. Kitap siparişi alır, altı ay sonra onları temin edermiş... Tabi kitaba ilgili hazır müşteriye hitap ediyor, bu yüzden Eğret'teki müşterileri de Hocalar...
27 Kasım 2021
Aşşık Oyunları
Çift toynaklı hayvanların arka ayak diz kısmında bulunan kemiğe aşık deniliyor. Anıtkaya'da bu evelevelden şeddeli söylenir; "aşşık" diye telaffuz edilir. Bu gruba giren bütün hayvanların aşık kemiğiyle ilgilenmiyoruz. Dana, dombeyinki filan büyük oluyor, kullanışlı değil. Geyiğin kendi yok ki aşığını bulasın. Eski Eğret dönemleri düşünüldüğünde koyundan bol ne var. İşte sözünü ettiğimiz kemik koyun-keçinin aşık kemiğidir.
Düzgün biçimli bir kemik, aşık kemiği. Kabaca dikdörtgen prizması şeklinde; ancak köşeli değil. Öyle olsa hiç bir özelliği olmazdı zaten. Kendine has kıvrımlarıyla, girinti çıkıntılarıyla, yağlı doğal parıltısıyla tam bir estetik timsali. "Şurası da şöyle olsaydı" dedirtecek bir kusur bulamıyorsunuz, öyle mükemmel tasarlanmış. Bu fiziki yapısıyla öne çıktığı için aşık kemiği çok eski zamanlardan beri oyun aracı olarak kullanılmış. 6 Yüzlü oyun aracı zarın atası olarak aşık kemiği gösteriliyor mesela.
Belki de insanlık tarihinin en eski oyunlarından birisi de doğal olarak aşık oluyor. Hemen hemen bütün kavimlerde ve her coğrafyada bu kemiklerle birbirine benzer oyunlara rastlanmış. Koyun çok bulunan bir hayvan olunca, aşık kemiği de temini kolay bir araç olmuş. Yine de bazı yerlerde 19. yüzyılda yapay aşıklara rastlanıyormuş.
Her yerde olduğu gibi 'daha düne kadar' denilebilecek yakın zamanda Anıtkaya'da da aşşık oynanıyordu. Şahsen ben oyuna yetişemedim, ama oynayanları hatırlıyorum. Oynarken kullandıkları bazı terimler ve kemik üzerinde yaptıkları işlemlerin bir kaçı aklımda kalmış. Demek ki oynayamayacak kadar küçüktüm. Yine de büyüklere özenip, taze (yani yağlı) bir kaç aşık kemiğini, çapraz askılı mavi kadife ponturumun cebinde gezdirdiydim. Sonra ne oldu hatırlamıyorum.
Ne manaya geldiğini bilmediğim değişik kelimeleri söyler, bağırır çağırır, sevinir üzülürler; yerdeki veya cepteki aşşıklar yer değiştirirdi. Sonradan öğrendim, o sözler kemiğin yerde aldığı pozisyonun adıymış. Kemiğin her dört yüzünden biri göğe baktığında ayrı isimler alır ve ayrı anlamlara karşılık gelirmiş. Mesela 'gazak'ta üzülür, 'hopban'da sevinirlerdi. Meğer ilki geldiğinde yerdeki aşşıkların tamamını kaybeder, ikincisinde ise tamamını kazanırmışsın. Üzüntü ve sevincin sebebi... 'Tök' gelince durgunluk, bir kazanıyorsun, amorti yani... 'Çik' ise kazanç kayıp yok, boş geçiyor, atış hakkını kaybediyorsun. Böyle değerleri var her bir yüzün.
Oynayanlara sordum, "Sivri uçları üzerine dik gelmiyor muydu, onun adı ve anlamı neydi?"... Hatırlayamadılar. Fizik kurallarına göre o pozisyonda durmaz tabi ki; fakat dişli taşlara sürterek kemiğe şekil verdiklerini hatırlıyorum. Herhalde maksat yere oturacak kısmı düzleştirerek aşığın istenilen pozisyonda durmasını sağlamaktı. Öyle olunca dik durdurulabilir sanki... Kemiğin bir yerlerine kurşun dökerek ağırlık merkezini değiştiriyorlardı. Bugünün hileli zarları gibi birşeyler yapıyorlardı demek. Bir de aşıkları boyayıp süslüyorlardı, hatırımda kaldığı kadarıyla. Tabi bütün bu operasyonları her aşık üzerinde değil, yalnızca 'atcek'te yapıyorlardı. Herkesin bir atceği oluyordu, sahip olduğu diğer aşıkları ise sermaye...
Aşık oyununun da çeşitleri var. Anıtkaya'da oynanan üç tür aşşık varmış. İlkinde yere küçük bir çizgi veya daire çizilerek belirlenen sayıda aşığı herkes oraya dikiyor. Atış yapılacak 5-6 metre mesafeye de atış çizgisi çiziliyor. Atış sırasını belirlemek için herkes kendi atceğini yukarıya atıyor, gelen pozisyona göre birinci, ikinci ve diğer atıcılar belirleniyor. İlk atıcı atceğini, dikili aşıkları nişanlayarak atıyor. Vurup daire dışına çıkardığı aşıkları alıp cebine koyuyor ve atceğinin düştüğü yerden tekrar atış hakkı kazanıyor. Vurup çıkardığı müddetçe atışlara devam ediyor. Çizgi dışına aşık çıkaramadığında atış hakkı sıradaki oyuncuya geçiyor. Burada, atıcının nişancılığı ve atceğinin kalitesi önemli tabi.
İkinci aşşık oyunu genellikle iki kişiyle oynanıyor. Bunda da yine atcek ve nişancılık önemli; yalnız dikmek yok, gezerek oynanıyor. Rakibin aşşığına atış yapacaksın, vurursan bir aşşık kazanırsın. Vuramazsan düştüğü yerdeki senin aşığa bu sefer rakibin atış yapacak. Vurursa bir aşık kaybedersin. Bu durumda, iyi nişan alıp şiddetli atmak gerekir ki vuramama ihtimaline karşı aşık rakibin uzağına düşsün. E o şiddetle atışta nişan almak zor... Risk oyunu güzelleştiriyor. Bu oyunun bir de karışlama versiyonu var. Aşığı vurmak için değil, kendi atceğini onun bir karış yakınına düşürmek için atıyorsun. Ölçü birimin avucunda. Yaba gibi eli olanlar avantajlı oluyor tabi. Uzun parmaklar da mühim, kesilmemiş tırnaklar da... Bazılarının karışı baş ve sırçaparmak arasıdır; bazılarınınki baş ve ortaparmak. Karış boyu uzar ümidiyle karışlamadan önce parmaklarını kütletenler de olur.
Son aşık oyunundan yukarıda birazcık bahsettik. Bunda aşık kemiği zar gibi kullanılır. Öncelikle ortaya belirlenen miktar aşığı her oyuncu diker. Sonra atış sırası belirlenir. Sırası gelen oyuncu atceğini dikili aşıklara değil havaya atar. Yere düşen aşığın aldığı pozisyona göre değerlendirme yapılır. Yani hopban gelirse dikili bütün aşıkları kazanır, diğerlerinin atışına gerek kalmaz. Tök gelirse bir tane kazanır. Çikte sırasını savar. Gazak'ta ise temelli kaybeder, yani başka atış hakkı da kalmamış olur.
Genellikle kızların oynadığı epdiş (beştaş), önceleri aşık kemikleriyle oynanırmış. Aynen epdişin etapları bu sefer kemiklere uygulanırmış. Sonradan ne münasebetle çakıl taşlarına dönüldü bilinmiyor.
Zamanın şartlarına göre aşık yavaş yavaş geri planda kalıyor, oynamayı bilenler de sahneden çekilince tamamen unutuluyor. Yine de onun yerini alan oyunlar aşşıktan izler taşıyorlar. Oynayanlar bilirler; ilik, kutu, ceviz, fındık, bilye... hepsi de aşşığı andırır. Hatta kibrit kutusu ile "candırma-müdür" oyunu oynardık, o bile aşşık oyunundan kalan yadigar.
