21 Temmuz 2023

Alemdaroğlular

 
    Ali oğlu Ahmet'in oğullarına resmi kayıtlarda "Alemdaroğlu" deniliyor. Sülale için bu tabirin kullanıldığını, şimdi hayatta olmayan büyükler de doğrulamış. Bu kelime bir tarih terimi olarak "bayraktar, sancaktar" anlamlarına geliyor. Sancağı tutan alemdar, birliğin önünde yürüyor. Kelimeye bazen mecazi olarak 'önder, lider' anlamları da yükleniyor. En dipte adı geçen Ali veya Ahmet... veya bu aileden bir başkası askerde böyle bir görevde bulunmuş olabilir. Yahut liderlik hususu öne çıkan birileri de olabilir. Bir münasebetle kendilerine 'Alemdaroğlu' denilmiş.

    Her askeri birliğin sancağı ve sancaktarı olabileceği gayet normal. Yani alemdar her yerde bulunabilir. Burada önemli olan husus, bunun Eğret'te bir sülaleye isim olabilmesidir. Bu isimleri/lakapları sülale kendisi seçmiyor, ahali öyle dediği için sülale ile lakap bütünleşiyor...

     Bir de şu tarihi gerçek var ki, Alemdar Mustafa Paşa'dan sonra bu kelime, neredeyse onun ailesine özel olarak kullanılır olmuş. 19. Yüzyılın başlarında vuku bulan, kısa bir dönemin Başbakanı Mustafa Paşa'nın ölümü hadisesinden sonra malları müsadere ediliyor. Çoğu itibariyle memleketi Balkanlarda bulunan mallarına el konulmasından başka, çocukları ve yakınlarının sürgün edildiğine yönelik bir bilgi yok. Yalnız daha o yıllarda başlayıp 1850'lerde artan ve 93 Harbinden sonra zirveye çıkan tersine göçe kapılarak Anadolu'ya gelmiş olduklarını tahmin edebiliriz. 

    1934'teki soy adı uygulamasında eski ünvanları çağrıştıracak kelimelere izin verilmiyor; ama yıllar sonra mahkeme kararıyla 'Alemdar' veya 'Alemdaroğlu' kelimelerinin soyisim olarak alınmasının önü açılıyor. Necati Kızılyer, Eski Rektör Kemal Alemdaroğlu'nu ilk  gördüğünde Garaca (Süleyman Yavuz)a benzerliğine çok şaşırdığını söylemişti. 

    Eğret'te Alemdaroğlu diye lakaplanan, gidebildiğimiz en eski zat Alemdaroğlu Ali'nin Alemdar Mustafa Paşa'nın torunu olduğunu söylemek çok iddialı olur. Yine de böyle bir ihtimalin varlığı göz önünde bulundurulmalı. Kemal Alemdaroğlu Trabzonlu ve Mustafa Paşa'nın torunlarından olduğu kesin. Niçin başka torunları Eğret'e gelmiş olmasın?...

    Şimdi belgelere yansıdığı kadarıyla Eğretli Alemdaroğluların serüvenine bakalım. 

    1831 Kayıtlarında Alemdaroğlu ifadesi geçmiyor. Bu ifadeye rastlanan en eski kayıtlar 1904 yılına ait olduğuna göre, sülalenin 1840-1900 yılları arasında Eğret'e gelmiş olması düşünülebilir. Yalnız böyle yakın bir geçmişte gerçekleştiği kabul edilecek göçün şahitlendirilmesi gerekirdi, mesela Alibey kuşağından birileri böyle bir olayı naklederlerdi. Oysa sülale fertlerinden böyle bir anlatı gelmemiş. Dolayısıyla dipdedelerin 1830'larda Eğret'te olduğu kabul edilmelidir... Eğret'te idiler ve başka bir adla kayıtları yapıldı...

    Alemdaroğluların izini sürerken 1904 ve 1831 yıllarına ait iki Eğret nüfus kaydı karşılaştırılıp gerekli eşleştirmeler yapıldıktan sonra boşta kalanlar üzerine eğilmek işe yarayabilir. Nitekim bu yolda karşımıza Bayramoğlu Sipahi Ali hanesi çıkıyor... Eğer 1831 kaydındaki sıralamaya bir hiyerarşi atfedilecekse belirtelim; Sipahi Ali, Hatiboğlular ile Tekeliler arasında yerini almış...

    Sipahi, Osmanlı ordusunun temel varlığını teşkil eden atlı birliklerin genel adıdır. Zırhlı oluşlarından dolayı Türk Şovalyesi olarak da bilinirler. Barış zamanında kendilerine tahsis edilen toprağı ekip biçmek ve asker yetiştirmekle uğraşan sipahilerin asıl görevi, sefer zamanında savaşa katılmaktı. Duraklama devriyle birlikte yoksullaşmaya başlayan sipahiler zamanla önemini yitirdiler. Tanzimattan sonra 1841'de, ellerindeki topraklar kendilerine verilerek sipahiler emekliye sevkedildi. Böylece sipahilik lağvedilmiş oldu...

    Bayramoğlu Sipahi Ali'nin 1831 defterine kaydedildiği yıllar, sipahilik müessesesinin önemini yitirip can çekiştiği döneme denk geldi. O yıllarda Eğretliler onlara büyük ihtimal Alemdaroğlu diyordu. Bununla beraber kütüğe bilinen resmi tanımlamasıyla Sipahi olarak işlendiler. 1904'te artık sipahilik çoktan lağvedilmiş olduğundan halkın söylemine uyuldu ve Alemdaroğlu diye yazıldılar... Halkın böyle demesine sebep ise, eski zamanlarda orduda böyle bir görev üstlenilmiş olmasına bağlanabilir...

    Dönelim Sipahi Ali'ye... Uzun boylu, kara bıyıklı Bayram oğlu Sipahi Ali'nin 1796 yılında doğduğu kaydedilmiş. Babasının adı Bayram, yahut sülaleye öyle dedikleri için 'Bayramoğlu' diye yazılmış olabilir. Bir nevi gerçek ve potansiyel vergi mükelleflerinin kaydı olduğu için anasının ve varsa, kız çocuklarının adı gibi bilgiler bulunmuyor. 1829 Yılında doğmuş Ahmet adında bir oğlu var... Aynı haneye kaydedilmiş Sipahi Ali'nin bir de erkek kardeşi var ki adı Hüseyin, ve 1820 doğumlu... Sipahi Ali hanesine ait bilgiler bu kadar... 


    1904 Yılındaki Eğret kütüğüyle eşleştirildiğinde karşımıza şöyle bir hikaye çıkıyor: Sipahi Ali'nin, Ahmet'ten sonra Halil adını verdiği bir oğlu daha oldu. Ahmet'ten Kantinler, Seydiler; Halil'den de Garadeliler kolları ayrıldı...

    Sipahi Ali'nin kardeşi Hüseyin'den ise Keklikler ana kolu günümüze uzandı. Bu arada kızlar yoluyla kurulan yeni akrabalıkları ve küçük dalları ayrıntılı incelemeye bırakalım...


    

20 Temmuz 2023

Tamirci Kardesler


    Yetmişli yılların başlarıydı, babamın yanına takılıp onunla bir eve girdik. Ev sahibiyle babam dikiş makinesinin başına üşüştü, beni unuttular. Sekinin altına yığılmış bir sürü döngeli görünce ben de onları unuttum. Yumuşaklarından bir tane yedim, tatlıydı; ama sertleriyle oynamak daha tatlı geldi. Kah fırıldak gibi çeviriyor, kah bıyıklarından tutup sallıyordum. Cıldırın evde makine tamiri bitene kadar bu tuhaf görünümlü güz meyveleriyle oynadım. Babamın dikiş makinesi tamiriyle ilgili akılımda kalan en eski hatıra budur.

    Radyo tamiri konusunda da ustalığı varmış. Köyden ayrılıp gittikten sonra, ardında bıraktıkları arasında parçalanıp bohçalanmış bir kaç bozuk radyo da vardı. Kim bilir kim tamir etsin diye getirmişti... Bunlardan birinin sahibi Ömeronbaşı (Ömer Şen) olduğunu 1977 yılında öğrendik. Okulda, babama tamir için verdiği VEGA marka radyonun akıbeti hakkında sorular sordu. Bohçalara bakmak için eve geldi ve radyosunu buldu... Eski bir dostuna kavuşmuş gibi çok mutlu olmuştu...

    Dikiş makinesi ve radyo hususunda ustalığı tartışılmazdı. Sonradan öğrendik, Mevlüt Emmim de bu konuda iyiymiş. Hatta bu işlere birlikte merak sarmışlar, birlikte tamirci olmuşlar. Nasıl mı? Anlatayım...

    Babam Körhocanın üç oğlunun en küçüğü... En büyükleri Arif, halasının kızı Hatice ile evlenmiş. Küçüklerle de hala dayı çocuğu olduğu için yengelerine 'Aba' diyorlar... Abalarının bir dikiş makinası var, ortanca kardeş Mevlüt'ün ilgisini çekiyor. Elle çevrilen bu makinenin tıkırtısı, pratik dikiş teknikleri, kumaşların makasla hart hart kesilmesi vb. her şeye meraklanıyor. Bu yüzden Hatice Abasının yanından ayrılmıyor. 

    1940'larda makinelerin köye yeni girdiği yıllardan söz ediyoruz... Bu makineler kızların çeyiz hazırlığına büyük kolaylıklar getirmiş, Hatice Abalarının başı bu yüzden çok kalaba. Zaten Eğret'te toplam beş dikiş makinesi var; diğer dördü Kelsaleklerde, Hacızekeriyelerde, Çerçilerde ve Güdüğizzette... Kızların tercihi Hatice Hanım oluyor, belki güleryüzlülüğünden belki becerikliliğinden... Bu kadar rağbet olunca, Mevlüt de onun çırağı gibi oluyor. Zaten makineye ilgisi vardı, meraklı bakışlarla abasının yanında stajını tamamlıyor...

    Babasına varıp bir dikiş makinası almasını istiyor Mevlüt. Çeyizlerden, işlerin fazlalığından, iyi para kazanacağından filan da söz ediyor tabii... Körhocadan biraz yeşil ışık almış olacak ki küçük kardeşi Azam ile piyasa araştırmasına girişiyorlar. En sonunda Güdüğizzet satımkar olmuş 'Yüz demir arpaya veririm' demiş... Körhoca önce yanaşmamış, 'Ne len bu!' diye fiyatı yüksek bulmuş... 'Aman buba le! Aman buba le!' yalvar yakar kabul ettirmişler; almışlar makineyi yüz demir arpaya...

