30 Haziran 2024

Anıtkaya Kahvelerinde Ünlü Siyasiler

    
     Macurali (Ali Öncül) Dedem rahmetliden bir kaç kez Ali İhsan Sabis Paşa hikayesini dinlemiştim. Efsaneye boğulmuş askeri hayatının dışında somut olarak kendi şahit olduğu bir anekdot en çok dikkatimi çeken kısımdı galiba, çünkü aklımda sadece orası kalmış.

    Emeklilik sonrası tutuklama, suçlama, ceza, af derken 1950 seçimlerinde Afyon milletvekili seçiliyor. Tabi seçim çalışmaları çerçevesinde Eğret'e gelmiş, Dedemin şahit olduğu olay bu döneme rastlıyor. Yörüğoğluların Kahve baştan beri toplantı salonu gibi kullanılırmış. O dönemin muhtarı da Yörüğoğluların Aliefe (Ali Tüplek)tir. Kahvenin işletmecisi kimdi, orasını bilemiyoruz. Orada seçim konuşması yapmak istediğinde buna izin verilmemiş, hatta kürsüye çıkması bile istenmemiş. Buna mani olanlar Köy adamları yani yetkililer miydi, yoksa Eğret halkından birileri miydi o ayrıntıyı sormayı akıl edemedim. Yalnız Ali İhsan Paşa'nın çok zoruna gitmiş, hatta buna dair bir iki şey söylemiş. Neticede seçimi kazanacak, ama böyle tatsız bir olay yaşanmış Eğret'te. Dedem bunu o yıllardaki CHP-DP gerginliğinin köye yansıması olarak anlatmıştı. Paşa, kısa süre sonra 1957'de vefat etti...

    On yılı aşkın bir vakit sonra aynı yerde bir siyasi ziyaret daha var. Ragıp Gümüşpala 1960 İhtilali sırasında Genel Kurmay Başkanıdır, bir kaç ay sonra cuntacılar emekliye sevkediyorlar. Daha sonra kapatılan DP yerine kurulan Adalet Partisi'ne genel başkan seçiliyor. O'nun Anıtkaya/Eğret ziyareti bu zamanda, 1961 yılında gerçekleşmiş.

    Ülkede yine 1950'deki gibi, belki daha fazla gerginlik var. Yine seçimler, seçim konuşmaları, propagandalar, alkışlar, protestolar... AP'nin Kurucu Genel Başkanı Ragıp Gümüşpala gerçi İzmir adayı idi, ama pozisyonu gereği memleketin genelinde çalışmalara bizzat katılıyordu. Hele Ege bölgesine daha bir ağırlık verdi. Anıtkaya'ya uğraması bu seçim çalılşmaları kapsamındadır.

    Yörüğoğluların Kahveye yine sıcak bir siyasi atmosfer hakimdir. Gümüşpala bu havada konuşmaya başlar. Ağırlıklı olarak CHP ve Genel Başkanı asıl konuyu teşkil etmektedir. Bilhassa İsmet İnönü'yü eleştiri bombardımanına tutar. Kahvedeki Anıtkayalılar coşkuyla alkışlarlar. İçlerinden biri (kim olduğunu öğrenemedim) kendini fazla kaptırıp söz alır ve İnönü'ye veryansını devam ettirir. Önce eleştirir, hakkında bazı iddialar ileri sürer, sonra hakaretleri sıralar yalancı, hırsız, komünist vs. en sonunda 'İnönü memleketi satan bir haindir' ifadesini kullanır... Buraya kadar köylüyü sabırla dinleyen Gümüşpala devreye girmek zorunda kalmış;
    - 'Orada dur bakalım. İnönü'ye her şey diyebilirsiniz, ama 'vatan satan hain' diyemezsiniz. Bu kadar da değil.' diyerek köylüyü susturmuş ve aslında insanlara iyi de bir ders vermiş. O vakitler henüz 'hedefe ulaşmak için her şey mübah' seviyesizliği, Türk siyasetinin esası haline getirilmemişti...

    Eğret'e belediyelik kurulduktan sonra, karayolu kenarına bir kahvehane ihtiyacı gündemdeymiş, ama bunu ancak 60 ihtilalinden sonra gerçekleştirebilmişler. Hala ayakta olan meşhur Karakol binası işte bu niyetle Belediye Kahvesi olarak inşa edilmiş. Amaç, yol kenarında orası gelen geçene dinlenme tesisi vazifesi görsün hem de yolcular için durak olsun... Böylelikle Anıtkaya'ya girme niyeti olmayan yolcular, hiç olmazsa orada mola vermeye başlamışlar. Tabi zorunlu güzergahı bu yol olan bazı siyasiler de programlarında olmasa bile burada durup nefeslenmişler. Yörüğoğluların Kahve planlı toplantı merkezi olmaktan büsbütün çıkmamış, ama ünlü misafirleri ağırlama fırsatını yol üstündeki Belediye Kahvesine kaptırmış...

    İsmet İnönü de galiba böyle programda olmayan biçimde Anıtkaya'ya uğramış, köy içine çıkmayıp Belediye Kahvesinde ağırlanmış. Yaklaşık yarım saatlik molada konuşulanlara bakılırsa, bu bir seçim gezisi değilmiş, yoldan geçerken duraklayıp yarenlik edilmiş. Bana anlatıldığına göre olayın akışı, omuzunda torunu (Ramazan Dadak) olduğu halde orada bulunan Sarasan (Hasan Dadak)'a İnönü'nün takılmasıyla başlıyor. Kaç yaşındasın, kaç torunun var, daha genç toy delikanlısın ne bu sakal gibi biraz da hal hatır sorma soruları bunlar. 

    Bu sırada Tekeli Nuri Taşkın girmiş içeri, ama ne giriş... Selam durup takır takır tekmil vermiş, sen sanırsın makineli tüfek... Ardından; 
    - 'Bende yirmi tane var Paşam' demiş. Onun böyle davetsiz içeri, teklifsiz lafa girişine şaşıranlar, hemen akabinde hal hatır sorması karşısında daha da şaşkınlaşmışlar. Çünkü;
    - 'Emine Hanım nasıl? Ömer nasıl? Erdal nasıl?' diye aile fertlerinin de hatırını sormuş Paşa'dan... Sonra işin aslı Paşa'nın izahıyla anlaşılmış. Meğer Tekeli, tam da Kurtuluş Savaşı ve sonrasına denk gelen askerliği sırasında İsmet Paşa'nın seyisiymiş. Bu yüzden Paşa'nın bütün aile efradını tanıyor... Eski günler yad edilip biraz daha sohbeti sürdürmüşler. Bu arada İsmet İnönü'ye ayran ikram edilmiş. Yudumlarken beğendiğini ifade etmiş ve;
    - 'Eskiden de güzeldi Eğret'in ayranı' demiş. Bu ifadeden İstiklal Harbi veya daha sonrasında bir vakit Paşa'nın Eğret'e uğradığı hatta ayran içtiği manasını çıkarmış dinleyenler... Yarım saat kadar süren bu moladan sonra yollarına devam etmişler. Olayın geçtiği yıl olarak 1964-65 tahmini yapılıyor...

    Belediye Kahvesinde mola gibi bir başka ziyaret de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'inki... Aslında bu mola biraz zorlamayla olmuş ve çok kısa sürmüş. Anlatayım... Tuna (İbrahim/Hüseyin Kayır)ın başkanlığı zamanı. Cumhurbaşkanının Anıtkaya'dan geçeceği haberini alıp hazırlık yapmışlar. Hazırlık da şu; icabında barikat gibi kullanılabilecek bir döşmeyi hazır etmişler, konvoyu görünce yolu kesip molaya zorlayacaklar. İşe yaramış bu taktik, yolu kesip makam arabasını tam kahve önünde durdurmuşlar. Zaten Anıtkaya Halkı oraya yığılmışmış, arabayı durdurmayı başarınca kapının önünde hazır tuttukları hayvanı kurban etmişler. Yalnız misafir henüz görünmedi... Olay biraz 'Selamsız Bandosu'nu andırıyor... Hayvan can verip kanı yayıldıktan sonra aracın kapısı açılıyor ve Cumhurbaşkanı bir ayağını yere atıp kana basıyor. Diğer ayağı arabada olduğu halde öylece doğruluyor ve el sallayıp;
    - 'Sevgili Anıtkayalılar, kurbanınız kanlı olsun' deyip tekrar arabaya binerek yola revan olmuş. Arkadan gelen polisler de kurbanı kucaklayıp götürmüşler. 'Sevgili Anıtkayalılar' gidenlerin ardından bakakalmış. Hepsi söyleniyormuş, homurtuların arasında Tekirgızıların Davılcı Hasan Haykır'ın;
    - 'Bu kadar insan senin için buraya yığıldı, ayıp ayıp!' diye bağırdığı duyulmuş...
    
    Birini babası Salih Kabadayı'dan rivayet ediyor; diğerlerine kendisi şahit olmuş. Dün ben bu olayları Berber Emmim (Ahmet Kabadayı)dan dinlerken bir yandan da harıl harıl not ediyordum, bir kelimesini bile kaçırmayayım diye. Yanımıza birisi geldi, dikkatle not ettiğimi görünce;
    - 'Netceñ de yazıyoñ, İnönü'nüñ olduğu yerde hayır mı olur!' diye söylendiyse de oralı olmadım. Dikkatim başka yerdeydi, ama Emmim dayanamadı; şiddetli bir tartışmaya kızıştılar... Dar karınlar, dar kafalar, dar düşünceler... Notumu tamamlamak için kendimi bir kuytuya attım...

    Çok değil bir kaç saat sonra, Misgin (Abdullah Dalgıç) bir başka olaydan bahsediyordu, nasıl olduysa laf Özal'ın Anıtkaya'ya uğramasına geldi. Kırk yıl önce ANAP adayı Salim Kurt'a oy istediği konuşmayı galiba yeni Belediye Kahvesi civarında yapmış. Misgin'in dediğine göre Özal'ın öyle bir teveccühü varmış ki Anıtkaya'ya, 'İstenilse o dönemde ilçelik bile alınabilirdi' diyor...

    Yörüğoğluların Kahve ve Belediye Kahvelerine dair ilginç anekdotlar var; kimler gelmiş kimler geçmiş buralardan...



28 Haziran 2024

Ere Kalkmak

 
     Kapalı (é) ile söylenen “ér” kelimesi belli bir zaman aralığını belirten isimdir. Tabi alelade bir zaman değil önceki bir zaman, geçmeyen bir zaman ya da tam olması gerektiği kıvamda ve miktarda bir vaktin adıdır. Bu kelimeyi kullanmadan “ér”i anlatmak zor, “érken” vakti belirten bir kelimedir “ér”. Zaten “érken” kelimesi de buradan gelmektedir. ér + iken > érken olmuştur. “ér gêç” ikilemesi zıt anlamlı iki kelimeden oluşturulmuş. Yani “géç” kelimesi tam olarak bahse konu “ér”in zıttı oluyor.

      Tarama Sözlüğünden “ércerek” ve “érek” kelimelerinin de erkenden, erkence anlamlarında kullanıldığını öğreniyoruz.

