Ahmet KABADAYI**
Mazinin Ömer Dedemin bana anlatışına göre; Yunan Eğret köyüne geldiğinde, önce bütün köylünün Kocacami önünde toplanmasını istiyor. Yapılan ilan üzerine köylü istenen yerde toplanıyor. Evinde ne kadar hayvan varsa herkesin sürüp buraya getirmesini istiyorlar. Bunun basit bir sayım ve tespit işlemi olacağını, sonrasında yine herkes malını geri götürebileceği özellikle belirtiliyor.
Emri duyan halk evinde damında ne kadar hayvan varsa istenilen yere yığıyor. Cinsine göre ayrı ayrı gruplar oluşturuluyor; öküzler bir yanda, inekler bir yanda, koyunlar bir yanda, atlar ve eşekler bir yanda. Sonra bütün hayvanlar kayıt altına alınıyor. Kimde ne kadar, ne varsa tek tek yazılıyor ve herkese numara veriliyor.
Sayım ve numaralandırma bitince sıra zimmetlemeye geliyor. 'Şimdi hepiniz hayvanlarınızı evinize götürün ve onlara iyi bakın. Sorumlusu sizsiniz, eğer onlara bir şey olursa sizi cezalandırırız!' diye tembihliyorlar.
Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, ilk önce Cücelerin Arap Osman'a varıyorlar. 'Falanca numaralı öküzü çıkar' diyorlar. Bu arada Macur Ali, Arap Osman'ın evlatlığı... Ona 'Oğlum, hadi çıkar ver hayvanı' diyor Arap Osman... Gerisini Macur Ali Emmiden şöyle dinledim: 'Yanımdaki Yunan askeriyle beraber öküzü Yunan karargahına götürdük. Orada yemek hazırlığı vardı. Benden de yardım isteyerek öküzü kestiler; ama beni bırakmadılar, zorla çalıştırdılar. Tabi ben o zaman çok ufaktım... Ondan sonra baktılar; kimin hayvanı etli ise götürüp kestiler. Koşulabilecek hayvan lazım olduğunda, istediklerini alıp götürdüler. Binmek için atları köylüye baktırdılar.'
Dedemin anlattığına göre; bizim köy ve etraf köylerde 14 ay kaldılar. İlk günlerde çok iyi niyetlilermiş gibi davrandılar. Sonraları ne buldularsa gasbetmeye başladılar. Göz koydukları bir şeyi zorla milletin elinden alıyor, Atina'ya gönderiyorlardı.
***
Kadınlar, samanlık veya damlarda toplu olarak bulunmaya gayret ediyorlardı. Çünkü yalnız gördükleri kadınlara askıntı oluyorlardı. O sırada Patlağın İbram çocuktu, kadınlar ona gözcülük yaptırıyorlardı. Yunan askerlerinin yaklaştığını görünce haber edecekti... Kadınları haberdar ettiği bir gün, buna kızan asker silahını çekip kolundan vuruyor... İbram Emmi, avuç tarafında bileğinin hemen üst kısmındaki kurşun yarasını bana gösterdi. Bir ceviz sığacak kadar büyük bir oyuktu. 'Bu Yunan gavurunun eseri' derdi...
Kendisine boyun eğmeyen, birazcık itiraz edeni hemen alıp yok ediyorlardı. Çoğunu Afyon'a götürüyorlardı, orada Ulucami'ye kapatırlarmış. Bir şekilde oradan kaçıp kurtulabilenlerden öğreniyorlar bunları. Kendileri için daha tehlikeli gördüklerini Atina'ya yolluyorlarmış... Kendilerine itaat edenleri ise Yunan kimliği verip istihbarat amaçlı kullanırlarmış. Bunların içinden de doğru bilgi vermediğini düşündüklerini hemen yolda öldürüyorlar.