    Makine Mevlüt'e alındı, lakin küçük kardeşi ondan daha meraklı çıkmış. Burası neden dönüyor, iğnenin deliği neden başında değil de ucunda, çapıt kendisi nasıl yürüyor falan filan... Sinir edici bu sorular bir yana, abisine yalvarmış; şurayı açıp bakalım içinde ne var, diye... Mevlüt evvela karşı çıkmış, yanaşmamış açmaya. Sonra Azam'ın 'Aman ağa le!' diyen yalvarışlarına dayanamamış, yahut kendi içindeki merak duygusuna yenik düşmüş, 'Hadi açam.' demiş... 

    Singer marka, elle çevrilen ilk makinalarını açmışlar... Çekingen bir merakla ne var ne yok iyice bakmışlar... Kendilerini alamamışlar parçaları tek tek sökmüşler. Makine darmadağın olmuş... Fakat beklendiği gibi olmamış, başarıyla tekrar toplamışlar... Bu arada makinenin çalışma sistemini kavramışlar. Herhangi bir olumsuz durumda açıyor, arızayı giderip tekrar kapatıyorlar. Zamanla kendi makinelerinin tamircisi de oluyorlar... Hatta makineyi yetersiz görüp iyileştirme yolları arıyorlar. Misal; kullanımı zor, buna ayak yapalım, tabla yapalım; iki elimizi de dikişte kullanabilmek için ayakla döndürme yolunu bulalım, şuraya kasnak takalım filan derken...  Mevlüt, Afyon'da kaputçuda çalışmaya gidince orada hazır yapılmışını görüyor da pedallı makineyi icat etmekten vazgeçiyorlar...

    Sonra Mevlüt askere gidiyor, geliyor. Yeni ve daha gelişmiş makineler alıyorlar. Yeni aldıkları her makinede ilk yaptıkları şey, mutlaka söküp dağıtmak oluyor. Parçaları tekrar birleştirirken makineyi tanıyor, bir arıza durumunda hemen teşhisi koyup meseleyi hallediyorlar... Tabi Eğret'te makine sayısı da artıyor. Makine bu, arıza verir; o zaman hemen bunları çağırıyorlar uzman olarak. Hemen hemen her tür ve marka makinenin ıncığını gıncığını biliyorlar... Her makinede bilgileri artıyor, becerileri gelişiyor; terziliklerinin yanında adları tamirciye çıkıyor...

    Dikiş makinesi tamirciliği böyle... Gelelim radyo meselesine...

    Bir dönem Patlaklarla Mevlüt Emmim arasında husumet olmuş, bu yüzden Dedem bir silah almış Ona... Gel zaman git zaman sulh olmuş ve 'Alman Cılbağı' dedikleri tabanca boşa çıkmış. Altıntaşlı birisiyle onu bir radyoyla değişiyor. Ama ne radyo... Heyula gibi bir şey... O zamanki radyolar öyle, bir kucak...

    Bir sorun var ki aşılması kolay değil. Babasını ikna etmeleri lazım. Körhoca dikiş makinesinin alımında az bir çabayla yola gelmişti; lakin bu radyo öyle değil... Adam hoca ve bu gavuricadında şarkı, türkü daha bilmem ne dolu... Neyse, bu kardeşlerin şeytanlığını hafife almamak lazım; Kahire Radyosundan dinlediği kısa bir Kur'an ziyafetiyle yola geliyor... Ancak bir daha dinleyemeyecek, radyo doğru dükkana...

    Dikiş makinesinin benzeri, radyonun başına da geliyor. Yok yok, onu söküp dağıtmıyorlar; ama Babam gizli saklı kapağını açıp orasını burasını kurcalıyor. Bu arada kömürlerini oynayarak sesin yükselip alçaldığını keşfediyor. Bir radyonun değeri, çok bağırmasıyla orantılı olduğu zamanlar... Bu keşfini Mevlüt Emmim ile paylaşıyor, istedikleri zaman bangırdatıyorlar...

    Radyo ile ilgili teknik terimler ve yeni gelişmelerden de haberleri oluyor; çünkü o günlerin son moda haber kaynağı ellerinin altında. Transistörlü radyonun daha güzel olduğunu öğreniyorlar. Afyon'da bir usta 250 liraya kömürlü radyoyu transistörlüye çeviriyormuş. Kafaya koyuyorlar, ama Körhocayı ikna etmek lazım... Yine bir iki 'ı-ıhh!', yine bir iki 'Aman buba le!' ile bu iş de hallediliyor. Şoförhalibram ve Takanori ikisi de tanıdık, yol parası vermeden 250 lira ile radyo modifiye ediliyor...

    Devran dönüyor, rüzgar ters esiyor; İzmir'e doğru akın başlayınca Mevlüt Emmim de buna katılyor... Babam dükkanda Aşşağılının Gambırmuhtar ile çalışıyor... Tabi Ahmet Öncül o vakitler kambur da değil, muhtar da değil; Babamın çırağı yahut kalfası, her neyse... Meşhur transistörlü radyo da orada... Hani şu yüksek sesiyle etrafa nam salan radyo... Ses ayarı düğmesindeki son noktanın ötesine çıkarmanın yolunu biliyorlar artık, istedikleri zaman ortalığı inletiyorlar...

    Radyo iyi güzel de... Çok büyük... Bir metreye yakın eni var, biraz da derinliği olsa yük sandığı gibi... Eli bu işlere yatkın diye, Hacariflerin Ahmet Emmisine götürüp radyonun kasasını kestiriyor. Küçülüp kibarlaşan kasaya, bütün aksamı ezberindeki haliyle tekrar yerleştiriyor... Hayal kırıklığı... Çalışmıyor radyo... Bir kaç denemeyle sebebi bulup radyonun yeni evinde çalmasını sağlıyor... Bu arada sesi daha da güzelleştirip yükseltmenin formülünü yakalıyor... Zaten çok bağıran radyo, daha gür/tiz/bas seslerle sahneye geri dönüyor. Tabi ününe ün katmış olarak...

    Burada Aşşağılının Ahmet faktörünü de göz ardı etmemek lazım. Bilenler Onun ne kadar yaygaracı olduğunu hatırlayacaktır. Bire bin katarak öyle bir anlatıyor ki radyoyu, sen sanırsın Conahmetin Devirdaim makinesi... Bir şey daha yapıyor, 'Benim Usda sıfırdan radyo yapıyo' diye bir yalan uyduruyor... Bütün bu hayhuyun arasında babam radyo tamircisi olup çıkıyor. Bir arıza halinde bütün radyolar onu buluyor. Hiç bir şey olmasa bile ses ayarı için radyosunu kucaklayan geliyor... 

    Şunu da belirtelim; sahibinin ustalığıyla birlikte, radyonun ünü etraf köylere kadar gittiği söyleniyor. Cumartesi günü mü, başka bir gün mü ne; Altıntaşlı biri gelmiş, 'Sizde bir radyo varmış, namını duydum' diye... Bakmış... bakmış; altını çevirmiş, yanını döndürmüş, düğmelerini çevirmiş filan... Sonra methiyeler düzerek çekip gitmiş... Günler sonra bu ziyaretin sırrı anlaşılmış: Meğerse Mevlüt Emmimin Alman Cıblağıyla değiştiği Star marka bu radyo çalıntıymış. Hırsızlar çaldıkları bu radyoyu Emmime kakalamışlar. Asıl vurgunu ise daha başka yoldan vurmuşlar. Radyonun sahibi, bu koca sandığın içine bir silah saklamışmış. Hırsızlar bunu biliyordu veya sonradan fark ettiler. Önce bu silahı okutmuşlar sonra radyo karşılığında bir silah sahibi daha olmuşlar... Şimdi Altıntaşlı gizemli radyo ziyaretçisi bu adam aslında radyonun asıl sahibiymiş. Anlatılanlardan yola çıkarak radyosunun izini bulduğunu düşünmüş, dükkandaki radyonun altını üstünü inceleme sebebi bu imiş. Tabi radyonun biçimi ve boyutu tamamen değiştiği için adam o radyonun bu radyo olduğunu anlayamamış...

    Böyle başlayan radyo ve makine tamirciliği Babamın İzmir'e gitmesiyle bitiyor. Fakat ara ara köye geldiğinde yine bunların tamiri için bazıları eve çağırdığını hatırlıyorum. Temelli Anıtkaya'ya döndükten sonra da hurda parçalardan kendine bir dikiş makinesi yaptı. İhtiyaç olsaydı belki bir radyo da yapabilir; eski kalfası Gambırmuhtarın ruhunu şad ederdi...

    Mevlüt Emmim de İzmir'e gidip iş ve ev sahibi olduktan sonra büsbütün terziliği ve tamirciliği bırakmış değildi. Kendi çapında bir dükkanı vardı. Emekli olduktan sonra evinin küçük balkonunda bir dikiş makinası yahut elektrikli süpürge bulundururdu. Onları tamir ettiğini gösteren bir tabela gibiydiler.  Bilmeyenlere evi, balkonundaki süpürge ve makine ile tarif edilirdi. 




19 Temmuz 2023

Bahçe Güzelleri

    
    Eğret köyü, kıraç arazi yapısıyla ekin (arpa buğday) yetiştirmeye daha uygun görülmüş ve çok eski zamanlardan beri tahıl ambarı olarak kabul edilmiş. Köylüden alınan vergiler de hep bu ileşberlik mahsulü cinsinden olmuş. Vergi haricinde devlet arpa buğday satın alacağı vakitlerde de Afyon köyleri içinde en fazla mahsül Eğret'ten alınmış.

    Arpa buğday Eğret'te fazladan sulama istemeyen, yalnız yağmur ve kar suyuyla yetişen bir ürün olduğu için tercih edilmiş olmalı. Bununla beraber Bunar'dan doğup geçtiği yerleri bereketlendiren küçük Eğret Çay'ı var ki onun çevresi eski zamanlarda çayır imiş. Sonra o çayırları sürerek bahçe yapmışlar. Böylece Bunar, Gademguyu, Çayınardı, Daşlıtarla, Söğüdaltı, Gatçayır, Üyüğaltı, Emirlahçeşmesi, Maldepesi, Atmezeri, Eğripara, Büzüğalininguyu ve benzeri yerlerde ileşberliğin ötesinde bahçecilik yapılmaya başlanmış. Bunu, taban suyunun kendiliğinden yeryüzüne çıktığı Çorbeciguyusu ve Söğütcük gibi mevkiler izlemiş. Ardından gür bir çeşmenin soğuk suyuyla beslenen Omarcık çevresinde de bahçecilik yapılmış...

