16 Mayıs 2022

Hz Musa

     Ahmet KABADAYI
    [Geçtiğimiz Ramazan'da Berber Ahmet'in bana bıraktığı yazılardan biri de budur. Odalardaki okumalarda, sohbetlerde temellenen bu konu; zamanla aşağıdaki haliyle yazıya dökülmüş. Bugünün şartlarında kolayca ulaşılabilecek Hz. Musa menkıbelerini, Berber'in tatlı üslubundan okumak herkese iyi gelecek.]

    FİRAVUNUN SARAYINDA BÜYÜMESİ

    Mısır'ın eski yerlileri olan Kıbti kavmi yıldızlara, putlara tapar; Hz. Yakup ve Yusuf (as)ın dini üzere yaşayan İsrailoğullarını hakir görürlerdi. Firavunlar, yani Mısır hükümdarları da onları ağır ve meşakkatli işlerde esir gibi kullanırlar, onların günden güne çoğalmalarından endişelenirlerdi.

    İsrailoğulları, Kıbti kavminin muamelelerinden ve hükümdarlarının ağır tekliflerinden bezmiş usanmıştı. Atalarının eski yurdu olan Kenan diyarına gitmek istiyorlar; lakin bir türlü Mısır'dan çıkamıyorlardı. İsrailoğulları oniki kabile idi. Her kabile Hz. Yakup'un oğullarından birine mensup idi ve hepsinin ayrı lideri vardı. Birisinin kuvveti altında toplanıp birleşseler, yekvücut olsalar kendilerini esaretten kurtarabilirlerdi.

    O sırada bir kahin Firavuna 'İsrailoğullarından bir çocuk doğacak ve senin devletin zeval bulacak' diye haber vermişti. Firavun bundan ürküp her tarafa cellatlar gönderdi ve İsrailoğullarından dünyaya gelen erkek çocukları öldürtmeye başladı. 

    Musa (as) da o sene dünyaya gelmişti. Annesi onu bir sandık içine koyup Nil nehrine bıraktı. Firavunun hanımı Hz. Asiye, sandığı görüp aldırdı. Açtığında içindeki çocuğu görünce çok sevindi. Musa (as) için pek çok süt annesi getirtti; fakat Musa (as) hiç birinden süt emmedi.

    Annesi onu Nil'e bıraktıktan sonra takip etmişti. Firavunun sarayına alındığını ve süt anne arandığını öğrenince kendisi gelip talip oldu. Musa (as) ondan süt emmeye başladı. Annesi, gerçeği belli etmeden, kendi oğlunu Firavunun sarayında emzirip büyüttü.

    Musa (as) gençlik çağına ulaşınca başına gelen bir hadiseden dolayı Mısır'dan ayrıldı. Arap Yarımadası tarafına geçip Medyen'e gitti. Orada Şuayp (as)ın kızıyla evlendi. On sene orada kaldıktan sonra ailesini alıp Mısır'a dönerken Tur Dağında Allah Teala onu kelamıyla taltif buyurdu ve kendisine peygamberlik verdi. Sonra Mısır'a gelip büyük kardeşi Harun (as) ile görüştü...

    FİRAVUNU İMANA DAVETİ VE ÂSA MUCİZESİ

    Hz. Musa ve Harun (as) Firavunun yanına gittiler. 'Alemlerin rabbi olan Allahu Teala bize peygamberlik verdi ve bizi dinine davet etmemiz için sana gönderdi' deyip onu hak dine davet ettiler ve 'İsrailoğullarını bırak onları alalım, atalarımızın eski vatanı olan Kenan diyarına (Filistin'e) gidelim' dediler. O zaman Firavun gazaba gelip (haşa) 'Mısır'da benden başka ilah yoktur, eğer benden başka Rab ve ilah tanırsan seni zindana atarım!' diye Hz. Musa'yı korkutmak istedi. 

    O vakit Musa (as) asasını yere bıraktı, asa hemen büyük bir ejderha olup hareket etmeye başladı. Firavun 'Kahinin haber verdiği çocuk bu olmasın' diyerek endişeye düştü. Etrafındaki adamlarına 'Musa büyük bir sihirbazdır, Mısır devletini ele geçirmek ister' dedi. O devirde sihirbazlık pek revaçta idi. Firavunun emriyle her tarafa haber gönderildi, ne kadar sihirbaz varsa getirildi. Kıbtilerin bayram gününde bir meydanda toplanacağı ilan edildi. 

    On gün boyunca Mısır ahalisi orada toplandı. Sihirbazlar meydana çıkıp 'Firavunun izzeti ve hakkı için biz galip olacağız' diyerek sihir aletlerini (iplerini ve değneklerini) ortaya attılar ve bir takım yılanlar geziyormuş gibi gösterdiler. Musa (as) da hemen asasını bıraktı. Asa  büyük bir ejderha olup onların alet ve edevatını yutuverdi. Sihirbazlar bir de baktılar ki ne ip ne değnek kalmış. Halbuki Hz. Musa'nın yaptığı bir sihir olsaydı, onların ip ve değnek gibi alet ve edevatı mevcut kalmalı idi. 'Bu, mutlaka insan gücü dışında bir mucizedir' dediler ve Hz. Musa'ya iman ettiler. 

    Firavun buna çok kızdı ve 'Meğer Musa sizin ustanızmış. Evvelce onunla anlaşmışsınız ve İsrailoğulları ile birlikte Mısır'ı zabtetmeye karar vermişsiniz. Ama ben ellerinizi ve ayaklarınızı kestirip sizi hurma dallarına astıracağım!' dedi. Onlar da 'Biz Musa'nın Rabbine iman ettik, ancak O'nun affını ve merhametini isteriz.' dediler.

    KIZILDENİZ'İ GEÇMESİ

    Musa (as) pek çok mucizeler göstermesine rağmen Firavun iman etmedi. Nısırlıların bir kısmı ise 'Musa'ya bu kadar fırsat verilmesin, insanların zihinlerini karıştırıyor' diyerek Firavunu tahrik ediyorlardı. Benî İsrail kabilelerinin hepsi Hz. Musa'ya tabi olarak tek vücut olmuşlar ve kendilerini esaretten kurtarabilecekleri bir hale gelmişlerdi. İşte bundan dolayı Firavun da bir ara İsrailoğullarının Mısır'dan çıkıp gitmelerine ruhsat vermişti. Sonra pişman oldu. 

    Musa (as) bir vakit tayin ederek bütün Benî İsraili geceleyin Mısır'dan çıkarıp Kızıldeniz'in kenarına götürdü. Firavun bunu duyunca hemen askerleriyle peşlerine düştü ve sabahleyin onlara yaklaştı. O zaman Musa (as) asasıyla denize vurdu; deniz yarılıp oniki yol açıldı, oniki kabilenin her biri bir yoldan gitti. Açılan yollardan Firavun da ordusuyla girip onları takip etti. İsrailoğullarının tamamı Kızıldeniz'i geçince deniz suları birden eski haline döndü ve Firavun askerleriyle beraber boğuldu. Böylece Musa (as) düşmanlarına karşı zafer buldu, Benî İsrail ile beraber Kenan diyarına gitmek için yola düştü.

    Musa (as) ve kabilesi Mısır'dan Kenan diyarına giderken yolda Amalika kavminden bazılarının yurduna uğradılar, onların öküz heykeline taptıklarını gördüler. İsrailoğulları her ne kadar Hz. Musa'ya tabi olmuşlarsa da gözleri Mısır'da iken buna benzer heykellere, putlara alışmış ve zihinlerinde henüz Allahu Teala'nın birliği yerleşmemiş olduğundan o kavmin öküz heykellerine meylettiler. Hemen peygamberlerine 'Ya Musa bize de onların ilahları gibi bir ilah bul' dediler. 

    Hz. Musa, 'Siz cahil bir kavimsiniz! Onların dini batıldır. Allah'tan başka ilah olur mu! Siz Allahu Teala Hazretlerinin verdiği nimetin kadrini ve şükrünü bilmiyorsunuz. O sizi başka kavimlerden üstün kıldı. Firavun size eziyet edip oğullarınızı keserken Allah sizi kurtardı.' diye nasihat etti. 

    KENAN İLİNE GELMESİ

    Musa (as) ve kabilesi Mısır'dan Kenan diyarına gelince orada Eriha beldesine doğru gittiler; fakat buralar Amalika kavminden bir takım zorbaların elinde olduğundan onları muharebe ile çıkarmak gerekiyordu. İsrailoğulları 'Biz o zorba kavimle savaşamayız' diyerek geri çekildiler. 

    Hz. Musa onlara gücendi. Bu sebeple Tih sahrasına düştüler ve orada kırk sene dolaştılar, bir tarafa çıkıp gidemediler. Mısır'da iken çektikleri onca eziyet ve sefaleti unuttular. 'Keşke Mısır'dan çıkmasaydık' demeye başladılar. 

    Tih sahrasında bulunurlarken Cenabı Hak onlara kudret helvası gönderir ve selva kuşu (bıldırcın) eti indirirdi. Onlar da bu yiyeceklerle geçinip giderlerdi. Bir zaman sonra helva ve bıldırcın etinden usandılar, 'Biz bakla ve soğan gibi hububat ve sebze isteriz' dediler. Hz. Musa bu isteklerini reddetti ve kardeşi Harun (as)ı yerine vekil bırakıp Allahu Teala'nın emri ile Tur dağına gitti.

    Benî İsrail, Mısır'da iken düğün bayram diye Kıbti kavminden emanet olarak altından yapılmış bir takım süs ve eşyalar almışlar; fakat ansızın Mısır'dan çıkınca onları sahiplerine verememişlerdi. Tih sahrasında ise köy kasaba olmadığından altın ve gümüşün itibarı yoktu. Bu yüzden bu emanet ziynetleri kendilerine yük ediyor, taşıyıp duruyorlardı.

    İçlerinde Samiri adında bir münafık vardı. Bir gün onları aldatıp altınları toplatarak hepsini ateşe koyup eritti ve altından bir buzağı heykeli yaptı. Bu heykel buzağı gibi ses çıkarırdı. Onlara 'İşte sizin ilahınız ve Musa'nın ilahı budur. Musa onu arayıp bulmak için Tur'a gitti. Geliniz, buna tapınız.' dedi. Onlar da buzağıya tapmaya başladılar. Harun (as) her ne kadar nasihat ettiyse de kulak asmadılar. 'Musa gelinceye kadar biz buzağıdan vazgeçmeyiz' dediler. 

    TEVRAT'IN İNDİRİLMESİ

    Allahu Teala, Hz. Musa'ya bir Kitap indirmeyi murat ettiğinde, Onu Tur dağına davet buyurdu. Musa (as) kırk gün Tur'da yalnız başına ibadet etti. Vasıtasız olarak Cenabı Hakk'ın kelamını işitti. İşte o vakit ona Tevrat-ı Şerif nazil oldu. 

    Musa (as) Tur'dan gelince Benî İsrailin buzağıya taptığını gördü. Onlara çok kızdı. Samiri'yi kovdu, buzağı heykelini yaktıktan sonra denize attı. Harun (as)a 'Niçin bunları gözetmedin de Samri'ye aldandılar!' diye sordu. Harun (as) 'O kadar nasihat ettim, dinlemediler. Az kalsın beni öldüreceklerdi.' diye özür beyan etti. Buzağıya tapmış olanlar da pişman oldular, yalvardılar ve günahlarına tövbe istiğfar eylediler. 

    Bundan sonra Hz. Musa kendisine Hz. Allah tarafından indirilen Tevrat-ı Şerifi ortaya koydu. İsrailoğulları onu kabullenmekten, onda kendilerine yükletilen mükellefiyetler ve hükümlere göre amel etmekten kaçındılar. Bunun üzerine Tur dağı başlarının üzerine kaldırıldı. Önlerinden kendilerine bir ateş gönderildi, arkalarından tuzlu bir deniz getirildi. 