Oyunu yok olsa da aşık kemiği yine var. Her koyunun dizlerinden hala çıkıyorlar. Bir gün mutlaka karşınıza çıkar; atın bakalım havaya, ne gelecek...
23 Kasım 2021
Çaylıoğlular
Çaylı Hasan Hoca, Karacaahmet Köyüne asker arkadaşı Kocabıyık vasıtasıyla gitti. Arkadaşı oralıydı, onun daveti veya aracılığı sayesinde bir yıl hocalık yaptı. “Asker arkadaşı” kavramı 20. yüzyılda önemliydi; ama ondan bir asır evvel daha önemliydi. Zira uzun ve çetin süren askerlik hizmeti boyunca kurulan dostluklar, bir ömür sürecek güçte oluyordu. İşte Hasan Hoca ile Kocabıyık arasındaki böyle vefalı bir arkadaşlıktı. Karacaahmet’te geçirdikleri bir yıl içinde birbirlerine söz verdiler: Hangisi önce ölürse, geride kalan arkadaşının çocuklarına gözkulak olacak, onlara sahip çıkacaktı. Hasan Hoca, bir yılın sonunda ailesiyle birlikte Kuruçay’a döndü.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyoruz, bir gün odadaki misafirin Kuruçaylı olduğunu öğrenen Kocabıyık, “Sizin köyde benim asker arkadaşım Hasan Hoca vardı, nasıl?” diye sordu. Vefat ettiğini öğrenince aralarındaki sözleşmeyi hatırladı. Sabah hemen Kuruçay yoluna düştü. Hasan Hoca’nın eşi ve çocuklarını alıp Karacaahmet’e getirdi.
Arkadaşının emanetleri bir müddet Karacaahmet’te kaldılar. Sonra Kocabıyık, Çaylı Hasan Hoca’nın dul eşini Belce’ye kocaya verdi. Bu arada kadın dedi ki “Abi, tamam ben kocaya gideyim; ama bu çocuklar ne olacak?” Kocabıyık bu durumu da düşünmüştü, fikrini söyledi: “Ömer büyüktür, Karacaahmet’te benimle birlikte kalsın. Ben bakar, büyütür everirim. Hüseyin ise hem küçük, hem de sakat olduğu için anneye ihtiyacı var; bu yüzden Onu yanında götür.” Hüseyin’in ayağında aksaklık vardır, Kocabıyık’ın “sakat” deme sebebi budur.
Annesiyle giden Topal Hüseyin’in üvey babası da iyi adamdır. Durumunu bildiği Hüseyin’e çok iş yaptırmamaya özen gösterir, ayrıca kendi çocuğuymuş gibi ilgilenir onunla. Bu arada büyümekte olan Hüseyin’in sesinin güzelliği de dikkat çekmektedir.
Belce’de bir düğün… Davulcu odası, çalgıcılar, oyunlar… Odadakilerden birisi çalgıcıya der ki “Bizim sesi çok güzel bir Hüseyin’imiz var, bir dinlesen…” Hüseyin bir türkü asılır. Sesi, sesini kontrol edebilmesi, makamı ve tarzı çalgıcının hoşuna gider. “Bu çocuğu bana ver, yetiştireyim, sanat öğrensin, böylece geçimini sağlayabilir.” deyince babalığı bunu kabul eder. Böylece Belceli Topal Hüseyin’in çalgıcılık hayatı başlamış olur.
Sesi ve sanat kabiliyetinin yanında öğrenme becerisi de güçlü olan Hüseyin, kısa sürede saz çalmayı öğrenir. Bütün donanımıyla tam bir çalgıcıdır artık. Namı da alır yürür çevreyi. Etraf köylerdeki düğünlerin gediklisi olur, düğün sahipleri Belceli Topal’ı ayarlayabilmek için düğün programlarını bile değiştirirler. Yalnız, Hüseyin hala bekardır.
Oğulluğuna gösterilen rağbet ve kazandığı parayı da göz önüne alınca babalığı; “Artık bir mesleğin var, işlerin iyi, karnını doyurur hatta evine de bakabilirsin. Seni everelim.” diyerek Belce eşrafından birinin kızı Havva ile evlendirir. Hasan, Fadime ve Ömer adında, çocukları olur. O köy senin, bu köy benim düğün düğün dolaşmaktadır, iyi para kazanır; ama bakması gereken nüfus sayısı arttıkça masraflar da kabarmaktadır.
Komşu köy Eğret’te bir düğünde çalarken ilginç bir şey olur. Köyün hocası kendisiyle görüşmek istemiştir. Alışılmadık bir durumdur bu. Düğünlere hacı hoca pek uğramaz, acaba ne oldu derken mesele anlaşılır. Döğerli Mücellit Hoca, camiye giderken davulcu odasının yanına geldiğinde tam da Hüseyin çalıp söylemektedir. Yanındakilere sorup, söyleyenin Belceli Topal olduğunu öğrenmiş ve işte namaz çıkışında, dikkatini çeken sesin sahibini görmek için odaya gelmiştir. Anlatıldığına göre; Mücellit Hoca “Belceli Topal” cevabını aldığında yanındakilere “Yav, topal mopal… Bu seste ilahi bir renk var.” tepkisini vermiş.
O girince herkes ayağa kalkar. Lafı uzatmaz Hoca, “Oğlum, demin çaldığın türküyü bir daha söyler misin.” der. Hüseyin alır sazı eline, ne tekrar söylemenin sıkıcılığıyla baştan savar, ne de özel ve abartılı bir itinayla süsleme yapar. Her zamanki doğal ciddiyeti, samimi hissiyatıyla Hocanın istediği türküyü bir daha çalıp söyler. O, türküyü bitirip mızrabı tel arasına yerleştirirken, Hoca dayandığı elinin desteğiyle sessizce yerinden doğrulur. Yine bütün gençler ayağa fırlar. Onlara aldırmayan Mücellit “Oğlum, bana Döğerli Mücellit Hoca derler. Düğün bitince köyüne dönmeden beni bir gör.” deyip odadan ayrılır.
Hoca ayrıldıktan sonra rahatlayan gençler eğlenceye devam eder. Hüseyin de çalıp söylemeye… “Herhalde Belce’deki bir tanıdığına emanet gönderecek.” diye düşünür ve üzerinde pek durmaz. Bu olayın hayatının akışını değiştireceğini nereden bilsin.
Çaylıoğlu Belceli Topal Hüseyin, gelin indikten sonra düzenini takanını toplayıp Belce’ye yola çıkmadan Hoca’ya varır. Gitmeden uğrayacağına söz vermiştir çünkü. Belki göndereceği şey çok önemlidir… “İşim bitince, köye dönmeden uğramamı istemiştiniz, onun için geldim Efendim.” der. Hoca, yine doğrudan konuya girer: “Oğlum, Allah sana mübarek bir ses vermiş, bu ses sarhoş avutmaya gelmez. Düğünlerde çalıp söylemekle kendine yazık ediyorsun…” Hüseyin’in cevabı da kendince mantıklıdır, şöyle der: “Ne yapayım Hocam, üç çocuğum var, şu topal halimle başka bir iş tutamam ki!” Bunun üzerine Hoca’dan muazzam bir teklif gelir: “Peki oğlum, yüzelli teneke buğdayın olsa ne yaparsın?” Hüseyin’in cevabında; işinden memnuniyetsizlik, çaresizlik, pişmanlık ve ümit gibi karmaşık duygular gizlidir: “Efendim yüzelli teneke buğdayım olsa ben bu işi yapar mıyım! Benim babam da imamdı, böyle çalgı çalmak benim de zoruma gidiyor; ama ne yapabilirim…” Hoca, bir eliyle sakalını sıvazlarken “Allah büyüktür oğlum.” der.