    Eğret'teki eski bahçecilik işlerinin izlerine yer isimlerinde rastlamak mümkün. Bunlardan biri dağdaki bir bölgeye verilen 'Bahçecik' adıdır. Köy merkezinden hayli uzaktaki bu bölgede bir zamanlar sekiz tane kuyu varmış ve sular bunların bileziğinden taşarmış. Böyle bir yerde gerçekten bahçecilik yapılıp yapılmadığı bilinmiyor; ama bu isim verildiğine göre böyle düşünmemizde bir sakınca yok...

    Gatçayır'daki 'Beylikbahçesi' de mülkiyeti köy tüzel kişiliğine ait bir yer. Son zamanlara kadar kiraya veriliyordu ve gerçekten orada bahçecilik yapılıyordu. Oranın özelliği de sulak bir yer olmasıdır, yanındaki Gatçayır çeşmesi malum... Bir de elli atmış yıl önce kazmayı vurduğun yerden su çıktığını düşün... Ayrıyaten Gatçayır, 'kaz çayırı'ndan bu hale gelmiş, esasında Beylikbahçesi de çayır yani...

    Bahçe yapmaya uygun mevkilerde tamamen bahçecilik yapılmıyor. Ova köyü olmayan Eğret'in bu sınırlı mevkilerindeki bahçecilik de küçük çaplı oluyor. Herkes kendine yetiklik bir şeyler ekiyor işte. Bazen bahçenin bir köşesi birkaç kök sebze için ayrılıyor; bahçecilik dediğimiz budur... Birkaç dönümlük bahçenin tamamına bir şey ekilebilir ama bu tarz bireyseldir, Eğret/Anıtkaya'ya genellenemez. Misal, Keçilerinali (Ali Seçen) Gatçayır'daki behçesine kelem ekermiş, yahut bazıları bahçesinin tamamına kelek ekermiş. Dediğim gibi bu yaygın bir uygulama değil....

    Herkesin yiyeceği kadar ektiği bahçe mahsulünün başında kumpir/patates geliyor. Galiba Nisan ayında ekiliyordu. Bu sırada beni hayrete düşüren şey, tohumluk patateslerin ikiye, üçe, dörde bölünerek ciziye atılması olurdu. O zamanlar henüz Fransız tohumu olmadığı için böcek ve ilaçlama diye bir uygulama da icat edilmemişti. Patates çiçek açmadan önce çapalanır (buna doldurma denirdi), bir kaç kez de sulanırsa bu yeterli gelirdi. Kumpilin tek düşmanı kösdübek idi; onunla baş etmek mümkün olmadığından mühimsenmezdi.

    Kumpil çıkarma Eylül ayında yapılır bazen de Ekim'e taşardı. 'Olana berkat' denir, büyük küçük ne varsa çıkarılır, geriye doldurulup götürülürdü. Başşakcılar için bırakılanlardan başka, giderken gördüğüne teneke teneke, öncek öncek verilirdi. Bereket kavramı biraz da vermek ile alakalıydı...

    Çıkarma vaktinden önce, Temmuz-Ağustos gibi acil 'yimelik' kumpil lazım olursa gidip bahçeden çıkarırdın. Henüz yeteri kadar büyümemiş olsalar da bu taze minik patateslerin ayrı bir lezzeti olur. Bir defa kabuğu yok gibidir, çok incedir. Böylelerini bıçakla değil, dişli taşa sürterek soyarsın. İlginç bir tekniktir; dene bakalım, bir şey kaybetmezsin... Çok taze patatesi soymaya da gerek yok, yıkanmış kabuğuyla dilip fırına sürenlere çok rastlanır. Yerken bir şerit gibi kendiliğinden ayrılır... Yine küçükleri kabuğuyla tepsiye doldurulup fırına sürülür. Sıcaklığını yeğniltmek için ağzında ohlayarak şöyle bir dolandırıp yutarsın. Küle gömmeyi hiç demiyeyim, olan var olmayan var...

    Şaka bir yana, bundan 60-70 yıl öncesi yokluk dönemi... Olanlar tarlasından kumpil çıkarıp idare edebilir, ya olmayanlar ne yapsın... Birisi bahçesine ekmiş patatesi, Topçu'yu bekçi tutmuş. Bilenler bilir; Topçu, tek bacağıyla rahat hareket edemeyen biri... Ama, orada bir insan bulunsun işte; mal maşat girerse höst desin... Bir de köpeği var, tek yardımcısı... Topçu'ya tembihlemişler, 'kimseye bir şey verme' diye... Diğer yandan tarla sahibinin kızı, kocasıyla birlikte orada burada çalışarak geçimlerinin yoluna bakıyorlar... Kendilerinin kumpil ekecek bir yerleri de yok... Bir gün kocasıyla birlikte babasının kumpil tarlasına varıyorlar, bi bişirimlik patates çıkarıp öğün savacaklar... Topçu; 
    - 'Olmaz kızım' demiş kaykılmış. 'Baban kimseye bir şey vermememi söyledi; ondan izin al, istersen bahçeyi boz götür...'
    
    Kadının gücüne gitmiş. Sen her türlü işinde ana babana yardım et, hatta bu bahçenin ekiminde çapasında ter dök. Şimdi bi bişirimlik patates için geldiğin buradan eli boş dön... Boğazı düğümlenmiş... Sonra zoruna giden şey öfkeye dönüşmüş... Biraz uzaklaşmışlarmış tarladan, kocasına orada beklemesini söyleyip kendisi geri dönmüş o sinirle... Topçu'nun köpek bir iki havlamış, ama kadın kendini iyi siperlediğinden bir şey görememiş. Yine havlamaya başlayınca Topçu;
    - 'Eğleniyon mu len bennen!' diye köpeğe çıkışmış. 
    
    Kadın ağlamaklı öfkesiyle ciziye düşüvermiş, eline ne geldiyse yolmuş yığmış, yolmuş yığmış... Kumpillerin büyüklerini önceğine doldurmuş. Yanına vardığında kocası neden bu kadar çok getirdiğini soracak olmuş, sinirini çıkarırcasına bir güzel onu da fırçalamış... Günler sonra anası;
    - 'A gızım, kumpili böyle böyle etmişlê' diyerek dert yanınca, siniri geçmemiş olacak ki;
    - 'Ter yaman etmişlê!' diye onu da terslemiş... O yıl patates tarlasına verilen ziyan hep faili meçhul olarak kalmış. Topçu,
    - 'Bunnarı başşakcılâ yoldu.' diye bir kaç masumu işaret ettiyse de bu, kimseye inandırıcı gelmemiş...

    Her patates tarlasının gıyılarına mutlaka kabak ekilir. Molloğlu denilen cinsi taze tüketilir fakat asıl önemlisi garagabaktır. Kara dendiğine bakmayın; gri, sarı ve koyu yeşil renkli kabuklarıyla garagabaklar kışın yenir. Akşamdan fırına sürüp de sabah aldığında kabuğundan kaşıklarsan balkabağından daha tatlı ve lezzetli olduğunu anlarsın. Bu garagabak için ayrıca bir yer ayrılmaz, bahçenin kenarına ekilir. Belki de bahçenin olmazsa olmazı kabul edildiğinden eski kadınlar onun için 'baçcagüzeli' derlermiş. Başka memleketlerde bir çiçeğin adı olan bu yakıştırmayı kabağa münasip görmek, bana manidar geldi. Burada kabağa, özellikle garagabağa bir medhiye seziyorum...

    Bu bahçegüzeli, ektiğin yerde bitiyor; ama katiyen bittiği yerde durmuyor, çok gezenti... Kökenleri canının istediği yere doğru uzanıp gidiyor. Bazen önünü kesip yol göstermezsen, bir kaç kabak ittifakla koca tarlayı ele geçirebilir.

    Her bahçenin kabak gibi olmazsa olmazlarından biri de fasülye... Bir zamanlar Anıtkaya'da kimse fasülye bilmezdi; bildiğimiz ve yediğimiz şey börülce idi. Meğer bu adla ayrı cins bir sebze varmış... Olsun, biz yine de fasulyeye börülce derdik, hatta kurufasulyeyi denebörülce bilirdik... İşte bu börülceler bir kaç kez kırılıp taze olarak yenir, sonrasını kırmaya zaman kalmaz bu yüzden onlar kurumaya bırakılırdı. 

    Kaynağı Kızılderililere dayandırılan 'üç kızkardeş' ekim tekniği var. Buna göre mısır, fasulye ve kabak birbirine yakın ekilince iyi verim alındığı görülmüş. Bu tecrübeyle üçlünün ekiminde bir sıra ve mesafe gözetilir olmuş. Bu yönteme de 'üç kızkardeş' adı verilmiş. 

    Üç kızkardeş yönteminde sırayla mısır, fasulye ve kabak ekiliyor. Ayrıntısı araştırılabilir; mısır ile fasülye birbirine yararlı mineralleri toprağa vererek, bir bakıma kendilerini gübreliyorlar. Ayrıca kendisinden önce çıkıp büyüyen mısırın gövdesi, fasulyenin uzayan teğeklerinin sarılması için doğal sırık oluyor. En son ekilen kabağın kökenleri her tarafa yetişerek koca yaprakları şemsiye vazifesiyle toprağın nemini koruyor. Böylece üç kardeş birbirini destekleyerek bol verime ulaşıyorlar...

    Burada üç bitkinin kızkardeşlere benzetilmesi, doğurganlık/verim ile ilgili olduğu gibi onların güzel görüntüsüyle de ilgili olabilir. Büyük kardeş mısır, ortanca kardeş fasülye ve küçük kardeş kabağı ayrı ayrı gözünüzün önüne getirin. En güzelleri, en küçükleri olduğu için mi kabağa bahçegüzeli denildi acep? Onun güzelliğine dudak bükenler, çiçeğine bir daha baksın...

    Anıtkaya'da üç kızkardeş yöntemi ne kadar uygulandı, bilmiyorum. Yalnız bizde mısır ablanın bir kardeşi var: nohut... Onların kardeşliği birlikte ekilmekten daha çok birbirine yakın zamanlarda yetişip ürün vermelerindendir. Gerçi son dönemde nohut daha erken eriyor, eskiden Ağustos'tan önce nohut denelenmezdi. Patlangeçlik dönemini atlatıp çitleme vaktine eriştiğinde mısırlar da denelenmiş olurdu. Bu ikiliyi birlikte yemek (hangisinin önce hangisinin sonra yenildiğinin önemi yok), neredeyse geleneğe dönüşmüştü.