      Êrte kelimesi bir sonraki gün veya yıl anlamlarına geliyor daha çok da “értesi” şeklinde kullanılıyor. Bazı lehçelerde irte ve irtesi şeklinde görülebiliyor. Hala kullanılmakta olan “érte namazı” sabah namazı demek oluyor, “érte ağarması” ise bugün artık “ortanın/ortalığın ağarması” şekline dönüşmüş. Ertelemek fiili de ertesi güne veya ilerideki bir zamana kaydırmak, bırakmak anlamında bugün anlam dairesini oldukça genişletmiş bir fiil.

      Ermek fiili herhangi bir şeye uzanmak, ulaşmak, nail olmak, istediğini elde etmek manalarına geliyor. Sevdiği ile evlenmek “muradına ermek” deyimiyle ifade ediliyor mesela. Ya da çok istediği bir makama duruma ulaşma da aynı şekilde muradına erdiriyor. Aynı fiilin erişmek, eriştirmek türevleri de var. Bunlar aşağı yukarı aynı anlamlara geliyor.

      Divan-ı Lügat-it Türk Dizininde rastladığımız “ergür-“ fiili de hemen hemen ulaşma, yetişme anlamlarında. Fakat farklı olarak bir işe veya yere vaktinde varma anlamını veriyor. Bu vakit hassasiyeti de ister istemez “ér” ile bağlantı kurmamızı sağlıyor.

      Tarama Sözlüğünde belirtilen fakat kullanımda sadece Eğret’te rastladığımız “eli ér-“ birleşik fiili de bir işi yapabilmek için fırsat yakalamak, vakit bulmak anlamlarında kullanılıyor. Daha doğrusu bu birleşik fiilin sadece olumsuz hali kullanılıyor. Kendisinden beklenilen bir işi yapmayan, yerine getirmediği vazifeye bir gerekçe sadedinde bu sözü kullanıyor. Elim érmedi, fırsat bulamadım, vakit yoktu…

       Bir dönem hedef, gaye kelimelerinin yerine konulmaya çalışılan fakat milletten yüz bulamadığı için tutmayan kelimelerden birisi de “erek”. Türkçenin eski zamanlarında iç kale, sağlam kale duvarı, ele geçirilmesi gereken kısım anlamında kullanılıyormuş. Ulaşılmak istenen nokta manasına ér- fiilinden erek, açıklaması kolayca yapılabilecek bir kelime.

      Eren ve érmiş kelimeleri hedefine ulaşmış, nail olmuş, olgunlaşmış anlamlarına geliyor. Eren eskiden veli, Allah dostu, Allah’a ulaşan kişi olarak kullanılırken bugün sadece erkek ismi olarak kullanılıyor. Baştaki é olması gereken ses de alabildiğine açılmış vaziyette. Êrmiş ise yeni bir anlama bürünmeden eski halini devam ettiriyor.

      Ergin kelimesi de daha çok meyvelerin olgunlaştığını belirten “ér-“ fiilinden türeyen bir sıfat. Sadece meyveler için kullanılıyor ama yine erkek ismi olarak kullanılan Ergin ve Ergün’e kaynaklık ettiği düşünülebilir.

      Ergenlik çağına ulaşan, evlenme vakti gelmiş fakat henüz evlenmemiş kişilere erkek olsun kadın olsun “ergen” deniliyor. Bu kelimenin bünyesinde “lazım olan vakte ulaşmış” anlamını bulundurduğu çok açık. Dolayısıyla ér- fiilinden geldiğini düşünüyoruz. Fakat kelimenin başındaki é sesi bunda da açılmıştır. Bu bir handikap olarak görülüyor ama yine de kelimenin “érkek” ile veya “er” ile bir bağlantısını bulmaktan daha kolaydır onu “ér-“ fiiline bağlamak.

     Tabi bütün bu saydığımız kelime veya deyimleri hep “ér-“ fiiline bağlıyoruz, ama iş bununla bitmiyor. Sonuç olarak bu fiilin vakit anlamına gelen “ér” ismi ile bağlantısını söylemeliyiz. Ulaşmak, yetişmek, elde etmek, varmak, muradına ermek, fırsatını bulmak vs. yan anlamların hepsi varır bir yerde “zaman” ile düğümlenir. Her şey ona bağlıdır, onunla ilgilidir çünkü. Bu “ér” ismi Eğret’te bildiğimiz sahurun Türkçesi olmuştur. İnsanlar ére kalkarlar, érde yemek üzere yiyecekler  hazırlarlar, érde işe giderler, érde akıllarına gelir vs. vs.

 


27 Haziran 2024

Önce Ye, Sonra Geviş Getir

     
    Atın ağzındaki demir parçadır ve direk olarak dizginlere bağlıdır. Koşmak için sabırsızlanan atlar bu demir çubuğu çiğnerler. İşte atın gemini gevmesi budur. Deyim olarak sabırsızlanmak ya da bir işi yapmak için beklemek anlamlarında kullanılıyor. Üzerinde duracağımız kelime “gevmek” fiilidir.

     Eski bir sözlükte ne yazıyorsa olduğu gibi buraya alıyorum:

     Gevmek: Veya givmek. 1- Diş etleriyle veya çürük dişle eze eze koparmak. (Dişsiz koca karı bir parça et almış geviyordu.) 2- Dişle ısırıp koparmaya çabalamak. (At gemini geviyor.) 3- Koyun ve sığır gibi hayvanat, evvelce yediğini kolaylıkla lokma lokma ağzına getirip tekrar çiğnemek, geviş getirmek. (Koyun, inek geviyor.)

     Hayvanlarla ilgili yukarıda söylenen anlamların dışında duyduğum başka bir anlam ya da kullanış daha vardı. Yularla bağlanan bir hayvan koparmak için yularını ısırmaya başlıyor yahut yenmeyecek bir ağaç dalını, kabuğunu ısırmaya başlıyor. İşte bunun için de “geviyor” denir. Anıtkaya'da yaşlıların sert yiyecekleri yemeye çalışması anlamında bu kelimenin çok yaygın kullanıldığı malumdur.

    Bıçak, tırpan, makas gibi kesici aletler körelme veya teknik sebeplerle malzemeyi bir türlü kesmiyor, eğip büküyorsa buna da gevmek denir. Mesela makas kumaşı hart hart kesmiyor, arada büküyorsa bu tatsız duruma da gevmek denir. Yahut tırpan körelmiş; gayraklanması, çekiçlenmesi gerekiyor. Buna rağmen kaba kuvvetle işe devam ediliyorsa o biçme mutlaka  kusurludur. İşte bunlar hep gevme oluyor...

     Gevmek fiili ile doğrudan bağlantılı olduğunu düşündüğüm bir sürü fiile rastladım Divan-ı Lügat-it Türk’te. Tamamı da hemen hemen aynı, en azından yakın anlamlara sahipler. İşte onlardan birkaçı:
Kewelmek: Gevşemek, zayıflamak.
Kewmek: Gevelemek, gevmek, gevşetmek.
Kewşemek: Geviş getirmek, gevşemek.
Kewşengen: Çok geviş getiren.
Kewşeşmek: Birbirini görerek karşılıklı geviş getirmek.
Kewşetmek: Gevşetmek, yumuşatmak, geviş getirtmek.
Kewtürmek: Gevşetmek.

DLT’teki bu tarama sonucunda gevşemek fiilinin gevmek ile çok yakın bir akrabalık bağına sahip olduğu kanaati bende oluştu. Derken Tarama Sözlüğünde, gevşemek fiilinin bazı devirlerde geviş getirmek anlamında kullanıldığı bilgisiyle karşılaşınca bu kanaatim pekişti. Geviş getirmek ile gevmek arasındaki yakınlığa ayrıyeten girmeye bile gerek görmüyorum. Ahardan veya yerden ağzına bir parça yiyecek alma imkanı olmayan, saatlerce yatan/oturan öküzler sürekli bir şeyler çiğnerler. Bilmeyene garip gelen bu durumun, öküzün midesindeki yiyeceği tekrardan ağzına alıp çiğnemesi olduğunu ben de sonradan öğrendim. İşte size geviş getirme, kısaca gevmek… 

Kalabalık sofralarda yiyecek kapmak için acele etmek gerekir, yoksa aç kalınacaktır çünkü. Böyle durumlarda “Önce ye, sonra geviş getirirsin” diye espri yapardı büyüklerimiz. 

Kıraç alanlarda, bozkırda yetişen odunsu dikenli bir ot vardır. Çok sert köklere sahip olduğu için özellikle yem sıkıntısı yaşandığı yıllarda, kış aylarında kökleri ezilerek hayvana yem olarak verilir. Geven denilen bu otun adı Şemsettin Sami’ye göre “koğgan” kelimesine dayanıyor. Geven’in diğer adları da “koğan dikeni”, “koğan”, “koğalak”. Bu otu hayvan geviyor, bunu unutmamak lazım. Acaba gevdiği için “geven” denmiş olamaz mı?

Bu bilgilerden sonra sadece temas edeceğim birkaç kelime daha var. Bunlardan birisi “kavlemek”. Çuvaşçada kullanılan bu fiilimiz de gevelemek, geviş getirmek, ihtiyarların zorla çiğnemesi anlamlarını karşılıyor.

Gevşek ile gevmek arasındaki yakınlığı söylemiştik. Peki “geveze” kelimesinin konumuzla ilgisi? Çünkü bu kelimenin karşısında sözlükte şu açıklamalar var: “Ağzı gevşek, çok ve münasebetli münasebetsiz söyleyen, sır saklamaz, boş boğaz.” Daha fazla yoruma gerek yok.

Düşündüğünü rahatça söyleyemeyen, dilinin ucuna kadar gelen ifadeleri telaffuz edemeyen, utanan, sıkılan kimselere de “lafı ağzında geveleme” denir. Niye?

Kıskanmak, çekememek anlamında Anıtkaya ağzında çok yaygın kullanılan 'garın geymek' deyimi de konuyla ilgili olabilir. Bilindiği gibi burada işkembeye 'garın' denir. Hayvanın diğer kısımlarına göre çok sert yapıdaki garın, yenirken zorlanır. Bu yüzden onu lokma lokma yemek mümkün olmaz; ancak gevilebilir. Hazımsızlık durumunu da içine katarak, birini kıskanmayı garın gevmeye benzetmişler. Zamanla kelimedeki ses değişikliğiyle 'garın geyme'ye dönüşmüş.

 Gemini gevmekten geviş getirmeye, gevelemekten garın geymeye birçok deyimin gevmekle alakalı olduğu görülüyor.

 


Sağıl Dağıl

     
    Eğret’te rastladığımız sağılmak fiili bildiğimiz hayvandan süt sağılması işini bildirmez. Bir zembereğin boşalması gibi veya sıkı sarılmış bir makaradaki ipin dağılması gibi varlıkların dağılması, dizi dizi sıralanması, ip gibi dizilmesi demektir. Mesela bir koyun sürüsünün ağıldan koşarak çıkması ve sağa sola koşuşturması bu fiille ifade edilir.

    İslamiyet öncesi Türklerde bir ölünün ardından yapılan törenlerde onun iyilikleri şiir şeklinde hatırlatılırdı. Hele de ölen bir kahraman ise onu medhetmek için insanlar yarışırdı. Bu tip şiirlere sagu, şiiri söyleyen ozanlara da saguçı denirdi. Bu kelimelerin sağmak ve sağılmak fiillerinden geldiği iddia ediliyor. Buna göre sagucu ölünün güzelliklerini dizi dizi sıralıyor yani bu güzellikler sağılmış oluyor.    