    Onlara 'Size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutunuz, ona sımsıkı sarılınız ve söz dinleyiniz. Ya bunu kabul eder ve size emrettiğim şeyleri yaparsınız ya da şu dağ üzerinize bırakılacaktır yahut şu denizde boğulacaksınız veya şu ateşte yakılacaksınız.' denildi. İsrailoğulları kendileri için kaçılacak yer olmadığını görünce bunu kabullenmek zorunda kaldılar. Tevrat'ın hükümleriyle amel etmeye başladılar. Allah'ın birliği akidesini güçlükle kalplerine yerleştirebildiler.

    Önce Harun (as) dünyadan göçmüştü. Vakti gelince Musa (as) da; Yusuf (as)ın oğlu Efrayim'in soyundan Yuşa (as)ı yerine halife tayin ettikten sonra kendisi de ahirete irtihal etti. Hz. Musa'nın şeriatı, Hz. İsa'ya kadar devam etti. İkisinin arasında gelip geçen peygamberler hep Musa (as)ın şeriatı ile amel etmek üzere gönderildiler.


12 Mayıs 2022

Çatallar

     

    Büyük dedenin adı bilinmiyor, alabildiğine zengin. O günün zenginlik ölçüsü tarla takga, mal maşat... Tarlası da çok, koyun sürüleri de kalabalık. Ak koyun sürüsü ayrı, kara koyun sürüsü ayrı. Yine o günün anlayışına göre soyu sürdüren erkek evlat, kız çocuğunu kıymeti oğlan kadar değil. Oğlun yoksa, sahip olduğun onca mal mülkün de değersizleşiyor.

    Kafası biraz büyükçeymiş dedenin, profilden baktığında törpülenmiş iki deve hörgücü gibi... Yahut Çatalüyük gibi... Bu yüzden 'Çatal kafalı' diyorlarmış. Durdukça bu yakıştırma 'Çatal'a dönüşmüş, çocuklarına da 'Çatallar' denilmiş.

    Günümüzde otantik direğinin bir kısmı ayakta kalabilmiş meşhur serenli kuyuyu yaptıran Çatal, bu kişi olmalı. Çatalların Guyu değil de 'Çatalınguyu' denmesi de manidar. O mevki hala bu isimle biliniyor.

    Çatal, variyetli biri; amma oğlu yok. Yedi kızı olmuş. Peki oğlu yoksa, Çatallar nasıl hala varlığını sürdürüyor? Bakalım...

    Yedi kızının her birini baş göz ediyor. Tabi kızlar gelin oldukları evin hanımı oluyorlar ve doğal olarak o sülalede eriyorlar. İşte yedi kızın istikameti:

  1. Hacımahmutlar (Yusuf'un ilk eşi, Fatma ve Satı'nın anası): Adı Ayşe, Kumpir Hasan'ın ninesi (Anneannesi)...
  2. Omarcıklar (Azizin Apiller, Sağırmahmutlar): Ümmühan, merhum Nursi'nin büyük ninesi.
  3. Hacımahmutlar: İsmihan, Körmustafanın ninesi.
  4. Hüseyin: Hüseyin'in sülalesi ve eşi Çatal kızının adı bilinmiyor. Oğlu İsmail'e 'Küçükismailoğlu' deniliyor ve 'Çatallar' diye biliniyorlar. Veyisler/Daldalların büyük dedesi Halil'in eşlerinden biri olan Asiye Çatal kızı olabilir.
  5. Hacızekeriyeler: 'Çataloğlu' olarak bilinen Hacı Zekeriya'nın babası Halil İbrahim'in dedesinin eşi. Adı bilinmiyor... Çocuğu olmayınca eşini, kendi elleriyle Çanlılardan bir kadınla everdi.
  6. Afyon'a gitti. Adı ve Afyon'da kimlere gelin olduğu bilinmiyor.
  7. Şerife: Afyon'dan iç güveyisi olarak gelen Yahya'nın eşi. 

    Çatalların geçmişine dair dinlediğimiz biraz hikaye, biraz efsane, biraz masal özelliği gösteren olay bu şekilde... Her söylenenin gerçeklik payı var; fakat gerçeğin bir kısmını yansıtıyorlar. Bir kere, Küçükismailoğlu olarak kaydedilen hanede erkek çocuklar var. Bunların içinde sadece kızı olanlar da bulunuyor, kaç taneyse artık... Yukarıda bildirilen yerlere gelin olan kızlar gerçek... İçlerinden bazıları kardeş; ama yedi kızın yedisi birbirinin kardeşi değil... Her bir söylenen doğru, lakin birleştirildiklerinde gerçeğin bütünüyle çelişebiliyorlar. 

    Çatal Dedenin, günümüzdeki temsilcileri olarak Çatallar sülalesini sürdüren torunları, en sondaki Şerife adlı kızından geliyorlar. İçgüveyisi Yahya ile Şerife'den...

    İçgüveyisi Yahya'yı anlamak için biraz duralım... Öteden beri Eğret, merkezi bir yerleşim yeri olarak görülmüş. Cuma namazı kılınan bir camiye sahip olduğundan, imamlık ve hatiplik kadrosu boş tutulmuyor. Özellikle son dönemde Afyon medreselerinde yetişen talebelerin imamlıkta kavrulmaları için Eğret İmamlığına rağbet ettiği de biliniyor. Bu yüzden Afyon'da çok sayıda 'Eğret İmamzade' künyeli kişiden söz ediliyor... 1820'li yıllarda Eğret İmamı, Afyonlu İbrahim Efendi adında birisidir. Görev süresi dolunca yerine başka bir imam atanıyor; ama İbrahim Efendi Eğret'ten ayrılmıyor... Üç oğlu var; Mehmet, Yusuf ve Yahya... Mehmet'i bilmiyoruz; ancak Yusuf ile Yahya Eğret'ten evleniyorlar. Hem de bacanaklar, Küçükismailoğullarının kızlarını alıyorlar. Yani Çatalların... Yusuf Ayşe, Yahya da Şerife ile evleniyor. Aslen Eğretli olmadıkları için içgüveyisi denilebilir tabii... Söylemezoğlu Salih'in eşi ile Kinislerin Mehmet eşi iki kardeş, işte bu Yusuf'un kızlarıdırlar. Yahya'nın macerası devam ediyor...

    Yahya ile Şerife'nin üç kız, iki oğlu var. Yalnız, bu evlilikten sonra kimse iç güveyisi demiyor, artık O 'Yahya Ağa'dır. 1881 Yılında öldükten sonra tereke kaydında aynen şu ifade yazıyor: 'Hacı Yahya Ağa ibni İbrahim'... Oğlanların ablaları Hanife, Hatice ve Emine... O sırada yetişkin olan bu kızların evli olmaları ihtimali yüksek. Öyle iseler kimlere gelin oldular, bilinmiyor... İbrahim ve Mehmet adlarındaki oğlanların küçüğü Mehmet, Afyon'da medrese eğitimine yönlendirildi. Mehmet'in çocukları İbişler sülalesini oluşturdu. Büyük oğul İbrahim çocukları ise Çatallar...

    İbrahim, 1867 yılında doğdu. Kendisine bu isim verilmesinin sebebi, dedesi Eğret eski İmamı İbrahim Efendidir... Patlaklardan Ahmet kızı Hafize ile evlendi. Bu evlilik onu; Hacılar/Yetimlerden Ahmet, Hamzaoğlu Hasan, Delikızların Mustafa (Hamsinci) ile bacanak yapacaktır.

    Hafize Hanımdan İki kız beş oğlan, yedi çocuğu oldu. Yaş sırasına göre çocukları; Yahya, Mehmet Cemal, Şerife, Ömer, İsmail, Atike, Mustafa'dır. Torunlarının ifadesine göre, En küçükler Mustafa ile Atike arasında adı bilinmeyen ve lakabı 'Işık' olan bir oğlan daha vardı. 

    Eşi Hafize Hanım sağ iken, Güdükismailoğlu İbrahim bir evlilik daha yaptı. Ayşe adlı bu hanımı, büyük oğlu Yahya ile bir emsaldı. Hacıbeylili Gürcüler sülalesinden olan Ayşe, iri yapılı olduğundan 'Ayıgarı' diye bilinirdi.  Bu hanımından da İbrahim ve Mehmet adında iki oğlu oldu. Ayşe Hanım üçüncü çocuğuna da hamiledir... Ayşe Hanım ve çocuklarını bu halde bırakıp Çataloğlu İbrahim'in büyük çocuklarına geri dönerek ayrıntıya inelim...


        

06 Mayıs 2022

Garapaçalar

     

    Afyon'dan Eğret'e 19. yüzyıl başlarında geldikleri düşünülen Karamehmetoğlu kardeşlerden Mehmet'in torunu olduğu düşünülen Mehmet'e de aynen dedesi gibi Gara Mehmet deniliyor...

    Gara Mehmet Selimlerden Ümmühan Hanım ile evliydi. Günün şartlarına uygun olarak uzun konçlu çoraplar giyerdi. Diz kapaklarının üzerinden boğulup bağlanan çoraplar. Kara koyun yününden veya boyanarak elde edilen siyah iple örülen çoraplar kir götürü oluyor. Ya çorapları siyah idi, yahut üzerine çektiği tozluklar... Ayaklarındaki bu siyah renk sebebiyle Mehmet'e 'Garamehmet' demeyi bırakıp 'Garapaça' diyorlar. 

    Bir başka rivayet ise Ümmühan Nine ile ilgili... Zaman yokluk zamanı... Kadınlar giydikleri şalvarın paçaları hemen eskimesin, dayanıklı olsun diye tığla şişle örüp sağlamlaştırırlarmış. Erkeklerin süvarilik vurdurması gibi bir şey. Şalvar paçasını örerek sağlamlaştırma, 30-40 yıl öncesine kadar bilhassa yaşlılarca hala sık başvurulan bir yoldu. Oysa biz belki 150 yıl öncesinden söz ediyoruz. Kumaş veya basma, her neyse o bez eksik olduğundan şalvar kısa kalmış. Yok ki kumaş, ekleyerek uzatasın. Ümmühan Nine ne yapsın, kara yün ip ile örerek sağlamlaştıracak ya, bu örgü kısmını biraz uzunca tutmuş. Paçaları hem berkitmiş hem de uzatmış. Millet de ona 'Gara Paçalı' diye takılmaya başlamış. 

    Yukarıdaki rivayetlerden hangisi doğru olursa olsun, insanlar bu yakıştırmanın ileride sülaleye lakap olacağını bilemezlerdi... Kendisinin ne zaman öldüğünü bilemiyoruz, ama eşi Ümmühan Hanım 1849 yılında, yüz yaşına bastığında vefat etti...

    Garapaça ve Ümmühan Hanımın üç oğlu oluyor. Bu oğullar üzerinden Garapaçaları inceleyeceğiz.


    TOPAL HÜSEYİN

    Hüseyin, üç kardeşin büyüğü. 1880 yılında doğdu. Aliye Hanım ile evlendi. Bu hanım, Aliciklerin Osman kızıdır. Önceden İdirizlerden Hasan eşiydi. Eşi vefat edince üç kızı yanında tay mı değil mi, bilinmez; ama Garapaçanın Hüseyin'e geldi. Böylece  Canalilerin Can Ahmet ile Hüseyin bacanak oldular.... Aliye Hanım ile evliliğinden bir kız ve bir erkek çocukları oldu, onlara geçmeden önce Aliye Hanım ile Hüseyin'in akrabalığından söz etmeliyiz...

    Yukarıda sözünü ettiğimiz Afyon'dan Eğret'e gelen Karamehmetoğlu kardeşlerin büyüğü Ali idi, zamanla kendisine Alicik lakabı takıldı... Aliye, işte o Karamehmetoğlu Alicikin torunudur... Hatırlanacağı üzere Hüseyin de diğer Karamehmetoğlu Mehmet torunlarındandı...

    Aliye Hanımın İdirizlerden üç kızından büyük olan Hatice; Yanal Hatca, Eselerin Ese (İsa Eminç) eşi oldu. Ortanca Ayşe; Zağar Âyşa, İdirizlerin Goca Osman ikinci eşidir. Küçük Kezban Gızılgız, Cingenalin Süleyman, Garaca Süleyman ve sonra Müdüroğlu  Mehmet Ali eşi oldu... Kendi kızı ise Şerife, Patlak Şerfesi, Patlakların İsmail eşi oldu...