Dedemin anlattığına göre, Gödecin Mısdık evleneceği zaman buna izin vermiyorlar. Harmandan buğday getiriyormuş gibi yapıp, gelini gerinin içinde getiriyorlar eve. Nazik Nineyi buğday gerisinde getiriyorlar yani... Tabi sonradan bu olayı duyunca, muhbir olarak kullandıkları kişiyi 'Niye haber vermedin!' diye öldürmüşler.
Köyde Yunana karşı gelebilecek fazla insan da kalmamıştı. Dedemin dediğine göre bunun bir sebebi, eli silah tutanların askere alınmış olması... Zaten Cihan Harbine 250 asker gitmiş, bunların sadece beşi geri dönebilmiş. Ondan sonra geride kalanlar da Kuvay-ı Milliye'ye katılmışlar. Köyde erkek olarak yaşlılar, sakatlar ve çocuklar var. Buna rağmen elde kalan bu Eğretli erkeklere inanılmaz eziyetler ediyorlar. Atların arasına bağlayıp sürükleme... Burada anlatılamayacak davranışlarla ölümden beter şekile sokuyorlar... Bu durumda Yunan istediği gibi at oynatacağını düşünüyor. Lakin köyün kadınları; analar, bacılar onlara karşı erkekler gibi fedakarca dik durabiliyor. Genelde kadınlar birlikte hareket ediyor, toplu bulunmaya dikkat ediyorlar... Yapılan eziyetlere karşı erkeğiyle kadınıyla sabırla mücadele ediyorlar. Onların hepsinden de Allah razı olsun...
***
Yunanlar işgal ettikleri bu bölgeyi benimsemiş, 'Bizim yurdumuz' demeye başlamışlar. Çakırların evin bir bölümünü subaylardan biri karargah gibi kullanıyormuş. Çakır Mehmet'in amcası Çanakkale'de şehit olmuş, eşi ve çocukları da o evde bulunuyor... Yunan subayın bir postası var, ev sahiplerine çok iyi davranıyor. Meğer o posta, Sakarya'da Yunan'a esir düşmüş Konya Ereğlili bir Türk askeriymiş. Yunanlarla sürekli Yunanca konuşuyor; ama bir gün Çanakkale şehidinin eşi, onun Türkçe konuştuğuna şahit oluyor. Böylece o postanın hikayesi ortaya çıkıyor...
Bu kadın Halime Ninedir, olayı ben kendisinden işittim. Buna göre, Halime Nine 'Sen Türk müsün?' diye soruyor. Posta 'Evet, aman başka birisi duymasın!' diye tembihliyor. Subay olmadığı zamanlarda içini dökmeye başlıyor. Bir gün diyor ki 'Halime Abla, subaylar kendi aralarında konuşurlarken duydum. İngiltere'den bir mesaj gelmiş "Canavarı elimden kaçırdım. İşiniz bitti, kendinize dikkat edin." diyormuş İngiltere. Subaylar, bizim de ne olacağımız belli değil, diye kara kara düşünüyorlar...'
Bu konuşmadan dört ay sonra Yunan bozgunu başladı. İşgalciler bizim köyden sıkışıp kaçarken, o Konyalı adam da ellerinden kurtulmuş çıktı geldi. 'Bizim oralarda gavur yok, sen buralarda sürünme, kabul edersen evlenelim' dedi. Benim kocam da zaten önceden ölmüştü....
Halime Nine Çulluların Muhittin'in ninesi idi. Fotoğraflarını çekmek için Muhittin'le sık sık onlara giderdim. O sırada anlattıkları benim ilgimi çeker, daha da anlatsın diye sorular sorardım. 'Evlendin mi, o adamla?' diye sordum. 'Evet' dedi, ve devam etti: 'Konya Ereğli'ye gittim. 10-15 sene kaldım. Çok iyi bir adamdı, beni konfeksiyon fabrikasında işe yerleştirdi, 9-10 sene çalıştım. Orada bir kızım oldu, adını Makbule koydum. Sonra çocuk hastalanıp öldü. Bu arada oğlum Mehmet askerden gelmişti. "Buralarda duramıyorum" deyip, beni de yanına alarak kaçırdı. Oğluma dayanamadım, birlikte Eğret'e geldik... Halime Nine ile dertleşme sohbetim bitti. Ben İzmir'e geldim, O da Hakkın rahmetine kavuştu. Allah rahmet eylesin...
