YETİMLER TAYFASI
Mazinin Ömer’in torunları; Salih ve Sabire’den olma altı, Hasan ve Ümmühan’dan olma iki… Bir erkek bir kız Hasan’ın, iki erkek dört kız Salih’in…
Salih’in erkeklerin biri onüç, diğeri onbir yaşında… Kızların yaşları ise dokuz, yedi, beş… en küçükleri de yedi aylık… Arada bir oğlan da ölmüş…
Hasan’ınkiler büyük olan kız dokuz yaşında, erkek dört…
Yetimler ordusu… Evde dokuz yetim ve üç dul adam; Ninem öldü, Dedem dul; Anam öldü, babam dul; Yengem öldü, Amcam dul… Üç dul adam, dokuz yetim çocuk…
Harmanda mahsül çok, hayvan çok… Babam ileşberlik aletlerini kendi yapardı. Masuz 8-10 yaş arası çocuklar hakından gelebilsin diye küçük küçük yapardı. Mesela dırmık yapardı, normalinden daha küçük… Büyüklerin çektiğinin yarısı kadar filan…
Öksüzlüğün en büyük darbesini kız kardeşlerim yedi. İkisinin başları yara oldu. Çıban çıktı, saçları döküldü. Tam bir yıl kafalarını usturayla kazıdık. Kız çocuğunun saçsız olmasının ne demek olduğunu herhalde en iyi kadınlar bilir… Birisi böbrek rahatsızlığına yakalandı, yirmi senedir diyalize giriyor. Amcamın kızı da böbrek sorunları, diyaliz derken vefat etti gitti. En küçük taze öksüzü babam geceleri dışarı çıkarırdı, uyutabilmek için. Şimdilerde onun sağlığı bari iyi…
Salih’in erkek çocuklarına gelelim… Büyük oğlu Hasan Hüseyin, Hassönlerden Tatıresilin Mahmut’un kızıyla, yani halasının kızı Şerife Hanımla evlendi. Ömer, Mehmet ve Sabire isminde üç çocuğu var… Ömer Mılıklar (Çatkuyu)dan Raziye ile evlendi, Şerife ve Hasan Hüseyin isimlerinde iki çocuğu var… Mehmet ise Mılıklar (İğdeli) Köyünden evlendi, Hasan Hüseyin ve Muhammed Ali adlı iki oğlu var… Ömer ile Mehmet’in kızkardeşleri Sabire bekar, evlenmedi.
Gelelim küçük oğlu Ahmet’e… Hasan Amcasının öksüz kalan kızı Neslihan ile evlendi. Bir kız dört oğlan, beş çocuğu oldu. Üçü küçükken öldü… Büyük oğlu Adem, Döğer Kasabasından Şule Hanım’la evli. Üç kızı var; Özlem, Gizem, İrem… Küçük oğlu Salih, İdirizlerin Gıdakmehmetin kızıyla evli. Dört çocuğu oldu; ikizler Ahmet ile Neslihan sonra Mehmet ve en küçüğü Ali Eymen…
Hasan Amcamın Neslihan’ın kardeşi Hüseyin var… Kayseri’den Gülbin Hanımla evlendi. İki oğlu bir kızı var; Sinan, Ümmühan ve Metehan… Neslihan’ın anası ölünce, babası Küçükhöyük Köyünden ikinci evlilik yapıp Hanife Hanımla evlendi. Ondan da Mehmet Ali ve Habip isimlerinde iki oğlu oldu.
EKMEK HELVASI
Yaş iki veya üç… Hayal meyal hatırladığım, babam abim Hasan Hüseyin ile beni eşeğin sırtındaki heybeye koyup ağıla götürürdü. Ağıl İdirizlerin Gocaosmanın idi, Böbüler ilkin orada duruyordu. Sonra oranın altına kendi ağılımızı yaptık.