    Anıtkaya’da (Eğret) uzun kış gecelerinde köy odalarında bir araya gelen insanlar, artık evlere gitme vaktinin geldiğini sağıl dağıl olmak sözüyle ifade ediyorlar. “Hadi sağıl dağıl olalım” demek herkes evine gitsin demektir. Bu sözden sonra insanlar odadan çıkar ve her biri bir yana yönelir evinin yolunu tutar. Bize de 21. yüzyılda “sağıl dağıl” olanlarla binlerce yıl önceki sagucular arasında bağlantı kurmak düşer.

    Sözün hayvan sağımı ile ilgili bir yönü olması da kuvvetli ihtimallerdendir. Özellikle koyun sağımından önce hayvanların toplu olarak bir yerde tutulması zorunludur. Ancak sağım işlemi bittikten sonra koyun, kuzusunun yanına bırakılır ki kuzu da kendine düşen sütü emebilsin. Sağımdan önce topluca tutulan hayvanlar böylece sağım sonrası serbest bırakılırlar. Önce sağılıp sonra dağıtıldıkları için sağıl dağıl oluyorlar.




26 Haziran 2024

Uğra

 
    Anıtkaya'da (ve tabi ki bütün Afyon vilayetinde) kadınlar hamuru yazarken yastığeçe, daha sonra dinlenirken de mendile yapışmasını engellemek için un sepiliyorlar. Bu unun elenip kepeği alınmış olmasına dikkat ediyorlar. Adına uğra denilen bu unun neden bu ismi aldığını merak edip küçük bir araştırma yaptım... Küçük, ama Türkçenin çok eski devirlerini ve geniş coğrafyasını dolaşan bir araştırma oldu.

    Türkçenin eski zamanlarında buğdayın saklandığı ambara “ug” adı veriliyor. Kelime başındaki sesin incelebileceğini unutmadan izini sürelim.

    “Ügimek” fiili bugün kullandığımız öğütmenin atası oluyor. Ses ve anlam benzerliği dikkatlerden kaçmıyor zaten. Kim olsa bu iki fiil arasındaki akrabalığı fark eder. Ügitçinin öğütücü demek olduğunu da söylemeye bile gerek yok.

    İki teneke un öğütmek için bile ne zahmetlere katlanıldığını az çok hatırlayabilecek yaştayım. Gerçi su değirmenlerine yetişemedim ama elektrikli değirmenlerde nöbet beklendiğini gayet iyi hatırlıyorum. Çok eski zamanlarda da buğday öğütmek meşakkatli bir iş olmalı ki insanlar bir araya gelip topluca yaparlarmış bu işi. Adına da özel bir fiil olarak “ügüşmek” diyerek hem de. Bir arada yapılan bu iş el değirmenleriyle yapılıyordu, çok büyük ihtimal...

    Şimdinin böreklik, baklavalık, ekmeklik unları nasıl değişik ayarlarda öğütülüyorsa eskiden de kalın veya ince öğütülürmüş tahıllar. Kalın öğütülenine “ugud” deniliyor.

    “Ugut” ise içki yapılan bir çeşit hamurun adı. Belki mayalanma esnasında oluşuyordu içki, bilemiyoruz. Kırgızlar ise arpanın posasına, küspesine “ugut” diyorlar.

    “Uğra” kelimesine en çok benzeyen kelime “ügre”. Bu bir yemek adı. Tutmaca benzer bir çorba yapılıyor, kıvamı tutmaçtan daha duru, yoğurtlu, ana maddesi yine un, yani hamur. Kim bilir, belki de bildiğimiz “oğmeç” çorbasından bahsediliyordur. Ne yani, bu çorbanın asıl adı “ugmaç” olamaz mı?

    Baştan beri sayıp döktüğümüz bu kelimeler ve “uğra” kelimesi hep bir şeyin etrafında dönüp duruyorlar. Arpa-buğday, un. Ve hepsinin içinde mutlaka bir “ug” sesi var... 

    Bugüne kadar gelirken kendince bir anlam sülalesi oluşturmuş, ona bakalım. Teknede yoğrulan hamur gelmesi, yani mayalanması için dinlenmeye bırakılır. Üstü mendille örtülecek, ama hamurun mendile yapışması tehlikesi var. İşte hamurun yüzeyine bu yüzd en bir katman uğra sepilenir. Yeterince dinlendikten sonra yasdığeçte yazılacak, bu esnada tahtaya yapışmaması için yine uğraya başvurulur. Aynı şekilde mendilin üstüne yazılan, oradan küreğe bırakılarak fırın içine uğurlanan hamurlar bulunduğu yere yapışmasın diye hep uğra sepilenir; bu işe uğralama, uğra konulan kaba da uğragabı denir...

    Uğralama yalnız ekmek yapım safhalarında değil, hamurun bir nesneye yapışma tehlikesi olduğu her alanda kullanılır. Bu alanlar tabi ki hamur işleri olup en iyi örneği hamıraşı (erişte) kesme olarak gösterilebilir. Kalın hamıraşı katları arasına, belki de aynı kalınlıkta uğra dökülür. Kırt kırt kesildikten sonra yığılan hamıraşı taneleri oradaki bol uğra ile oğuşturularak 'dene dene' olması sağlanır...

    Ya, işte uğranın böyle bir macerası var ve zannettiğimizden daha köklü ve yaşlı bir kelime... 

 


25 Haziran 2024

Bereñarı

 
Añ özelde tarla sınırı demek ama orijinalinde genel olarak uç ve sınır anlamları var. Añyeri, Añyol ve Añıdini özel adlarındaki bu kelimenin orijinal anlamıyla da bir ilgisi olduğu düşünülebilir. Açıklayamıyoruz ama añız kelimesinin de bir şekilde bu kökten geldiği düşünülebilir.

Añrı kelimesi Azeri ağzında “öte” manasına geliyor ve bugün hala kullanılmakta. Türkçedeki añaru edatıyla aynı kökten geldiğine şüphe yok.

Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılmasa da añaru edatının “öte, ileriye doğru, öbür taraf, karşı taraf” gibi anlamları var. Orta Anadolu ağızlarında sık rastlanan “ârı” edatının –dan öte, -dan sonra anlamına geldiğini biliyoruz. Şimdi kullanımdan düşen añaru edatının da bir zamanlar aynı anlamı taşıdığını biliyoruz. “Ârı” edatının “añaru”dan geldiği konusunda gerek Necmettin Hacıeminoğlu ve Radloff gerekse diğer bilim adamları söz etmiyorlar ama bizim bilimsel kayıtların dışında bulunmamız böyle bir iddiayı kolaylaştırıyor.

Konuyu dağıtmayıp esas meseleye dönecek olursak; “añaru” edatı “añaru berü” şeklinde birleşik kullanımıyla bu sefer zarf göreviyle karşımıza çıkıyor. Anlamında bir belirsizlik, ortalama ifadesi olarak “şöyle böyle, ileri geri, öte beri” gibi bir şeyler var. Elbette bu birleşik kullanım da şu anda yok. Biz bunları eski eserlerden veya Tarama Sözlüğünden bulduk.

“Añaru berü” birleşik kelimesinin “Berü añaru” şeklinde söylenilebileceğini düşünemez miyiz? Bu çeşit ikilemelerde bugün bile kelimelerin yerini değiştirmiyor muyuz? “Büyük-küçük” de deriz, “küçük-büyük” de. Sadece ikilemelerde değil başka bazı birleşik kelimelerde de bu böyledir. Misal, elalem o koca makineye biçerdöver derken, bizimkiler baştan beri 'döyerbiçer' bilirler, hala da öyle derler.

Tıpkı yukarıdaki örnekler gibi bugün Eğretliler “añarı beri” yerine “beri añarı” diyorlar. Elbette Türkçe kurallara göre böyle iki kelimenin birleşmesinde hece düşmesi kaçınılmazdır. Kelimenin varacağı yer: “Bereñarı”…

Üstünkörü, özensiz, dikkatsiz yapılan işlerde olumsuz anlamıyla işin eksikliğini vurgulayan bereñarı, başka bir kullanımda da karşımıza çıkıyor. 
     - 'Şindi çamırı bereñarı çarp, geri gelince essahtan sıvarız.' diyen birisi, geçici bir işlemden söz ediyor demektir. Bereñarı kelimesi burada kalıcı olmayan anlamında kullanılmış...

Yukarıdaki anlamları kadar yaygın bir kullanış değil, ama yine de Anıtkaya ağzında bir yeri daha var kelimenin. Bir kişi, nesne veya durumu eleştirerek hakkında fikrinizi beyan ediyorsunuz. Mesela; 
     - 'Cumartesi günü burası çok kalaba oluyor' dediğinizde, aynı dertten muzdarip olup da sizin fikrinizi onaylama anlamında karşınızdaki kişi;
     - 'Bereñarı mı!' diyor. Aslında söylediği bir soru sözü değil, sizin fikrinize katıldığını belirten bir ifade... 

Bizim bu bereñarı açıklamamız derinleştirilirse, kim bilir kelimenin farklı kullanımlarına ait daha neler çıkacak...


 

22 Haziran 2024

Büyük Gazi Ali Tül (Kel Ali)

 
    Türkmenoğlu Ali, 1888 yılında askerde birliğindeyken vefat ettiğinde çocuğu henüz ana karnındaydı. Bu durumdayken yetim kalan çocuk oğlan ise, doğduktan sonra babasının adını veriyorlardı. Eğret’teki bu yaygın adet doğrultusunda, Türkmenoğlu Ali’nin yetim oğlu doğduğunda adını hazır buldu.

    Babasını hiç görüp tanımayan küçük Ali’ye miras kalması gereken Türkmenoğlu lakabı da hiç kullanılmadı. Çünkü babasının vefatıyla Türkmenlerle alakası fiilen kesilmişti. O yıllarda kadınlar dul bırakılmıyor, yeniden kocaya varıyorlardı. Anası Fatma Hanım da Çiftçioğluların Himmet’e varıyor; tabi yanında oğlu küçük Ali’si tay olarak… Çiftçioğlu Himmet, sonradan Ümmetler denilecek sülaleye adını veren kişidir ve Çakalhasan’ın babasıdır.  Yani Ümmetlere vardıklarında küçük Ali, Çakalhasan’ın üvey kardeşi durumunda… Kezban adında bir ortak kız kardeşleri daha oluyor ve birkaç yıl sonra evin babası Himmet/Ümmet vefat ediyor. Yıl 1899…

    İkinci kocası da öldükten sonra artık iki yetimi bulunan Fatma Hanım tekrar evlenmeyip kardeşlerinin yanına döndü. Birisi kendinden büyük diğeri küçük iki erkek kardeşi vardı; Alemdaroğlu Mehmet ve Hüseyin… Çocukları Ali ve Kezban’ı da dayılarının yanına getirdi. İşte Ali’nin büyüyüp yetiştiği, asıl şahsiyetini bulduğu yer Dayılarının yanıdır; yani Alemdaroğluların/Kekliklerin ev… Neseben Türkmenoğlu Ali’ye hiçbir zaman böyle hitap edilmeyip ‘Kekliklerin Ali’ denilmesine sebep işte bu evdir.

    Büyük dayısı Alemdaroğlu Mehmet, Gındi Mehmet Kızılyel’in dedesi olur. Küçük dayısı Hüseyin Kızılyel ise ‘Tellal Dayı’ olarak bilinir, Tellal/Ayvaz Ahmet Uysal’ın babalığıdır, 1944’te vefat etti. Tellal’ı herkes böyle bilir ve ona böyle hitap ederken Ali ‘Tellal Dayı’ diyordu. Ali’nin biraz da sevimli söyleyişi adamın lakabının ‘Tellaldayı’ olarak yerleşmesine sebep olmuştu.