İşgalci İngilizlerce İstanbul'da 1919'da tutuklanıp Malta'ya sürülen Ali İhsan Paşanın, yağ bidonlarına gizlenerek Malta'dan kaçıp Kuşadası'na ulaşması 1921 Eylülünü bulmuştu. Bu mühim durum karşısında İngiltere, Yunan'a nota veriyor 'Türkiye'yi benimsedin, kendine dikkat et. Canavar kaçtı, eğer Türkiye'ye gelirse işin zorlaşır.' diyor.
***
Şimdi anlatacaklarımı, üç ihtiyar kendi aralarında sohbet ederlerken dinledim. İhtiyarlardan biri Küçükhöyüklü Karamehmet, diğeri Paşaköylü Berberlerin Koca Ömer ve üçüncüsü de Mazinin Ömer Dedemdir.
Küçükhöyüklü Karamehmet anlatmaya başladı: 'Yunan askerlerinin arasında bir dilenci geziyordu. Bir ara o dilenciyi bizim odaya girerken gördüm, ardından ben de daldım içeri. Dilencinin saç sakal birbirine girmiş, üst baş perişan... Çok acınacak kılıkta bu adamla babam fısıl fısıl bir şeyler konuşuyor. "Oğlum şu garibe evden yiyecek bir şeyler getir" diyerek babam beni oradan uzaklaştırdı. Yemeği getirdim, bu sefer de yok eşeği sula, yok saman dök bahaneleriyle beni odadan uzak tutuyor... Sonra odada gariban dilenci var diye un, bulgur gibi üç dört heybe erzak topladılar. Dilenci ayrılırken dikkatimi çekti heybelerin bir kısmını götürmedi, odada bıraktı. Niye götürmediğini babama sordum "Diğer köylerde hayvana yük olmasın, yarın gelip alacak bunları" dedi... Bir müddet sonra babam duramadı, "Oğlum Yunan askerleri soruşturma yaptıkları zaman çocukları kullanırlar. Eğer onlardan biri sana bu dilenciyi soracak olursa sakın ağzından bir şey kaçırma, o giden bir Türk subayıdır...' diye beni uyardı.
Paşaköylü Koca Ömer söze girdi: 'Bizim köyde de iki gün önce dilenci kılıklı bir adam vardı. Sabah ezanında kimseye bir şey söylemeden çekip gitmiş. Babam odaya çorba götürünce, bakmış kimse yok. Dolu çorba tasıyla eve geri gelince anam "Ne biçim misafirmiş!" diye söylendi. Babam ise sakince "Bu mübareklerin hali belli olmaz" deyip mevzuyu kapattıydı.
Bu sefer Dedem devreye girdi. Aynı dilencinin Yunan birliklerinin içine girdiğini, yedeğinde bir eşeği olduğunu, askerlerin bu iğrenç kılıklı dilenciyi itip kakarak nasıl eğlendiklerini ve oradan nasıl kovduklarını anlattı. Sonra devam etti: 'Askerlerden kurtulan bu garip dilenci işgal altındaki Afyon'a gidiyor. Bir lokantaya varıp çorba içiyor. Bu esnada lokantada Yunanlar çoğunlukta... Hem yiyor hem de gürültülü konuşmalarıyla eğeleniyorlar. Türkleri aşağılayıcı sözler söyleyip bundan kendilerine eğlence çıkarıyorlar. Garip dilencinin kaşla göz arasında bir parça kağıda bir şeyler karalayıp onu tabağın altına yapıştırdığını farkediyorlar; ama müdahale etmeye kalmadan hırpani kılıklı pis herif çıkıp gidiyor. Onun İngilizlerin elinden kaçan Canavar olduğunu anlayan, biraz önceki küstah Yunanlar panikliyorlar...