“Allah büyüktür” deyip öylece bırakmaz Topalı, “Gel bakalım benimle” diyerek başka bir odaya götürür. Veyislerin Oda’da Eğret Muhtarına varırlar. Böbü Dede’nin oğlu Hasan Hüseyin, o sırada Eğret Muhtarıdır. Hoca “Sana kahya lazım değil mi Ayan?” dediğinde, “Lazım olmaz olur mu Hocam; amma işte bir türlü denk gelmedi.” diye karşılık verir. “O zaman al sana kahya!” der ve ekler, “Bu genç yüzelli teneke buğdaya köyün kahyası olsun.” Muhtar kabul eder. Etmek zorundadır. Kendisi muhtar ise de karşısında da köyün imamı durmaktadır. Emrivaki yapmış olsa da elbet bir sebebi vardır. Ayrıca böyle emrivakiler yapacak kadar birbirlerine karşı nazları geçer. Laf uzamasın, namı etrafa yayılmış Çaylıoğlu Belceli Topal Hüseyin artık Eğret’in kahyasıdır.
Eğret Kahyasının görevlerini bizzat Hoca tebliğ eder: “Her sabah köydeki 25-30 odanın temizliği yapılıp küplere su doldurulacak. Onlar bitince medreseye gelip temizlik ve su dolumu yapılacak.” Medresedeki görevi kendisi uydurmuştur. Gayesi Hüseyin’i kendine yakın tutmaktır. Hüseyin’in verilen işleri yapmaktan bir şikayeti yoktur. Medresedeki görevi de hoşuna gider. Çünkü burada bulunduğu vakitlerde Mücellit Hoca ona Ezan ve kamet talimi yaptırıyordu. Sesinin dizginlerini eline alıp diyardan diyara koşturmak çocukluğundan beri en hoşlandığı şeydi. Türkü söylemeyi neden çok seviyorduysa, işte şimdi ezan okumayı da o sebepten çok istiyordu.
Bu durumdan Mücellit Hoca da hoşnut kaldı. Aslında Hüseyin’i Eğret’te alıkoyma maksadı ona kahyalık yaptırmak değildi; ama medresedeki çalışmaları sebebiyle sesini kullanmaya başlamış olması asıl amacına uygundu. Adım adım hedefe varıyordu. Sesi güzel, makam dersen hazır, talimlerle nerede ne okunacağını da öğrendi… Bir yıllık kahyalık süresi dolar dolmaz “Kahyalığı bırak, müezzinim olacaksın, hakını da ben vereceğim.” dedi.
Dediğini de yaptı. Bir yılın sonunda Hüseyin’in hakını kendisi karşıladı. Çaylıoğlu Belceli Topal Hüseyin namlı bir çalgıcıyken Eğret’e kahya olmuş ve ardından da Eğret müezzinliğine terfi ederek bunda da bir yıllık kıdem kazanmıştı.
Bu arada Muhtar Hasan Hüseyin de, bir kızıyla dul kalan Halasının kızını Hüseyin'e vermiş, onun adamakıllı Eğretli olmasına yardım etmişti. (Bu kadın, Delimamın emmisi kızı Fatma; küçük kızı da ileride Yörük Kerimi eşi olacak Satı'dır.)
Eğretliler müezzine “mâzin” diyorlardı. Kendi aralarında “Eliñ yabancı hocası mâzin dutâ da biz bi mâziniñ hakını veremez miyiz” diye konuştular. Aldıkları karara göre yeni müezzinlerinin hakını kendileri karşılayacaktı. Mâzin Hüseyin 1910 öncesinden 1935’lere kadar Eğret’teki bu vazifesini sürdürdü. Kuruçay-Karacaahmet-Belce hattındaki hayatı 1940 yılında Eğret’te sona erdi. Vefat ettiğinde artık Eğretliydi.
Mâzin Hüseyin’in üç çocuğu olur. Büyük oğlu Hasan, evlendikten üç ay sonra Çanakkale’ye gidip orada şehadet şerbetini içer. Kızı Fadime Daldalların Yusuf’un yeğeni Mustafa ile evlendirilir. Paşa Ahmet’in kaynanası, Gırgır Ahmet (Yaman)ın ninesidir.
EĞRET: BÖBÜLER
Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin’den devam edip Böbülere çıkacağız…
Söylemezoğlu Salih kızı Neslihan ile evlenen Hasan Hüseyin, bir süre Eğret Muhtarı olarak görev yaptı. Dünya Savaşında oğulları Veli (1895) ve Salih (1903) Çanakkale'de şehit oldular. İkisi de bekardı...
Şehit iki oğlunun dışında üç de kızı vardı. 1892'de doğan büyük kızı Azime'yi Hamzaların Süleyman (Kaya)'ya, 1904 doğumlu en küçük Güllü'yü de Daldalların Sarasan (Hasan Dadak)a verdi.
Böbünün Hasan Hüseyin, 1901'de doğan ortanca kızı Fatma'yı, Müezzin olarak görevlendirilmesi için Mücellit Ahmet Hoca'nın ricacı olduğu Çaylıoğlu Hüseyinin oğluna verdi. Bu yüzden Ömer'e 'Müezzinin Ömer' diyorlardı. Hasan Abisi Çanakkale'de kalan Ömer de 1902 doğumluydu...
Böylelikle Çaylıoğlu Müezzinin Ömer, Böbüdedenin Hasan Hüseyin'e içgüveyisi girmiş oldu... İşte bu tarihten itibaren, Böbüdedenin lakabına da Müezzinin Ömer varis oldu...
Babası Çaylıoğlu Müezzin Hüseyin ile birlikte oturuyorlardı. Böbünün Hasan Hüseyin ve eşi Neslihan Hanım da son zamanlarında kızlarının yanındalardı... Emri Hak vaki olup Böbünün Hasan Hüseyin vefat edince, Çaylıoğlunun telaşlandığı söylenir. Dediklerine göre dizine vurup 'Eyvah Ömer, bize buradan gitmek düşer' demiş. Bunu duyan Neslihan Hanım 'Sahibi öldüyse, köpeği de mi öldü! Hiç bir yere gidemezsiniz!' diye güveyisine ve dünürüne sahip çıkmış... Bu yıllarda 'Mâzinin Ömer' ve ailesi Böbü Dede'ye nispetle 'Böbüler' diye çağrılmaya başladı. Çaylıoğlu Müezzin Hüseyin de 1940'ta Böbülerin evde vefat etti...
Böbülerin Fatma ile Müezzinin Ömer'in evliliğinden altı çocukları oldu; 1923'te Salih, 1930'da Hasan, 1932'de Hatice, 1935'te Emine, 1938'de Azime ve 1939'da Veli dünyaya gelir... Kızları Hatice'yi Tatıresilin Mahmut (Omak)a; Emine'yi Gocamatın Kazım (Tektaş)a; Azime'yi de Sarasanın Ahmet (Dadak)a verdi...
Salih Kabadayı
Böbülerin 1923'te doğan ilk çocuğu Sâlek (Salih), aslında Çanakkale şehidi Dayısının adını almış. Tabi O da Söylemezoğlu Salih Dedesinin adını taşıyordu... Omarcıklardan Altındiş Ahmet Çavuş kızı Sabire ile evlendi...
Sabire Hanım ile Böbülerin Salih'in yedi çocukları oldu. Bunlardan dördü kız... Oğullarının küçüğü Mehmet, küçük yaşta vefat etti...
İkinci oğlu, 1950'de doğan Ahmet ise hem Böbü Dedenin hem de Altındişin adını miras olarak taşıyordu. Amcası Gocasan (Hasan Kabadayı) kızı Neslihan ile evlendi. Uzun süre berberlik yaptığı için, bu mesleğinden dolayı 'Berber Ahmet' diye bilindi. İzmir'e taşındıktan sonra ve hala böyle anılmaktadır. Adem ve Salih adında iki oğlu var. Adem, Döğerli Şule Hanım ile evlendi; Özlem, Gizem ve İrem adlarında üç kızı var.... Salih ise Gıdakömerin Mehmet İdis kızı Sultan ile evlendi. Ahmet, Neslihan, Mehmet ve Ali Eymen adlarında dört çocuğu var... Adem ve Salih kardeşler Ankara'da oturuyorlar, köyüne ev yapan Salih, sık sık Anıtkaya'ya gelir... Berberahmetin eşi Neslihan Hanım 2020 yılında İzmir'de vefat etti... Gayet donanımlı ve geçmişine bağlı biri olan Berberahmet, İzmir'de yaşamasına rağmen sık sık Anıtkaya'da görülebilir...