Beş- beş buçuk yaşlarımda filan iken, Muzaffer benim elimden tuttu koyun sürdürüyor. Ahmet Çavuş koyunlarını bize katım katacakmış. Sonra Kelsaleğin Mehmet rahmetli geldi. Üçümüz koyunları süre eğlene bizim ağıla vardık. Tabi onlar benden altı yedi yaş büyükler… Ağıla vardık ama; anahtar yok… Kapıyı açmak için taş topladık, bir saate yakın taşladık. Tabi ki kapı açılmadı…
Gün inerken Amcam Gocahasan geldi. Sürüyü kendi haline bırakmış, koyunlar tek sıra olmuş dere boyundan geliyor… Köpekler de sürüyü bırakıp Amcamla birlikte ağıla geldiler. Bu ara Güdüğizzetin ağıldan doğru bir canavar, o zamanlar canavar derlerdi sonraları adı kurt oldu, neyse canavar sürüden bir koyun kaptı, kaçmaya başladı. Amcam bağırdı. Onun sesine köpekler canavarı kovalamaya başladı. Koyun canavarın ağzında, köpekler onun arkasında… Ağzındaki koyun canavara ağır geldi. Baktı köpekler geliyor, koyunu yere çarptı, karnını yırttı. Belinden tutup işkembesini silkeledi. Yükü hafifleyince kalktı gitti, köpekler yetişemedi velhasıl…
BÜYÜYÜNCE BENİM OLACAK
Altı yaşımda filan olmalıyım. Aylardan Kasım gibi… Evimizin hayat kısmında sekiz on kadın bulgur çekiyor. O zaman bizim nüfus, yirmibeşi aşkın; yetmiş teneke filan bulgur kaynatırlardı… O sıra bizim gocagapı açıldı. Bulgur çeken kadınlardan birisi bana döndü ‘Bak, Yengen sana böbek getiriyor’ dedi… Koştum Yengeme, ‘Bana böbek mi getirdin?’ diye sordum. ‘Evet, sana böbek getirdim’ deyip elindeki şeyi kucağıma verdi ve ekledi: ‘Ona iyi bak, büyüyünce sana vereceğim.’…
Nedense o böbeğe hiç kıyamazdım. Yengemin beş altı çocuğu daha oldu; ama hepsi öldü, bir o kaldı. Herkes ‘Ümmühan’ın çocuğu yaşamıyor’ derdi. Sonra Hüseyin oldu, o bir iki yaşlarına geldi… Yengem yedi veya sekizinci çocuğuna hamileyken onunla beraber 6 Haziran 1967 günü öldü… Zaten Anam da 6 Haziran 1963’te öldü… Ninem ise daha önce, 1962 Kasım sonunda ölmüştü…
İNTİKAM
Ben geldim sekiz dokuz yaşıma. Veli Emmim askere gitti. Koyuna çoban lazım, Turabilerin Doruk Mehmet Dayıyı çoban tuttular. Bu ara ileşberlik ağırlaştı ve de kadın kalmadı… ‘Ahmet kuzuyu ağılın yanında çevirir’ dediler. Güdüğizzetin Nuri benden biraz büyük. Onunla kuzuyu karıştırıp Yataklardan Çirçire yayarak gece gidiyoruz, Çirçirden hayvanı suluyoruz, sabaha kadar geri ağıla dönüyoruz.
Bu ara Hatiplerin Godalemin ve Hassönlerin Gırhasan da Örende Hatiplerin ağılda kalıyorlar. Kendileri Çirçirden malları suleyip Çayırözlerine gidiyorlar; ama biz gelmeyelim diye de çeşmenin aharlarını boşaltıyorlar… Varıyoruz, su yok; aharların dolmasını bekliyoruz. Sabah gelirken de Nuri boşaltıyor aharları. Ben çocuğum, üç dört gün böyle devam etti.