Dedemin anlattığına göre o sırada Mustafa Kemal Ankara'da... Kendisine telgraf çekilince buraya geliyor. Genelkurmay ve Askeri Şura bir gece toplanıyor. Ali İhsan Paşa ile istişare ediyorlar. Uzun zaman dilenci kılığında bütün cepheyi adım adım dolaşan Paşa, "Benim keşfime göre, Yunanın ağırlık merkezi Kocatepe. Burayı düşürmeden mümkün değil Türkiye'den gitmez. Eğer Kocatepe'yi düşürürsek, gerisi kolay..." Buna göre planlama yapılıyor, emirler veriliyor.
Verilen emirlerden birisine göre de herkes şu zamana kadar bulunduğu cepheyi alamazsa kendini öldürsün, deniliyor. Albayın biri hedefindeki cephe düşmedi diye kendini vuruyor. Postası 'Komutanım, gözün aydın, cephe düştü' müjdesini verince şükredip ruhunu teslim ediyor. Aynı yerde Gazilerin Halil Çavuş da mevzide... Siperden çıkınca bir şarapnel işkembesini alıp götürüyor. O halde kuşağını karnına depip savaşa devam ediyor. Tekelilerin Hasan Çavuş, 'Vuruldun, mevziye gir!' diye bağırdıysa da oralı olmuyor. Yunanlılar teslim bayrağını çekince o da yığılıp şehit oluyor. Hasan Çavuşun dediğine göre, işkembesiz bir şekilde zafere kadar ateş ediyor.
***
Büyüklerden dinlediğime göre, Yunan Eğret'te ondört ay kaldıktan sonra Kocatepe'den bozulup bir kısmı Şuhut tarafına, bir kısmı Sandıklı ve Sinanpaşa'ya doğru yöneliyor. Sinanpaşa'dan Balmahmut ve Yıldırımkemal'e doğru ikiye bölünüyor. Tabi bir kısmı da Afyon'a itiliyor. Afyon'dan kopan bir Yunan Kolordusu da Eğret'e doğru yöneliyor, Uzundere bölgesinde karargah kuruyor.
Türk Süvarisi de Afyon bölgesinden Yunanı kovalayarak Moruklu dediğimiz mevkiye gelince karanlık çöküyor. Türk askeri içinde Bölük Çavuşu olarak köyümüz kahramanlarından Sağırların Ali Osman Hoca da bulunmaktadır. Bulundukları yeri anlamak için haritayı açan Türk Komutanın kafası karışıyor. 'Şurası Yukarı Dandır, şurası Aşağı Dandır, şurası Eğret de... peki şu ışıkları yanan büyük köy nedir ve niye haritada gösterilmemiş' diye anlamaya çalışırken, bizim Ali Osman Hoca kendini tanıtarak olaya müdahale ediyor. Kendisinin Eğretli olduğunu, mevcut köylerin ve Kaymak Baba, Resulbaba gibi noktaların haritadaki yerlerinin doğru gösterildiğini; ancak Uzundere mevkisinde görülen ışıkların köy değil, kaçmakta olan Yunan tümeni olduğunu bir bir anlatıyor. Ali Osman Çavuşun verdiği bu bilgiler istikametinde taarruz planlaması yapılıp hücum ediliyor.
***
Ben askerde subay berberi iken bir emekli Albay, ta Küçükçekmece'den Selimiye Kışlasına traş olmaya gelirdi. Ona bir gün sordum: 'Komutanım, Küçükçekmece'den buraya gelesiye kadar bir kaç vasıta değiştiriyorsun, çok zaman harcıyorsun. Bu yaşlı halinle çektiğin zahmete değer mi?...' Adam işitme zorluğu da çekiyor, kulaklarında cihaz var, 'Bu şekilde zor olmuyor mu?' dedim. Soruma cevap vermeye hazırlandığı belliydi, önce bana 'Nerelisin evlat!' dedi. Afyonlu olduğumu öğrenince derin bir 'Ahhh!' çekti, sustu. Konuşturmak için 'Hayrola Komutanım' diye önünü açtım. 'Afyon'un yakınında Eğret var bilir misin?' dedi. Eğretli olduğumu öğrenince, yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle oturduğu koltuktan fırlayıp kalktı. Kendisine şaşkın şakın bakan gözlerimi öptü.