    Dört beş yaşında ya vardım, ya yoktum. Çorbeciguyusu karşısındaki bahçemizde her şey yetişirdi. Üç kuyu bulunan bu bahçedeki salatalık, fasulye, nohut gibi şeyleri Babam Cumartesi günkü pazarda satardı. Sair gecelerde de bahçeyi beklerdi, fakat pazara taze ürün çıkarmak için Cumartesi gecesini mutlaka bahçede geçirirdi. Nasıl olduysa öyle bir akşam ben de bahçede kaldım... Ortalık iyice kararınca iki çoban geldi, sonradan öğrendim bunların Gecegondunun Beytullah Omak ile Garaçaylının Asım Öztürk olduğunu... Neyse, koca bir ateş yakıp ortasına tezekleri attılar. Bu arada babam bir kaç kucak nohutla bir çuval kadar mısır gumdağını ateşin yanına yığdı. Sonrasını hatırlamıyorum, onlar konuşurken uyumuşum. Sabah pazara gideceğiz diye babam uyandırdığında gördüğüm manzara: Sönmüş ateşin dağınık külü, onun çevresinde boş nohut çakıldakları, kemirilmiş mısır gumdakları, şuraya buraya atılmış gumdak yaprağı ve nohut dalları...

    Şimdi Anıtkaya'da daha teknik, daha verimli bahçecilik yapılıyor olabilir. Bahçeler çok daha farklı güzellerle renklenmiş olabilir. Bahçe güzellerinin sayısı, rengi, kokusu, endamı çeşitlenmiş olabilir; buna itirazım yok... Mazidekiler bir başka...



08 Temmuz 2023

İsmail Aga Kırkpınar'da


    Garaca Süleyman (Yavuz) askerliğini jandarma olarak Edirne'de yapmış. O vakitler uzun süren askerliğin belli sürelerini başka yerlerde geçirmiş de olabilir. Kendisinden nakledeceğim olayın geçtiği dönem Edirne'deymiş... Doğum tarihini net olarak bilmemekle birlikte, askerliğinin 1930'lu yıllara tesadüf ettiği hesaplanabilir...

    Bu serhat şehrinde bir gün tanıdık bir sima ila karşılaşıyor. Göçmen İsmail Aga diye bilinen Susuzosmaniyeli bu iri yarı Macur da Onu tanıyor, hê-yâ diyorlar. İsmail Aga biraz çalışıp para kazanmak maksadıyla gelmiş buralara. Yunan gittikten sonraki ekonomik krizde, insanlar ekmek parası için bir yerlere işe giderlermiş. Eğretlilerin genelde Ege şehirlerine yöneldiği bu akımda, bizim Macurlar Marmara-Trakya'yı tercih etmişler. Belki 30-40 yıl önce geldikleri memleketlerine daha yakın olduğu için böyledir... 

    İsmail Aga da Garacayı gördüğüne sevinmiş. Farklı köylerden olmalarına rağmen onların böyle sevinmeleri için öncesinde çok birlikte olmaları lazım... Öyle oluyormuş zaten... O vakitler Eğret, basit bir köy değil; kırk köyün Eğret'i... Komşu köylüler en azından haftada bir Cumartesi günleri Eğret Pazarına varıyorlar... Garaca ile İsmail Aga konuşmasalar bile, çok kereler birbirini görmüşlerdir. Şimdi bu gurbet diyarında kırk yıllık dostunu görmüş gibi olmaları normaldir... 

    Bu ilk karşılaşmadan sonra Edirne'de bulundukları sürece birkaç kez daha görüşüyorlar... Bunlardan birisi, büyük bir güreş organizasyonunda oluyor. Olayı anlatan öyle olduğunu söylemedi; lakin sözü edilen şey Kırkpınar Güreşleridir... O yıllarda bugünkü gibi sistemli bir organizasyon olmayabilir, yine de Kırkpınar adıyla Sarayiçi'nde asırlarca yapılmış güreşler bunlar... İşte orada karşılaşıyorlar. Garaca, asayişten sorumlu Jandarma birliğinde görevli. İsmail Aga ise, çoğu Rumelili gibi kendisi pehlivan zaten. Gerçi oraya güreşmek maksadıyla gitmemiş; merakından, seyirci olarak...

    Bir pehlivan var, çok başarılı; önüne geleni yıkıyor. Başarısından dolayı seyirciler tarafından sevilmesi beklenirken, ona gıcık oluyorlar. Galiba biraz; biraz değil, bayağı fazla kibirli. Bu yüzden Sarayiçi'nde herkes ondan nefret ediyor.

    Göçmen İsmail Aga bir ara Garacaya yaklaşmış, 

    - 'Ben bunu yenerim, amma sonunda beni döverler. Ah keşke arkamı dayayacak muhafızlar olaydı da şuna gününü göstereydim.' diye iç geçirmiş... Bu içlenmeden kendine vazife çıkaran Garaca, doğruca Kumandanına varıp vaziyeti anlatmış. Kumandan da kibirli pehlivana gıcık zaten, her kim bunun sırtını yere getirecekse onu koruyacaklarına dair güvence vermiş. 

    - 'Yalnız' demiş, 'İyi ayarlayın da iltimas geçtiğimizi düşünmesinler.'

    Garaca ile İsmail Aga anlaşıyorlar. Güreş başladığında duruma göre işaret verecek. Yenemeyecekse zaten muhafazaya gerek yok, 'yeneceğim' işareti gelirse ona göre güvenlik önlemleri alınacak... Peşrevden sonra güreş başlar başlamaz 'yenerim' işareti geliyor; Jandarma tetikte... Dediği gibi yenince, silahlı Jandarmalar İsmail Aga'yı çevreliyor, kılına dokundurtmuyorlar... 

    Sonradan Garaca'ya demiş ki İsmail Aga; 'Sağından vardım, kale gibi; solundan vardım, boş... Oradan yürümeye karar verdim.' Peşrevin sonlarında ve güreşin başında yapmış bu stratejiyi, ondan sonra işareti vermiş... Güreşin güç kuvvet kadar, zeka işi olduğunu da göstermiş...

    Tabi bir yanda hesapta olmayan sürpriz bir başpehlivan, diğer yanda güreşi kaybeden hazımsız, kibirli başka bir başpehlivan... O zamanların yetkilisi her kim ise, müsabakanın sonucunu beraberlik olarak açıklıyor...

    Bu olayı Garaca, herhalde traş olurken Berber Ahmet Kabadayı'ya anlatmış. Ben ondan duyduğumu hikaye ettim. Sonra hikayenin kahramanlarını merak ettim. Garacayı biliyoruz, biraz araştırınca İsmail Aga hakkında da bir şeyler buldum...

    Körhoca (İbrahim Varlı) Susuzosmaniye köyüne hoca durduğunda, 1940'lar sonu 1950'lerde İsmail Aga hala hayattaymış. Kendi köylüleri onu 'Tatar İsmail Aga' diye bilirlermiş. O yaşına rağmen pehlivan görünümünden bir şey kaybetmemiş, çok heybetliymiş. Oğulları da kendisi gibi güçlü kuvvetlilermiş. 

    İri fiziki yapısının ötesinde insan olarak da saygıdeğer biriymiş. Eskilerin karakter değerlendirmesinde en önemli ölçütlerden biri cömertliktir. İsmail Aga çok cömertmiş, sadece misafir ve sair insanlara karşı değil hayvanlara yedirmekte de cömert davranırmış... Mesela tepsi tepsi börekler yaptırdığında bir tepsiyi köpeklere ayırırmış... Yeme ve yedirmede de tam bir pehlivan gibiymiş...

    Tam yılı kestirilemiyor, 1950'lerde vefat etmiş İsmail Aga... O'nun ölümünden sonra oğulları Kütahya'ya göçmüşler. Herhalde şimdi onlar da hayatta değildir. Varsa torunları, Kırkpınar'da güreş tutmuş dedeleriyle iftihar edebilirler...



06 Temmuz 2023

Kırkikindiler; Cümle Aleme Yarabbi

 

    Biri demiş '56 yaşındayım, kırkikindilerin ne olduğunu bu yıl öğrendim.' Bizim köyde kullanılmadığı için bu kelimeyi bilmemek normal... Bununla beraber bu yorum Anıtkaya'nın yaz yağmurlarına götürdü beni...

    Kırkikindiyle tanışmak için biz o kadar beklememiştik. Galiba 1979/80 öğretim yılıydı, ortaokul ikinci sınıftaydık. Üç derslikli okulumuzun, pencereleri Malbazarı/Sağlık Ocağına bakan sınıfı hep ikinci sınıflara ayrılırdı. Olay orada geçtiği için hangi dönemde olduğumuzu hatırlayabiliyorum. Türkçe ders kitabında sanırım Sait Faik'in bir hikayesinde geçiyordu. Dikkatsizlikten 'kırkindi' biçiminde okumuşum, sonra her okuyuşta (o zaman okuma parçalarını döner döner yeniden okurdum) aynı hatayla bir heceyi yutup 'kırkindi' diye gördüm. Dolayısıyla ses ile anlam arasındaki ilişkiyi hiç düşünmedim. Bunda kelimenin Anıtkaya'da bilinmemesinin de etkisi vardır...

    Yanlışımın farkına lise yıllarında vardım. Meğer aslı 'kırkikindi' imiş, o zaman benim kafam dank etti; kırk gün üst üste ikindi vakti yağdığı için adı 'kırk ikindi' olmuş. 

    Bu kelime Anıtkaya'da kullanılmıyordu, lakin onun işaret ettiği yağmurlar, her yerde olduğu gibi bizde de pek etkili olurdu. Tabi kırk gün denmesi kesretten kinaye; otuz olur, elli olur, bilemezsin. Ortalık günlük güneşlikken öğleden sonra yavaş yavaş bulutların toplandığını farkedemezsin bile. İkindiye doğru hava kararır ve yağmaya başlar... Her yere yağacak değil, çoğunlukla bölgeseldir. Yolun bir yanına yağıp diğer yanının kuru kaldığını bile anlatırlar. Hatta bir tarla göl olurken diğerine tisilemediğini duydum.