    Tellal Dayısının çocuğu yoktu, Mehmet Dayısı da Ali’yi kendi çocuklarından ayırmadı, böylece o evde mutlu mesut bir çocukluk geçirdi. Büyüyünce Kekliklerin Ali’yi aslen Bayatlı Dudu ile everdiler. Sonradan Anadudu diye anılacak bu hanımından İki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi; Resul, Ramazan ve Fatma… Temel askerlik döneminin sonunda vaziyet böyleydi.

    Redif askerlik sistemi sebebiyle dört yıllık temel askerlikten sonra sekiz yıl kadar daha uzayabiliyordu bu süre… 1912’de askerliği bittiğinde, devlet çoktan o günün insanına hiç bitmeyecekmiş gibi gelen savaşlar sürecine girmişti. Böylece kendini Cihan Harbinin içinde buldu. Çanakkale’deydi… Uzun savaş yıllarının en çetinini burada yaşadı. Şarapnel kaburgasını parçaladı, yüzlerce kez ölümden döndü; ama sağ salim köyüne varabildi. Şehitlerin bile kaydı çok sonraları ortaya çıkarılabilmişken Kekliklerin Ali’nin köyüne dönebilmesi belgeye şöyle yansımış: "...Eğret Köyünden Türkmenoğlu Ali bin Ali bin Ali; 6. Fırka, 17. Alay, 1. Tabur, 3. Bölük, 1. Takım, 4. Manga eri iken malulen Çanakkale'den köyüne döndü..." 

    Belgede geçen 'malulen' ifadesini açıklayan olayı Torunundan naklen anlatayım; Sedyeyle sargı yerine getirdiklerinde kolu kopmak üzereymiş. Vücudunun diğer bölgelerindeki yaralar hariç... Tabi cephede anestezi filan hak getire, Ali her şeyi görüyor... Alman hemşire o kolu kesmeleri gerektiğini söylemiş. Buna şiddetle karşı çıkmış; 'Kesme dursuñ, tek elinen donumuñ ağını topleyemen' demiş. Böylelikle kurtardığı kolu sebebiyle köyüne dönünce 'Çolak Ali' ünvanını kazanacak... Yine torununa göre sırtı kesekli tarla gibiymiş, her tarafı yanmış; bu yüzden 'Yanık Ali' diyenler de olacak...

    Başka bir duyuma göre Arapların Mehmet (Gambırhüseyinin babası) ile görüştükten bir kaç dakika sonra Mehmet'in bulunduğu yer bombalanmış. Şehadetinden önce Mehmet'i son gören kişi de Kekliklerin Ali olmuş...

    Harpte yaşadığı bütün bu olaylar sebebiyle Onun için 'tam bir gâzi' diyorlar. İlerleyen yıllarda köyde büyük saygı duyuluyor kendisine. O kadar ki 'Kel Ali'nin önünden geçenin dinine zarardır.' diyorlardı… (Son zamanlarındaki durumundan dolayı adı 'Kel Ali'ye çıkmıştı.)

    O dönemin şehitleri sürekli yad edilip rahmetle anılır da, gazilerin fedakarlıkları pek gündeme getirilmez. Oysa bu vatan ve millet için canlarını feda eden şüheda, kendilerine biçilen manevi makama uçarak bir bakıma ödüllerini de aldılar. Ya şehit olamayanlar... Onlar da bedenlerinin bir çok kısmıyla gelecekteki hayatını bu ülke için feda etmiş olmuyorlar mı? Bunlar bizim sorularımız; gazilerin aklına böyle düşünceler hiç gelmemiş... Çok sıradan bir şeymiş gibi, gurbete gidip bir kaç yıl sonra köyüne dönmüşler gibi hayatlarına devam etmişler. Fedakarlığını başa kakacak kadar çiğleşmemişler... Kel Ali, sol yanındaki kaburgalarının bir çoğu olmadığı halde bu durumu hiç dert etmez, orada debirdek çalarak yanındakileri eğlendirirmiş...  

    Gelvelakin kahramanların bulunduğu yerde hain de eksik olmaz. Kekliklerin Kel Ali şu haliyle Eğret’e döndüğünde yuvasını dağıtılmış buldu. Dandırlı bir hanımla tekrar evlendi, bir kızı dünyaya geldi. İlk hanımından olan kızı kendisi askerdeyken ölmüştü, bu kızına da onun adını verdi; çünkü Fatma, anasının adıydı. Bu arada koyunculukla iştigal etmeye başladı, günlerinin çoğu ağılda geçiyordu. Orada karısından habersiz Macur Ayşe Hanım ile evlendi. (Ayşe Hanım ile kocası Biga’nın Akyaprak köyünden çıkıp önce Cumalı’ya gelmişler, orada işler iyi gitmeyince Bayramgazi’ye gelip ona buna çoban durmuşlar. Bir oğulları olmuş, bu arada kocası vefat edince dul kalmış. Kel Ali ile evlenmeyi kabul ettiğinde vaziyeti böyledir.) Bu durum ortaya çıkınca Dandırlı karısı Kelali’yi terk etti. Resul, Ramazan, Fatma olmak üzere üç çocuk ve bir taze karısı Ayşe Hanımla kalakaldı… Tabi bir de Ayşe Hanımın oğlu var…

    Küçük kızı Fatma ile Ayşe Hanımın oğlu vefat ettiler. O yıllarda çocuk ölümleri çoktu. Bu arada bir kızları oldu, adını Kezban koydular. Hatırlanacağı üzere bu ismin de Kelali’de bir hatırası var; Çiftçioğlu Himmet/Ümmet’ten olan kardeşinin adı idi…

    Karısı ve kızını memleket özlemini dindirsinler diye Çanakkale’ye ziyarete götürdüğünde ana babası, kızı ve torununu bırakmadılar; Kelali Eğret’e yalnız döndü. Birkaç kez ailesini almak için gittiyse de başarılı olamadı, evi tekrar dağıldı. Yine yaşları ilerlemiş iki oğlu ve anasıyla baş başa kaldı.

    Nikahlı karısından ümidi kesince tekrar evlenmenin yollarını aradı, henüz orta yaşlardaydı çünkü. İlyenli Feride Hanımla evlendi, bir oğulları oldu adını Seydi Ahmet koydular. Eşi kısa bir süre sonra vefat edince yine İlyenli Satı Hanım ile evlendi, ondan da bir kızı oldu; önceki eşinin adı olan Feride ismini verdiler. Sonra Satı Hanım da vefat etti… Bu arada bütün bunların arasında, anası Kekliklerin Fatma Hanım 1930 yılında, 75 yaşında vefat etmişti…

    Baş döndürücü olaylar zinciri burada bitti. Çocuklarına geçelim. Sondan başlarsak, hayatta kalan Eğret’teki tek kızı Feride, Kokulu Mehmet Dirlik’in eşi olacaktır. 2013’te İzmir’de vefat etti.

    Küçük oğlu Seydi Ahmet Tül, 1929 yılında doğmuştu. Anasına telmihen ‘Macurun Ahmet’ veya ‘Haro Ahmet’ derlerdi. Gödemehmet (Mehmet Aydın)ın kızıyla evlendi ve İzmir’e yerleşti. Orada 2007’de vefat etti.

    İlk hanımından küçük oğlu Ramazan ‘Kelırmızan’ diye bilinirdi. Hacemirlah (Emrullah Onay)ın kardeşi Gazcıgızı Ayşe Hanım ile evlendi. Celep İhsan Patlar’ın kayınpederidir, 1996’da vefat etti.

    Büyük oğlu 1911 doğumlu Resul ise ‘Hacıiresil’ diye lakaplandı. Ganigızı Fadime Hanım ile evlendi, Piriteşgiya Hüseyin Tül’ün babasıdır. 1985 Yılında vefat etti.

    Bigalı Ayşe Hanımdan olan büyük kızı Kezban’a gelince… Eğret’i bırakıp Biga’ya yerleşme şartını kabul etmediği için karısı ve kızını kendisine vermemişlerdi. Kelali Eğret’te tekrar evlenirken Ayşe Hanımı da Biga’da kocaya verdiler. Vakti gelince kızı Kezban’ı da yine orada gelin ettiler Sabri Kocausta’ya… Kezban ile Sabri resmi bir zorunluluktan dolayı Eğret’e gelince, misafirliği uzatıp Hacıiresil’in de teklifiyle oraya yerleştiler. Eğretlilerce ‘Bıgalılar’ diye bilinen ailenin aslı budur. Bigalı Sabri Kocausta Afyon’da 1992’de; Eğretli Kezban Kocausta ise, 2015’te Biga’da vefat etti. Bu da kaderin bir cilvesi olsa gerek…

    Dönelim Türkmenoğlu Ali’ye… Kekliklerin Ali, Kel Ali, Çolak Ali, Yanık Ali… Bir sürü lakabı var. Berber Emmime göre O, Eğret’in en büyük gazisidir ve öyle anılmalıdır. Büyük Gazi Ali Tül, 1957 yılında yetmiş yaşında vefat etti. Duanızı esirgemeyin, hak ediyorlar çünkü…



21 Haziran 2024

Saklı Kitaplar

 
    Bazılarının dediği gibi tek parti döneminde ortalık aydınlık içinde değildi. Yine bazılarının zannettiği gibi bu ülkede diktatörlük 2000’lerden sonra başlamadı. Öncesi var ve anlatmaya oradan başlamak lazım.

    Eğret gibi bir köyde Cumhuriyet döneminin büyük inkılapları nasıl yankılandığını, o günleri yaşayanların ağzından dinledik. Kimine göre yönümüzü Batı’ya döndüren bu köklü değişiklikler çok olumlu karşılanmış, Eğretliler tepki göstermeden bunları benimsemişler. Kasketler takılırken itiraz edilmemiş, durumu iyi olanlar fötr almış. Zamanla terziler kasket dikmeye bile başlamışlar. Harf değişikliğine tepki gösteren de olmamış. Medrese hemen üç sınıflı İlkmektebe dönüştürülmüş, çocuklar hevesle oraya koşmuşlar. Türkçe ezan, itirazsız kabul edilip uygulanmış…

    Kimine göre de tepkisizliğin sebebi korku imiş. Aslında bu değişiklikleri hiç istememişler, mesela yaşlılar sarıklarını bırakmak, takkelerini çıkarmak istememişler. Yeni harflerle yazıya temelde itiraz edilmemiş, ama mesele varıp Kuran’a dokununca herkeste bir hoşnutsuzluk oluşmuş.