Bir gün beklemişler… Nuri de bana ‘Delikleri aç, aharlar boşalsın’ dedi. Ben boşaltırken Emin ile Gırhasan geldiler. Gırhasan değneğe yaslandı, hiç seslenmiyor, gülüyor. Emin beni dövüyor, ne Gırhasan ne Nuri hiç ses çıkarmıyorlar… Baya bi dayak yedim, usanasıya kadar dövdü beni… Sonra gittiler.
Nuri dedi ‘Biz bunlardan intikam alalım.’... Nasıl edelim… ‘Kimse bizden şüphelenmez; biz buralara onlardan sonra geliyoruz, onlardan önce gidiyoruz. Nohut mısır yayarız, onlar yaptı deriz.’ Başladık nohut mısır, ne dekgeldiyse yaymeye… Müdüroğlunun Çapar, Patlakların Hüseyin, Garaguzuların Koreli Mehmet mahsul bekçisi. Yalnız ziyan yayanı bulamazlarsa zarar onlara ait. Onun için hiçbir ziyan faili meçhul kalmıyor. Mecbur ziyan yayanı bulacaklar, yoksa kendileri ödeyecek. Bekçi çadırını da Morukluya kurdular. Nuri ile benden şüphelenmiyorlar… Orada kim kim var, Gırhasanla Emin… Delikanlı adamlar, yaymamışlardır; ama zararı cepten ödememek için… Falanın nohutu yaydılar, kes zararı Gırhasanla Emin’e… İkisi de Hak evine vardılar, Allah bizi affetsin.
Bir dönem de böyle geçti… O kadar büyümüşüm ve aklıbaşında biriymişim ki gece kuzunun arkasında gezerken, ayağımdan yemeniler çıkmış haberim yok… Bir zaman sonra ayağımda ayakkabı olmadığını fark ettim. Nuri ‘Sabahtan buluruz’ dedi. Dediği gibi sabahleyin gitti, gece gezdiğimiz yerlerden ayakkabıları buldu geldi. Onda öyle bir yer ve yön bilgisi vardı; gece dibine tuvaletini yaptığı ormanı sonradan gidip bulabilirdi…
KUYUDAKİ ÇOBAN
Harman kalktı, koçları ayırdılar. Buyol da koç çobanı olmamı istiyorlar. Tabi abim pulluk falan tutabildiği için onu tarlaya götürüyorlar. Koçlar bize kaldı… Önüme kattım, Buñara doğru vardım. Arkadan Garapaçaların Mehmet Çetin geliyor, O da Hacıların Kelsaleğin koçları güdüyor. İki çocuk karıştırdık, önümüzde oldu elli atmış koç, teke; Çorbeciguyusunun yanına vardık. Gobakların İzzet Kupan geldi, lafa daldık, onunkiler de karıştı. Bağlarınaltındaki kuyuya vardık. Arkamızdan Çerçilerin Hilmi geldi, derken Çolağın Salim geldi… Kuyunun başına toplandık, oyuna daldık.
Tabi sürümüz çoğaldı, neredeyse ikiyüzelliyi geçti. Böbülerin, Kelsaleğin, Gobakların Halibramın, Çerçilerin, Çolakların… Bir de bunun üstüne Yeşilömerlerin Ali Osman geldi, olduk altı kişi… Hepimiz çocuk yaştayız..
Kendimizi oyuna kaptırdık. O kadar tatlı ki oyun, hayvanları unuttuk. Belki üç dört saat aklımıza bile gelmedi. E bu hayvanlar bir sürüye ait değil ki karıştıkları gibi parçalanmışlar. Kimisi Körguyuya doğru, kimisi Çolağınçeşmeye doğru, bir grup da Tekgeyerine doğru… Her biri bi yana dağılmış. Yalnız hiç biri hayvanlarını doğru dürüst tanımıyor.