    Kırkikindi güzel bir isimdi; ama bizde böyle adlandırmamış, 'yaz yağmuru' deyip geçmişler. Oysa bu yağmurlar yaz mevsiminde değil, baharda yağıyor. Ha, şu da var, bizim hesaba göre zaten bahar diye bir şey yok. Yıl, kış ve yaz olmak üzere iki mevsimden oluşuyor. Hıdrellezden Gasım (8 Kasım)a kadar yaz, sonrası kış oluyor. Hıdrellez (6 Mayıs) yaz mevsiminin başlangıcı... O döneme denk gelen kırkikindilere yazyağmuru denmesi, şu durumda normal karşılanmalıdır... 

    Sait Faik'in başka bir hikayesinde şöyle bir cümle vardı: 'Bu Anadolu şehrinin ilkbaharı kırkikindi yağmurlarıyla başlardı.' Anıtkaya için de aynısını düşünebiliriz; burada bahar kırkikindilerle başlar... Yok, baharı mevsimden saymıyorsan; yazı kırkikindilerle başlatabilirsin... 

    Bu seri yağmurlar, Nisan Mayıs aylarına yayılmış geniş bir dönemde etkili oluyorlar. Bu yüzden sık sık bereket kavramıyla bütünleşen 'Nisan yağmuru' ile karıştırılıyor. Belki de nisan yağmurları, kırkikindilerin içinde alt başlık olarak değerlendiriliyor. Ayrıca ilginçtir, nisan yağmurları ikindi vaktine yakın zamanlarda etkili oluyor...

    Bereket deyince, ister istemez ileşberlik; ekim dikim hususları akla geliyor. Kırkikindilere rastgelen tarla bahçe işlerinin en önemlisi, o yıllarda, çapa idi... 'Kadın işi' olduğu düşünülen çapaların ne kadar hareketli geçtiğini anlatmıştık. O hareketli dönemin telaşelerinden biri de yağmurdur. O kadar ki yağmura tutulmayan çapacı yok gibi bir şey... Sabah çapaya çıkarken iş sahibi kadınlar, başlarına geleceği bildiğinden tedbir alır; gübre naylonlarını birleştirerek diktiği çadırı almayı ihmal etmezler. Bu çadır, iyi koruyucudur...

    Bereket kaynağı olan kırkikindiler, ölçüsüz yağdığında felaket sebebi de olabiliyor. Sel, dolu ve yıldırım tehlikesi zaten malum... Kırkı aşıp elli, atmış ikindiye doğru uzarsa ekin yatıyor, deneyi almıyor; mahsül mantarlanıyor, günışığı eksikliğine bağlı bazı hastalıklar ortaya çıkıyor. Zamansız çıkan başaklar (goltukkellesi) olgunlaşamıyor. Daha benim bilemediğim bir sürü şey... Bu yüzden her şeyde olduğu gibi, kırkikindinin de kararında ve zamanında yağanı makbul...

    Kelibanın evden ötesi, Üyüğe doğru Eyüplerin bahçeleriymiş. Ekmişler ne ektilerse... Kırkikindi dönemi bir gün yağmur başlayınca onlardan bir kadın 
    'Bizim bahçeye, bizim bahçeye Yarabbi!' diye yağmuru yönlendirmeye kalkmış... Allah o tarafa doğru vermiş yağmuru... Biraz fazla olduğunu görünce aynı kadın, 
    - 'Cümle aleme Yarabbi, cümle aleme!' diye duasını güncellediği anlatılıyor...

    Eğer bu yağmurlara kırda bayırda yakalandıysan işin kötü. Çünkü saklanacak bir yerin yok. Yıldırımı çektiği için ağaç altlarının tehlikeli olduğunu ilkokulda öğrenmiştik, mecburen ıslanacaksın. Araban varsa altına girer kurtulursun, yoksa zibit olursun. Hayvanlar da öyle tabi... Bir miktar öküz ve eşek gütmüşlüğümüz var, onlarla hep beraber çok ıslandık...

    Hayvan deyince aklıma geldi; yağmur sonrası sığır bızağı dağıldığını göreceksin... Hayvanların böğürecek hali kalmamış oluyor, her biri sessizce damının yolunu tutuyor. Sair zamanlarda ortalığı inleten malların bu sessizliği mutlaka yağmurla ilgilidir... Ya yoruluyorlar yahut yağmur hayvana sükunet veriyor...

    Şüphesiz kırkikindilerin en şiddetlisi Dağ'a yağıyordu. Yüksek ve kendince ormanlık bir alan olduğu için, orada kararan havanın köy merkezine mutlaka etkisi olurdu. Birdenbire indiği zamanlarda, toprağın kendisini emmesine fırsat vermeden sel olur Anıtkaya'ya akardı. Her bir deresinden büyüyerek iner, selyolaklarını kendine yol beller ve diğer kardeşleriyle hendek arasında buluşarak adını felaket olarak değiştirirdi. Günler sonra kendi gider mili kalır, köylü kum ihtiyacını selyolaklarından giderirdi...

    Baktım da kendisinden böyle bahsederek kırkikindilere haksızlık ediyoruz. Daha adını bilmediğim ve bunu düşünecek durumda olmadığım küçük yaşlardayken bizim için eğlence kaynağıydı, bundan da söz etmeliyim... Gerçi her şeyi oyun olarak algıladığımız zamanlardı, yağmuru da öyle görüyormuşuzdur o vakitler. Yine de büyüklerin kendini korumak için saçak altı aradığı zamanlarda, yaz yağmurunda ıslanmak neden bizi bu kadar eğlendirirdi bilemeyeceğim. Dedim ya, çocuk için her şey oyun...

    O günün olukları şimdikiler gibi yağmur suyu toprakla buluşana kadar ona refakat etmezdi. Dambeşten, bükülmüş basit teneke oluğa intikal eden yağmur suyu, oradan aşağıya şarlardı. Haliyle oluğaltında bir gölcük oluşurdu. Yazyağmurunda seyretmekten zevk aldığım manzaralardan biri işte bu oluğaltı gölcüğüdür. Yıllar sonra izleyeceğim belgesellerdeki şelale havuzlarına benzer. Orada köpüklü sular yoktur, ama küçük hava kabarcıkları vardır. İçi hava dolu bu minik kubbecikler, bir müddet su üstünde yüzdükten sonra sönüverir. Dert değil, biri sönerken bir başkası oluşmuştur... Denizcifenerinin fanusuna (biz baca derdik) benzediği için; ömrü bir kaç saniye olan bu kabarcıklara 'fener' derdik... İzlemesinden büyük zevk aldığım bu çorak artığı bulanık çamurlu su, kendince bir yol bularak varır, fırının ardındaki göletimizi beslerdi...

    Kırkikindiden nerelere geldik...



04 Temmuz 2023

28 Ağustos Şehitleri ve Şehitlik


    Büyük Taarruzun üçüncü gününde Süvari Kolordusunun hareketleri, Eğret Bölgesindeki çarpışmalardaki kayıplar, zaferden sonra Eğret'e anıt dikilmesi ve sonra anıt merkezinde askeri anma töreni düzenlenmesi hususunda son yıllarda bazı tartışmalar oldu. Tartışmanın merkezinde, şehit verilen mevki ile anıtın dikildiği yerin alakasız olduğu konusu var.

    Önce 28 Ağustos 1922 günü yaşanan olayı hatırlayalım. Ceridelerdeki belgeler, birlik komutanlarının raporları ve anılardan anladığımı, aklımda kaldığı kadarıyla özetliyeyim.

Binbaşı Galib Bey

    Taarruzun ikinci gününde Yunan kuvvetleri Afyon'u boşaltmış, kuzeyde ise bütün güçleriyle çekilmeye başlamışlardı. Saat 17.00 gibi Süvari Kolordusuna bağlı gözcüler İlbulak Dağından kuzeyi gözlüyordu. Eğret ile İlbulak arasında kalabalık bir birliğin kamp yaptığını raporladılar. Fahrettin Paşa, iki tümeni (2. ve 14. Tümenler) görevlendirerek Afyon-Kütahya demiryolu hattının tahribini ve Eğret'te gecelemekte olan Yunan tümeninin basılmasını istedi. Emre uygun olarak akşam saatlerinde tümenler harekete geçti. Hesaba göre 14. Tümen sonradan gelecekti, kaçış halindeki düşman kuvvetleriyle oyalandığı için Eğret istikametine hiç yönelemedi. Diğer tümen ise 13. 20. 4. ve 2. Alaylarıyla kol halinde yürüyüşteydi, en arkada batarya bulunuyordu. Gece karanlığında çalılık arazide, 20. Alay ile son bölüğü arasında irtibat koptu. 13 ve 20 Çatalçeşme-Bayramgazi istikametinde yürüyüşe devam ettiler. Gerideki bölükle onu takip eden iki alay ve batarya ise Eğret'e yöneldiler.

    Güney istikametine kopan 13. ve 20. Alaylar, Çirçir'in üst taraflarında bir otomobil koluyla karşılaştılar. Bu, önceki gün Afyon'dan kaçan Trikopis kuvvetlerinden bir koldu. Büyük zayiat verdirdiler, otomobilleri tahrip ettiler. Bu arada Eğret istikametinden gelen yeni bir otomobil koluyla da çarpıştıktan sonra, demiryolu görevi için Belce istikametine yöneldiler. Düşmanın bütün varlığıyla batıya doğru kaçmakta olduğunu görüp demiryolu tahribinin faydasızlığına hükmederek geri döndüler. Diğer iki alay ile birleşip ovadaki çadırlı düşman ordugahını bastılar. Hiç savaşmamış bu 12 bin kişilik dinç düşman birliğine çok zayiat verdirdiler; ama binikiyüz süvari, onikibin kişiye karşı ne kadar savaşabilirlerdi ki... Sözleşildiği gibi Kolordu karargahının bulunduğu Olucak'ta buluşmak üzere o tarafa yöneldiler.

    Kuzey tarafından Eğret'e doğru yönelen 2. ve 4. Alaylarla batarya, sabaha karşı köye vardı. Öncüler, Pınar tarafındaki Kayalar ile Mantarlık arasından köy içindeki Yunan güçlerini keşfettiler. Onların verdiği bilgiye göre güneyden Bağların içine yerleşildi. Köy içinden gelen jandarmayla çatışmaya girildi, bu arada Söğütcük tarafından da bir Yunan taburunun yaklaşmakta olduğu görüldü. Telaşlı bir otomobil kolu Eğret'ten ayrılıp güneye doğru gittiği görüldü. (Bu araçlar Çirçir civarında 13. ve 20. Alaylar tarafından imha edilecek.) Silah seslerinden panikleyen köy içindeki Yunanlar Harmanyerindeki telsiz istasyonunu aceleyle sökmeye başladılar. 4 ve 2. Alaylar diğer iki alayın çağrısı üzerine onlarla birleşerek ovadaki düşman ordugahını basmak üzere güneybatıya yöneldiler...