Böbülerin Salih, büyük kızı Havva'yı, Böbü Dede torunlarından Hacariflerin Bekçi Fahrettin (Varlı)ya; diğer kızı Ayşe'yi Beygirlilerin Demirci Ömer (Tüblek)e; Fatma'yı Dıkmanın Şef (Mehmet Özen)e ve Hatice'yi Mıliklar (Çatkuyu) köyünden Yörük Yaşar'a gelin etti.
Eşi Sabire Hanım1963'te vefat ettikten sonra, Böbülerin Salih tam 47 yıl dul kaldı. 2010 yılında İzmir'de öldü...
Gocahasan
Salih'in küçüğü 1930'da doğan Hasan'a da Çanakkale'de şehit olan emmisinin adını vermişler... 'Gocasan' (Koca Hasan) derlerdi. Gadıngızların Ahmet Çavuş (Şık) kızı Ümmahan ile evlendi. Kızı Neslihan ve oğulları Hüseyin haricinde diğer çocukları yaşamadı.
Bu arada Ümmahan Hanım 1968'de vefat etti. Sonrasında Küçükhöyüklü Hanife Hanım ile evlendi. Bu evlilikten de Habib adında bir oğlu dünyaya geldi.
Gocasan da abisi Salih'ten daha evvel, 1999 yılında İzmir'de vefat etti. Hanife Hanım oğlu ve torunlarıyla İzmir'de yaşıyor...
Veli Kabadayı
Böbülerin Veli'ye gelince... Kimin ismini aldığı malum; Böbünün Hasan Hüseyin'in şehit oğlunun... Canali kızı Fadime ile evlenerek Gıdileriniban (İbrahim Asan) ve Hamzaların Ademhoca (Adem Kaya) ile bacanak oldular...
Abdullah, Mehmet, Cengiz ve Gülay adında çocukları oldu.... Tek kızı Gülay, Gedizli Ahmet ile evlendi; onun tek kızı Nilay ise Kulalı bir beye vardı, Ela ve Ayla adında iki kızı var...
Büyük oğlu Abdullah, aslen Muhacir/Göçmen kızı olan Şengül Hanım ile evlendi. Fatma ve Funda adlarında iki kızları dünyaya geldi. Fatma'nın adı, Böbü Dedenin torunu Fatma Nineyi işaret eder. Küçüğü Funda Antalya'ya gelin gitti. Abdullah halen ailesiyle İzmir'de oturuyor...
Veli ile Fadime Hanımın ortanca oğulları Mehmet, Sandıklılı Gülay Hanımla evlendi. Zeynep adını verdiği bir kızı var ve İzmir'e yerleşikler...
Küçük oğulları Cengiz, Anıtkayalı bir hanımla evlendi; Terlemezlerin Güçcüğün Vedat kızı Emine'yi aldı. Ömer ve Büşra adlarında bir kızıyla bir oğlu olduktan sonra Emine Hanımla ayrıldılar. Ömer ve Büşra annesiyle Afyon'da, Cengiz ise İzmir'de yaşıyor...
***
Böbüdedenin gelini, Söylemezoğlu Salih kızı Neslihan Hanım, Müezzinin Ömer'in kaynanasıydı; 1950 yılında Böbülerin evde, kızının yanında vefat etti... Kızı Fatma Hanım ise 1962 yılında öldü. Fatma Hanımın kocası Müezzinin Ömer'in ölüm tarihi de 1970...
Mazinin Ömer ailesi, Soyadı kanunu ile 'Kabadayı' soyismini alırlar. Bu kelime Eğret'te iri yapılı, güçlü kuvvetli anlamına gelmektedir. Torunları ve torunlarının çocukları bugün bile iri fiziki yapısı ile belirgindirler...
***
Burada geriye dönmek icabediyor. Hüseyin Kütahya-Kuruçay’da doğduğu için kendisine önce “Çaylıoğlu” deniliyor. Ayağı aksak olduğundan “Topal Hüseyin” diye anıldığı oluyor. Çalgıcı olduğunda “Belceli Topal Hüseyin” diye nam salıyor. Kısa süre “Kahya Hüseyin” oluyor ve en sonunda adını ve şahsiyetini buluyor: “Mazin Hüseyin”…
Bir de Hüseyin’in ağabeyi Ömer vardı, onu Karacaahmet’te unuttuk. Baba dostu Kocabıyık, annesini Belce’ye kocaya verirken, bakıp yetiştirme sözüyle beraber onu yanında alıkoymuştu. Kocabıyık gerçekten de sözünün eri, vefalı bir arkadaşmış. Söz verdiği gibi, Ömer’i büyütüp Muratlar Köyünden bir kız ile evlendirir. Ömer de iç güveyisi olarak oraya yerleşir. Çaylıoğlu iki kardeşten biri Muratlar, diğeri Eğret’tedir artık...
MURATLAR: KURNAZLAR
Çaylıoğlu Ömer, Muratlar'dan bir hanımla evlendirilip oraya yerleştirildi. Eşinin adını ve kimlerden olduğunu bilemiyoruz. İki oğlunda Emine adında birer kız bulunmasından yola çıkarak, annelerinin adını verdiklerini düşünebiliriz...
İsmail ve Ali adını verdikleri iki oğulları oldu. Bunların dışında ölen kalan vardıysa da bilgimiz yok... Ayrıca Çaylıoğlu Ömer ve hanımının da ne zaman, nasıl vefat ettikleri bilinmiyor. Bu iki oğlandan Çaylıoğluların Muratlar kolu, iki dal halinde günümüze ulaştı. O dalları inceleyeceğiz...
1. Tel Bacak İsmail Kurnaz
Büyük oğlu İsmail, Balkan Savaşında bacağının şarapnele maruz kalması sonucu 'Telbacak' diye lakaplanmış. Bu bilgi, bize onun yaşıyla ilgili bir ipucu sunabilir. Balkan Savaşında çarpışacak biri, en az 1890'ların başında doğmuş olmalıdır. Çaylıoğlu Ömer'in Muratlar'a içgüveyisi olmasını da buna uygun bir tarihe göre düşünmek lazım...
Hangi yılda gerçekleştiği bilinmiyor; İsmail, Kezban Hanımla evlendi... Üçü kız biri oğlan, dört çocukları oldu; isimleri Hatice, Sabire, Emine ve Eşref... Emine gelin olmadan erken yaşta vefat etti. Geriye kalanların nineleri zaten Muratlarlı idi, ana babaları da öyle... Kendileri de evlilikleri yoluyla Çaylıoğluların Muratlarlı olma sürecini pekiştirdiler... Şimdi o çocuklar yoluyla Çaylıoğluların yan dallarını göreceğiz...
Telbacak İsmail'in büyük kızı Hatice, Seydi Usta ile evlendi. İki oğluyla bir kızı dünyaya geldi. Bunların isimleri Yunus, Kerim ve Münevver'dir... (Tekrar hatırlatmakta fayda var, Çaylıoğlu fertlerinin doğum ve ölüm yılı ile ilgili bilgiler elde bulunmadığı için bu çalışma böyle yürüyecek...)
Yunus Arslan'ın hanımı hakkında malumat yok. Fadime, Kezban, Ahmet ve Seydi adlarında iki kızıyla iki oğulları oldu... Fadime'nin iki oğlundan Hasan mühendis, Yunus Emre öğretmendir... Küçük kızı Kezban Sağdıç'ın bir oğluyla bir kızı var; Mustafa doktor, Sena ise o yolda ilerliyor, tıp öğrencisi...
Kerim Arslan Akörenli bir hanımla evlendi, adını bilmiyoruz. Hatice, İsmail ve Kübra adlarında iki kızıyla bir oğlu var. Büyük kızı Hatice Akköprü'nün Tahsin ve Kerim adlarında iki oğlu var... Küçük kızı Kübra Arslan doktor... Tek oğlu öğretmen İsmail Arslan'ın, Nuray ve Kerim Mert adlarında bir kızıyla bir oğlu var...