    Türkçe ezan meselesi de öyle; tamam ‘Tanrı uludur! Tanrı uludur!’diye başlamışlar, ama bunu hiçbir zaman isteyerek yapmamış, zorunluluktan öyle davranmışlar. Gavas İbrahim Sargın Gocacami’de ‘Allahuekber Allahuekber’ diye kamete başlayınca, cemaatin içindeki Sağırmuallim Hasan Hüseyin Tekin onu susturarak Türkçe ezan ve kamet kararını millete duyurmuş. Gavas susmasın da ne yapsın. Nahiye Müdürü olsun, öğretmenler olsun, Jandarma olsun, bu konuda Hükümetin adamı olarak inkılapların işleyişini takip etmişler. Eğretliler de bu korkuyla hemen pusmuşlar. Neticede işin sonunun İstiklal Mahkemelerine dayandığını biliyorlar çünkü…

    Tekke ve zaviyelerin kapatılması kararından sonra Hacı İbrahim zaviyesi kapatılmış. Lakin Eğretlilerin kalbindeki Hacı İbrahim Dede sevgisini de kapatamazsın ya. Camiden çıkıp türbenin başında Fatiha okuyanları, gelip geçenlerin orada duraklayıp dua etmelerini zamanın Nahiye Müdürü bir türlü hazmedememiş. Sinirinden varıp türbeyi tekmelemeye başlamış, o derece hazımsız…

    Okuma çağına gelen çocukların aşkla şevkle mektebe gittikleri doğrudur. Onların zihni eski harflerle karışmadığı, okumaya yazmaya yeni harflerle başlayacakları için problem yoktu. Asıl travmayı eski yazıyı bilenler geçirdi… Çünkü zihnini ve hafızasını sıfırlayıp yeniden başlamak gerekecekti. Bu oldukça zor vartayı atlatamayanların halini normal karşılamak gerek.

    Mesela Körhoca (İbrahim Varlı) Dedem bu talihsizlerdendir. Kuran’ı öğrendikten sonra medreseye devam etmiş, hafız olmuş. Bu arada aldığı bütün dersleri de gayet tabi eski harfli kitaplardan takip etmiş. Bundan doğal bir şey olamaz, zira bütün kitaplar eski harfli... Zaten Kur’an merkezli eğitildikleri için Kur’an harfleriyle yatıp kalkmaları gerekirdi. Eğitim, bilgi, görgü, kültür, birikim vs. her nesi varsa bunun üzerine bina edilmiş olan alfabe bir günde değişiveriyor. Hepsi gitti, bir anda yok oldu… Bu durum insanı nasıl yaralar, hiçbir zaman anlayamayacağız…

    Eski harfli kitap, risale, gazete vb. matbu şeylerin yasaklandığını söylüyorlar. Bu hususta Eğret’te takibat yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz; ama müthiş bir korku kaplamış köyü… Eski harfli kitap bulundurmanın neticesine yönelik bir korku salınmış besbelli…

    Yasaklı kitapların içinde Kur’an var mıydı? Bu konuda da çok spekülasyon var. Hiçbir zaman Kur’an bulundurmanın ve okumanın yasaklanmadığını, kısıtlanmadığını, isteyenlerin özgürce okuduğunu savunanlar var. Bununla beraber Türkçe ezanla birlikte Kuran’ın da Türkçe okunmasına yönelik çalışmalar yapıldığını biliyoruz. Bu hengamede Kur’an okumanın yasaklanmasa bile kısıtlandığını, ancak Kur’an öğretmenin büsbütün yasaklandığını söyleyenler de bulunuyor. Bu dönemde yine de evlerde gizli gizli öğretenler varmış. İşte Körhoca onlardan birisidir.

    Gizliden Kur’an öğretmek gibi cesurca davranışın yanında Körhoca, bir çok kitabını saklamanın da failidir. Talise doldurduğu eski yazılı kitaplarını, kayaların arasındaki bir in/mağaraya atmış. Buna nasıl bir korkunun sebep olabileceğini hesabedin. Büyük oğlu Arif Varlı ile birlikte işledikleri bu cinayetin üzerinden yirmi yıl kadar sonra, nispeten tek parti etkisinin kırıldığı 50’li yıllarda Arif Emmim konuyu gündeme getirmek istemiş. ‘Gidip kitapları alalım’ diyecekmiş, ama şiddetle susturmuş Dedem… Ben korkunun o yıllarda hala devam ettiğine yordum onun bu şiddetli susturmasını…

    Tek parti döneminden eser kalmadığı 1969 yılında Körhoca’nın korkusunu haklı çıkarırcasına bir haber yayınlanıyor. Milliyet Gazetesinin 10 Mayıs tarihli nüshasının birinci sayfasında duyurulan habere göre, Anıtkaya Bucağında 49 Nurcu tutuklanmış. Sekiz kadının da bulunduğu 49 kişi arasında Gobakların Derviş (İbrahim Kopan) da bulunuyor... Körhoca yok, lakin kitaplar var. Said Nursi’ye ait kitaplar’a da suç aleti olarak el koymuşlar. ‘Nurcu ayin’ dedikleri şey de zaten kitap okumak oluyor… Öyle bir dönem ki; kimi kitaplarını saklıyor, kimi saklı saklı kitap okuyor.

    Saklanan kitaplar orada öylece kalmış, ne oldu bunlara diye gidip bakmamışlar. 1971 Yılında Dedem vefat ettikten sonra da ardını aramamışlar. Gademguyu ile Gayalar arasındaki mevki parsellendi, şimdi oralar evlerle doldu. Elbette mağaralar kapatılmıştır. Onların birine saklanan kitaplar arasında Kur’an var mıydı, bunu bilemeyiz. Başka hangi mağaralara kitaplar saklandı, nerelere gömüldü bunu da bilemeyiz… Bildiğimiz şu, bazı kitaplar hala saklı...




15 Haziran 2024

Kurbanlık Balık

 
    Selimoğlu Seydi Selman/Selen Gocaguliz Ali Osman Uysal’ın küçük kardeşidir, annesine izafeten Ümmününseydi olarak bilinirdi. Bir dönem muhtarlık da yapmış, ama daha çok bakkallığıyla bilinir, bu yüzden son dönemlerinde Bakkalseydi diyorlardı.

    Bakkalseydi’nin eski dükkanı L biçimliydi, sonradan yenilendi. Eski dükkan döneminde işleri çok iyiymiş. Bulunduğu mahallenin dışında Anıtkaya’nın diğer uzak mahallelerinden de müşterisi olurmuş. 1970’lerin sonunda evden çalınan deneleri genellikle ona götürürdük…

    Geniş müşteri yelpazesinin talebi üzerine yeni arayışlara yönelmekten çekinmeyen, girişimci ve cesur birisi olarak biliniyormuş. Eski dükkanına çok gösterişli vitrin, tezgah gibi şeyleri yine Eğret’te imal ettirmiş; onların birer sanat harikası olduğunu anlatıyorlar. O kadar eskisini bilemem, ama yeni dükkanında kendisi dondurma imal edip sattığını hatırlıyorum.

    İşittiğime göre bir keresinde Afyon’dan birkaç kasa balık getirmiş. O sıralarda müşterilerden balık soran mı oldu, her ne ise, madem talep var, o halde kısa sürede satıp elinden çıkarabileceğini düşünmüş olmalı. Yahut düşeş denk getirdi, iyi kar edeceğini zannetti, O’nu balık getirmeye sevk eden şey ne olduğunu bilemeyiz…

    Hesap etmediği şey, balığı Kurban Bayramı öncesinde getirmiş olmasıdır. O telaşeyle zihinler ‘et’ düşüncesiyle meşgul olduğundan, doğal olarak Seydi’nin balıkların yüzüne bakan olmamış. Tez bozulan bir gıda olduğu için galiba hepsini dökmek zorunda kalmış... 

    Nereye? Bokluğa... Dediklerine göre arife gecesi, el ayak çekilince; hem kimseye madara olmamak için hem de kolay kazılacağından bokluğu tercih etmiş ve hepsini oraya gömmüş... O kadar balığın boşa gittiğine mi yansın, paranın heba olduğuna mı yansın, müşterinin vefasızlığına mı…

    Biraz da kızmış galiba… Açmış veresiye defterini… Kayıtlı kim varsa, sıra sektirmeden herkese birer ikişer kilo balık yazmış. Satmış gibi, tutarlarını karşılarına eklemiş… Olanlardan habersiz, günler sonra hesap kapatmaya gelenler balık aldıklarını öğrenince şaşırmışlar. Alıp yemedikleri balığın hikmetini sual edince;

    - ‘Ben o balıkları siziñuçu getdiydim!’ demiş Bakkalseydi…

    Küçük gözleri, minyon yüzüyle sürekli gülümsüyormuş izlenimi verirdi. Bu tabiatta bir adam insanlara ne kadar kızabilir, o da ayrı... Satamadığı balıkların parasını goñşulardan tahsil edip etmediğini bilemiyoruz. Bakkalseydi’nin bakkallığı hakkında böyle bir Kurban Bayramı olayı anlatılır. 

    Anlatılagelen meseleyi merak eden Mehmet Tırık sağlığındayken sormuş. Rahmetli olayı doğrulamış, ancak balık parasını almadığını, bunun komşular arasında nükteli bir mevzu olarak anlatıldığını belirtmiş...





13 Haziran 2024

Eğret Halkevi

 
    Gocacami'nin medrese olarak kullanılan eklentilerinin yanında onlardan farklı, caminin minyatürü gibi bir bina eski fotoğraflarda görünüyor. Bazıları onu Halkevi, bazıları da lojman olarak hatırlıyorlar. Galiba iki taraf da haklı.

    Bir Cumhuriyet Halk Partisi örgütlenmesi olarak Halkevleri 1932 yılında kuruldu ve bütün vilayetlerde şubeleri açıldı. Afyonkarahisar Halkevi de bunlardan biridir. Onun sosyal ve kültürel faaliyetlerini raporları ve Taşpınar'ı tarayarak çalışmışlar. Çünkü en eski yerel kültür yayını olan Taşpınar Dergisi, Afyon Halkevi'nin yayın organı sayılıyor.

    Böyle bir çalışmadan öğrendiğimize göre(*) daha kırsal örgütlenmesi başlamadan Afyon Halkevi'nin köy ve köylülere yönelik çalışmaları varmış. İl merkezinde ve genellikle pazar kurulduğu günlerde yoğunlaşan bu çalışmalar, zaman zaman köylere gezi düzenleme olarak da gerçekleşiyormuş. Buna bir örnek 1937 yılından...

    1937 Yıl içinde Salar, Süğlün, Eğret, Şuhut Nahiyeleri ile Doğanlar, Karacören, Deper, Ayvalı, Kalacik, Döğer köylerine geziler düzenlenmiş... Bu geziler kalabalık bir heyetle yapılıyormuş. Halkevinin köy ve köycülük ile ilgili birimine mensup üyelerden doktor, veteriner, teknisyen, öğretmen, müzisyen vb. uzmanlardan oluşan katılımcılar böylece sağlık taraması yapıyor, temsiller sahneliyor, konser veriyor, derlemeler yapıyor, sohbetler düzenliyorlarmış...

    1937 Yılındaki ilk Eğret gezisinin içeriğiyle ilgili elimizde ayrıntı yok. Ancak bir yıl sonra, 1938'de yapılan ayrıntılı anlatılmış: "Daha önceden hazırlanan programa bağlı olarak doktor, ziraatçı, öğretmen, bankacı, tüccar, memur, avukat, eczacı, mühendis, sporcu ve Halkevinin diğer kollarına bağlı 90 kişinin katılımıyla, dört kamyonla beraber saat 08.00'da Halkevinden Cumhuriyet Marşı okunarak hareket edilmiştir. Önce Sipsin Köyü gezilmiş daha sonra Fethibey, Elpirek köylerine uğranmış ve buralarda köy konağı, kuyu ve çeşmeler, köy fidanlığı ve okul gezilmiştir. Bu geziler yapıldıktan sonra Cumhuriyet meydanında toplanılmış, Halkevi Başkanı Galip Demirer köylülerle köy işleri üzerine konuşmalar yapmış, köyün ve köylünün dertleri dinlenmiştir. Ayrıca köyle ilgili konularda köylülere bilgi verilmiştir."