    Bütün bunlar yaşanırken bataryanın hiç bir faydası görülmedi. Derenin çamuruna saplanıldı, bayırdan yuvarlanıldı, katırlar ürktü kaçtı, eldekilerle toplar çekilmeye çalışılsa da batarya kurulup destek atışı yapılamadı. Kamalar sökülüp öylece bırakıldılar...

Teğmen Atıf

    Dört alaya tekrar dönecek olursak; ordugaha baskın verildikten sonra Yunanlar şoku atlatıp toparlandılar ve hücuma geçtiler. Burada alaylar ikişerli olarak tekrar ayrıldı. 13 ve 20. güney hattından, 4 ve 2. Alaylar ise kuzey hattından Olucak'a varacaklardı. Kuzey tarafında kaçış halindeki düşmanla Üyükyolu mevkiinde ciddi çarpışmalar oldu. Yenice'den Yunan takviye kuvveti gelince 4 ve 2. Alaylar Olucak tarafına çekilmeye devam etti... Asıl facia Olucak'ın güneyinde yaşandı. Biraz da koordinasyon eksikliği sebebiyle Akkaya mevkiinde iki ateş arasında kalan 13. ve 20. Alaylarımızdan 170'in üzerinde şehidimiz var... Daha sonra Olucak'a girecek olan Yunanlar, köyü ateşe verecektir...

    Kabaca anlatmaya çalıştığım bu 28 Ağustos 1922 günü olaylarına Eğret Baskını diyorlar. Geniş bir alanı kapsayan bu çatışmalarda 200'ü aşkın şehit verilmiş ama bunların çoğunluğu Olucak güneyinde... Zafer kazanılıp düşman defedildikten sonra, o günün Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa, 1924 yılında  Eğret'in kuzeyindeki Maltepe Höyüğüne bir anıt diktiriyor. O günün şehitlerinin anısına, onsekizinin adını taşa kazıttırıyor... Yıllar sonra bu anıt/şehitlikte askeri tören yapılmaya başlanıyor. Hatta bu törenlerin ikisine Fahrettin Paşa bizzat katılmış. 1971 Yılında Karayolları tarafından anıtta eski harflerle yazılı metin yeni harflere çevrilerek bir mermer plakaya yazılıyor. Şehitlik bugün de hala o sene düzenlenen yeni haliyle yaşamını sürdürmektedir...

    Fahrettin Paşa'nın Üyük'e diktirdiği anıt, kitabesinde de belirtildiği gibi semboliktir, '28 Ağustos 1922 Muharebesinde düşman hatt-ı ricatini keserek arkalarından taarruz eden Türk süvari kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına dikilmiştir.' Orasının bir şehit kabristanı olmadığı bilinmesine rağmen, zamanla taşta adı yazılı şehitlerin kabirleri de Üyük eteklerindeymiş gibi insanlarda yanlış bir kanaat oluşmuş... 

    Bu tür söylentiler ortaya çıktıktan sonra önünü almak mümkün değil. Nitekim İnternet ortamında teyitsiz sorgusuz yayılmış, ortalıktaki bu bilgi kirliliği büyüdükçe büyümüştür. Oysa anıt kitabesinde buna yönelik bir ima dahi yoktur. Zaten işin doğası gereği şehitler ruhunu teslim ettikleri yerlere defnediliyor, sonradan oluşturulan şehitliklere nakledilme yahut şehitlikleri şüheda naaşının bulunduğu yerlere yapma gibi bir durum söz konusu değil... Yalnız o günleri yaşayan Eğretlilerden nakledildiğine göre, civardaki bazı şehit cenazeleri Eğret eski mezarlığına defnedilmiş. Gıvık (Şükrü Aydın); kimliği tespit edilemeyen 15 kadar şehidin, elbiseleri çıkarılmadan tam olarak Cuma Caminin kıble tarafına defnedildiğini görmüş. Üyük bağrına şehit defnedildiğine dair ise küçük bir bilgi bile yok... Yani Anıtkaya Şehitliğinin bulunduğu Maltepe Höyüğünde şehit naaşı bulunmuyor...

Zabit Vekili Hüseyin

    Tartışmalara sebep olacak yanlışlardan biri de anıtın 13. ve 20. Süvari Alayı şehitleri anısına dikildiğidir. Oysa anıt kitabesinde bununla ilgili bir not, bir ima da bulunmuyor; aksine 'Türk Süvari Kolordusunun bu civarda verdiği şehitler adına' dikildiği özellikle belirtilmiş. Anıtta ismi yazılı şehitlerin bu iki alay ağırlıklı olması, böyle yanlış kanaat oluşmasının başlıca sebebi kabul edilebilir.

    Asıl tartışma konusunun şehitliğin yeriyle ilgili olduğu anlaşılıyor. 28 Ağustos şehitlerinin çoğunluğu Olucak yakınlarındayken, diğerleri de geniş bir alana yayılmışken neden Eğret yakınlarındaki Maltepe Höyüğü şehitlik olarak düzenlendi? Bir de 13. ve 20. Alay şehitlerinin burada medfun bulunduğu ve anıtın onların anısına dikildiği gibi yanlış bazı bilgiler eklenince, bu soru çok anlamlıymış gibi duruyor.

    Anıt dikilmesi, yerinin belirlenmesi, biçimi ve uygulanması gibi işlemlerde tek yetkilinin Fahrettin Paşa olduğu anlaşılıyor. Kurtuluşun mimarlarından biri olması, o gün yaşananlara en iyi kendinin vakıf olması gibi hususlar sebebiyle Paşa'nın bu kararına saygı duyulmalıdır. Bir anıt yapılacaksa bunun nasıl olacağı, kitabesinde hangi ifadelere yer verileceği ve nereye yapılacağını ayrıntılı olarak araştırmış ve planlamıştır. Maltepe Höyüğünü hazır bir kaide olarak düşünmüş olabilir. Yol kenarında bulunmasının görünürlüğüne avantaj olacağını fark etmiştir. Belki söz konusu geniş alanın merkezi olarak Eğret'i görmüştür. Bilmediğimiz daha başka gerekçelerle anıt/şehitliğin Eğret'teki bu tümülüse dikilmesine karar verilmiş...

    Diğer yandan 28 Ağustos 1922 şehadetinin adeta merkezi olmuş, 13. ve 20. Alay şehitlerinin kabirlerinin bulunduğu bölge unutulmaya terk edilmiş. Sadece onlara mahsus bir durum değil, Kurtuluş Savaşının 11 bin civarındaki şehidinin hangisinin hatırasına sahip çıkabildik... Bu ilgisizlik herkesi rahatsız etmelidir... 

    Bu tartışma, 28 Ağustos 1922 günü şehit düşen 13. ve 20. Süvari Alayı şehitlerinin kabirlerini belirleme ve o bölgeyi düzenlemeyi netice verirse, yararlı olacaktır... 

    Bu konuda saygıdeğer bir çalışma Dr. Selim Erdoğan tarafından yapıldı. 2020 Yılında Olucak'a giderek sahada çalıştı ve yerel şahitliklerle Akkaya mevkiindeki dere/vadide bir çok şehit kabrini keşfetti. Diğerlerinin tespiti, günümüz teknolojik araçlarıyla kolaylıkla yapılabilir. Yeter ki Selim Bey gibi gayretli insanlara imkan ve destek sağlansın...

    İsim değişikliği yapılırken Eğret, Fahrettin Paşa'nın bizzat diktirdiği anıttan mülhem, adını Anıtkaya ile değiştirdi. Her yıl Anıtkaya'da, Anıtkaya Şehitliğinde anılan süvarilerin kabri çoğunlukla Olucak'ta olduğu bilinsin. Onların kabirlerine de nişan konulsun ki Türk çocuğu, aziz şehitlerini her yerde dua ve şükranla hatırlasın...




03 Temmuz 2023

Eğret 1891

 

    Clément Imbault HUART, 1854'te Paris'te doğmuş, uzun süre Osmanlı topraklarında çalışmalar yapmış ve en sonunda İstanbul elçiliğinde tercüman olarak görev almış bir müsteşriktir. Bu coğrafyanın geçerli üç dili Arapça, Farsça ve Türkçe'yi bilir. Aşağıdaki paragraf TDV İslam Ansiklopedisi 18. Ciltten:

    "Fransa eğitim bakanlığından sağladığı bir yardımla bu seyahati gerçekleştiren Huart, Albert Helbig adında bir arkadaşı ile birlikte 1891 yılının Mayısında İstanbul’dan ayrılarak Mudanya, Bursa, Kestel, Yenişehir, Bilecik, Söğüt, Eskişehir, Kütahya, Çavdarhisarı, Afyonkarahisar, Çay, Akşehir, Kadınhanı üzerinden Konya’ya ulaştı. 29-31 Mayıs günlerini bu şehirde geçirdikten sonra 1 Haziran’da tekrar yola çıktı ve 5 Haziran’da İzmir’e vardı; oradan da vapurla yurduna döndü. Seyahat sırasında kopyalarını aldığı kitâbeleri “Épigraphie arabe d’Asie Mineure” başlığı altında dizi makaleler halinde yayımladı. Daha sonra da bu seyahatle ilgili intibalarını Konia, la ville des derviches tourneurs. Souvenirs d’un voyage en Asiemineure (Paris 1897) adıyla kitap haline getirdi. Huart bu küçük kitabı Haçlı ordusunun Anadolu’daki güzergâhını takip etmek düşüncesiyle hazırlamıştı. Yol üzerinde karşılaştığı Selçuklu dönemi mimari eserlerini de anladığı kadarı ile birkaç cümle içinde tanıtmaya çalışmış, bunların üzerindeki kitâbeleri de Fransızca’ya çevirdiği metinleriyle birlikte kitabına koymuştu."

    Bahsi geçen küçük seyahatnameyi Nezih Uzel 'Mevleviler Şehri Konya' adıyla tercüme etmiş ve eser aynı adla Tercüman 1001 Temel Eser serisinden  1978 yılında basılmış. Bundan daha önce 1940 yılında, Halkevi bünyesinde çıkarılan 'Konya, Halkevi Aylık Kültür Dergisi'nin 47. 50. ve 51. sayılarında Sait Sungur çevirisiyle yayınlanmış. Bu ilk çeviri başlığı da aynı: 'Mevleviler Şehri Konya'...