    Garapaçanın Hüseyin'in tek oğlu Mehmet, ablası Şerife'den sonra 1912 yılında doğdu. 'Avgan' lakabıyla tanındı, bilindi. Lakabının sebebi hakkında bir şey bulamadım. Yağmur ve kar sularından oluşan su birikintisi, kuyu gibi anlamlara gelen bu kelimeyle ne alakası olabilir acaba?

    Avganın ayrıntısına girmeden önce Garapaçanın Hüseyin kapısını kapatalım. Ona 'Garapaçanın Topal Hüseyin' diyorlarmış, 1932'de vefat etmiş. Annesi Aliye Hanım ise 1960 yılında vefat etmiş. Yalnız kütükte Topalın ikinci hanımı olarak görülen Rabia adında bir kadının kaydı daha bulunuyor. Çocuğu olmayan Rabia Hanımın bilgileriyle, Hüseyin'in küçük kardeşi Osman'ın hanımı Kezban bilgileriyle örtüşüyor. Ganikızı Kezban ile  Rabia'nın kardeş olma ihtimali var. O zaman kardeşlerin bacanak ve eltilik durumları söz konusu olabilir... Rabia Hanım da 1942'de vefat etmiş... 

    Avganın ilk evliliğinden, babasının adını koyduğu Hüseyin isminde bir oğlu oluyor. Bu ilk eşi ve ilk oğlu hakkında başka bir malumat yok. Sonra İzmir Yörüklerinden Kütahya nüfusuna kayıtlı Elif ile evleniyor. İkisi kız beş çocuğu bu Elif Hanımdandır. Büyük kızı Emsal, Omarcıklar Ahmetçavuşun Hasan oğlu ve  Bekçiofinin karınkardeşi Mevlüt'e varıyor. Küçük kızı Şükran ise Anıtkaya dışına gelin olmuş...

    Avganın ikinci eşinden büyük oğlu Süleyman 1941'de doğdu. Gülperi Hanımla evlendi; Almanya'da çalıştı, yurda döndü. 1987 Yılında doğan ve Dilek adını verdiği bir kızı altı yaşında vefat etti. Kendisi de 2002'de İzmir'de vefat etti. Eşi Gülperi Hanımın da 2013 yılında vefatı kaydedilmiş...

    Sonraki oğlu Mehmet 1946'da doğdu. Birgül Hanımla evlendi; 1987'de doğan bir oğullarına Murat adı verdiler, ama Murat onüç yaşında öldü. İzmir'den emekli olduktan sonra Afyon'a yerleştiler ve orada Mehmet 2017 yılında vefat etti... 

    Küçük oğlu Adem ise 1948'de doğmuştu. Yörük Mevlütün kızı Kezban ile evlendi. 2018 Yılında vefat etti... Şu durumda Avganın çocuklarından Anıtkaya'da yaşayan bulunmuyor...

    Avgan, son zamanlarını köyde geçirdi. Elinde bastonu, başında fötr şapkasıyla çok şık giyinen biri olarak aklımda kalmış. Pantolonundaki muazzam ütü izi, köy şartlarında dikkat çekmeyecek gibi değildi. Tanıyanlar, onun böyle giyinmesinin ardındaki sebebin eşi Elif Hanım olduğunu söylüyor.

    Çillioğlanın Hüseyin Ayas Hocaya Avganın öldüğünü söylemişler. 'Eyvaah!' demiş... 'O çok müzevirdir, gittiği yerde şikayet eder, beni de götürürler.'  Bir ay bile geçmeden Hüseyin Hoca da vefat etmiş...  Bu anlatıda bir terslik olabilir; çünkü Avgan, 1985 yılı başında Hüseyinhocadan kısa bir süre sonra öldü... Eşi Elif Hanım ise 2005 yılında doksan yaşında vefat etmiş... 

 

    MEHMET

    Ortanca oğul Mehmet 1884 yılında doğdu. Ahmet kızı Fatma ve Olucaklı Hatice Hanımlarla evliydi. Çocuğu olduğuna dair bir kayıt yok. Tam da Cihan Harbi döneminde ölmüş. Çanakkale'de değil; ama başka bir cephede şehit olmuş olabilir...


    OSMAN

    Garamehmetin Garapaçalar olarak adlandırılan sülalesi, ağırlıklı olarak küçük oğlu Osman kolu sayesinde 21. yüzyıla ulaşmıştır, denilebilir. 1887 Yılında doğan Osman, İbrahim kızı Kezban ile evlendi. Torunları ona 'Ganigızı' dendiğini ifade ediyor.  Mollahmetler/Keklikler ile  bağlantısı olan Mollaganiler sülalesine kısaca Ganiler de denirmiş, Kezban Hanımın bu aileden geldiği anlaşılıyor...

    Garapaçanın Osman, Cihan Harbine Çanakkale Cephesinde çarpışarak katıldı ve orada şehit oldu. Köyü tespit edilemeyen Afyonlu Çanakkale şehitleri arasındaki şu kayıt Osman'ı tarif ediyor: 'Afyonkarahisar 1887 doğumlu Mehmet oğlu Osman; 6. Kolordu, 16. Fırka, 125. Alay Makinalı Tüfek Eri iken, 3 Nisan 1915 günü Arıburnu Muharebelerinde şehit oldu.'

     Babası Çanakkale'de kaldığında iki oğlu Eyüp ile Şükrü bir yaşında gibi kaydedilmişler. Eğer ikiz değillerse bu resmi kayıt yanlış demektir. Ayrıca onlardan sonra iki kardeşleri daha var ki bu da kayıtların kesinlikle yanlış olduğuna delildir. Nitekim 1927 yılında Eyüp, mahkemeye başvurarak, doğum tarihinin 1907 olarak düzeltilmesini talep ediyor ve düzelttiriyor. 1905'ten 1915'e kadar on yılda dört çocuk, biyolojik olarak daha mümkün...


    Kör Şükrü

    Eski kütükte Şükrü, Eyüp'ten önceki satıra kaydedildiği için daha büyük kabul edeceğiz. 1905 gibi bir tarihte doğmuş olmalı. Lakabı 'Kör Şükrü' idi. Sebebi malum, son yıllarındaki çok kalın gözlükleriyle hatırlanır. Aklımda bir tablo gibi kalmış: İleri derecede görme bozukluğu olan ve yürümekte zorlanan bir ihtiyar, elinde değnekle eşek koşulu arabayı yetmeye çalışıyor... 

    Şükrü, Gağşakların Osman kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, Azıraklının kardeşidir. Üçü kız üçü erkek, altı çocuğu oldu. Kızları: Nuran, Sakaların Resul eşi; Kezban Araphüseyinin Battal eşi; Fadime de Kedivelilerin Sağır Emin eşi oldu... 

    Kör Şükrü'nün büyük oğlunun adı Osman; dedesinin adı... 1936 Yılında doğdu, Afyonlu bir hanımla evlendi. Almanya'ya gitti, orada çalıştı ve 2017'de vefat ettiğinden başka onun hakkında hiç bir bilgi yok...

    Ortanca oğlu Mustafa da Anıtkaya dışından Muhlise Hanımla evlendi. İzmir'de yerleşikti, 1968 yılında Ömer adını verdiği bir oğlu dünyaya gelmişti, bir yaşında öldü. Kendisinin de İzmir'de 2021'de vefat ettiğinden başka bir şey bilemiyoruz... 

    Küçük oğlu Mevlüt, kayıtlara Mehmet olarak işlenmiş; 1941 yılında doğdu. Büyük abisi gibi Anıtkaya dışından evlendi, Almanya'ya gitti  ve orada 1972'de vefat etti...

    Birisi bana Körşükrünün, o günkü sosyal durumunun aksine ne kadar cömert biri olduğundan bahsetti. Ardından kişileri dış görünüşüne göre değerlendirmenin yanlışlığına işaret edercesine bir şey anlattı. Biraz da dalga geçmek maksadıyla bir lakap takmışlar bu adama, şimdi hatırlayamadım... Ben de millete uyup, yüzüne karşı o lakapla hitap ettim, diyor... Körşükrü bundan rahatsız olduğunu gösterir hiç bir tepki vermemiş... Lakin o yakışıksız sözü söyleyen delikanlı, rüyasında Körşükrüyü kör kandil ışığında zikrederken görüp müthiş bir vicdan azabına maruz kalıyor. Bunun o yakışıksız söze bir işaret olduğunu düşünmüş ve o günden sonra Körşükrüye saygıda kusur etmemiş... Ta 1987'de ölene kadar... Eşi Ayşe Hanım da 2001 yılında vefat etmiş...


    Eyüp Çetin

    Garapaçaların Osman'ın ikinci oğlu Eyüp 1907 yılında doğdu. Önce Olucaklı bir hanımla evlendi. Halil adını vereceği bir oğlu doğduktan sonra eşi vefat etti. Bunun üzerine Apdıramanlardan Mehmet kızı Azime ile evlendi. Azime Hanım öncesinde Hassönlerin Mahmut eşiydi. Mahmut öldüğünde, yanında oğlu Osman (Guliz Osman) ile birlikte Eyüp'e vardı. Eyüp'ün yanında Halil, Azime'nin yanında Osman tay idi... 

    Soyadı Kanunuyla Çetin soyadı alındıktan sonra, adı soyadı kendisine lakap olan nadir kişilerdendir. Kendisinden bahsedildiğinde 'Eyipçetin' derler, sen bunu onun sadece adı veya lakabı sanırsın; soyadı da içinde olduğu aklına gelmez, o kadar bütünleşmiştir adı ile soyadı... En sonunda birleşip ona lakap olmuş...

    1927 Yılında doğan Halaza lakaplı büyük oğlu Halil, anasının köyü Olucak'tan Zehra Hanımla evlendi. Osman adında bir oğluyla, Hatice adını koyacağı bir kızı oldu. Zehra Hanım, kızı altı yaşındayken 1956 yılında vefat etti... Kızı Hatice ileride, Hadımoğlunun Mevlüt eşi olacaktır, 1982 yılında vefat etti... 1945 Doğumlu oğlu Osman ise 1996 yılında öldü... Halaza kendisi de iki yıl önce, 1994'te ölmüştü; böylece o defter kapanmış oldu...

    Eyüp Çetin ile Azime Hanımın üç oğlu oldu. İbrahim, Mehmet ve Osman...

    1937 Doğumlu büyük oğluna İbrahim adını vermesinin sebebi olarak, Eyüpçetinin ana-dedesi İbrahim olmasından başka bir şey bulamadım... Hüseyin Ayas Hocanın kızı Emine ile evlendi. Emine Hanımla İbrahim, hala-dayı çocuklarıdır... 

    Beyefendi kişiliği ile tanınan İbrahim'e 'İbram Hoca' derlerdi. Üç oğlu, iki kızı oldu. Kızlarının büyüğü Kezban, Yonuzların Kerim oğlu Mehmet Ali eşi; küçüğü de Etemin Adem eşidir. 1961 Yılında doğan büyük oğluna koyduğu 'Adnan' ismi, Adnan Menderes'i düşündürüyor. Eğret'in ilk doktoru olacakken, mesleğini yapmaya ancak ölümünden birkaç yıl önce fırsat bulabilen  Dr. Adnan Çetin; 2020 yılında babasından kısa bir süre sonra vefat etti. Ortanca oğluna babasının adını koyduğundan, O ikinci kuşak 'Eyüp Çetin'dir. Küçük oğlu Aydın, Sağırmamutların Ziya kızı İsmihan ile evlendi... 

    Hem büyük dedesi Garamehmetin hem de ana-dedesinin adını alan Mehmet, Eyüpçetinin ortanca oğludur. 'Mehmet Hoca' olarak bilinir; çünkü uzun yıllar öğretmenlik yaptı. Hâzâ beyefendi, oldukça kibar, nazik bir insandır. Ağzından çıkmış kaba bir söz işitene rastlamadım... 