    "Kafiledeki doktor, her köydeki hastaları muayene etmiş, yanlarına aldıkları sağlık çantasında bulunan ilaçlar verilmiş, yanlarında bulunmayan ilaçlar ise reçeteleri şehirde yaptırılmak üzere getirilerek yaptırılmış ve geri gönderilmiştir. Kafiledeki ziraatçı, bankacı, öğretmen ve tüccar gibi meslek gruplarına mensup olanlar, köyde köyün sıhhi, zirai ekonomik ve kültürel durumu üzerinde konuşmalar yapmışlar ve bu konularda köylüyü bilgilendirmişlerdir. Halkevinin köyden istediği; sokakların temizliği, evlerin badanalanması, su yollarının yapılması, gübrelerin sokaklara dökülmemesi işleri köylülere not ettirilmiş, ayrıca Halkevinin özel olarak yaptırttığı hediye defterler köy çocuklarına dağıtılmıştır."

    "Bu gezi sırasında köy gezilerinin planına uygun olarak Halkevi müzik kolunun caz takımı köylülere ulusal müzik parçaları çalmış, köy gençleri de milli oyunlar oynamış ve hep bir ağızdan söylenen Cumhuriyet marşından sonra toplantılar bitirilmiştir."

    İyi güzel de bütün bunların Eğret'le ne alakası var, diyecek olanlar anlayışla karşılanabilir. Yalnız bunlar programın öğleye kadarki kısmı. Gecek'te öğle yemeğinden sonra Eğret Nahiyesine geçildiği, merkezden sonra Susuzosmaniye ve Osmanköy'e de uğranıldığı, öğleden önceki etkinliklerin buralarda da tekrarlandığı belirtilmiş.

    1938 Yılının ikinci tur köy gezileri de 12 Haziran günü yapılıyor. Temel amaç köylerin sorunlarını gidermek olan olan bu gezilerde, Eğret merkezi ile Susuzosmaniye ve Osmanköy'e uğranılmış. Önceki gezinin takibi olduğu anlaşılan bu ikinci gezi programının ayrıntısı bilinmiyor.

    Bütün bunlar Afyon Halkevi merkezli çalışmalar. Henüz Eğret Halkevi'nden söz edemiyoruz. Aslında Eğret'te Halkevi hiç olmamış, Halkodası resmi adıyla açılan temsilciliği Halkevi bellemişler. Şimdi o Halkodası'nın hikayesi başlıyor... 

    Ankara Halkevleri Genel Merkezinde, vilayetler dışındaki yerleşimlere Halkodası açılması kararı 1940 yılında alınmış. Bunun üzerine Afyon Halkevi hemen harekete geçerek yedi Halkodası açıyor: Şuhut, Sincanlı, Eğret, Çobanlar, İshaklı, Evciler, Dişli... 

    Sonra Halkodalarının sayısı çığ gibi büyüyecek, ama Eğret'in ilk partide bulunması önemlidir. Gocacami yanındaki bina Halkodası'na tahsis edilmiş... Yukarıda örneği verilen faaliyetler böylece Eğret'te çoğalacak ve yaygınlaşacaktır...

    Bununla beraber Eğret Halkodası bağımsız ve yalnız bırakılmamış, Halkevi önceki yıllardaki etkinliklerine devam etmiş. Tabi organizasyonların Eğret'e bakan tarafı Halkodası'na bırakılarak... 

    Misal olarak 1942 yılında yapılan bir köy gezisi gösterilebilir. 15 Haziran Pazartesi günü gerçekleştirilen bu gezide, "Eğret, Karaca Ahmet, Sipsin köyleri ziyaret edilmiştir. Yine bütün diğer köy gezilerinde olduğu gibi kafile arasında bulunan doktor tarafından köydeki hastalar muayene edilmiş, o dönemin Veteriner Müdürü Esat Geran hayvan yetiştirme üzerine halkı bilgilendirmiştir."

    Bu zaman aralığında yapılan Eğret ziyaretlerinin birinde, kahvehanede köy halkıyla sohbet edilirken çekilmiş bir fotoğraf günümüze gelmiş. Binayı bilenler, bu fotoğrafın Yörüğoğluların Kahvehanede çekildiğini söylüyor. O sırada kahvehaneyi Beygirli Mehmet Tüblek işletiyormuş.

    Neticede Halkevleri/Halkodaları bir siyasi partinin uzantısıdır, ülkedeki siyasi gelişmelerden ayrı değerlendirilemez. Çok partili hayata geçildikten sonra Halkevlerinin eski parlak, heyecanlı ve oldukça aktif günleri de gerilerde kalmaya başladı. Özellikle 1948 yılında hem Halkevinin etkinlikleri, hem de yayın organı Taşpınar'ın baskı kalitesi, 'O eski halimden eser yok'  der gibiydi. Nihayet bir yıl önceki iktidar değişikliği sonucu 1951'de Halkevleri kapatıldı...

    1960 Darbesiyle siyasi rüzgar tersine esmeye başladı. 20 Ekim1963'te Afyon Halkevi yeniden açıldı. Genel Kurulda Başkanlığa aslen bir Anıtkayalı olan Hüseyin Şenşaştımoğlu seçildi. Hüseyin Şenşaştımoğlu aynı zamanda Taşpınar'ın sorumlu yönetmeni ve kitaplık ve yayın kolu başkanı olmuştu. Çalışmalara heyecanla başlanılsa da bu dönem çok sönük geçecektir. Şaştımoğlu bir sonraki yıl da başkan seçildi, artı Eğret İlkokulunda öğretmen olarak çalışmış Ali Oğuz da Spor Kolu başkanlığına getirildi... Fakat bütün bunlar eski haraketli günlere dönmek için yeterli olmadı. Tamamen siyasileşen yapısıyla 1980'e kadar varlığını sürdürdüyse de 12 Eylül darbesiyle temelli kapatıldı. 

    Bütün bunlar yaşanırken, 1951'de kapatılan Eğret Halkodası bir daha açılmamıştı... Ona tahsis edilen Gocacami eklentisi, bundan sonra bir süre Eğret Ebesinin ikamet ettiği lojman olarak kullanıldı. Yani o binayı Halkevi bilenler de, lojman olarak hatırlayanlar da haklıdır...


    (*) Afyon Halkevi Ve Faaliyetleri, Feyza Kurnaz ŞahinAKÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2004



12 Haziran 2024

İblak Etekleri


    Sekiz dokuz yaşında filanmış, bu da bizi 1950'li yılların sonuna götürür. O yıllarda daha berber olmayan Böbülerin Ahmet Kabadayı, aşağıda anlatacağı gezi için küçük yaşta olduğu kabul edilebilir. Bununla beraber yol arkadaşı Yeşilömerlerin Ali Osman Fidan kendisinden üç dört yaş daha büyüktür, belki bu yüzden korkusuzca Dağ'ın her tarafını dolaşırlar...

    Oraya ne münasebetle gittiklerinin bir önemi yok, hikaye Çirçir'den başlıyor. Çadırayak'tan iniyorlar. Buranın böyle adlandırılması, çok eski zamanlarda civarda konaklayan Yörüklerle ilgiliymiş. Çadırların bazı kazıklarına, direklerine böyle derlermiş; ne olduysa bir konaklama sırasında verilen Çadırayak adı öylece kalmış.

    Çadırayak'tan inince Doñuzbuñarı karşılarına çıkıyor. Zannedileceği gibi burası bir pınar değil çeşmedir. Belki ilk zamanlarda doğal haliyle oradan bülken bir su birikintisiymiştir. İnsanlar bildiğimiz Buñar ile karıştırmamak için Doñuzbuñarı demiş olmalılar. Ya da gerçekten pınar başında sık sık domuzlar görülüyordu... Her neyse, pınarı çeşmeye çevirmişler; ama adı değişmemiş, hala Doñuzbuñarı deniliyor. Çirçir'den yeni ayrıldılar, henüz susayası değiller; yine de içmişler suyu...

    Bir müddet yürüyüp İnneñüsdü'ne varıyorlar. Sosyal konut gibi sıralanmış, esasında vahşi hayvanların barınağı olan in, mağara karışımı oyukların tepesinde bulunan bir tarladan mısır koparıp bir güzel kavurmuşlar. Oralarda odun, tezek eksik olmaz; tezek közünde kavrulan mısırın da tadına doyum olmaz...

    Günbatısına doğru ilerlemeye devam etmişler. Önce Gocagızıldere, ardından Güçcükgızıldere... Verimli dağ toprağının kızıl renginden dolayı bu derelerin böyle adlandırıldığı sanılıyor. Güçcükgızıldere'de bir kuş yuvasına rastlamışlar. Kınalı kekliklere ait olduğunu sonradan öğrendikleri yuvada yumurtalar varmış. Ağılda yeriz diye almışlar yumurtaları...

    Hedeflerindeki ağıl, Güdükçat'ı aşınca karşılarını çıkıyor. Orada Güdüğizzet (İzzet Sağlam)ın ağılda oğlu Emin ile Böbülerin Veli bulunuyor. Veli Kabadayı, Berber'in emmisidir; ama o bilgi şöyle durakoysun, biz Güdükçat'ta biraz eğlenelim. Çatalın küçüklüğü, güdüklüğü sebebiyle burası öyle adlandırılmış, yani Güdüğizzet ile alakası yok... Ağıldaki büyükler bunlara demiş 'Siz o keklik yımırtalâna yazık etmeñ,  alıñ bunu oynañ!..' Yakaladıkları bir tavşan yavrusu, yani göceni önlerine koymuşlar. İki kafadar hayvanla oynuyoruz derken kaçırmışlar, bu korkuyla görünmeden oradan uzaklaşmışlar...

    Soluğu Yeşilömerlerin ağılda almışlar. Ali Osman'ın abisi Ömer Fidan, o sıralarda yirmisinin üzerinde delikanlı... Helva yapıyormuş... Yemek kadar doyurucu garahelva, ilaç gibi gelmiş bunlara... Karınları doyunca  tekrar yola düzülmüşler...

    Atlamışlar Derinçat'a... Sonra kendilerini Hanyeri'nde bulmuşlar. Eski zamanlara ait bazı belgelere de adı böyle işlenen Hanyeri'nin, Eğret'teki meşhur Han/Kervansaray ile ilgisi var gibi görünüyor; ama nasıl, açıklığa kavuşturulabilmiş değil... Buradaki su ihtiyacı ta o zamanlardan fark edilmiş. Çevrede bir sürü kuyu, çeşme varken Hanyeri'nde bir tane bile yok... Macurali (Ali Öncül) bir kuyu kazmaya girişmiş. Onbeş yirmi metre kadar indiyse de su çıkmadığı için girişim yarım kalmış. Yine de Hanyeri'nin o noktasına Macuraliniñguyu adını vermişler. Bu olaydan yıllar sonra Belediyece o noktaya gölet yapılarak bir su kaynağı oluşturulduğu söyleniyor...