    Gezi güzergahı üzerinde bulunması sebebiyle bu tip seyahatnamelerde Eğret, yolcunun gözünden kaçmıyor; mutlaka onun hakkında bir şeyler kaydediyorlar. Dolayısıyla Huart'ın bu kitabında bizim ilgimizi çeken kısım Eğret oluyor...

    İstanbul istikametinden gelindiği için, Eğret'ten önce bize aşina başka köylere uğruyorlar... 23 Mayısta Altıntaş'ın ötesindeki Gecek'te geceliyorlar... 24 Mayıs sabahı tekrar yola çıkılıyor ve Kürtköy'den geçiliyor. Orada bir saat kadar oyalanıyorlar; çeşme, cami, mezar taşlarından filan bahsediyor. Sonra Ermeni ustaların inşa ettikleri bir ev dikkatini çekiyor. Altıntaş'a geçiyorlar, halk arasında 'Altındeş' diye söylendiğini özellikle belirtmiş. Yenilerde yapıldığı belli bir camiyi basit buluyor, mezar taşlarına yöneliyor... Saat 11 gibi Osmanköy'ün yanından geçiyorlar, harap bir türbe dikkatini çekiyor... İlerledikçe kara bulutlar beliriyor; kaçınılmaz bir sağanak bekliyorlar... Huart ve ekibinin kirkikindilere Eğret'te yakalandığı anlaşılıyor. Eğret'ten bahsettiği bölüm şu:

    "Çok uzakta Eğret köyünün önünde ve yolun kenarında, gotik bir kiliseyi andıran âbidevî bir han görüyoruz. Şüphesiz, bu bina Osmanlı devrine ait değil. Cümle kapısı, ilerde göreceğimiz Selçuk Abidelerinde olduğu gibi, Üstüste konmuş münhani iki kemerden müteşekkil; şurada burada barbar bir mesainin üzerinde işlediği sütun ve sütun başlıkları parçaları göze çarpıyor: Binanın dahili bir Nef ve Bas - cotes'lerden ibaret. Beş mesnedin arası münhani: Bu abide, Konya'ya yaklaştıkça tesadüf edeceğimiz binalar gibi, herhalde onüçüncü asra aittir. Bundan başka duvarların iç yüzü simsiyah ve, uzun zamandan beri yenilenmemişe benzeyen kalın bir hasır, seyyahın ayakları. altında yumuşak bir halı hissini veriyor. Bugün burası bir ahırdır. Yan tarafta, içinde çok bir şey bulunmayan mütevazı bir kahve var. Fakat bu kahve, biç olmazsa, boraya karşı bir sığınma hizmeti görüyor."

    Eğret izlenimlerini bu şekilde kaydettikten sonra, yol tasvirleri eşliğinde Gecek-Ömer kaplıcaları mevkiine varıyorlar, oradan sonra Afyon anlatımına geçiliyor...

    Eğret hakkında söze doğrudan kervansarayla başlanıyor... Gotik bir kilise binasına benzetilen hanın Selçuklu yapısı olduğuna kanaat getiriliyor. Koca giriş kapısından sonra hanın içiyle ilgili teknik bilgiler ve ardından orayı beğenmediğine dair memnuniyetsiz ifadeler var... Zaten ahır olarak kullanılıyormuş... Öyleyse uzun zamandır değiştrilmeyen hasırın yolcuya yumuşak bir halı hissi vermesi ne anlama geliyor? İçeride kararmış taşların sebebi rutubet ve is olabilir...

    Hanın yan tarafındaki bir kahveden söz edilmesi çok ilginç... Kervansarayın işe yaramazlığıyla bu kahveyi karşılaştırıp, hiç olmazsa yağmurdan korunmamızı sağladı, diyor... Huart'ın sözünü ettiği bu kahve, kervansarayın eklentilerinden biri olup yolculara iaşe hizmeti veren bölümü olabilir. Yalnız 1891 yılında böyle bir şey olsa, buna dair bilgi başka kaynaklardan da bugüne ulaşırdı. Oysa o yıllarda Eğret Hanının konaklamada kullanılmadığı söyleniyor. Dolayısıyla bu kahve, hanın çok da yakınında olmamalıdır. Bununla beraber evvela 1922 yılına ait fotoğraflarda görülen, girişin sağ tarafındaki basit yapıdan söz ediliyor olabilir. Bunu doğru kabul edersek, o 'garaörtünün' yapılış tarihini çok daha eskilere, mesela 1891 öncesine çekmemiz gerekir...  (Fotoğraf Taşpınar 27. Sayıdan alıntıdır.)

    Bence Huart ve ekibi yol kenarındaki Han'ı inceledikten sonra biraz yukarıdaki köy meydanına, Hacı İbrahim Zaviyesi civarına vardılar... Cafe/kahve dediği yer de büyük ihtimal bir odadır. Kullanılmayan hanın işlevini o yıllarda odalar üstlenmişlerdi. Yolcuların konaklama ve yeme içmesi odalarda sağlanıyordu. Ayrıyeten sırf bu iş için vakfedilmiş Hacı İbrahim Zaviyesi de unutulmamalı... Yağmur yağarken bunları bir odaya soktular, ayran kahve gibi bir şeyler ikram ettiler; yolcular bu odayı kafe gibi yorumladılar...

    İslam Ansiklopedisindeki ilgili yazısında Semavi Eyice, Huart'ın seyahat notlarındaki değerlendirmelerin uzmanlarca güvenilir bulunmadığını belirtmiş. Her ne kadar Türkçe bilse de bu kültürü tam kavrayamamış olması normaldir. Eğret'i ne bilsin, köyodasını ne bilsin... Eğret odalarının işlevini nereden bilsin...



27 Haziran 2023

Kalanlar, Gelenler Ve Bekleyenler

 
    Anıtkaya'da herkes birbiriyle akraba. Büyüklere 'emmi, dayı; hala, teyze' diyoruz ya, işte bunda yalan yok. Dibe doğru inildikçe onun bir yerlerden emmin ya da dayın olduğunu görürsün. Bilmem kaç kuşak önceden, ya baba tarafından yakınlığın vardır, halandır; ya da ana tarafından teyzendir. Geçmişini takip edenler bunu çok iyi biliyor.

    Derin geçmişe sahip bir köy olduğu için Eğret şartlarında bu akrabalık bağları çok doğal. O güne göre kapalı bir toplum, birbiriyle evleniyorlar; evlendikçe çoğalıyor, çoğaldıkça yine akrabalarla evleniyorlar. Dışarıdan biri geldiğinde yine buradan evlenip kök salıyor, yeni sülaleler oluşuyor; ama yeni kurulan akrabalıklarla bağlar güçleniyor... Bu, çok tabii her yerde görülen ve olması gereken bir durum...

    Tarihin bazı noktalarındaki olağandışı durumlar akrabalıkları güçlendirici faktör olmuş. Sonuçları itibariyle Cihan Harbi, bütün bir milletin hayatında olduğu gibi Eğret'te de ciddi bir travmaya yol açmış. Bu acılar ayrı bir konu; fakat harbin ilginç sonuçlarından biri de akrabalıkları artırmasıdır...

    Tahmini olarak Cihan Harbine Eğret'ten 250 nefer katılmış. Bu rakam, (yine yaklaşık) nüfusun yüzde yirmisidir. Tamamı, bugünün ölçülerine göre, askerlik çağındaki 20-25 yaş aralığı delikanlıları değildi. İçlerinde bıyığı yeni terlemiş 18'liklerden tut, 40 yaşında torun torba sahibi olanlar bile vardı.  

    Eski askerlik sistemine göre, dört yıllık temel askerlikten sonra 8 yıl kadar süren rediflik dönemi oluyordu. Uzun izinlerle, rediflik bazen on yıla kadar çıkabiliyordu. Hatta tazminat yatırarak ve mazeret sunarak rediflik dönemini bir kaç kez erteletme hakkın vardı. Bu yüzden baba oğul aynı birlikte askerlik hikayeleri anlatılır... İşte 1914'te harp başladığında asker olan bu insanların, vakti gelse bile terhisleri durduruldu. Normal asker alımları sürdürüldü. Yetmedi, seferberlik ilan edilip eli silah tutan herkes askere çağrıldı. Bunların ötesinde, çocuk yaştakilerin bile askere alındığı bir dönem var ki tam trajedi... (Eğretlilerin 'elveri' dedikleri bu yaşı küçükler, cepheye eğitimsiz sürüldükleri için Çanakkale'de 'gök ekin gibi' biçildikleri söyleniyor.)... Bütün bunların dışında, özellikle yakın olduğu için Çanakkale'ye giden gönüllüler var ki bunların kaydı kuydu da tutulmamış... Hasılı kelam, Cihan Harbindeki Eğretli neferlerde yaş sınırlaması yok; çocuk da var, dede de...

    İkiyüz küsür neferin çok azı köyüne dönebilmiş. Şehitlik o zamanlarda, bugünkü gibi üzerinde çok durulacak bir kavram olarak görülmüyordu. Askerlik sıradan bir vatan borcuysa, bu uğurda canını vermek de o kadar sıradandı... O sıradan sayma, bugünün anlayışına bile sirayet etmiş; torunlar dedelerinden bahsederken şehit demiyor da 'harbde kalmış' diyor... 

    Harpte kalanlar, bizim bilemeyeceğimiz manevi rütbelerle rütbelendirildiler; yalnız unutmayalım, bu 200'den fazla harpte kalanın çoğu evliydi. Ne olacak onların hanımları, çocukları; ne yeyip ne içecekler?.. Şehit dulları kocaya vardı, yeni çocukları oldu. Bu, yeni karınkardeşler, baba bir kardeşler, üvey kardeşler anlamına geliyordu... Akrabalık bağları bu yolla da genişledi...