    Mehmet Hoca İncemehmet kızı Emine ile evlendi; Kümüğün Yusuf ve Tahirintopalın Hikmet ile bacanak oldular... Cengiz, Mustafa, Azime ve Fatih adında dört çocukları oldu. Büyük oğlu Cengiz, teyzesinin kızıyla evlendi... Ortanca oğlu Mustafa Deligızların Seydi Ahmet kızıyla evli... Mehmet Hoca ve çocukları İzmir'e yerleşikler; ama eşiyle birlikte yazları Anıtkaya'yı tercih ediyorlar...

    Eyüpçetin, 1942 yılında doğan küçük oğluna kendi babasının adı Osman ismini koydu. Gobakların Hasan kızı Hasibe ile evlenen Osman, Tunahüseyin ve Hamzaların Hamza ile bacanak oldular... Zahire ağırlıklı tüccarlık yaptı. Bir bakıma baba mesleğini sürdürmüş oldu; zira Eyipçetin de yıllarca pazaryerinin köşesinde bulunan dükkanında bakkallık yapmıştı. Dört kızı ve bir oğlu olan Osman'ın kızları Eğret'e gelin oldu, oğlu Murat da Çolakların Salim kızıyla evlendi. Uncuosman diye de lakaplanan Eyüpçetinin Osman, 2000 yılında vefat etti...

    Eşi Azime Hanım 1974 yılında, Garapaçanın Eyüpçetin ise 1978 yılında vefat ettiler...

    Süleyman

    Garapaçaların Osman'ın 1913'te doğan üçüncü oğlunun adı Süleyman... Yörükmehmet kızı Satı ile evlendi. Böylece Omarcıklardan Güdükizzet ve Araplardan Patırmamut ile bacanak oldular.  Bir kız ve üç oğlan, dört çocukları oldu...

    Garapaçanın Süleyman 1983 yılında vefat etti; eşi Satı Hanım ise 1999'da öldü. Dört çocuğunun durumuna bakacak olursak; en büyükleri ve üç oğlanın ablası Sultan, Corukların Gakgidi (Halil Oran) eşidir...

    Süleyman'ın büyük oğlu 1948'de doğdu, dedesi Osman'ın adını aldı. Garapaçaların Osman, Tekirgızıların Hasan kızı Selime ile evlendi. Üç kızı var, büyükleri ikiz... Şeker hastalığından muzdaripti, son zamanlarında gözleri de görmez oldu. 2021 Yılında vefat etti, eşi Selime Hanım ise 2023'te öldü...

    Garapaçaların Süleyman'ın ortanca oğlu ise Mehmet'tir. Onu da Terlemezlerden Derviş Mehmet kızı ile everdiler. Bir oğlu var, İzmir'de oturuyorlar...

    Ve küçük oğlu Rıfat'a geliyoruz. 1952 yılında doğmuş.... Adının Rıfat olduğunu mezar taşına öyle yazdırdıklarında öğrendik. Herkes onu 'Ülfet' olarak bilirdi. Ülfet, Yılıkların Süleyman kızı Mersiye ile evlendi... 2017 Yılında vefat etti...

    Bu çocukların dışında bir kız iki oğlu daha dünyaya gelmiş, ama onlar çok yaşamamışlar. 1947 Doğumlu kızına Ganikızı Kezban ninenin adını koymuşlar, çocuk bir yaşında ölmüş. 1956'da ise ikiz erkek çocukları olmuş; onlar da bir ve iki yaşındayken ölmüşler... 


    Bali Mehmet

    Garapaçaların Osman'ın 1918 yılında doğan en küçük oğlu, dedesi Garamehmetin adını aldı. 'Bali Mehmet' olarak tanındı. Omarcıklardan Arabeci kızı Rahime ile evlenen Bali, Omarcıkların Feyzullah ve Mardakların Hüseyin oğlu Mustafa ile bacanak oldu... 

    Balinin bir kız iki oğlan, üç çocuğu var. Kızı Zehra, Kirtişin Gocibanın Hasan eşidir... 

    Bali Mehmet, büyük oğluna kendi babasının adı olan Osman ismini koydu. 'Balinin Osman' diye bilinir. Eski şoför esnaflardandır ve şimdi bu işini kendi adını taşıyan torunu sürdürüyor...

    Balinin Osman, Kekeç Halil kızı Fadime Hanım ile evlendi. Ana babasının adlarını verdiği bir kız, bir oğlu var. Kızı Rahime, Delibayramın Adem eşidir. Oğlu Mehmet'i kendi amcaoğlusu Osman Çetin kızıyla everdi. Mehmet'in de Osman ve Kübra adlarında iki çocuğu var..

    Bali Mehmet'in küçük oğlu Asım 1954 yılında doğdu, 'Balinin Asim' diye biliniyor; lakin İstanbul'da yaşadığı için Anıtkaya'da çok tanınmıyor. Oysa Türk Sporunda önemli bir yeri var. Bir defa Anıtkaya kökenli ilk milli sporcudur; maraton ve yarı maratonda koşarak Türkiye'yi temsil etti. İkinci olarak; şu anda Türkiye'deki bir kaç 'Beşinci Kademe Atletizm' Teknik Direktöründen biridir. Bu anlamda, yetiştirdiği sporcuların sportif takibi ve danışmanlığı amacıyla memleketi dolaşmaya devam ediyor... Bir başka özelliği, Beşiktaş Jimnastik Kulübü ve Fenerbahçe Spor Kulübünün 100. Yılında görev almış tek kişi olmasıdır. Bu görevleri sebebiyle yine ülkenin her yanını karış karış dolaştı... Zeytinburnu Belediyesi bünyesinde her yıl düzenlenen Cumhuriyet Koşusunun organizasyon sorumlusu olan Asım Çetin, bu tip milli ve sosyal projelerle çalışmalarını sürdürüyor... Mehmet, Akif ve Arzu adında üç çocuğu var; İstanbul'da oturuyor...

    Balinin bu üç çocuğundan başka iki kızı da küçükken vefat etmişler. 1947 Yılında doğan kızına Kezban adını vermişler, çocuk dört yaşında ölmüş. 1957'de yine bir kızı olmuş, yine Kezban adını vermiş; lakin O da üç yaşında ölmüş... Bu isme düşkünlük Ganikızı Kezban Nineye olan saygıdan kaynaklanıyor ve bütün Garapaça çocuklarında görülüyor... Biraz da o hatıranın taze olmasıyla o dönem doğan kız çocuklarına bu isim mutlaka veriliyormuş. Çünkü Ganikızı Kezban Hanım 1945 yılında vefat etti...  

    Balimehmet de 1974 yılında öldü. Eşi Rahime Hanım ondan sonra kırk yıl daha yaşadı ve 2014 yılında vefat etti..

    Garamehmetin çoraplarına çektiği tozluk, yahut Ümmühan Ninenin şalvarına yaptığı uzatma paçalar sonucu Garapaçalar olarak lakaplanan sülale, ÇETİN soyadını taşıyor. 


05 Mayıs 2022

Kantinler


    Belgelere yansıdığı kadarıyla Kantinlerin hikayesi şöyle:

    1796 Doğumlu, uzun boylu, kara sakallı Bayramaoğlu Sipahi Ali'nin kiminle evlendiği ve varsa kız çocuklarına dair elde hiç bir bilgi yok. Çünkü 1831 kayıtlarında bu tip bilgilere yer verilmemiş. Dolayısıyla eşi kimdir, kimlerdendir... Hiç bir sorunun cevabı yok. Yalnız resmiyetteki sipahi kaydının halk arasında karşılığı yok, insanlar onlara Alemdaroğlu diyor...

    İki oğlu bir kızı oluyor Alemdaroğlu Ali'nin.... Oğullarının adına (Ahmet ve Halil) bakarak, babası ve kayınpederinin adlarıdır diye yorumlanabilir; ama bu, yorumdan öteye geçmez. Diğer yandan bu yorumun bile kıymetli sayılacağı başka bir husus var; Ahmet ile Halil'in kız kardeşlerinin adını da bilmiyoruz. Bilseydik, "Ha, bu da anasının adı olabilir" derdik.

    Adını bilemediğimiz Alemdaroğlu Ali'nin bu kızı Küçükçorca'ya gelin gitti. Halil ise Takgaslardan Berberoğlu Murat'ın kardeşi Abide Hanım ile evlendi; çocuklarından günümüze Garadeliler dalı uzandı. 

    Ali'nin büyük oğlu Ahmet'ten devam edelim. İki hanımı vardı: Hakime ve Satı... Hakime Hanımdan olan tek evladı Hasan, 1893 yılında askerdeyken şehit oldu. Bekardı ve varisleri yalnız annesi ve babasıydı. Oğlunun şehadetinden bir süre sonra Hakime Hanım da vefat etti.

     Diğer eşi Satı Hanım Emiralilerden olabilir. Ahmet'in ondan da iki oğlu oldu. Büyük olan Mehmet ile küçüğü Ali arasında yedi yaş vardı. Küçüğüne babasının adını verdi. Büyük oğluna ise Mehmet adını koydu. Büyük ihtimalle Mehmet de eşi Satı Hanımın baba adıdır... 

    1. Alemdaroğlu Mehmet

    Mehmet 1872'de doğdu. Abisi Hasan şehit olduğunda 19 yaşındaydı. Yüzyılın başlarında anne ve babası da vefat etti. Bu arada Kütahya Domaniç Küçükköylü Fatma ile evlendi. 1903 yılında ilk kızları olunca, şehit ağabeyinin annesi Hakime'nin adını verdiler. Sonra bir kızları daha oldu; Mehmet bu kez ona kendi anasının adı Satı ismini verdi. Bu kızlardan büyük olan Hakime, Selimlerden Esnan (Hüseyin) eşi; küçük olan Satı da yine Selimlerden Bulduk Mehmet eşi olacaktır. Küçükköylü Fadime Hanım 1955 yılında vefat etti...

     Asıl Kantinler, Mehmet'in küçüğü Ali ile ortaya çıkacak; yalnız Ali'ye geçmeden önce kız kardeşi Fadime'den söz etmeliyiz. 

    Fadime Olucak'a gelin gitti. Saraçoğlu sülalesinden biri ile evlenmişti. Koşumculukla uğraşan bu ailedeki yuvasında Satı, Seydi, Süleyman ve Mehmet adını verecekleri dört çocukları oldu. Üç oğlunun en küçüğü Mehmet, İstanbul'a gitti, oraya yerleşti. Seydi ile Süleyman Yunan gittikten sonra Eğret'e yerleştiler. Yavuz soyadını taşıyan Seydiler ile Garacalar bunlardandır. Tek kızı Satı, Kütahya'dan evlendi ve bütün çocukları da orayı mesken tuttular. Alemdaroğluların genelde Kütahya'ya meyyal olmalarının derindeki sebebi, Satı Hanımın ailesinin Kütahyalı olmasıdır...

    2Ali Bey

    Ahmet-Satı çiftinin küçük oğulları Ali'ye dönebiliriz. 1879'da doğdu. Dedesinin adını alan Ali, 'Alibey' lakabıyla tanındı. Beyliğine sebep olarak mal varlığı gösteriliyor... Bir de köklü Alemdaroğlu sülale adının Kantinlere dönüşüm hikayesi var. Kendi çapında bir bakkaliye işletilmesi, aynı zamanda tüccarlık da yapan Cemal Eğretli Hoca'nın ev ve dükkanının aynı yerde bulunması, Bakkal Yorgo'nun malının devralınması gibi ayrıntılar birleşince gerçekten bir beylik manzarası çıkıyor... 

    Burada dikkat çekici bir başka hususu da belirtmek lazım. Eğret'te yöneticiler, görevliler ve ahali için dönem şartlarına uygun ünvanlar kullanılmış; Ağa, Ayan, Voyvoda, Reis, Müdür, Çorbacı, Kavas, Çavuş, Paşa vs... Bey kelimesi ise ünvan veya lakap olarak sadece Ali Bey'de var, başka bir örneğine rastlamadım. İnsanın aklına ister istemez Alemdar Mustafa Paşa konusu geliyor...