    Macuraliniñguyu yerinden geçip Yergöçüğü'ne varmışlar. Burası da çok eski zamanlardaki bir coğrafi hareket sonrası bu adı almış görünüyor. Hala göçüğün izleri belli olabilir. Sonra Gaklık'a geliyorlar. Eski zamanlarda, su kaynağının olmadığı yerlerde gerek vahşi hayvanlar gerekse sürüler, ihtiyacını gaklardan giderirmiş. Yüzeydeki kaya oyuklarında yağmur ve kar suları birikip doğal yalak vazifesi görüyorlar. Köylünün gak dediği bu oyuklar en fazla bu yörede görüldüğü için, mevkinin adı Gaklık olarak yerleşiyor. Aslında her yerde bulunabilecek gaklar, başka su kaynağı olmadığı için kıymete bindiğinden sadece ö bölgede dikkat çektiği ve oranın adı olduğu da düşünülebilir.

    Bilenler bilir, Gaklık girişinde ormanın ucunda üçüzler gibi duran üç erik ağacı vardır. Oradan bir heybe erik toplamışlar. Sonra düşmüşler Gaklık yoluna... Dikilidaş, Buñar, Gayalar derken eve varıyorlar... Berber'in Ninesi eriği kaynatıp pestil çıkarmış...

    Çolömerlerin rahmetli Ömer Salman'ın İblak'ı anlattığı yazısını okuyunca, Berber Emmim bir an için maziye gitmiş ve Dağ'da yaşadıkları birer birer gözünün önüne gelmiş. Sonra Merhumun, İblak'ın sadece üst kısımlarını anlattığı, etekleri ve alt kısımlarına hiç değinmediğini fark etmiş. Eksik kalan yerleri, Ali Osman Fidan ile Ellili yılların sonunda yaşadığı bir günlük macera ile anlatabileceğini düşünerek bu notları yazmış. 

    Ahmet Kabadayı ve Emmisi Veli Kabadayı dışında, bu macerada adı geçenlerin tamamı öte dünyaya göçtü. Allah rahmet etsin...



11 Haziran 2024

Peynir Davası

 
    Öküz güden son kuşak olabiliriz. Öncekiler gibi Dağ'da bayırda yatıya kalacak kadar işin içinde değildik belki, ama yine de bu hayvanların peşinden az koşmadık.

    Emmimin bir çift kara öküzü vardı. Kapkara ama... Öyle koyu kahverengi filan değil, dombey gibi.. Bu renkte başka çift öküz yoktu köyde, hatta etraf köylerde de görmedim. Onları uzaktan görenlerin ayrıca sahibini görmesine gerek yoktu, kara öküzlerden kimin geldiğini anlarlardı...  

    Galiba yedi sekiz yaşlarındayım, Buñar'a dene yıkamaya gittiydik; ya da ben de yanlarına takıldım... Yüküyle beraber arabayı oraya bırakıp öküzleri sürdük eski asfalt kenarından. Bağların ardındaki Hacarifiñguyu'yu geçince, küçük vadinin bir yanını kaplayan göbüle karşımıza çıktı. İçinde orta boy bir alıç azadı bulunan, rengarenk otlarla dolu bu göbüleyi Emmim daha önceden biliyor olmalı, bilmese nasıl nokta atışı yapıp buraya sürsün ki malları. Gerçi o yıllarda çok göbüle olurdu, insanlar tarlaları ekmeye yetişemiyor muydu ne...

    Öküz çobanlığım o göbülede başladı. Nöbet gelip dene yıkanana kadar sürdü, işi bitince Emmim geldi sürüp gittik Buñar'a... İlk olduğu için unutmamışım demek ki... Bundan sonra da çok gütmüşlüğümüz, öküz güderken yaşadığımız çok şeyler var. Hepsini hatırlamak mümkün değilse de, biri var ki, bir kaç kez hatırlatıldı, artık onu unutmak ne mümkün...

    Bizim öküz yoktu, ama gerek Emmimin kara öküzleri gütmek için olsun, gerekse Halaoğlumun yanına takılarak Sağırların öküzler peşinde olsun sürekli kıra giderdik. Yaşımız itibariyle hakından gelebileceğimiz iş olarak bu münasip görülüyordu demek ki... 

    O zamanlar traktörden daha çok öküz vardı, bu yüzden kırlar şenlik olurdu. Hemen hemen aynı yaştaki çobanlar bir araya gelir, ne oyunlar çıkarırdık. Köyde dursan can sıkıntısından patlayacaksın, lakin kır öyle değil; dediğim gibi çok şenlikli olurdu. Belki gönüllü çobanlık tercihinin sebebi bu ortamdı, orada canın sıkılması mümkün mü?...

    Yetmişli yılların sonları olması lazım... Çatalüyük'le Kepez arasında bir yerlerdeyiz diye hatırlıyorum. Yaz sonu, Eylül ayı olabilir. Bu dönemde harmandan kalkılmasa da kırlar tamamen añıza çıkmıştır, hatta nadas tarafında günaşıklar kesilmektedir. Dediğim taraf ekin mi nadas mıydı, orası da net değil... Eğlenceli öküz çobanları buluşması tamam, ortam kalabalık... Oyunlar, yarışlar, gülüşler, çekişmeler, boğuşmalar gırla gidiyor. Öküzleri çevirme derdi yok gibi, çünkü etrafta onların girebileceği ziyan yok. Dolayısıyla eğlenceye kendimizi kaptırmanın bir sakıncası da bulunmuyor. Mallar çok uzaklaşırsa, yavaş yavaş onları takip edebiliriz, hepsi bu...

    Birlikte oynuyor, birlikte yoruluyor, haliyle acıkınca karnımızı da birlikte doyuruyoruz. Küçük çobanların eşeğe vurulmuş heybesindeki yiyecekler az çok standarttır; bir ekmek, iki üç domates, bir o kadar soğan ve tuz... Bazen ekstradan portakaldan biraz büyücek bir İnaz kavunu veya bir kesenin köşesine çıkılanmış iki kaşık kadar yoğurt da heybeden çıkabilir, ama unutulmasın, bunlar o gün için lükstür. Suya ise gerek yok, zira illa ki bir çeşme veya kuyuya yolun düşecek...

    O dönemlerde bir kaç yıl Delibıdığın torunu Mehmet Soylu inek güttü. Esnaf bir ailenin çocuğuydu. Anıtkaya'da ileşberlik yapmayanlara esnaf denir. Mehmet'in de Delibıdık Dedesi emekli, babası ise aylıklı çalışandı. Bu sebeple öküze ihtiyaçları yoktu, ama bir kaç sağmal inek besliyorlardı. 

    Güttüğümüz hayvanların inek ve öküz olmasından başka görünen bir fark yoktu arada. Onları da aynı yerde güdüyoruz. Oyun, eğlence, galgıma, seyirtmede hep beraberiz... Mehmet'le arada bir farktan söz edilecekse, o fark belki eşek olabilir. Eşeği yoktu, dolayısıyla heybesi de... Lazım olan şeyleri boynuna astığı torbada gezdirdiğini hatırlıyorum. Tabi torbanın içindeki azık farklılığını da unutmamak lazım. Bizim heybelerde de bulunan standart yiyeceklerden başka onun torbasında mutlaka bir dilim taze peynir olurdu. 

    Bugünün çocukları, şimdi diyeceklerime bir anlam veremeyebilir; bunları yarım asır evvel çocuklarının zırvalaması kabul etsinler. Mehmet'in torbadaki bir dilim peynir çok önemliydi. Peynir de lükstü çünkü... Gerçi hemen her evde bir inek bulunurdu, ama o kara ineğin sütü ancak yoğurt çalmaya yeter, peynire ayıracak kadar süt vermezdi. Peynir sadece koyuncularda olduğundan sair kişiler için erişilmez bir gıda idi... Mehmetgile gelince, onlar zaten bunun için inek besliyor, Mehmet bunun için inek güdüyordu...

    Lafı uzatmayalım, o gün canımız peynir çekti. Aslında nefis her daim onu yemek istiyor da, işte o gün ısrarcı olduk... Gelvelakin Mehmet'in, boynuna astığı torbadaki peyniri vermeye gönlü yok. Normal zamanda elindekini paylaşmaktan çekinmeyen çocuk, 'vemen Allah vemen!' diye kaykıldı. İş inada bindi... Neticede biz kalabalığız, o ise tek başına... Dayak olayı olmadı, ama aldık. Şimdi olsa buna 'aldık' değil, 'gaspettik' derdim; o zamanlar kelimeler arasındaki anlam farklarını filan düşünmezdik...

    Mehmet çok bozuldu, amma elinden bir şey gelmiyor. Onun karşısında yok böylece yiyelim, yok kızartalım da yiyelim tartışmasına da giriştik. Sonuçta nasıl yediğimizi hatırlamıyorum, ama kızartma fikri benden çıkmıştı. 'Peyniri bilmeyen, kızartmasını nereden bilecek!' diye itiraz etmekte haklısınız. Bunun cevabı için bir kaç yıl geriye gitmek lazım.

    İşin aslı, eşşek gütmedeki kıdemim, öküzdekine göre daha fazladır. Şöyle ki... Dedemin ileşberliğe koştuğu dört eşeği vardı. Urganlının Evizo (İbrahim Öncül)ün kurbanlık dana güttüğü ilk yıllardı... Benim aklımın çok ermediği zamanlar... Dört eşşeği Evizo'nun sürüsüne katar, ben de onun yanında eşşek güdeceğim diye gider gelirdim. Heybesinde eksik etmediği peyniri kızartarak yemeyi de Gocagır'da ondan öğrendim. Esasında buna kızartma değil, közleme demek lazım. Şimdi sucuk közlediğimiz gibi, bir kazığın ucuna taktığı peyniri ateşe tutmuştu. Rengi değişen peynirin lezzetini hatırlamıyorum, ama yöntemi öğrenmiş oldum...

    Mehmet'in torbasından kaptığımız peyniri, Evizo'dan aldığım dersle közlesek de mi yesek, közlemesek de mi yesek... Dediğim gibi bu tartışmanın neticesini hatırlamıyorum. Daha doğrusu bu olayı tamamen unutmuştum; Mehmet'in ısrarlı dokundurmalarıyla gündeme geldi. Hafızamın beni yanıltmadığını umduğum yönleriyle anlattım, daha da unutmam...



Aşiret Yörükleri

    
    Anadolu'ya geldikten sonra Türkmen/Yörüklerin temelli yerleşik hayata geçiş süreçleri çok uzun sürmüş. Bir yere yerleşseler bile orayı sadece kışı geçirmek için uygun görmüş, yaz için başka yerler aramışlar. Bu yüzden yaylak ve kışlak (yayla/kışla) olmak üzere ikili yerleşim modelini kendilerine yakıştırmışlar ve yayladan kışlaya, kışladan yaylaya göçüp durmuşlar.

    Daha geriye gidildiğinde tabi ki hepsinin kökeni Türkmen/Yörüktür; ama 16. yüzyıl ikinci yarısında yedi hanelik Türkmen ahalisinin konup Eğret'e dahil olduğu kayıtlarda var. Bu hadiseden sonra da toplu ve bireysel Yörük hanelerinin Eğret'e katılımı devam etmiş. Onlar tamamen yerleşik hayatı benimsedikleri için Eğretli Yörük olmuşlar. Ama başka Yörükler de var...