Oyun esnasında ben Çerçilerin Hilmi’nin değneğini kuyuya attım. Çolağın Salim de benim şapgeyi attı… Dediler, ‘Kuyuya kim inip, şapkayla değneği alırsa O, hayvanları çevirmekten muaf olacak.’ Hayvan çok dağınık, ödül iyi; lakin kimse kuyuya inmek istemiyor. Yok sen in, yok ben ineyim derken, bende karar kılındı.
Ben kuyuya inerken onlar da kağıt oynamaya başlamıştı. Hilmi’nin değneği aldım, şapkamı da geydim; yosunlu duvarlardan yapışarak çıkıyorum. Tam kuyunun bileziğine geldim ‘Değneği alın…’ diyordum, adamlar oyuna dalıp beni unutmuş. Ayağım kaydı, kuyunun ağzından tekrar dibine düştüm. Allahtan kuyunun dibini boylarken bir yere çarpmamıştım… Ayağım tabana değdi, su beni geri kaldırdı. Sadece başım su üstünde, ellerimle duvardan yapıştım.
Ben dibe düşünce, su kuyunun ağzından taşmış da bizimkiler durumdan öyle haberdar olmuş. Şimdi vaziyet şöyle: Suyun içindeki benim sadece kafamı görüyorlar. Hepsi de kuyunun başına toplanmış bana bakıyorlar; ama beni öldü sanıyorlar. Konuşmalarından anlıyorum bunu; çünkü ‘Öldü… Kaçalım… Siz kakdınız derler…’ diye mâlihülyaya dalmışlar… ‘Ben ölmedim, yaşıyorum!’ diye bağırıyorum, kendi şamatalarından beni duymuyorlar. Ben onları duyuyorum; ama sesimi duyuramıyorum. Kabus gibi…
Sonunda duydular… Buyol da kovayı sallıyorlar ‘İçine gir, biz seni çekeriz’ diyorlar… Buyol da ben korktum ‘Çekemezler, kuyu sereñli olduğu için beni kovayla daldırıp öldürürler’ diye… ‘Ben kendim çıkarım’ dedim… O zaman elbiselerde sekiz on yamalık var. Suyu aldı, elbiseler de hışır gibi oldu… Zor zahmet çıktım.
‘Köye giden’ diyorum, yollamıyorlar. Soyundum, elbiseleri astık. Anadan doğma çıplak kaldım. Kuzu güderken Dedem bana göre bir kepinek yaptırmıştı, onun içine girdim, bekliyorum.
Bu ara tabi gün indi, arkadaşlar hayvanları topladılar. Ama kim kimin hayvanı olduğu bilmiyorlar. Ben önce bizimkileri ayırdım, sonra Kelsaleğinkileri de ayırdım. Güç bela Yeşilömerlerinkini de ayırdım. Salim ‘Ben bizimkileri bilirim’ dedi. ‘Öyleyse gerisini İzzet’le Hilmi kendileri ayırırlar’ deyip yola düştük.
Zaman nasıl geçmiş bilemedik, Yatsı camicileri falan dağılmış. Tabi evdekiler merakta… Eve kepinekle girdim, çıplak… Anam hemen fırladı ‘Ne bu hal oğlum!’… ‘Yok bişey’ dedim… Dedim ama, ardından ağlamaya başladım… Ninem, ‘Oğlum kavga mı ettin, ne oldu sana?’… ‘Kuyuya düştüm’ dedim. Onlar ne kuyusu falan derken, Anam ‘Kim kakdı, hangı guyuya!’ diye sorgu suali derinleştirdi. ‘Fatma Ninenin kuyuya’ dedim…
Olayın boyutu değişti. Anam feryat içinde ‘Yumruk kadar çocuklara büyüklerden fazla iş gösderiyorsunuz!’ diyor. Ninemle Babam da ‘Böyle böyle hayatı öğrenecekler’ diye anamı sakinleştirmeye çalışıyorlar. ‘Ana ben artık büyüdüm, okulu bitirdim, oniki yaşıma girdim, korkma’ diyorum… Dinleyen kim... Herhalde çobanlığım kuyuda bitti...