     Alibey önce Omarcıklar'dan Rabia ile evlendi. (Rabia Hanım; Altındiş, Bödü, Suluhüseyin'in halalarıdır.) Bu hanımdan çocuğu yok... 

    Daha sonra ikinci hanımı Celile ile evlendi. Her ne kadar bu isimle kaydedilmişse de Hasibe olarak biliniyor... Bu evlilikten Havva, Şerife, Osman ve Tahir adını verdiği çocukları oldu. Havva, Olucak'a giden Fadime halasının oğlu Seydi'nin eşidir. Saraçoğlu Seydi'nin Eğret'e yerleşmesine sebep, dayısının kızı ile evlenmiş olmasıdır...  Havva'nın küçüğü Şerife ise Gobakların Hasan eşi oldu...

    Alemdaroğlu Kantin Alibey 1947 yılında vefat etti. Eşi Hasibe Hanım ise bir müddet daha yaşadıktan sonra 1964'te vefat etti... Oğullarının hikayesi devam etti, onlara bakalım...

     Alibeyin Osman
    Alibey, 1912'de doğan büyük oğluna Osman adını koydu. Bu ismin hikmeti anlaşılamadı; yalnız Alibeyin analığı Hakime Hanım'ın baba adının Osman olması dışında, geçmişlerinde bu isme rastlanmıyor.  'Alibeyin Osman' yahut 'Kantinin Osman' olarak bilindi. 1973 Yılında, 60 yaşındayken vefat etti. Bir kaç evliliği ve bu evliliklerden çocukları var, tespit edebildiğimiz kadarıyla bunlardan söz edelim...

    Önce Kütahyalı Naciye Hanım ile evlenen Alibeyin Osman'ın bu hanımından dört çocuğu oldu; Zehra, Mevlüt, Mehmet Ali ve Mehmet... Kızı Zehra, Arzıların Çolakmusa oğlu Kazım eşidir... 

    Büyük oğlu Mevlüt, Demirci Salih kızı Gülsüm ile evlendi; Samancıların Gamalı Ahmet Saçak ile bacanak oldular... Nihal ve Naciye adını verdiği kızları dünyaya geldi; Nihal vefat etti, Naciye ise Eselerin Hüseyin'in Metin Eminç eşidir...

    1947 Doğumlu ortanca oğlu Mehmet Ali, Apdıramanlardan Çoloğlanın Hüseyin Ayas Hocaya evlatlık verildi. Büyüyünce Osmanköy'den evlendirilen Mehmet Ali'nin bir oğlu ve iki kızı var. Oğlunun adının Osman olduğunu biliyoruz. Mehmet Ali, 1992 yılında vefat etti...

    Küçük oğlu Mehmet de Bolvadin'den evlendi, onun da Osman adında bir oğlu olduğu biliniyor.

    Alibeyin Osman ikinci olarak Araplardan Bezekinin kızı Nazik Hanım ile evlendi. Ahmet, Ali Osman ve Naciye adında üç çocuğu da bu ikinci eşindendir... İlk eşi Naciye'nin adını koyduğu kızı Omuzca köyüne gelin oldu...

    Büyük oğlu Ahmet, Kantinin Osman'ın dedesi adını taşıyor. Kütahya Yenice'den evlendi, çocuğu yok...

    Küçük oğlu Ali Osman da Kütahya Çaycuma'dan Safiye Hanım ile evlendi. Mustafa adında bir oğlu (Bezekinin adıdır) ve Emine, Fadime isimlerinde iki kızı var... 

    Bacıdedenin defterinden öğrendiğimize göre Kantinin Osman'ın 1950 yılında ölen Zehra adında bir hanımı daha vardı. Zehra Hanımın kimliği ve çoluk çocuğu hakkında bir şey bulamadım...


    Alibeyin Tahir
    Alemdaroğlu Ali'nin küçük oğlu, Tahir 1920 yılında doğdu... Tahir ve çocukları,  Alemdaroğlular veya Kantinlerin Eğret'te kalan ana gövdesini oluşturuyor. 

    Tahir, Türkmen Ahmet kızı Satı ile evlendi. Satı Hanım, Yörüğoğluların Ali Efe ve Halil Efe kardeşleridir... Satı Hanımla evlenmekle Alibeyin Tahir; İşof, Hassönlerin Gocaömer ve Hafızıniban ile bacanak oldular... 

    Üçü kız üçü erkek, altı çocukları oldu. Kızları: Halime, Hacızekeriyenin Halil İbrahim Çelebi eşi; Cemile, Gobakların Arif eşi olurken; Hüsniye de Mılıklar'a gelin oldu. Cemile ile eşi Arif'in hala-dayı çocukları olduğunu unutmayalım. (Cemile Hanım önce Gocaömerin Veysel Koç eşiydi. Onun vefatından sonra Hasan'a vardı. İlk eşi Veysel ile de de teyze çocuğu idiler.)

    Tahir'in büyük oğlu İbrahim 1946 yılında doğdu. 'Haciban' diye bilinir. Uzun yıllar Anıtkaya Belediyesinde otobüs şoförü olarak çalıştı. Bu dönemde futboldan bihaberken, Anıtkayaspor sayesinde iflah olmaz bir taraftar portresi çizdi... Osmanköy'den evlenen Hacibanın dört kız ve iki oğlu var. Kızları Hasibe, Şemşilerin Mehmet Şık eşi; Fadime, Guycuların Adem Mola eşi; Aynur, Gödenlerin Mehmet Dadak eşi ve Meryem de Tırılların Mehmet Tırık eşidir... 
    Hacibanın büyük oğlu, büyük dede Alibeyin hatırasına Ali adını taşıyor. Arzıların Çeyrek Ömer kızı Sabire ile evlendi. Elif, Beyza ve İbrahim adlarında üç çocuğu var... Küçük oğlu İzzet de Hacellerin İbrahim kızı Melek ile evli. Çocuklarının adları Yaren ve Melisa... 
    
    Alibeyin Tahir, ortanca oğluna Ahmet ismini koymuş. Bu, hem Alibeyin baba adı hem de Yörüğoğlu Türkmen Ahmet Dedenin adıdır. Ahmet, Hacıların Şerafettin kızı Nuriye ile evlendi. Yılıkların Uzunmehmet, Hamzaların Süleyman, Curağın Hüseyin ve Takgasların Hasan ile bacanaklardır... 
    Üç kız, üç oğulları oldu. Kızlar: Serpil, Şavalın Yahya'nın Halil İbrahim eşi; Zeliha, Hacellerin Ahmet'in Mustafa eşi; Nuray, Turabilerin Salih'in Hüseyin eşidir.
    Kantinlerin Ahmet'in oğullarına gelince... Büyük oğlu Halil Sinanpaşa'dan evlendi; İpek ve Ahmet çocuklarının adıdır... Ortanca oğlu Tahir'in hanımı Dandırlı, onun da iki çocuğu var... Küçük oğlu Yalçın, Tingildeklerden Bakkal Sarının oğlu Osman Akyol damadıdır. Yalçın'ın Yiğit Mert ve Göktuğ Berk adlarında iki oğlu var...

    Kantinlerin Tahir, 1955'te doğan küçük oğluna Necati adını koymuş. Gobakların Köremin kızı Elveda ile evlenen Necati'nin Ebru, Serap ve Yasemin adlarında üç kızı var; Anıtkaya dışına gelin oldular...

    Necati Kızılyer, girişimci ve meraklı kişiliğiyle öne çıkar. Kantinler hakkında görüşmek üzere kendisini aradığımda, işimi kolaylaştıracak bilgiler vereceğinden habersizdim. Yıllar önce Çolakların odada, Alemdaroğluların serencamesini tesadüfen duymuş. Ayvaz/Dellal (Ahmet Uysal)dan dinlediği hikayeyi bir daha anlattırıp güzelce not etmiş. Hatta kağıt bulamamış da duvardaki koca takvim yaprağının arkasına yazmış. O takvim yaprağının arkasına yazdıklarını, telefonda bana tek tek not ettirdi. Ortaya çıkan bu öykünün özünü, Nacati Kızılyer'in aldığı notlar oluşturuyor...

    Alibeyin Tahir 1984 yılında vefat etti. Eşi Satı Hanım ise uzun yıllar daha yaşadı ve 2008'de vefat etti. Üç oğullarının en küçüğü Necati Afyon'a yerleşik; büyükler İbrahim ve Ahmet, çocuklarıyla Anıtkaya'da yaşıyorlar...





30 Nisan 2022

Bozkurt Elimden Kaçtı

    

    Ahmet KABADAYI** 

    Mazinin Ömer Dedemin bana anlatışına göre; Yunan Eğret köyüne geldiğinde, önce bütün köylünün Kocacami önünde toplanmasını istiyor. Yapılan ilan üzerine köylü istenen yerde toplanıyor. Evinde ne kadar hayvan varsa herkesin sürüp buraya getirmesini istiyorlar. Bunun basit bir sayım ve tespit işlemi olacağını, sonrasında yine herkes malını geri götürebileceği özellikle belirtiliyor.

    Emri duyan halk evinde damında ne kadar hayvan varsa istenilen yere yığıyor. Cinsine göre ayrı ayrı gruplar oluşturuluyor; öküzler bir yanda, inekler bir yanda, koyunlar bir yanda, atlar ve eşekler bir yanda. Sonra bütün hayvanlar kayıt altına alınıyor. Kimde ne kadar, ne varsa tek tek yazılıyor ve herkese numara veriliyor. 

    Sayım ve numaralandırma bitince sıra zimmetlemeye geliyor. 'Şimdi hepiniz hayvanlarınızı evinize götürün ve onlara iyi bakın. Sorumlusu sizsiniz, eğer onlara bir şey olursa sizi cezalandırırız!' diye tembihliyorlar.

    Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, ilk önce Cücelerin Arap Osman'a varıyorlar. 'Falanca numaralı öküzü çıkar' diyorlar. Bu arada Macur Ali, Arap Osman'ın evlatlığı... Ona 'Oğlum, hadi çıkar ver hayvanı' diyor Arap Osman... Gerisini Macur Ali Emmiden şöyle dinledim: 'Yanımdaki Yunan askeriyle beraber öküzü Yunan karargahına götürdük. Orada yemek hazırlığı vardı. Benden de yardım isteyerek öküzü kestiler; ama beni bırakmadılar, zorla çalıştırdılar. Tabi ben o zaman çok ufaktım... Ondan sonra baktılar; kimin hayvanı etli ise götürüp kestiler. Koşulabilecek hayvan lazım olduğunda, istediklerini alıp götürdüler. Binmek için atları köylüye baktırdılar.' 

    Dedemin anlattığına göre; bizim köy ve etraf köylerde 14 ay kaldılar. İlk günlerde çok iyi niyetlilermiş gibi davrandılar. Sonraları ne buldularsa gasbetmeye başladılar. Göz koydukları bir şeyi zorla milletin elinden alıyor, Atina'ya gönderiyorlardı. 

    ***

    Kadınlar, samanlık veya damlarda toplu olarak bulunmaya gayret ediyorlardı. Çünkü yalnız gördükleri kadınlara askıntı oluyorlardı. O sırada Patlağın İbram çocuktu, kadınlar ona gözcülük yaptırıyorlardı. Yunan askerlerinin yaklaştığını görünce haber edecekti... Kadınları haberdar ettiği bir gün, buna kızan asker silahını çekip kolundan vuruyor... İbram Emmi, avuç tarafında bileğinin hemen üst kısmındaki kurşun yarasını bana gösterdi. Bir ceviz sığacak kadar büyük bir oyuktu. 'Bu Yunan gavurunun eseri' derdi...

    Kendisine boyun eğmeyen, birazcık itiraz edeni hemen alıp yok ediyorlardı. Çoğunu Afyon'a götürüyorlardı, orada Ulucami'ye kapatırlarmış. Bir şekilde oradan kaçıp kurtulabilenlerden öğreniyorlar bunları. Kendileri için daha tehlikeli gördüklerini Atina'ya yolluyorlarmış... Kendilerine itaat edenleri ise Yunan kimliği verip istihbarat amaçlı kullanırlarmış. Bunların içinden de doğru bilgi vermediğini düşündüklerini hemen yolda öldürüyorlar. 