    Başka Yörükler de var, çünkü Yörüklerin yayla tercihlerinden biri de İlbulak Dağı'dır. Özellikle Ege'nin bunaltıcı yazlarından muzdarip olanlar bu serin selamet yaylaya yönelmişler. Bir kere gördükten sonra oralardan vazgeçemiyorlar, Eğret Muhtarı ve halkıyla iyi ilişkiler kurarak sonraki yılda orada yaylamayı garantiye alıyorlarmış. Havası, çeşmeleri kadar yaylımıyla da farklıymış İblak... Bir şiirinde Ömer Salman bu durumu şu iki dizede özetlemiş:
    "Soğuk olur Almalı’nın suları"       
    "Hasret çeker aşiretler burları"  

    Eğretliler kendi yerli Yörükleri ile İblak'a yaylamaya gelenleri karıştırmamak için onlara 'Aşiret Yörüğü' demişler. Hangi aşiret mensubu olduklarının bir önemi yok, göçer ise böyle adlandırmışlar.

    Genellikle Ege (İzmir, Aydın, Muğla, Manisa) tarafı Yörükleri İlbak'ı tercih ediyormuş, ama başka taraflardan yaylamaya gelenlerden de söz ediliyor. Yaylaya çıkma ve kışlaya dönme zamanlarında Eğret köy içi, geçip giden göçerlere sahne olurmuş. Bunlar Egeli olup Eğret'in daha ötesinde yaylamayı tercih edenler olabileceği gibi, Eskişehir/Emirdağ istikametinden gelip İblak'a konan Yörükler de olabilir...

    Köyün kuzeydoğusunda, Çayırlar yolu üzerindeki iki çeşme, kesin tarihi bilinmeyecek kadar eski bir zamanda yapılmış. Soğuk ve gür suyuyla bilinen bu çifte çeşmeyi, göç yolları üzerinde olduğu için Yörüklerin yaptırdığı anlatılıyor. Bu yüzden çeşmeye ve o mevkiye eskiden beri 'Yürükçeşmesi' deniliyor.

    O güzergahı kullanan Yörükler köy içinden geçip gidiyorlar. Dediğimiz gibi; bunlar yayla yolunda da olabilirler, dönüş yolunda da... Halkın çok ilgisini çekermiş onların geçişi... Eğretliler koyunu keçiyi zaten biliyorlar, yüze yakın sürü var köyde... Asıl ilginç gelen boyunlarında çanları, eğri büğrü bedenleriyle kızıl develer... Geçit resmi izler gibi, durup bu alaya bakarlarmış... Çan sesleri, tangıltı tongultular, meleyişler, anırmalar, höykürmeler birbirine karışır; bu hay huy arasında sokaklarda tozu dumana katarlarmış...

    Geçiş sırasında tabi ki Muhtarlıktan izin alınıyor... Bunca büyük sürünün hiç bir yere takılmadan yağ gibi akıp gitmesi mümkün değil. Elbette hayvanlar yanaştığı bütün aharları boşaltıyor, orada burada gördüğü bütün yeşilliklere sunuyor vs. Böyle şeyler kaçınılmaz... Ancak sürü başındakilerle Eğretliler arasında da bazı sürtüşmeler yaşanırmış. Bu gibi durumlarda kabahatliyi aramadan, büyükler araya girip yatıştırırlarmış ortalığı. Katar köyü terk edene kadar curcuna devam edermiş. Çok da uzak değil, 60'lı yıllara kadar böyle Yörük geçişleri normalden sayılırmış...

    Yaz başındaki yayla göçüyle sonbahardaki dönüş göçü, aynı güzergahta birbirinin tersi istikamette yaşanıyor. Eylül sonu, Ekim başı gibi dönüş başlıyormuş. 1953 Yılının Ekim başında Körüslüoğlu Garaömerin oğlanlar ters çekmekte. Daha doğrusu büyük oğlu Mustafa Kök, yanına küçük kardeşi Ahmet'i almış artlı önlü ters götürüyorlar. O sırada göç yolunda bulunan Yörüklerle Bunar mevkiinde karşılaşmışlar. Henüz sekiz dokuz yaşlarında bulunan Ahmet ne de olsa çocuktur, dikkatini tonguldayarak yürüyen develerden alamaz. O haldeyken araba sarsılınca düşüp tekerin altında kalır ve orada can verir. Garaömer'in bir kaç ay sonra doğacak küçük oğluna, Yörüklerin develerine bakarken ölen abisinin hatırasına Ahmet Kök adını verirler. 

    Ya, işte böyle acı hatıralara da konu olmuş Yörük göçleri... Aslında Eğret'te kayıtlara geçmiş ilk cinayet Türkmen/Yörüklerle ilgili. 1731 Yılı Mart ayında, yani tam da yaylaya çıkış vaktinde olay Kadı'ya bildirilmiş. Dağa gelen Türkmenlerden beş on genç Eğretli Babaca oğlu İvaz'ı tüfekle sol böğründen yaralayıp öldürmüşler. Arazi yüzünden anlaşmazlık olmuş çıkan kavga böyle sonuçlanmış.

    İşin normali dikkat çekmediği ve kayıtlara geçmediği için pek bilinmez. Oysa arada böyle nizalar çekişmeler olsa da genelde Aşiret Yörükleri ile iyi ilişkiler kurulmuş. Çok eski zamanların normalini bilemiyoruz, fakat yakın geçmişte bu böyleymiş. Aradaki kilometrelerce mesafeye rağmen aynı köy halkıymış gibi birlikte yaşamışlar. Hele ağıllardaki çobanlarla sürekli içli dışlılarmış. Nasıl olmasın ki, uzun yaz döneminde İblak ayrı bir köy kadar kalabalıkmış. 

    Samancı (İsmail Saçak) bir gün çalının kenarında doğum yapmakta olan bir kadını uzaktan farketmiş. Kadın kurtulasıya kadar meydana çıkmamaya, ama oradan da ayrılmamaya karar vermiş. Böylece kuytuda uzun bir bekleme süreci olmuş, çünkü kadın bir türlü doğum yapamıyormuş. Durumun tehlikeye girdiğini anlayınca varıp kadına yardım etmek istemiş. 'Korkma bacım, yardıma geldim' diyerek doğumu yaptırmış, bebeği de kendi ceketine sarıp kadının kucağına vermiş. Bu hareketiyle hem kadının hem de çocuğunun hayatını kurtaran Samancı'yı, uzun yıllar kadının yakınları ziyaret etmiş, ona hürmette kusur etmemişler.

    1950'lerden itibaren yayla dönemine denk gelen Ramazanlarda teravih için hoca tutup, Dağ'ı koca bir mescide çevirmişler. Almalı tarafıyla Bahçecik tarafı birbirine uzak olduğundan orası için ayrıca bir Hoca tutulduğu da olmuş... Birlikte oruç açmışlar, yan yana saf tutmuşlar. Ölen olmuş, cenazeyi birlikte defnetmişler. Dağın bir köşesinde 'Yörükmezerleri' diye bilinen o mevkideki kabirler hala bellidir. Bazı ölülerini de getirip Eğret eski kabrine defnetmişler, Bacıdede Seydi Değer'in tuttuğu ölüm defterinde 1968 ve 1971 yıllarına ait böyle iki kayıt var. Eğret halkı ile Yörüklerin samimi ilişkisini göstermesi açısından bu kayıtlar önemlidir...

    Köy tüzel kişiliğine, yani Muhtarlığa ücretini ödemek suretiyle ruhsatlı olarak İblak'a gelip konan Aşiret Yörüklerinin 1956-57 yılı yaylama faaliyetlerinin kaydını biliyoruz. Buna göre, kimin nerede, ne kadar süreyle ve kaç paraya yaylayacağı karar defterine yazılmış. Bunların çoğunluğu eskiden beri buranın müdavimi olan tanıdık Yörükler olduğu anlaşılıyor. Yine de sıradışı hallerin yaşandığı da oluyormuş. 

    1956 Yılının yaz başlarında Gedik ve Kuşkaya mevkiine konmuşlar. Galiba ücret konusunda anlaşmazlık çıkmış, Muhtar Tıraka (Abdurrahman Zenger) bunları kaldırmak istemiş. Yörükler uyanıklık edip İl Veterinerlik Müdürlüğüne dilekçe vererek hayvanlarının şap olduğunu, baytar gönderip muayene edilmesini istemişler. Muayene sonucunda karantina kararı çıkmış. Adamlar muradına ermiş, Veterinerliğin çektiği kordon içinde kalmak, yani buradan ayrılmamak zaten temel amaçlarıydı. Yalnız Tıraka da pes edecek değil, derhal İhtiyar Heyetini toplayarak Baytarın çektiği kordon içinin otlakiye ücretini 1800 lira olarak belirleyip tahsilat yoluna gitmiş. Neticede kimin kazandığı belli değil, fakat hayvanların kordon dışına çıkıp çıkmadığını kontrol amacıyla, Esenin Hasan Eminç ile Kemiğin Abdullah Öter vazifelendirilmişler. Allah bilir, bekçilerin raporuna göre sık sık ceza da kesmiştir. Aynı yılın Eylül ayında bu aşiretleri oturdukları mevkiden kaldırmak için Jandarma çağırmışlar. Üstelik Jandarmaları at arabasıyla getirip götürmesi için Tongulun Ahmet Yiğit'i kiralamışlar. Hasılı Gedik'e oturan İbrahim Gökmen adlı Aşiret Yörüğünü Jandarma zoruyla yerinden gıyneşdirebilmişler...

    1957 Yılında alınan karardan, Aşiretlere tahsis edilen mevkilerin ayrıntılı olarak belirlendiği anlaşılıyor: "Doğusu Resulbaba; kuzeyi ormana elli metre kala; batısı … oğlu Tarlası, ormana elli metre kala; güneyi Tavuk Kümesi, Eminoğlu Tarlası, Üç Kuyular, Geyik Yalağı... " Hudutları böylece belirlenen alan; Ahmet Alaylı, Ali Yanç, Süleyman Dönmez, Hüseyin Yanç, Süleyman Çimen, Osman Kaykaç, Ese Yanç adlı Aşiret Yörüklerine üçbin dörtyüz liraya  3,5 aylığına kiralanmış. Almalı bölgesindeki bu yörük yerleşimlerinde hiç problem yaşanmamış. Bunda başta adı yazılı Ahmet Alaylı'nın etkisi olduğu sanılıyor. Çünkü Garaahmet lakabıyla bilinen bu Aşiret Yörüğü, 1940'lı yıllardan beri gelip hep Almalı'ya konarmış...

    Aşiret Yörüklerine bazı mevkileri kiralama yolu, 1958 yılında belediye kurulmasıyla sekteye uğramış. Bir kaç yıl onlara kiralamak yerine, aynı parayı kasaba halkından tahsil ederek kendi hayvanlarımız yayılsın istenmiş. Bu yönteme yasal engel çıktıktan sonra 1961'den itibaren yine Aşiret Yörüklerine dönülmüş. Bundan sonra da Yörükler İblak'ta yaylamaya devam etmişler, ama eski tadı kalmamış. Bununla beraber 1990'ların sonunda bir kaç çadırlık Aşiretin Keçiyatakları civarına konduğunu hatırlıyorum. Anıtkaya ile iyi ilişkileri vardı...

    Galiba şimdilerde Aşiret Yörüğü de kalmadı. Antalya, Mersin taraflarında bir kaç hane varsa da onlar Torosları tercih ediyorlar. Hani yoktur da, kaldıysa bir kaç çadır ahalisi, Ege'den kalkıp yaylamak amacıyla  İblak'a gelse barınabilir mi? Mümkün değil...

    Fotoğraf: Süleyman Salman