Çaylıoğlu Hatice Arslan'ın tek kızı Münevver, Mehmet Aydoğdu'ya vardı. Onların da bir oğluyla iki kızı oldu. Oğlu İsmail Aydoğdu'nun Bilge adında bir kızı var... Büyük kızı Hatice Arı'nın İhsan ve Yiğit adlarında iki oğlu; küçük kızı Müşerref Boy'un da isimleri Aleyna ve Ceyhun olmak üzere bir oğluyla bir kızı var...
İsmail'in ortanca kızı Sabire, Armutların Murat Şahin ile evlendi. Bir kızıyla bir oğlu oldu. Kızı Hacer'in bir oğluyla dört kızı var...
Sabire Şahin Hanımın oğlunun adı Mevlüt... Genellikle Mevlid Kandilinde doğanlara bu isim veriliyor... Nurfide Hanım ile evlendi, ama yakınları onu Satı olarak bilirler... İkisi oğlan, ikisi kız olmak üzere dört çocukları var...
Büyük oğlu Ramazan Şahin, Emine Hanımla evlendi. Eşref, Mevlüt, Sedef ve Burak adlarında dört çocukları var. Büyükleri Eşref, Afyon'dan Yaşar kızı Sabire ile evlendi. Annesi, Çaylıoğlu Salih Kabadayı'nın kızı olduğu için; Sabire ile Eşref'in bu evliliği iki ana Çaylıoğlu kolunun buluşması gibidir ve bu yüzden manidardır... Eşref'in de Ömer adında bir oğlu var...
Küçük oğlu Murat da Satı Hanım ile evlendi. Onların üç çocuğunun isimleri; Nurfida, Veli ve Mevlüt'tür... Ninesinin adı verilen Nurfida, Fatih Düdü ile evli...
Sabire ve Murat Şahin'in büyük kızları Sevgi, Metin Yıldız ile evlendi. Şerife ve Yiğit Aras adlarında bir oğluyla bir kızı var...
Dört kardeşin en küçüğü Sabire, amcasının oğlu Mesut Şahin ile evlendi. Hakime, Tuğçe ve Melisa adlarında üç kızı var. Büyükleri Hakime, Ömer Faruk Eker'in eşidir...
Eşref Hoca
Telbacak İsmail'in tek oğlu Eşref, Eğret'te 'Eşref Hoca' olarak bilinir. Eğretli Hüseyinhocanın kızı Fadime Ayas ile evlendi. Hüseyin Hoca Muratlar'da imamlık yapması sebebiyle bir bağlantı kurulmuş olabilir. Ayrıca bu evlilik sayesinde Eğret-Muratlar arasında Çaylıoğlular eksenindeki bağlantı da güçlendi.
Fadime Hanım ile Eşref Kurnaz'ın beş çocuğu oldu; Murat, Seydi Ahmet, Ali Osman, İsmail ve Türkan...
Büyük oğlu Murat, Balkan göçmeni Ayşe Hanımla evlendi. Mus'ab Murat ve Muaz Salih adlarında iki oğlu oldu... Büyük oğlu Leman Hanımla evli; Yusuf Edip ve Elif Zeynep adlarında iki çocuğu var... Küçük oğlu Muaz ise Mihrunnisa Hanımla evlendi, onun da Ayşehüma adında bir kızı var...
İkinci oğlu Seydi Ahmet, Karacahmetli Ümmühan Hanımla evlendi. Büyük dedesi Hasan Hoca'nın orada imamlık yapması ve dedesi Çaylıoğlu Ömer'in de Karacahmet'ten geldiği düşünülürse, o köyün Seydi Ahmet açısından önemi anlaşılır. Ayrıca adı bile Karacahmet'i hatırlattığı unutulmamalıdır... Bir kızıyla bir oğlu oldu. Kızı Fatma Ay'ın Iraz (Raziye) ve Şeyma adlarında iki kızı; oğlu Hüseyin'in ise Ahmet Salih ve Ali Asaf adlarında iki oğlu var...
Eşrefhocanın üçüncü oğlu, annesinin dedesi olan Ali Osman Hoca'nın adını almış olmalıdır... Ünzile Hanımla evlendi, Rabia ve Büşra adlarında iki kız babası...
Küçük oğlu İsmail'in, Telbacak dedesinin adını aldığı çok açıktır... İsmail Kurnaz, Sibel Hanımla evli ve Hacer Müleyke adında bir kızı var...
Çocuklarının en küçüğü ve tek kızları Türkan Kurnaz'ın boşandığı eşinden Fatih, Sarp ve Rumeysa adlarında iki oğluyla bir kızı var...
Eşrefhoca ailesiyle erken dönemde İzmir'e yerleşmişti. Bu yüzden çocukları İzmir'de yaşıyorlar. Eşi Fadime Hanım geçtiğimiz aylarda vefat etti...
2. Ali Kurnaz
Çaylıoğlu Ömer'in küçük oğlu'nun adı Ali... Ayşe hanımla evlendi Eşi ve kendisi hakkında çok bilgimiz yok; iki oğlunu biliyoruz ve onlar üzerinden Çaylıoğullarını tamamlayacağız.
Cemal Kurnaz
Büyük oğlunun adı Cemal... Ayşe Hanımın baba adı da Cemal olabilir... Cemal, Karapınarlı Fatma Hanım ile evlendi. Ahmet, Satı ve Hüseyin adlarında üç çocukları oldu. En küçükleri Hüseyin çocuk yaşta vefat etmiş... Hayatta kalan Ahmet ile Satı'ya bakalım...
Kızı Satı, Mahmutların Abdullah'a vardı. Üçü oğlan dördü kız, yedi çocukları oldu; Seydi Ahmet, Cemil, Cemal, Şükran, Hamide, Fatma, Yasemin... Seydi Ahmet, Karacahmetli Emine Hanımla evlendi. Ahmet, Saadet, Merve ve Taha adlarında iki kız ve iki oğlu var... Cemil, Rasime Hanımla evlendi. Murat, Abdullah ve Kübra adlarında üç çocuğu oldu. Bunlardan Murat Nazlı ile evli ve ikiz kızları var; Abdullah Fatma ile evli, çocuğu yok; Kübra'nın ise iki çocuğu var... Satı Hanımın diğer çocuklarının durumu ise şöyle: Cemal'ın bir oğlan, iki kız; Şükran'ın iki oğlu; Fatma'nın iki oğlu bir kızı; Yasemin'in iki oğlu bir kızı var...
Cemal Kurnaz'ın oğlu Ahmet, Gaygısızlardan Fadime Hanım ile evlendi. İkisi kız üçü oğlan, beş çocukları oldu. İsimleri Ayşe, Ahmet, Ali, Hanife ve Yusuf'tur. Büyük kızı Ayşe, dayısının oğlu Yüksel'e; küçük kızı Hanife de Orhan Fidan'a vardı... Büyük oğlu Ahmet, Selver Hanım ile evlendi, iki oğlu oldu. Büyüğü Emre, Şerife ile evli, Fatıma adında bir kızı var. Küçüğü Murat, Büşra ile evli, Selver Nisa adında bir kızı var... Ortanca oğlu Ali, Satı Hanım ile evlendi. Merve, Fatma ve Ahmet adlarında iki kızıyla bir oğlu var... Küçük oğlu Yusuf da Sevcihan Hanımla evli ve üç çocuğu var; Cemal, Rıdvan ve Amine Eda...
Bıdık Hasan
Çaylıoğlu Ömer'in, oğlu Ali'den küçük torununun adı Hasan... Hatırlanacağı üzere bu, Kuruçaylı Hasan Hocanın adıdır. Bir kaç kuşak sonra da olsa Çaylıoğlularda bu ismin hatırlanması manidar... Neden 'Bıdık' yakıştırmasıyla lakaplandığına dair bilgi yok...
Bıdıkhasan Satı Hanım ile evlendi. İkisi kız, üçü oğlan olmak üzere beş çocukları oldu. Yaş sırasına göre bunların isimleri; Sultan, Meryem, Adnan, Alaaddin ve Altan'dır...