Ağlıyordu... Hıçkırıklar arasında 'İşte o günden beri hep eratta traş olurum yavrum.' dedi. Bendeki şaşkınlık, yerini meraka bıraktı. 'Peki Komutanım, sizin için erat niye bu kadar önemli?' diye sordum. O da konuşmak için can atıyor gibiydi, belli ki heyecanlı bir sohbet olacaktı. Tam anlatmaya başlayacakken bir dakika müsade istedim. O sırada Subay salonunda yalnızdık, ondan başka kimse yoktu. Astsubay salonundaki arkadaşlarımı da çağırıp dinlemelerini istiyordum. Bayburtlu Tacettin, yazıcı Ordulu Mehmet ve Subay ayakkabı boyacısı Ömer Köse'ye dedim ki, 'Gelin bakın, benim köyümün hikayesini anlatıyor...' Arkadaşlarım da gelince Albay anlatmaya başladı:
O zaman ben Bölük Kumandanı olan bir Teğmendim. 350-400 mevcutlu bir bir bölüğe kumanda ediyordum. Bölüğümle taarruza geçip Yunan birliğini kuşattık; ama geriden gelen düşman kuvvetleri biz dört yanımızdan sardı. Ortada sıkışıp kaldım. Bölüğümle birlikte ya esir olacağız ya da kuşatmanın bir gevşek tarafını bulacak ve orayı yarıp çıkacağız. Ben ikinciyi seçtim; iyice kafaya koydum, yarma harekatı yapacaktık. Oradan kurtulmanın başka yolu yoktu.
Acele etmek gerekiyordu. Nihayet Yunanın zayıf bir noktasını sezdim. Saldırı için askerlerime gerekli emirleri verdim. O bölgeye saldırıya geçildi. Tam düşman cephesi yarılacağı vakit bir Çavuş geri kastı, onu gören erat da irkildi kaldı. Bu duraklama neticesinde yüzü geçgin şehit verdim. Sonra bir daha hücum emri verdim, yine tam cepheyi yarıverirken bu sefer Astsubay geri çekildi. Bölükte kalan askerlerin yarısını da o zaman şehit verdik. O zaman, hücumdan geri çekilen Astsubaya verdim kurşunu! O ölünce üçüncü kez verdiğim hücum emri sonucunda erat, Yunan cephesini yardı çıktı. Kurtulduk; ama 400 kişilik bölüğümde 110 asker kalmıştı. O gün bugün, kulaklarımdaki bu cihazla da olsa yaşıyorsam, bunu erata borçluyum... Ben erat sayesinde yaşıyorum evlat. O günden beri sivilde hiç traş olmadım. Birlik ne kadar uzak olursa olsun, askere hayat borcum var dedim... Şimdi anladın mı, onca yolu tepip neden buraya geldiğimi?
Albayın anlattıkları çok değerliydi. Konuşmasının bitmesini istemiyordum, başka sorular da sordum. Olayın tam olarak nerede yaşandığını da merak etmiştim. 'Bu olay köyde mi zuhur etti, yoksa köyün dışında mı?' diye sorunca, anlatmaya devam etti.
Tahminim, köye 2-3 kilometre falandı. Yunanın bir kısmı Eğret'e girdi, biraz hasar verdi. Kalan kısmının köye girmesini engelledik. Köye az bir mesafede su birikintisi vardı, gölet gibi bir şey; orada durdurduk onları. Batıya doğru, İblak diyorlar, o yana kaçtılar. Eğret'e daha bir kaç gün sonra çıktı ve daha batıya doğru koşmaya başladı. Arkasından Yıldırım Kemal tren istasyonuna kadar gittim. Sonrasını hatırlamıyorum. Kendimi kaybetmişim, beni revire kaldırmışlar. Gözümü açtığımda beni tekrar birliğime gönderdiler. Dumlupınar'da birliğime katıldıktan sonra orada Fevzi Çakmak Paşa ile buluştum...