    Dedemin anlattığına göre, Gödecin Mısdık evleneceği zaman buna izin vermiyorlar. Harmandan buğday getiriyormuş gibi yapıp, gelini gerinin içinde getiriyorlar eve. Nazik Nineyi buğday gerisinde getiriyorlar yani... Tabi sonradan bu olayı duyunca, muhbir olarak kullandıkları kişiyi 'Niye haber vermedin!' diye öldürmüşler.

    Köyde Yunana karşı gelebilecek fazla insan da kalmamıştı. Dedemin dediğine göre bunun bir sebebi, eli silah tutanların askere alınmış olması... Zaten Cihan Harbine 250 asker gitmiş, bunların sadece beşi geri dönebilmiş. Ondan sonra geride kalanlar da Kuvay-ı Milliye'ye katılmışlar. Köyde erkek olarak yaşlılar, sakatlar ve çocuklar var. Buna rağmen elde kalan bu Eğretli erkeklere inanılmaz eziyetler ediyorlar. Atların arasına bağlayıp sürükleme... Burada anlatılamayacak davranışlarla ölümden beter şekile sokuyorlar... Bu durumda Yunan istediği gibi at oynatacağını düşünüyor. Lakin köyün kadınları; analar, bacılar onlara karşı erkekler gibi fedakarca dik durabiliyor. Genelde kadınlar birlikte hareket ediyor, toplu bulunmaya dikkat ediyorlar... Yapılan eziyetlere karşı erkeğiyle kadınıyla sabırla mücadele ediyorlar. Onların hepsinden de Allah razı olsun...

    ***

    Yunanlar işgal ettikleri bu bölgeyi benimsemiş, 'Bizim yurdumuz' demeye başlamışlar. Çakırların evin bir bölümünü subaylardan biri karargah gibi kullanıyormuş. Çakır Mehmet'in amcası  Çanakkale'de şehit olmuş, eşi ve çocukları da o evde bulunuyor... Yunan subayın bir postası var, ev sahiplerine çok iyi davranıyor. Meğer o posta, Sakarya'da Yunan'a esir düşmüş Konya Ereğlili bir Türk askeriymiş. Yunanlarla sürekli Yunanca konuşuyor; ama bir gün Çanakkale şehidinin eşi, onun Türkçe konuştuğuna şahit oluyor. Böylece o postanın hikayesi ortaya çıkıyor... 

    Bu kadın Halime Ninedir, olayı ben kendisinden işittim. Buna göre, Halime Nine 'Sen Türk müsün?' diye soruyor. Posta 'Evet, aman başka birisi duymasın!' diye tembihliyor. Subay olmadığı zamanlarda içini dökmeye başlıyor. Bir gün diyor ki 'Halime Abla, subaylar kendi aralarında konuşurlarken duydum. İngiltere'den bir mesaj gelmiş "Canavarı elimden kaçırdım. İşiniz bitti, kendinize dikkat edin." diyormuş İngiltere. Subaylar, bizim de ne olacağımız belli değil, diye kara kara düşünüyorlar...'

    Bu konuşmadan dört ay sonra Yunan bozgunu başladı. İşgalciler bizim köyden sıkışıp kaçarken, o Konyalı adam da ellerinden kurtulmuş çıktı geldi. 'Bizim oralarda gavur yok, sen buralarda sürünme, kabul edersen evlenelim' dedi. Benim kocam da zaten önceden ölmüştü....

    Halime Nine Çulluların Muhittin'in ninesi idi. Fotoğraflarını çekmek için Muhittin'le sık sık onlara giderdim. O sırada anlattıkları benim ilgimi çeker, daha da anlatsın diye sorular sorardım. 'Evlendin mi, o adamla?' diye sordum. 'Evet' dedi, ve devam etti: 'Konya Ereğli'ye gittim. 10-15 sene kaldım. Çok iyi bir adamdı, beni konfeksiyon fabrikasında işe yerleştirdi, 9-10 sene çalıştım. Orada bir kızım oldu, adını Makbule koydum. Sonra çocuk hastalanıp öldü. Bu arada oğlum Mehmet askerden gelmişti. "Buralarda duramıyorum" deyip, beni de yanına alarak kaçırdı. Oğluma dayanamadım, birlikte Eğret'e geldik... Halime Nine ile dertleşme sohbetim bitti. Ben İzmir'e geldim, O da Hakkın rahmetine kavuştu. Allah rahmet eylesin...

    İşgalci İngilizlerce İstanbul'da 1919'da tutuklanıp Malta'ya sürülen Ali İhsan Paşanın, yağ bidonlarına gizlenerek Malta'dan kaçıp Kuşadası'na ulaşması 1921 Eylülünü bulmuştu. Bu mühim durum karşısında İngiltere, Yunan'a nota veriyor 'Türkiye'yi benimsedin, kendine dikkat et. Canavar kaçtı, eğer Türkiye'ye gelirse işin zorlaşır.' diyor. 

    ***

    Şimdi anlatacaklarımı, üç ihtiyar kendi aralarında sohbet ederlerken dinledim. İhtiyarlardan biri Küçükhöyüklü Karamehmet, diğeri Paşaköylü Berberlerin Koca Ömer ve üçüncüsü de Mazinin Ömer Dedemdir. 

    Küçükhöyüklü Karamehmet anlatmaya başladı: 'Yunan askerlerinin arasında bir dilenci geziyordu. Bir ara o dilenciyi bizim odaya girerken gördüm, ardından ben de daldım içeri. Dilencinin saç sakal birbirine girmiş, üst baş perişan... Çok acınacak kılıkta bu adamla babam fısıl fısıl bir şeyler konuşuyor. "Oğlum şu garibe evden yiyecek bir şeyler getir" diyerek babam beni oradan uzaklaştırdı. Yemeği getirdim, bu sefer de yok eşeği sula, yok saman dök bahaneleriyle beni odadan uzak tutuyor... Sonra odada gariban dilenci var diye un, bulgur gibi üç dört heybe erzak topladılar. Dilenci ayrılırken dikkatimi çekti heybelerin bir kısmını götürmedi, odada bıraktı. Niye götürmediğini babama sordum "Diğer köylerde hayvana yük olmasın, yarın gelip alacak bunları" dedi... Bir müddet sonra babam duramadı, "Oğlum Yunan askerleri soruşturma yaptıkları zaman çocukları kullanırlar. Eğer onlardan biri sana bu dilenciyi soracak olursa sakın ağzından bir şey kaçırma, o giden bir Türk subayıdır...' diye beni uyardı. 

    Paşaköylü Koca Ömer söze girdi: 'Bizim köyde de iki gün önce dilenci kılıklı bir adam vardı. Sabah ezanında kimseye bir şey söylemeden çekip gitmiş. Babam odaya çorba götürünce, bakmış kimse yok. Dolu çorba tasıyla eve geri gelince anam "Ne biçim misafirmiş!" diye söylendi. Babam ise sakince "Bu mübareklerin hali belli olmaz" deyip mevzuyu kapattıydı.

    Bu sefer Dedem devreye girdi. Aynı dilencinin Yunan birliklerinin içine girdiğini, yedeğinde bir eşeği olduğunu, askerlerin bu iğrenç kılıklı dilenciyi itip kakarak nasıl eğlendiklerini ve oradan nasıl kovduklarını anlattı. Sonra devam etti: 'Askerlerden kurtulan bu garip dilenci işgal altındaki Afyon'a gidiyor. Bir lokantaya varıp çorba içiyor. Bu esnada lokantada Yunanlar çoğunlukta... Hem yiyor hem de gürültülü konuşmalarıyla eğeleniyorlar. Türkleri aşağılayıcı sözler söyleyip bundan kendilerine eğlence çıkarıyorlar. Garip dilencinin kaşla göz arasında bir parça kağıda bir şeyler karalayıp onu tabağın altına yapıştırdığını farkediyorlar; ama müdahale etmeye kalmadan hırpani kılıklı pis herif çıkıp gidiyor. Onun İngilizlerin elinden kaçan Canavar olduğunu anlayan, biraz önceki küstah Yunanlar panikliyorlar...

    Dedemin anlattığına göre o sırada Mustafa Kemal Ankara'da... Kendisine telgraf çekilince buraya geliyor. Genelkurmay ve Askeri Şura bir gece toplanıyor. Ali İhsan Paşa ile istişare ediyorlar. Uzun zaman dilenci kılığında bütün cepheyi adım adım dolaşan Paşa, "Benim keşfime göre, Yunanın ağırlık merkezi Kocatepe. Burayı düşürmeden mümkün değil Türkiye'den gitmez. Eğer Kocatepe'yi düşürürsek, gerisi kolay..." Buna göre planlama yapılıyor, emirler veriliyor.

    Verilen emirlerden birisine göre de herkes şu zamana kadar bulunduğu cepheyi alamazsa kendini öldürsün, deniliyor. Albayın biri hedefindeki cephe düşmedi diye kendini vuruyor. Postası 'Komutanım, gözün aydın, cephe düştü' müjdesini verince şükredip ruhunu teslim ediyor. Aynı yerde Gazilerin Halil Çavuş da mevzide... Siperden çıkınca bir şarapnel işkembesini alıp götürüyor. O halde kuşağını karnına depip savaşa devam ediyor. Tekelilerin Hasan Çavuş, 'Vuruldun, mevziye gir!' diye bağırdıysa da oralı olmuyor. Yunanlılar teslim bayrağını çekince o da yığılıp şehit oluyor. Hasan Çavuşun dediğine göre, işkembesiz bir şekilde zafere kadar ateş ediyor. 

    ***

    Büyüklerden dinlediğime göre, Yunan Eğret'te ondört ay kaldıktan sonra Kocatepe'den bozulup bir kısmı Şuhut tarafına, bir kısmı Sandıklı ve Sinanpaşa'ya doğru yöneliyor. Sinanpaşa'dan Balmahmut ve Yıldırımkemal'e doğru ikiye bölünüyor. Tabi bir kısmı da Afyon'a itiliyor. Afyon'dan kopan bir Yunan Kolordusu da Eğret'e doğru yöneliyor, Uzundere bölgesinde karargah kuruyor. 

    Türk Süvarisi de Afyon bölgesinden Yunanı kovalayarak Moruklu dediğimiz mevkiye gelince karanlık çöküyor. Türk askeri içinde Bölük Çavuşu olarak köyümüz kahramanlarından Sağırların Ali Osman Hoca da bulunmaktadır. Bulundukları yeri anlamak için haritayı açan Türk Komutanın kafası karışıyor. 'Şurası Yukarı Dandır, şurası Aşağı Dandır, şurası Eğret de... peki şu ışıkları yanan büyük köy nedir ve niye haritada gösterilmemiş' diye anlamaya çalışırken, bizim Ali Osman Hoca kendini tanıtarak olaya müdahale ediyor. Kendisinin Eğretli olduğunu, mevcut köylerin ve Kaymak Baba, Resulbaba gibi noktaların haritadaki yerlerinin doğru gösterildiğini; ancak Uzundere mevkisinde görülen ışıkların köy değil, kaçmakta olan Yunan tümeni olduğunu bir bir anlatıyor. Ali Osman Çavuşun verdiği bu bilgiler istikametinde taarruz planlaması yapılıp hücum ediliyor.

    ***

    Ben askerde subay berberi iken bir emekli Albay, ta Küçükçekmece'den Selimiye Kışlasına traş olmaya gelirdi. Ona bir gün sordum: 'Komutanım, Küçükçekmece'den buraya gelesiye kadar bir kaç vasıta değiştiriyorsun, çok zaman harcıyorsun. Bu yaşlı halinle çektiğin zahmete değer mi?...' Adam işitme zorluğu da çekiyor, kulaklarında cihaz var, 'Bu şekilde zor olmuyor mu?' dedim. Soruma cevap vermeye hazırlandığı belliydi, önce bana 'Nerelisin evlat!' dedi. Afyonlu olduğumu öğrenince derin bir 'Ahhh!' çekti, sustu. Konuşturmak için 'Hayrola Komutanım' diye önünü açtım. 'Afyon'un yakınında Eğret var bilir misin?' dedi. Eğretli olduğumu öğrenince, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu koltuktan fırlayıp kalktı. Kendisine şaşkın şakın bakan gözlerimi öptü.