Büyük kızı Sultan, İlyen (Üçlerkayası) köyünden Ahmet Karaarslan; küçük kızı Meryem ise Etyemezli Mehmet Fidan eşidir...
Büyük oğlu Adnan, Naciye Hanım ile evlendi. Hasan ve Saadet adında bir kızıyla bir oğlu var. Neşe Hanım ile evlenen Hasan'ın iki kızı var. Saadet'in ise boşandığı eşinden Muhammet Adnan ve Zeynep adlarında bir oğluyla bir kızı var...
Ortanca oğlu Alaaddin Kurnaz, Hatice hanımla evlenmiş. Satı ve Hasan adlarında bir oğluyla bir kızı olmuş. Kütahyalı bir beye varan Satı'nın üç kızıyla bir oğlu var...
Bıdıkhasanın küçük oğlu Altan Kurnaz, eşiyle ayrılmışlar. Emre ve Merve adında bir oğluyla bir kızı var...
***
Anlatıldığına göre Çaylıoğlu Ömer Muratlar'da ikinci bir hanımla daha evlenmiş. Bu evlilik ile yukarıda anlattığımızın hangisinin önce/sonra olduğu bilinmiyor. Belki de aynı zamanda iki hanımla evliydi. Önceden anlattığımız hanımının adı sanı, yaşı, mensubiyeti, ölüm tarihi gibi bilgilere sahip değildik; aynı şekilde diğer hanımı da öyle, yalnız onun adının Emine olduğunu biliyoruz...
Emine Hanımdan Fadime ve Alime adında iki kızı olmuş.
Fadime Karacahmet'e gelin edilerek orada Ahmet Ali Kara'nın hanımı olmuş. Apil Kara ve Ali Kara olmak üzere iki oğlunun olduğu bilgisi geldi...
Küçük kızı Alime ise Muratlarlı Bekir adında bir beyle evlenmiş, köyünde kalmış yani. Yalnız bu sürekli olmayacak... Mehmet ve Satı adlarında bir kızı ve bir oğlu olduktan sonra kocası Bekir vefat etmiş. Ondan sonra Döğer'e kocaya varmış ve orada vefat etmiş...
***
Nasıl ki Eşrefhocanın çocukları İzmir'e yerleşti, aynen onun gibi Bıdıkhasan çocukları da Kütahya'ya yerleşmişler. Neyse ki Cemal Kurnaz çocukları Muratlar'da yerleşikler. Böylelikle KURNAZ soyadı orada varlığını sürdürüyor. Aksi halde Çaylıoğluların Eğret koluna dönerlerdi, zira şimdi Anıtkaya'da KABADAYI soyadını taşıyan kimse yaşamıyor...
16 Kasım 2021
Körüsler
Körüslüoğlu adıyla anılan ilk Ömer, 18. yüzyıl sonlarında doğduğu anlaşılıyor. Ancak 'Körüslü Ömer' değil de 'Körüslüoğlu' diye kaydedilmiş olması, onun Körs köyünden gelen ilk kişi olmadığına işaret ediyor.
1825 Yılında İbrahim adında bir oğlunun doğduğu da dikkate alınırsa, Körüslüoğlu Ömer'in Eğret'te evlendiğini de söyleyebiliriz. Körüslüoğlu İbrahim de Hatice Hanım ile evlenerek tamamen Eğretli oldular.
1852 yılında doğan oğluna babasının adını koydu. "Körüslüoğlu" sadece lakaplarıydı; ikinci 'Körüslüoğlu Ömer' artık Eğretlidir. Evlenip çoluk çocuğa karışır. Eşi, Fatma Hanımdır. Tekelilerden Mehmet Ali (Bilallerin Dedesi) ile bacanak olurlar... Önce Raziye adını verdiği bir kızı dünyaya geldi. Sonra oğlu Mehmet 1878'de doğdu. Yaş sırasına göre diğer çocukları; Ali, Mustafa, Osman, Ahmet ve Hatice. Bu çocukların hikayesi, çökme sürecini yokuş aşağı büyük bir hızla yaşayan Osmanlı'nın Eğret'e yansıması gibidir. Esasında bu bir hikaye de değil, dramdır.
Daha Ömer'in çocukluğunda Eğret'e gelen bir gezgin şu tespiti yapıyor: "...60 kadar evden oluşan bir yerleşim yeridir. Ancak redif askeri sistemi uygulaması nedeniyle sürekli olarak insanların göreve çağrılmalarından dolayı birçok evin kapalı olduğu..." Bu sıralarda henüz şiddetli savaş zinciri dönemine girilmiş değil. Gerçi savaşsız bir dönem yok; ama olağan çarpışmalar dönemi. En şiddetli dönem 1910-1922 arası. Körüslüoğluların dramı işte bu dönemde yaşanıyor.
Bugünden maziye bir pencere açıldı farzederek oradan gördüklerimi aktarayım. Felaketler asrının başlangıcında Körüslüoğlunun durumu ortalama bir Eğretlininki gibiydi. Canalilerin evi biliyorsunuz, Delişükrününkini de... İkisinin arası Körüslüoğlu'nundu. Kalabalık sayılacak ailesiyle koyunculuk yapıyordu. Kışın sulamaya çıkardığında, aşağıdaki çeşmeye bir ucu ulaşan sürünün gerisi daha kapıdan çıkmakta olurdu.
Mehmet
Büyük oğul Mehmet, 1878 yılında doğdu. İdirizlerden İbrahim kızı Ummahan ile evlendi. Ümmühan Hanım, Hamsincinin kardeşi; Delimehmet ve Keskginmahmutun halalarıdır. Satı, Refiye ve Zehra adında üç kızları oluyor. Bu çocuklar yukarıda bahsedilen, ülkenin en yakıcı döneminde doğan talihsizler.
6 Haziran 1915 günü Çanakkale Keçideresi mevkiinde şehit olduğu haberi geldi... Üç kızıyla dul kalan Ümmühan Hanım yıllar sonra (1926) Eytam Sandığındaki çocuklarının hissesinden nafaka bağlanmasını, çünkü hiç geliri bulunmadığından üç kızına bakamadığını ifade etse de olumsuz cevap alıyor... Ümmühan Hanım 1967'de vefat etti. Üç kızının akıbetine bakalım...
Zehra ise Canalilerin Ali ile evlendi. Körüslüoğlu Mehmet'in torunları Zehra Hanımdandır. 1998 Yılında vefat etti...
Diğer kızı Refiye evlenmemiş. Kardeşi Zehra'nın yanında, Canalilerin evde yaşamış. 1987'de ölene kadar aldığı cüzi maaştan anlaşıldığına göre, Ümmühan Hanımın 1926'da açtığı dava işe yaramamış; ama sonradan küçük kızına aylık bağlanmış...
Ali
İkinci oğul Ali, 1880 yılında doğdu. Adile/Akile'yle evleniyor. Akile Hanım, Garmenlerden Ali'nin kızı; böylece Arapların İsmail, Hacapdıramanların Ali Osman, Apdıramanların Ali ve Manavların Gızmehmet ile bacanak oldular... Gariptir, beş bacanağın dördü Cihan Harbi şehididir...
Onların çocukları Halime, Nazike, Ümmühan ve Ömer... Cihan Harbinde Halime'nin aklı eriyor ama; Nazike küçük, Ömer taze çocuk, Ümmühan ise daha doğmamış...
Söylediklerine göre Körüslüoğlu Ali, cephede çok ciddi hastalanıyor. Bunu hava değişimi iznine yolluyorlar. Eğret'e geldiğinin haftası dolmadan vefat ediyor...
Büyük kız Halime, Arapların Şükrü eşi oldu. Gözelali, Gözeliban ve Gözelmehmetin anasıdır. 1982'de öldü... Ortanca kızı Nazike Gödeşmısdığın eşi oldu, 1988'de öldü... Küçük kızı Ümmühan da Aşşağılıların Efemehmete vardı. Gambırmuhtar ve Salim Öncül'ün analarıdır, 2000 yılında vefat etti... Kızları gelin olduktan sonra, Akile Hanım Yahyaların Yahya'ya vardı; 1966'da vefat etti...