Albay durakladı... Sonra 'Anlatamayacağım, kusura bakmayın' dedi ve ağlayarak Subay salonunu terk etti. Arkadaşlarımla şaşkın şaşkın ardından bakakaldık. Emekli yaşlı Albaydan dinlediğim bu hikaye hafızama kazındı, bir kelimesini bile unutmadım. Anlatırken, o zamanı tekrar yaşıyor gibiydi. O kadar heyecanlanıyordu ki, zaman zaman kekeme oldu sanırdın; sanki dili tutuluyordu. İşte o vakit hırsını ağlamaktan çıkarıyordu. Salondan çıkıp giderken bizi de ağlattı.
Subay berberliği yaptığım dönemin beni en çok etkileyen, hafızamda en belirgin yer edinen olayı işte bu hikayedir. Allah razı olsun o emekli Albaydan. Öldüyse Allah rahmet eylesin. Askerliğimin 16 ayı Subay berberi olarak geçti. Birinci Ordu Karargah Bölüğü Subay Berberi Ahmet Kabadayı. Selimiye Kışlası
***
Ondört ay Eğret'te kalan Yunanın cephesi bozulunca, Afyon istikametinden gelen bir kısım birlikleri ile beraber kaçma hazırlıklarına başladı. Eğret'ten ve etraf köylerden getirdikleri hayvan, mahsul vb. ne kadar ganimet varsa hayvanlara yüklemişler. Bu arabaları sürmek ve gerektiğinde yükleri taşıtmak için, aralarında Ömer Dedemin de bulunduğu beş on kişiyi de arabalara görevlendirmişler. Hayvanların sayımını yapıp yola çıkmışlar. Amaçları, bunları Atina'ya kadar götürmekmiş.
Yunan General, Ömer Dedemi diğerleri gibi arabaya vermemiş de kendi yanında görevlendirmiş. Bu sebeple bazı fecaatlere yakından şahit olmuş Dedem. Geçtiği yerleri yakıp yıkarken, en çok yıkımın Olucak'ta yapıldığını anlattı. Her türlü hasar en fazla bu köydeymiş. Olucak, Beşkarış, Başkimse derken Dumlupınar'a yaklaşıyorlar. Generalin postası bir Yunan birliğine gidip oradan bir kağıt getiriyor. General o kağıdı alıp, aynı postaya başka bir kağıt veriyor. Posta bir oraya, bir Generale gidip geliyor.
Bu ara, Meydan Muharebesinin yapıldığı yerde Türk birlikleri Yunanın önünü kesti, bir birlik de arkasından hücuma geçti. Yunanlar ve ganimetleri arada kaldı. Sonra Türk-Yunan, insan-hayvan her şey birbirine girdi. Yunan Generali olup biteni dürbünle izliyordu. O ara iki taraftan da top mermisi yağıyor. Mermiler Türk-Yunan ayırmıyor; hayvan insan kanı sel olup akıyor.
Bu sırada bir şarapnel parçası geldi, Generalin postası atıyla beraber vuruldu. O ölünce General şaşırdı, yüzünü savaş alanına çevirdi. O tarafta da bir başka şarapnel bir Türk askerinin kafasını koparıp 5-10 metre öteye fırlattı. Kafasız gövde savaşa devam ediyor, üç beş Yunanlıyı daha süngülüyordu. Bu manzarayı gören General, cipe başını dayadı, gözlerinden yağmur gibi yaş akıyordu. Bizi zorla işe koşan General, başsız kaldığı halde savaşa devam eden gövdeyi görüp merhamete gelmişti. 'Bizim Atina'ya gitmemiz geçti, siz bari ailelerinize dönün' dedi. Angaryacı olarak götürdükleri bizleri topladı. 'İçinizde Karacaahmetli olan var mı?' diye sordu. İçimizden bir oralı olduğunu söyleyince, cebinden bir kağıt çıkarıp bir şeyler yazdı ve o Karacaahmetliye verdi. Türkçe konuşuyordu, 'Benim asker sizi çevirirse bunu gösterin, Kemal'in askeri çevirirse bunun zaten hükmü yok. buralardan kaybolun' dedi. Sekiz on kişi vardık, bizi Dumlupınar Meydan Muharebesinin yapıldığı yerden geri çevirdi.