    Ağlıyordu... Hıçkırıklar arasında 'İşte o günden beri hep eratta traş olurum yavrum.' dedi. Bendeki şaşkınlık, yerini meraka bıraktı. 'Peki Komutanım, sizin için erat niye bu kadar önemli?' diye sordum. O da konuşmak için can atıyor gibiydi, belli ki heyecanlı bir sohbet olacaktı. Tam anlatmaya başlayacakken bir dakika müsade istedim. O sırada Subay salonunda yalnızdık, ondan başka kimse yoktu. Astsubay salonundaki arkadaşlarımı da çağırıp dinlemelerini istiyordum. Bayburtlu Tacettin, yazıcı Ordulu Mehmet ve Subay ayakkabı boyacısı Ömer Köse'ye dedim ki, 'Gelin bakın, benim köyümün hikayesini anlatıyor...' Arkadaşlarım da gelince Albay anlatmaya başladı:

    O zaman ben Bölük Kumandanı olan bir Teğmendim. 350-400 mevcutlu bir bir bölüğe kumanda ediyordum. Bölüğümle taarruza geçip Yunan birliğini kuşattık; ama geriden gelen düşman kuvvetleri biz dört yanımızdan sardı. Ortada sıkışıp kaldım. Bölüğümle birlikte ya esir olacağız ya da kuşatmanın bir gevşek tarafını bulacak ve orayı yarıp çıkacağız. Ben ikinciyi seçtim; iyice kafaya koydum, yarma harekatı yapacaktık. Oradan kurtulmanın başka yolu yoktu. 

    Acele etmek gerekiyordu. Nihayet Yunanın zayıf bir noktasını sezdim. Saldırı için askerlerime gerekli emirleri verdim. O bölgeye saldırıya geçildi. Tam düşman cephesi yarılacağı vakit bir Çavuş geri kastı, onu gören erat da irkildi kaldı. Bu duraklama neticesinde yüzü geçgin şehit verdim. Sonra bir daha hücum emri verdim, yine tam cepheyi yarıverirken bu sefer Astsubay geri çekildi. Bölükte kalan askerlerin yarısını da o zaman şehit verdik.  O zaman, hücumdan geri çekilen Astsubaya verdim kurşunu! O ölünce üçüncü kez verdiğim hücum emri sonucunda erat, Yunan cephesini yardı çıktı. Kurtulduk; ama 400 kişilik bölüğümde 110 asker kalmıştı. O gün bugün, kulaklarımdaki bu cihazla da olsa yaşıyorsam, bunu erata borçluyum... Ben erat sayesinde yaşıyorum evlat. O günden beri sivilde hiç traş olmadım. Birlik ne kadar uzak olursa olsun, askere hayat borcum var dedim... Şimdi anladın mı, onca yolu tepip neden buraya geldiğimi?

    Albayın anlattıkları çok değerliydi. Konuşmasının bitmesini istemiyordum, başka sorular da sordum. Olayın tam olarak nerede yaşandığını da merak etmiştim. 'Bu olay köyde mi zuhur etti, yoksa köyün dışında mı?'  diye sorunca, anlatmaya devam etti. 

    Tahminim, köye 2-3 kilometre falandı. Yunanın bir kısmı Eğret'e girdi, biraz hasar verdi. Kalan kısmının köye girmesini engelledik. Köye az bir mesafede su birikintisi vardı, gölet gibi bir şey; orada durdurduk onları. Batıya doğru, İblak diyorlar, o yana kaçtılar. Eğret'e daha bir kaç gün sonra çıktı ve daha batıya doğru koşmaya başladı. Arkasından Yıldırım Kemal tren istasyonuna kadar gittim. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi kaybetmişim, beni revire kaldırmışlar. Gözümü açtığımda beni tekrar birliğime gönderdiler. Dumlupınar'da birliğime katıldıktan sonra orada Fevzi Çakmak Paşa ile buluştum... 

    Albay durakladı... Sonra 'Anlatamayacağım, kusura bakmayın' dedi ve ağlayarak Subay salonunu terk etti. Arkadaşlarımla şaşkın şaşkın ardından bakakaldık. Emekli yaşlı Albaydan dinlediğim bu hikaye hafızama kazındı, bir kelimesini bile unutmadım. Anlatırken, o zamanı tekrar yaşıyor gibiydi. O kadar heyecanlanıyordu ki, zaman zaman kekeme oldu sanırdın; sanki dili tutuluyordu. İşte o vakit hırsını ağlamaktan çıkarıyordu. Salondan çıkıp giderken bizi de ağlattı. 

    Subay berberliği yaptığım dönemin beni en çok etkileyen, hafızamda en belirgin yer edinen olayı işte bu hikayedir. Allah razı olsun o emekli Albaydan. Öldüyse Allah rahmet eylesin. Askerliğimin 16 ayı Subay berberi olarak geçti. Birinci Ordu Karargah Bölüğü Subay Berberi Ahmet Kabadayı. Selimiye Kışlası

    ***

    Ondört ay Eğret'te kalan Yunanın cephesi bozulunca, Afyon istikametinden gelen bir kısım birlikleri ile beraber kaçma hazırlıklarına başladı. Eğret'ten ve etraf köylerden getirdikleri hayvan, mahsul vb. ne kadar ganimet varsa hayvanlara yüklemişler. Bu arabaları sürmek ve gerektiğinde yükleri taşıtmak için, aralarında Ömer Dedemin de bulunduğu beş on kişiyi de arabalara görevlendirmişler. Hayvanların sayımını yapıp yola çıkmışlar. Amaçları, bunları Atina'ya kadar götürmekmiş. 

    Yunan General, Ömer Dedemi diğerleri gibi arabaya vermemiş de kendi yanında görevlendirmiş. Bu sebeple bazı fecaatlere yakından şahit olmuş Dedem. Geçtiği yerleri yakıp yıkarken, en çok yıkımın Olucak'ta yapıldığını anlattı. Her türlü hasar en fazla bu köydeymiş. Olucak, Beşkarış, Başkimse derken Dumlupınar'a yaklaşıyorlar. Generalin postası bir Yunan birliğine gidip oradan bir kağıt getiriyor. General o kağıdı alıp, aynı postaya başka bir kağıt veriyor. Posta bir oraya, bir Generale gidip geliyor.

    Bu ara, Meydan Muharebesinin yapıldığı yerde Türk birlikleri Yunanın önünü kesti, bir birlik de arkasından hücuma geçti. Yunanlar ve ganimetleri arada kaldı. Sonra Türk-Yunan, insan-hayvan her şey birbirine girdi. Yunan Generali olup biteni dürbünle izliyordu. O ara iki taraftan da top mermisi yağıyor. Mermiler Türk-Yunan ayırmıyor; hayvan insan kanı sel olup akıyor.

    Bu sırada bir şarapnel parçası geldi, Generalin postası atıyla beraber vuruldu. O ölünce General şaşırdı, yüzünü savaş alanına çevirdi. O tarafta da bir başka şarapnel bir Türk askerinin kafasını koparıp 5-10 metre öteye fırlattı. Kafasız gövde savaşa devam ediyor, üç beş Yunanlıyı daha süngülüyordu. Bu manzarayı gören General, cipe başını dayadı, gözlerinden yağmur gibi yaş akıyordu. Bizi zorla işe koşan General, başsız kaldığı halde savaşa devam eden gövdeyi görüp merhamete gelmişti. 'Bizim Atina'ya gitmemiz geçti, siz bari ailelerinize dönün' dedi. Angaryacı olarak götürdükleri bizleri topladı. 'İçinizde Karacaahmetli olan var mı?' diye sordu. İçimizden bir oralı olduğunu söyleyince, cebinden bir kağıt çıkarıp bir şeyler yazdı ve o Karacaahmetliye verdi. Türkçe konuşuyordu, 'Benim asker sizi çevirirse bunu gösterin, Kemal'in askeri çevirirse bunun zaten hükmü yok. buralardan kaybolun' dedi. Sekiz on kişi vardık, bizi Dumlupınar Meydan Muharebesinin yapıldığı yerden geri çevirdi.

    Mazinin Ömer Dedemin bana anlattığı bu hikayeyi burada noktaladık. Ömer Torunu Ahmet... Nokta.

     ***

    Arap Şükrü'nün emmisi Mehmet varmış. O sırada babasıyla emmisi birlikler. Onların mallarını yemeye sıra mı gelmemiş ne, her nasılsa hayatta kalan 15-20 sığırı güdüyormuş. Yanında o vakitler 9-10 yaşlarındaki yeğeni Şükrü de var. Eli değnek tutacak yaşta olduğundan malları filan çeviriyormuş. Emmisinin çocukları Selim'le Halise de oradalar. Fakat bunlar çok küçükler.

    Yunan kaçıyor, bunlar da Yunanın yolunun üstündeler. Topladıkları öteki ganimetlerin yanına onların sığırlarını da katmışlar. Bu sığırları sürün diye onları da görevlendiriyorlar. Adamın mallarını gaspedip bir de sürdürüyorlar. Arap Şükrü de yanlarında tabi. Selim ile Halise o kadar küçükler ki yola dayanabilecek gibi değiller. Onları eşeğin sırtındaki heybenin iki gözüne koyuyorlar. 

    Yunanın maksadı İzmir'e kadar ganimetleri taşıtmak. İzmir'e varınca nasıl olsa gemiyle Yunanistan'a götürecekler. 

    Tabi Yunan da hem kaçıyor hem de fırsat buldukça bunları kakışlayıp duruyor. Önlerinde hayvanlar, heybede çocuklar bu şekilde Başkimse'ye kadar varıyorlar. Ne olduysa orada bir karışıklık çıkıyor, angaryacıları camide öldürüyorlar. Öldürdüklerinin içinde Arap Şükrünün emmisi Arap Mehmet de var. Heybedeki çocukları hendekten aşağı doğru yuvarlayarak kurtarıyorlar. Sonra Yunan oradan uzaklaşınca Şükrü, bu küçük emmi çocukları Selim ile Halise'yi alıp Eğret'e dönüyor.

    Bu küçük çocuklardan Selim, Çullugızı Şerife Ninenin ilk eşidir. Halise Nine de Halimenin Mehmet'in karısıydı. Ben bu hikayeyi Arap Şükrü Zenger'in kendisinden duydum.

   

    ** Ahmet Kabadayı, uzun yıllar berberlik yaptığı için 'Berber Ahmet' diye bilinir. Mesleği gereği çok insanla muhatap oldu. Bu insanları konuşturma ve dinleme konusunda çok başarılı olduğu için müthiş bir bilgi birikimi edindi. Herkesin kendine göre bir birikimi vardır; Berber Ahmet'in farkı, bu birikimini insanlara aktarma konusunda da başarılı olmasıdır. Sözlü anlatımın yanında bunları yazıya dökme konusunda ne kadar başarılı olduğunu gördük. Temize çekmemi rica ederek notlarını bana verince bunu fark ettim. Çoğu insan anlatır; ama yazamaz. Berber Ahmet yazıyor da... Hem güzel yazıyor... Eğret'in işgal ve kurtuluş günlerine dair dinlediklerini derlemiş bu yazısında. Burada anlatılanların basit bir hikaye değil, belgesel tarih ile örtüşen gerçekler olduğunu işi bilenler anlayacaktır. Üsluba hiç dokunmadım, sadece imla konusunda birkaç düzeltmem oldu. Benim yazıya müdahalem bu kadar. Bir de başlık... Bu başlık ne alaka, diyecekler için; eskiden beri Anıtkaya'da, kurda canavar derler...