Ali'nin tek oğlu 1912 doğumlu Ömer'e 'Akömer' dediler. 'Karaömer' ile karıştırmamak için herhalde... Akömer, önce Ablaklı Hatice hanım ile evlendi. Öyle de olsa, Hatice Hanımın anası Eğretli idi ve Kekliklerdendi... Çok güçlü bir kadın olduğu için 'Motur Hatca' derlermiş... (Kekliklerle bağlantısı sebebiyle Gındiyi Motur Hatcanın everdiği belirtiliyor.)... Bir diğer husus ise Hatice Hanımın dört oğluyla dul kalmış olmasıdır. O aslında Gobakların Salih eşiydi, Salih ölünce yetim kalan dört çocuğu ise Körkemel, Gocakazım, Pafıldakmahmut ve Hilmi'dir. Akömer, bu dört oğluyla dul kalan Hatice Hanıma içgüveyisi girmiş oldu...
Onların da ayrıca bir oğlu ve bir kızı oldu. Oğlunun adı Veysel, kızı küçük yaşta öldüğü için adı bilinmiyor... Bu durumdayken Hatice Hanım ile ayrıldılar...
Akömer ikinci olarak Hacılardan Kelalinin kızı Penbe ile evlendi. Penbe Hanım da Yozgun Halil'den ayrılmıştı... Ondan da üç oğlu ve bir kızı dünyaya geldi: İzzet, Saadettin, Halil ve Şener... Böyle böyle 1982 yılına gelindi ve Akömer vefat etti. Eşi Pembe Hanım kendisinden otuz yıl sonra, 2013'te öldü...
Çocuklarına bakalım... Tek kızı Şener, Kışlacıklı bir bey ile evlendi; iki çocuk annesiyken 1995'te vefat etti...
İlk eşi Hatice Hanımdan olan oğlu Veysel 1941'de doğdu. Garaömerin kızı Mükerreme (Müker) ile evlendi. Macuralinin Bahtiyar ile bacanak oldular... Erken dönemde İzmir'e yerleşti. Vildan, Birol ve Şenol adında üç çocukları oldu. Kızları Vildan, Kırtişin Gıbış oğlu Apil Özen eşidir... Büyük oğlu Birol Terlemezhocanın Yusuf kızı Ayşe ile evlendi. Küçük oğlu Şenol ise Hakkıların Kahveci Kadir kızı Kerime ile evlendi; Veysel ve Kadir adlarında iki oğlu var. Akömerin Veysel 2016'da vefat etti, çocukları halen İzmir'de yaşıyorlar...
Mustafa
Mustafa, Fatma ile dünya evine giriyor. Fadime Hanım Gödeşler/Tingildeklerden İncemehmetin halası... Çocukları Mehmet, Ömer ve Şerife... Savaş döneminde Mehmet çocuk, Ömer küçük, Şerife ise bebek... Onun Çanakkale'de şehit olduğu söyleniyor; ama Kafkas cephesinde çarpıştığı ve orada şehit olduğu rivayeti daha gerçekçi görünüyor... Sonuçta, geride biri kız üç yetimli bir dul bırakarak şehit oluyor; yeri önemli değil... Fadime Hanım çocuklarının başında 1943 yılına kadar durmuş. Sonrası ecel...
Şerife, Gıdilerin Ahmet eşi olacak ve annesinin öldüğü yıl, 1943'te vefat edecektir... İki erkek kardeşiyle devam edelim...
Mehmet, Tekelilerden Şerife ile evlendi. Üç kız ve bir oğlu oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Hatice, Safura, Fadime ve Emin'dir... Hatice, Danaların Keliban; Safura, Omarcıkların Altındişin Hasan; Fadime de Paşagızıların Egehasan eşi oldular...
Tek oğlu Emin, önce Gıdilerin Ahmet kızı Iraz ile evlendi. Iraz Hanım halasının kızıydı. Üç çocukları oldu; ama yaşamadılar. Bu gerekçeyle ayrıldığı Iraz Hanım, Gobakların Gocakazıma varacaktır... Emin ikinci olarak Geneşlerli Azize Hanım ile evlendi. Ondan da iki kızı ve iki oğlu oldu: Şerife, Adalet, Mehmet ve Yılmaz... Şerife, Arzılardan İsa Türkmenoğlu eşi oldu; Adalet ise Karacahmet'e gelin oldu... Mehmet, Tekelilerden Bekçirofi kızı Meral ile; Yılmaz ise Efekçilerin Ömer kızı Meryem ile evlendi, iki oğluyla bir kızı var... Körüslerin Emin ve çocukları halen Afyon'da yaşıyorlar.
Eşi, Tekelilerin kızı Şerife Hanım 1959'da vefat etti; Körüslüoğlu Mehmet ise ondan sonra biraz daha yaşadı ve 1976'da öldü...
***
Körüslüoğlu Mustafa'nın 1912 doğumlu oğlunun adı Ömer... Dedesinin adı; ama ona esmer olduğu için 'Gara Ömer' diyorlar... Manavların Körmısdıfa kızı Emine ile evlendi. Emine'nin küçüğünü alan Macurali ile bacanak oluyorlar... Beş oğlu ve iki kızı oldu. Yaş sırasına göre Garaömerin çocukları; Mustafa, Mükerreme, Ahmet, Osman, Adem, Ahmet ve Ümmühan'dır...
Büyük kızı Mükerreme (Müker), Akömerin Veysel eşidir. Akömer ile Garaömer emmi çocukları... Küçük kızı Ümmühan ise Macuralinin Bahtiyar eşidir; teyze çocukları oluyorlar...
Büyük oğlu Mustafa 1939 yılında doğdu. Mardaklardan Mehmet kızı Havva ile evlendi. Üç kız ve bir oğulları oldu; İrfan, Şerife, Sevim, Ömer... Şerife 1966 yılında doğdu, iki yaşındayken öldü... Büyük kızları İrfan, Altındişin Hasan oğlu Meşhur Ahmet eşidir. Meşhurun anası da Körüslerden... Küçük kızları Sevim de Yumrukların Halil İbrahim Tüblek eşidir... Oğlu Ömer ise Erkmenli Şükran ile evlendi. Mustafa ve Havvanur adlarında iki çocuğuyla Afyon'da yaşıyorlar...
İkinci oğlu 1944 yılında doğdu, adını Ahmet koydular... Ahmet okula gidiyordu, dokuz yaşındaydı. Abisiyle arka arkaya koştukları arabalarda Bunar mevkiindeki tarlaya ters çekiyorlardı. Yakınlardan Yörüklerin deve kervanı geçiyordu. Bu ilginç görünüşlü hayvanlara bakacağım derken arabadan düştü, teker üstünden geçti. Orada can verdi...
Garaömerin diğer oğlu Osman ise 1948 doğumlu... Macurali kızı Ümmühan ile, yani teyzesinin kızıyla evlendi. Rüstem ve Serpil adında bir oğluyla bir kızı oldu. Ümmühan Hanımın 1980'de vefatından sonra, Anıtkaya dışından Naciye Hanımla evlendi. Ömer, Fatih ve Meryem olmak üzere iki oğluyla bir kızı daha oldu. Büyük kızı Serpil, Buydeycigadir oğlu Alaaddin Dadak eşidir... Küçük kızı Meryem ise Anıtkaya dışına gelin oldu... Rüstem, Anıtkaya dışından Habibe ile evlendi; Ümmühan, Tuğba ve Tugay olmak üzere üç çocuğu Anıtkaya dışından evlendiler ve Afyon'da yaşıyorlar... Ömer, Afyon'dan Nazmiye ile evlendi. Ramazan, Osman, Emine ve Emin adlarında dört çocuğu var ve Afyon'da yaşıyorlar... Fatih ise Anıtkaya dışından Kudret ile evlendi, Osman adında bir oğlu var; Anıtkaya'da yaşıyorlar...