Mazinin Ömer Dedemin bana anlattığı bu hikayeyi burada noktaladık. Ömer Torunu Ahmet... Nokta.
***
Arap Şükrü'nün emmisi Mehmet varmış. O sırada babasıyla emmisi birlikler. Onların mallarını yemeye sıra mı gelmemiş ne, her nasılsa hayatta kalan 15-20 sığırı güdüyormuş. Yanında o vakitler 9-10 yaşlarındaki yeğeni Şükrü de var. Eli değnek tutacak yaşta olduğundan malları filan çeviriyormuş. Emmisinin çocukları Selim'le Halise de oradalar. Fakat bunlar çok küçükler.
Yunan kaçıyor, bunlar da Yunanın yolunun üstündeler. Topladıkları öteki ganimetlerin yanına onların sığırlarını da katmışlar. Bu sığırları sürün diye onları da görevlendiriyorlar. Adamın mallarını gaspedip bir de sürdürüyorlar. Arap Şükrü de yanlarında tabi. Selim ile Halise o kadar küçükler ki yola dayanabilecek gibi değiller. Onları eşeğin sırtındaki heybenin iki gözüne koyuyorlar.
Yunanın maksadı İzmir'e kadar ganimetleri taşıtmak. İzmir'e varınca nasıl olsa gemiyle Yunanistan'a götürecekler.
Tabi Yunan da hem kaçıyor hem de fırsat buldukça bunları kakışlayıp duruyor. Önlerinde hayvanlar, heybede çocuklar bu şekilde Başkimse'ye kadar varıyorlar. Ne olduysa orada bir karışıklık çıkıyor, angaryacıları camide öldürüyorlar. Öldürdüklerinin içinde Arap Şükrünün emmisi Arap Mehmet de var. Heybedeki çocukları hendekten aşağı doğru yuvarlayarak kurtarıyorlar. Sonra Yunan oradan uzaklaşınca Şükrü, bu küçük emmi çocukları Selim ile Halise'yi alıp Eğret'e dönüyor.
Bu küçük çocuklardan Selim, Çullugızı Şerife Ninenin ilk eşidir. Halise Nine de Halimenin Mehmet'in karısıydı. Ben bu hikayeyi Arap Şükrü Zenger'in kendisinden duydum.
** Ahmet Kabadayı, uzun yıllar berberlik yaptığı için 'Berber Ahmet' diye bilinir. Mesleği gereği çok insanla muhatap oldu. Bu insanları konuşturma ve dinleme konusunda çok başarılı olduğu için müthiş bir bilgi birikimi edindi. Herkesin kendine göre bir birikimi vardır; Berber Ahmet'in farkı, bu birikimini insanlara aktarma konusunda da başarılı olmasıdır. Sözlü anlatımın yanında bunları yazıya dökme konusunda ne kadar başarılı olduğunu gördük. Temize çekmemi rica ederek notlarını bana verince bunu fark ettim. Çoğu insan anlatır; ama yazamaz. Berber Ahmet yazıyor da... Hem güzel yazıyor... Eğret'in işgal ve kurtuluş günlerine dair dinlediklerini derlemiş bu yazısında. Burada anlatılanların basit bir hikaye değil, belgesel tarih ile örtüşen gerçekler olduğunu işi bilenler anlayacaktır. Üsluba hiç dokunmadım, sadece imla konusunda birkaç düzeltmem oldu. Benim yazıya müdahalem bu kadar. Bir de başlık... Bu başlık ne alaka, diyecekler için; eskiden beri Anıtkaya'da, kurda canavar derler...