28 Nisan 2022

Delimamlar

     
    Veyisoğlu Veli oğlu Hacı Veli var, 1830 kayıtlarındaki sülalenin ilk hanesidir; doğduğu yılı düşünürsek 1700’lü yılların sonuna varmamız gerekir…

      Asiye Hanım ile evlenen Hacı Veli’nin 1832’de Süleyman ve 1834’te Ali olmak üzere iki oğlu doğdu. Büyük oğlu Süleyman’ın 1838 yılında öldüğü kaydedilmiş. Yalnız hemen ardından doğan oğluna yine Süleyman adını koyduğu anlaşılıyor. Bir de 1845 yılında Fatma adını verecekleri bir kızları oldu. Çatalların Hüseyin’e verecekleri Fatma, ileride Topçu ve Potuk’un nineleri olacaktır.

    Diğer yandan Veyisoğlu Halil’in Asiye adındaki hanımından da Nazife/Nazike adlı bir kızı vardı. (Ne kadar resmiyette Nazife olsa da hep Nazik adıyla çağrılacak olan bu kız; ayrı analardan, Böbü Dedenin ablasıdır.) İşte oğulları Ali’yi amcasının kızı bu Nazik Hanım ile everdiler. Yalnız bu, Ali'nin ikinci eşidir. İlk eşi Havva Hanım hakkında fazla bilgimiz yok. Şerife adındaki kızı, Hacımahmutların Garamehmete vararak Sakızcının anası olacaktır... Havva hanımın bu tek çocuktan sonra öldüğü anlaşılıyor...

    Emmi çocukları olan Nazife ile Ali'nin evliliğinden üç kız bir oğlan, dört çocuk kaydı var. Büyük kızları 1845 doğumlu Şerife... Hacıların Hacı Ali'ye vardı. İlk eşi vefat ettiğinden dul kalan Hacı Ali, Kelsaleğin dedesidir. Nazik adında bir kızı olduktan sonra Hacı Ali vefat edince Şerife Hanım baba ocağına geldi ve ölene kadar kendinden 17 yaş daha küçük  erkek kardeşinin yanında kaldı. Kızı Nazike Veyislerin Hacı Arif'e vardı, Körhocanın anası olacaktır. Yalnız Hacıarif ile Nazike'nin hala dayı çocukları olduğunu ıskalamayalım... Ortanca kızları Havva, Hacapdıramanların Mehmet eşi... Bu evliliğe de mim koyalım; zira Mehmet ile Havva, anaları ayrı da olsa, teyze çocuklarıdır. Yani analar, Veyislerin Böbü Dede kardeşi... Küçük kız Hanife ise Şemşilerin Ahmet eşi (Seydi Ahmet Şık'ın anası)dır. 


    Deli İmam

    Ali ile Nazife'nin tek oğlunun adı İbrahim... 1862 yılında doğan İbrahim, Veyisoğlu Osman kızı Emine ile evlendi. (Bu Osman, Veyislerin 20. asrı göremeyen fertlerinden biridir. Öldüğünde Ayşe ve Emine adında iki kızı vardı. Ayşe hiç evlenmedi. Eşi Hatice ise Ayanoğlu İbrahim'e yani Alçak Mehmet'in babasına varacaktır.) 

    İbrahim ile Emine'nin çocuklarının ikisi kız biri erkek... Büyük kızı 1887'de doğdu ve ona anasının adı Olan Nazike ismini koydu. Nazike Veyislerin  Mehmet eşidir; yani Deliban  (İbrahim Dadak)ın annesi... Küçük kızı Hayriye ise 1902 yılında doğdu; O da Guycuların  Süleyman eşidir. Guycuların Ahmet Mola ve Adem Mola'nın anneleri...

    Tek oğlu Ali, iki kızın arasında 1898'de dünyaya geldi. Kendi babasının adını koyduğu bu çocuğun lakabı 'Delimamın Ali' olacaktır. Şimdi bu lakaplamanın sebebine gelelim...

    Sonradan Daldallar olarak bilinecek sülalenin atası olan Veyisoğlu Hüseyin’in en büyük oğlu Ali’den Hacellere gidiliyor… İşte o Ali’den torunu Mustafa var… Ali oğlu Molla Mustafa, kesin tarihini bilmediğimiz bir vakitte Eğret Hatibi olarak tayin edildi. Vefat ettiği 1882 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Osmanlıda bu tür görevler, genellikle babadan oğula geçen makamlar şeklinde sistemleştirilmişti. Oysa Hatip Mustafa Efendinin erkek çocuğu yoktu... Bu göreve en yakın varis olarak, amcaoğlusu Ali oğlu İbrahim Efendi görülüyordu. Nitekim İbrahim, 1882'den 1886'ya kadar dört yıl fahri olarak Cuma Camisinde hatiplik yaptı. Bu arada boş bulunan Eğret Hatipliğine İbrahim Efendinin atanması için teklif yapıldı.

    1886 yılında nihayet Ali oğlu İbrahim Efendi'nin ataması yapıldı. Artık resmi olarak Eğret Hatibi idi. Ölene kadar, tam yirmi yıl bu görevini sürdürdü. Atama kararı incelendiğinde; Eğret şartlarında bu görev için yeterli donanımda bulunduğu, görevlendirme için sınav yapma gereği duyulmadığı, günlük bir akçe maaş tahsis edildiği gibi bilgiler çıkarılabilir.

    Resmiyette 'Eğret Hatibi İbrahim Efendi ibni Ali bin Hacı Veli' gibi künyeler yazılsa da Eğretliler kendisini 'Deli İmam' diye bildi. Bu yüzden kendisinden sonraki çocuklarına da 'Delimamlar' denilecektir. 

    Hatiplik vazifesinin son dönemlerinde Delimam, Cuma Camisinde Döğerli Mücellit Hoca ile birlikte görev yaptı. Mücellit Ahmet Efendi imam, İbrahim Efendi ise hatip idi. 

    1905'te vefat ettiğinde annesi Nazife/Nazike Hanım 80 yaşında hala hayatta idi. Büyük kızı, Delibanın anası Nazik onsekiz; oğlu Delimamın Ali yedi; küçük kızı Hayriye ise üç yaşındaydı...


    Delimamın Ali

    Babasının ölümünden yıllar sonra Delimamın Ali, Sağırların Salih kızı Fatma ile evlendi. Fatma Hanım; Sağırların İbram Hoca (İbrahim Sancak), Hilmi Hoca (Hilmi Sancak) ve Sağıroğlu Süleyman Sancak'ın halalarıdır...

    Delimamın Ali'nin biri erkek, altı çocuğu oldu. Büyük kızına kendi ninesi Nazik'in adını koydu. Nazik Hanım önce Tülümurat, sonra Çapar Mehmet Dadak'ın eşi oldu... Delimamın diğer kızları; Refiye, Gobakların Gocayusuf eşi; Şerife, Yörüktahirin Bakkalsarı eşi; Emine, Sağıroğlunun Süleyman eşi; Fadime, Terlemezlerin Nazmi Hoca eşi ve Selime de Gavurarif tabir edilen Arif Önkal eşidir... Burada Halit Akyol eşi Şerife'nin, anneannesinin adını taşıdığını; Emine Hanım ile eşi Sağıroğlu Süleyman Sancak'ın hala-dayı çocukları olduğunu; 1934'te doğup sekiz yaşında ölen Refiye adında bir kızının daha kayıtlı olduğunu da belirtmek lazım.

    Delimamın Ali, 1923'te doğan tek oğluna babası Deli İmam İbrahim Efendi'nin hatırası olarak İbrahim adını koydu. Bu arada ablası Nazik'in eşi Mehmet vefat edince, yetim kalan yeğeni İbrahim (Deliban)a sahip çıktı. Kendi oğluyla birlikte iki İbrahim'i birbirinden ayırmadı. 

    Ailelere soy adı belirleme zamanında soyadı olarak 'SOYDAN'ı tercih etti. 1934 Yılından itibaren Delimamın Ali'nin ailesi bu soy ismini kullanacaktır. 

    Delimamın Ali, ayrı ayrı iki dönem Eğret Muhtarlığı yaptı. Sonra bir ara 'Dağ Memuru' olarak da görevlendirildi. Gerek Muhtarlık, gerekse sonraki görevi otoriterlik isteyen hizmetlerdi. Delilik, otoriterlik, sertlik; ne derseniz deyin, bunlar Delimamın Ali'de fazlasıyla bulunan hasletler olduğu için görevlerini layıkıyla yerine getirdiği söyleniyor... 1975 Yılında vefat etti, karısı Fadik Hanım ise ondan bir süre sonra 1983'te öldü...

    Delimamların İbrahim, Tenikneci Mehmet kızı Satı ile evlendi; Keçilerin Kazım Seçen ile bacanak oldular... İbrahim ile Satı Hanım da dipten akrabadırlar; ikisi de ninelerinden Veyislere çıkar... Bu evlilikten dört oğulları oldu: 1950'de Süleyman, 1955'te Ali, 1960'ta Mevlüt ve 1964 yılında Ahmet doğdu... 

    Önce eşi Satı Hanım vefat etti, yıl 1988... Dört yıl sonra Delimamın Ali'nin tek oğlu İbrahim de vefat etti...

    Dedesinin adını taşıyan Ali, askerde komando olduğu için 'Komando Ali' diye lakaplandı. Son dönemlerinde Anıtkaya dışından bir hanımla evlendi ve kısa süre sonra, 2005'te vefat etti. 

    Büyük oğul Süleyman ile üç numara Mevlüt bacanaklar... Takgasların Abdullah Öncül kızlarıyla evlendiler. Süleyman'ın üç oğlu var; İbrahim Delimamlardan, Murat ise Takgaslardan adını almış... Mevlüt'ün ise bir oğlu bir kızı var... Süleyman ve Mevlüt kardeşler, çocuklarıyla birlikte İzmir'e yerleştiler; Mevlüt 2023'te, Süleyman’ın eşi Hatice ise 2024’te vefat ettiler...

    Küçük oğul Ahmet, 'Dakım' lakabıyla bilinirdi. Kayıhan'dan evlendi. İbrahim adında bir oğlu var ve Afyon'da yerleşik...

    Delimamlardaki İbrahim'ler; bize Eğret Hatibi Deli İmam İbrahim Efendi'yi hatırlatmalıdır...


    Hamurköylü Ali

    Bu noktada geriye dönmemiz gerekecek. Veyisoğlu Hacı Veli’nin, Ali’den sonra Süleyman adında bir oğlu daha vardı. Onu da Veyisoğlu Daldal Hüseyin’in Hacı Ali’den torunu Şemsi ile everdiler. Şemsi Hanım, Delimamdan önceki Eğret hatibi Molla Mustafa’nın kardeşidir… (Ayrıyeten Akgalak Çapar Mehmet Dadak'ın dedesi olan Deliveyisin ablasıdır.) 

    1874 yılında dünyaya gelen Fatma, Süleyman ile Şemsi'nin tek çocuklarıdır. Hacı Veli'nin oğlu Süleyman'dan tek torunu olan bu Fatma'nın nasibi, çok ilginç, Hamurköy'den Ali... Gelmiş yerleşmiş Eğret'e... Fatma ile Ali'nin Satı adında bir kızı doğduktan hemen sonra Ali askere gidiyor ve dönemiyor... Yıl, 1910... 

    O sıralarda Muhtar olduğu sanılan Böbüdedenin büyük oğlu Hasan Hüseyin, Döğerli Mücellit Ahmet Hocanın ricasıyla köye kahya olarak aldığı çalgıcı Topal Hüseyin'e Fatma Hanımı nikahlar. Taze dul Fatma Hanım ve küçük yetimi Satı, böylece sahipsiz kalmamış olur, hem de Eğret'e çocuklarıyla dul gelen Topal Hüseyin başgöz edilmiştir... Topal Hüseyin sonradan müezzinliğe terfi etti, oğlu Ömer'e Hasan Hüseyin'in kızını alarak dünür oldular. Soyadı Kanunuyla Kabadayı soyismini aldı, Böbülerin atasıdır...

    Bu arada Fatma Hanım vefat etti... Küçük yetim Satı; ileride Yörük Kerim'in eşi, Yörük Mehmet Demir'in de anası olacaktır. 1983 yılında vefat etti...