Dördüncü oğlu Adem, 1949 yılında doğdu. İdirizlerden Kelidiriz kızı Ayşe ile evlendi. Sevcihan, Nurcan, Emine ve Ömer adlarında üç kız ve bir oğlu oldu. (Beş yaşındayken 1977'de ölen Ömer adında bir oğlu daha vardı.) Ayşe Hanım 2001'de vefat etti. Kızları Sevcihan, Hacınınhasan oğlu Ahmet Çelik; Nurcan, Tokanorilerin İsmail Toka; Emine de Tekelilerin İbili oğlu Kadir Taşkın eşi oldular... Ömer, Eyüplerin Aşçıtahsin kızı Firdevs ile evlendi. Ayşe, Ravza ve Hiranur adlarında üç kızı var; Anıtkaya'da yaşıyorlar...
Körüslüğlu Mustafa'nın küçük oğlu Garaömer, 1979 yılında vefat etti. Eşi Emine Hanım kocasından otuzaltı yıl sonra, 2015'te öldü...
Osman
Osman 1886 doğumlu. Kinislerden Dınali kızı Ayşe ile evlendi. İzzet adında bir oğulları vardı. Kardeşleri gibi Osman da Cihan Harbinde Çanakkale cephesinde çarpışıyordu. Anafartalar'da feci çarpışmalar oluyordu. 12 Haziran 1915 günü kafası kopuyor, bulamıyorlar. Eğretli bir arkadaşı boyunbağından teşhis edebiliyor...
Yanında oğlu İzzet tay olduğu halde dul eşi Ayşe, Emirdağlı bir Yörükle evlendi. Bu arada küçük İzzet vefat etti. Akömerin Terzi İzzet Kök'ün adı onun hatırasına konulduğu düşünülüyor...
***
Şimdi tekrar geriye dönüp o felaket günlerine bakalım...
'Körüsler' deyince Körslüler denmek istendiğini ve yukarıda belirtilenlerin tamamı kastedildiği unutmamalı. Ak Ömer ve Kara Ömer'den sonra onun oğullarının her birinin bir Ömer'i oluyor. İşte bu Ömer Kök'ler, Körüslüoğlu Ömer yadigarıdır. 1934 Soyadı Kanunu sonrası Körüslüoğlu çocukları KÖK soy ismini aldılar...
15 Kasım 2021
Ekmek Üstü
Biz okullu olduğumuz zamanlarda ikinci teneffüs uzun tutulurdu. O arada koşa koşa eve varır bir dilim ekmeğin üzerine birşeyler sürer/sürdürür onu yiye yiye geri dönerdik. Okulun kapısından girerken zilin sesi gelir, biz de bu sırada elimizdekini bitirmiş olurduk. İki ders gördüğümüz cumartesiler haricinde, okul olduğu her gün tekrar ettiğimiz bir şeydi. Belki de o tenefüs bunun için daha uzundu.
Okulda olmadığımız zamanlarda oyunu kesmemek için de aynı şeyi yapardık. Gerçi bize kalsa, acımızdan ölsek bile oyunu bırakıp yemeyle uğraşacak değildik; ama en azından "Al elinde ye madem" diye elimize bir dilim ekmek tutuştururlardı. İşte o bir dilim ekmeğe neler sürülürdü o vakitler, ona bakalım.
Hatırladıklarım içinde en eskisi haşeş yağıydı. Demek ki ekmeğin gözeneklerinden akmıyordu, bildiğin o vakit yemek yağı olarak kullanılan yağdı bu. İçinde pek seyrek haşhaş tortusu bulunsa da sıvı yağdı. Belki de akıyor; fakat biz önemsemiyorduk. Anlatması güç, çok farklı bir lezzeti vardı. Tuzlumsu bir kekre damakta kalır, hiç rahatsız etmezdi. "Şuna benziyordu" diyemeyeceğim kendine has bir tat idi.
Haşhaş yağı hayatımızdan yavaş yavaş çıkıyormuş, biz o zaman bunun farkedemezdik. Bir başka ekmek üstü lezzeti ise yoğurttu. Süzülmüş, kıvama ermiş kese yoğurdu hem kolay sürülür he de oldukça kalın tutulabilir. Bir yandan oyununu oynar, bir yandan yoğurtlu ekmekten ısırık alırsın. Yoğurdun olmayacağı zamanlar için saklanan keş de sürülebilirdi ekmek dilimi üzerine. Kese yoğurduna göre daha sert ve tuzludur; ama onun da kendine göre ayrı bir tadı vardır.
Toz şekerin de lüks sayıldığı dönemler miydi acaba; pancar ektiği için evinde çuval çuval şeker bulunan çocukların ekmekleri şekerli olurdu. Dilim ekmeğin üzerine toz şeker serpilir, dökülmesin diye de şeker üzerine su damzırılırdı. Hafiften erimeye başlasa da şeker, ısırdıkça ağızda gacır gucur ses çıkaracak kadar sertliğini muhafaza ederdi. Bunun da kendince ayrı bir tadı vardı bizim için.
Sonbaharda gabıcaklarla Antep pekmezi gelirdi. Kıvamı artırılmış, belki biraz katılaştırılmış bu pekmeze ağda denirdi. Her şeyin yanında yenebilen harika katıklardan biriydi. Onu en çok ekmek diliminin üstündeki haliyle severdim. Hele bir de kalın bir katman şeklinde sürürlürse...
Margarinler hayatımıza yeni giriyordu. Çok çeşitli markalar vardı, hepsine birden margarin değil de "sanayağı" derdik. Sıcak, soğuk ekmeklerimize sürülürdü. Onun bulunmadığı zamanlarda donyağı sürerdik ama pek yinsel olmazdı.
Saydığım çeşitlerin hepsinde pratik olarak ekmek diliminin üzerine ne sürülecekse sürülür ve yenirdi. Başka türlüsü uzun sürerdi ve oyunu yarım bıraktıracak kadar gerekli olamazdı. Fakat önceden hazırlanmış böyle elimize alabileceğimiz ekmeküstüne de hayır demezdik. Uzun sürmesinin sebebi de ekmeğin ısıtılmasıydı, o kadar yani. Bunu bile bekleyemeyecek kadar önemli olan şey ne olabilir? Çocuk için her türlü sokak oyunu.
Mahalle fırınına tepsiyle sürülen bir haşhaşlı ekmek var, ondan başlayalım. Mümkünse haşhaş yağına, o yok ise sıvı yağa bir parça sürtülmüş haşhaş katılarak karıştırılır. Elde edilen karışım ekmek dilimlerine sürülerek fırına konulur. Beş dakika sonra alırsın, hazırdır. Müthiş bir lezzettir. Bir ekmeği sekize bölerek elde edilen dilimlere sürülürse biraz kalın düşer, yemesi zor olur. Neylersin ki genelde böyle dilimlerler ekmeği.
Bir de haşhaşlı ekmeğin sadesi, tuz/biberlisi var. Dilimlenen ekmekler hafif ıslatılarak tuz ve biber ekilip fırına sürülür. Aynı sürede pişer. Cingen böreğini fırına sürme zorunluluğu yok. Sobada veya közde gevrettiğin ekmeği ıslatıp tuzlarsın, bu kadar. Bütün bunlar pratik olarak karın doyurmaya yarayan çocukluğumuzun ekmek üstü lezzetleriydi.
Üstüne bir şey sürülüp ekilmediği için ekmek üstü grubuna girmez; lakin burada ondan bahsetmezsem haksızlık etmiş olurum. Bu yüzden kıtırdak en sona kaldı. Dilimlenen ekmekler sobada, guzinede, fırında tamamıyle kurutulur. Kemik gibi sertleşir, bir o kadar da kırılgandır. Isırıldığında "kıt!" diye kırılır, ve ağızda hemen ufalanır. Çıkan bu sesten dolayı kıtırdak adı verilmiştir. Bayatlamasını engellemek, uzun süre saklamak ve de zevkle kıtırdatıp yemek için kıtırdak yaparlardı. Oyun sırasında cebinden kıtırdak çıkarıp kıtırdatanları bilirim.
Çokokrem, fındık kreması, fıstık ezmesi ve daha bilmem neler yoktu o zamanlar. İşte bunlar vardı. Şimdi onlardan biri, bir dilim ekmeğin üzerinde karşıma çıksa, eski tadı alır mıyım acep?