    Beride de bekleyenler var... Bir asır sonradan bakıp bekleyenlerin halini anlamak mümkün değil. Anlamadan anlatmak da olmaz. Öyleyse Küçük Ağa romanının başındaki destansı paragraf işimize yarayabilir:

    "Osmanlı yenildi. Payitaht düştü. Her şey bitti. Endişeler, ümitsizlikler, korkular... Çünkü onbinlerce esir, onbinlerce şehit, onbinlerce gazi var... Toprak bekliyor... İşyerleri örümcek bağlamış, bekliyor... Ve bütün köyler kentler gibi, her ev kocaman bir göz olmuş Akşehir, bekliyor... Her evin beklediği bir oğul, bir koca, bir yavuklu; tarlaların ve işyerlerinin beklediği bir genç ve güçlü bir bilek var... Yıllardır her şey ve bütün işler, kadınlar ve yaşlı erkeklere bakıyor; verim her işte düştü... Yokluklar dayanılmaz noktaya dayandı; her ev bekliyor... Her evin kışlasından, hastaneden, esaretten dönmesini beklediği ve dönmesi şart olan biri var... Dönecekler miydi... Dönenler nasıl ve hangi ruh, hangi beden yapısıyla döneceklerdi... Önemi yoktu bu sorunun, dönsünler yeterdi... Ve dönmeleri şarttı... Dönmezlerse Akşehir bir kışa daha dayanamazdı... Akşehir bekliyordu..."

    Siz buradaki Akşehir'i Eğret olarak okursanız, kendinizi tam da anlatmak istediğim ortamda bulursunuz... Kalanların durumu malum... Bekleyenlerdeki vaziyet de işte böyle... 

    Bir de harpte kalmayıp, köyüne dönebilenler vardı... Bunlar, kalanlara nispet edilirse sayıları çok azdır. Tespit edebildiğim yirmi kadar var, bilemediklerimizle Eğret'ten giden toplam neferin yüzde 10'u diyelim... Ya bu gelenlerin haline ne demeli!... Küçük Ağa'nın başkahraman Çolak Salih'te, bunların bütün özelliklerini bulabilirsiniz...

  • İdirizlerin Gocaosman: Lakabının hakkını verircesine, dönenlerin en yaşlısıdır; 1875 yılında doğdu. Oğlunun şehit olduğundan habersiz çoğunlukla Yemen cephesinde çarpıştı. Hicaz bölgesi de sorumluluk alanları içinde olduğundan sık sık Kabe civarına da gidiyordu. Görevi gereği hac ibadetini yapamadı. Hem bu farizayı yerine getirmek hem de burnunda tüten yerleri tekrar görmek arzusuyla 1954'te hacca niyetlendi.  Özlediği mekanlarla ebediyyen kucaklaştı, orada ruhunu teslim etti...

  • Çatalların Molla Mehmet (İbiş'in babası): 1879 Yılında doğdu. Afyon Medreselerinde ilim tahsil ettiği için Molla dediler. Yemen Cephesinde çarpıştığı biliniyor. İstiklal Savaşı yıllarında Eğret'te ölüm döşeğindeyken, yanındakilere savaşın dehşetini adeta naklen anlattığı, 'Şu da şehit oldu; vay kefere, filancayı da öldürdü' diye sanki askerlerle birlikte savaşırmış gibi ruhunu teslim ettiği anlatılıyor. Bahsettiklerinin hiçbiri cepheden dönememiş...
  • Körüslerin Ali (Akömerin babası): 1880 Yılında doğdu. Beş kardeşin içinde Eğret'e geri gelebilen sadece Ali olmuş; ama buna da gelmek denir mi, bilemiyorum. Hastalanmış, bitkin bir şekilde hava değişimine göndermişler. Bir hafta on gün içinde vefat etmiş. Arapların Gözelali (Ali Tok)a onun adını vermişler...
  • Omarcıkların Gabasakal: 1884 Doğumlu Ahmet, resmiyette Mehmet olarak kaydedilmiş. Harp anılarını anlatmayı pek sevmeyen yapısı varmış. Bilinen yalnız Kafkas Cephesinde savaştığı, Muş'ta evlenip bir kızı olduğu yönünde... Eğret'e döndükten sonra da çok evliliği olmuş. Şoför Halil İbrahim Sağlam'ın babasıdır. 1943 Yılında öldü. 
  • Hacımahmutların Kıni Mısdık: 1885 Yılında doğdu. Hangi cephede bulunduğuna dair bilgi yok; çünkü bunları anlatacak fırsatı olduysa bile bize aktaracak kişi yok. Oğlu Kazım daha 18 aylıkken, dağdan odun getirmeye gitmiş ve bu sırada düşüp ölmüş...
  • Gağşakların Gocagulak: Halil de 1885 yılında doğdu. Cihan  Harbine katıldığına dair bilgi yok; ama emsalleri gibi katılmış olmalıdır. Buraya almamızın sebebi, oradan sağ salim dönmesidir. 1922 yılında Yunan işbirlikçisi Çerkez çeteler tarafından Omarcıkların Ahmetçavuş ile birlikte şehit edildiler...
  • Omarcıkların Arabeci: Mehmet Ali, Gabasak Ahmet abisinin küçüğüdür, 1886 yılında doğdu. Harpte araba kullandığı için lakabı Arabeci olarak kaldı. Aynı harpte şarapnelle çenesi dağılmış, bu yüzden 'Çenesiz' de diyorlarmış. 1966 Yılında vefat etti...
  • Apdıramanların Güdükmehmet: 1886 Doğumludur. Basra-Irak-Suriye hattında 12 yıl askerlik yapmış. 1972 Yılında ölene kadar, o yaşlı haliyle askerlikten kalma disiplini hayatına şiar edinmiş...

  • Ayanoğlu Garahmet: 1887 Yılında doğdu. Abisi Gabaoğlanın Çanakkale'de kafası koparak can verdiğine şahit olmuş. Bazıları bunu manevi olarak kalp gözüyle gördüğünü söyleseler bile, yaşı itibariyle o sırada başka bir cephede olmalıdır. 1968 Yılında vefat etti...

  • Kekliklerin kel Ali: 1888 doğumludur. Harp boyunca vücudunda yara almadığı bir nokta kalmadığını söylüyorlar. Bu yüzden 'Yanık Ali' de derlermiş. Silah arkadaşlarının tanıklıklarıyla efsaneleşmiş. Arapların Mehmet (Kalpsizin dedesi) onun birliğinde şehit olmuş. Uzun askerlik döneminde evlenmiş, çocuğu olmuş; Bıgalı Sabri Kocausta ondan torunudur. Döndükten sonra da Eğret'te bir kaç kez daha evlendi; 1957'de vefat etti...

  • Şeherlioğlu Hüseyin: 1889 Yılında doğdu. Çanakkale'de savaştığı söyleniyor. Döndükten sonra çok yaşamadı, iki kızı doğduktan sonra vefat etti...

  • Çolömerin Halilçavuş: Doğum tarihi 1890... Çanakkale'de Himmetoğlu Kelhasan (Gambırömerin babası) ile aynı birlikteydiler hatta onun çavuşuydu. Dolayısıyla onun şehit olduğuna tanık oldu. Şampayanın babasıdır; 1974'te vefat etti...

  • Omarcıkların Altındiş: Ahmet 1891 yılında doğdu. Yemen cephesinde çarpıştı. Harp hatıralarını torunlarına ayrıntılı olarak anlatmış. 1958 Yılında öldü...

  • Müdüroğlu Halilçavuş: Altındişle aynı tertip, 1891 doğumlu; yalnız Halilçavuş Çanakkale'deymiş. Çolömerin Halilçavuş ve Himmetoğlu Kelhasan ile aynı birlikteler, sadece mangaları farklı... Çanakkale'den döndükten sonra evlenen Halilçavuşun bir de kızı oldu. Eğret işgal edildiğinde vaziyet böyle... Cephede bulunmasa da İstiklal Harbinde gizli görevli olduğuna yönelik söylentiler var. Bu görevi deşifre olduktan sonra şehit edilmiş...  Bunun doğruluğunu hiç bir zaman öğrenemeyeceğiz, gerçek olan şu; Halilçavuş 1922'de şehit edildi...

  • Naymelerin Ramazan: Doğum tarihi 1891... Mücellit Hocanın güveyisidir... Yemen ağırlıklı olmak üzere çeşitli cephelerde tam 14,5 yıl çarpışmış, galiba rekor Aliciklerin Ramazan'da... Bir gece sabaha karşı Eğret'e döndüğünde, eşi Naime Hanımın yanında kıvrılıp uyumakta olan oğlunu tanıyamamış... Gitmiş Gocacaminin şadırvanına abdest almaya, bu kez Eğretliler onu tanıyamamış, yabancı sanmışlar... 1974'te vefat etti...

  • Gademlerin Banguş Osman: 1891 Doğumluların sonuncusu... Cihan Harbinde Yemen'de savaştıktan sonra, döndüğünde İstiklal Harbine de katılmış... Görme ve işitme kaybıyla birlikte dönmüş köyüne... Zihinsel anlamda da çok hasar almış, bariz unutkanlığı varmış mesela... Maddi anlamda çok sıkıntılar yaşamasına rağmen bütün bunlara 'bedel' ödemelere dönüp bakmamış bile... Ona buna bekar durmuş, kimseye minnet etmemiş... 1961 Yılında vefat etmiş...

  • Çatalların Mehmet Cemal (Boduoğlunun babası):1894 Yılında doğdu. Büyük harpten kurtulup sağ dönebilen talihlilerdendi (?!) Evlendi, sonra Yunan geldi... Dediklerine göre işbirlikçi çeteler, Gocagulak ile Omarcıkların Ahmetçavuşu öldürdükleri gün, onlardan önce Cemal'ı kendi odalarının önünde vurmuşlar...

  • Goca Guliz: Selimlerin Ali Osman 1895 yılında doğdu. Harpte Kafkas cephesinde çarpışmış. Ruslara esir düşmüş, bir süre esir kampında tutmuşlar, sonra Rus köylülerinin yanına yerleştirmişler; esir kampı, iş kampına dönüşmüş yani... 1917 Ekim Devrimindeki karışıklıklardan yararlanıp kaçmış, yayan yapıldak gelmiş köyüne... 1969 Yılında, 74 yaşındayken vefat etmiş...

  • Doğveli Halil İbrahim: Gocaguliz gibi 1895 doğumlu... Onun gibi Kafkas Cephesindeymiş, Onun gibi Ruslara esir düşmüş, esareti tam dört yıl sürmüş, sonra kaçmış... Askerliği bitmemiş, İstiklal Harbine de katılmış... Döndüğünde babası ve kardeşlerinin şehit düştüğünü, kendisini de öldü sanıp nişanlısını küçük kardeşine verdiklerini filan öğrenmiş... Badire üstüne badire yani... Yine de yeni bir hayat kurmayı başarmış... 1964'te vefat etti...

  • Çerçimehmet: Doğveliyle aynı tertipler ve askerliğinin son dönemlerinde (galiba Diyarbakır'da) beraberler... Sonra bu kaçtığı için rediflik dönemi uzuyor. Uzatmalarda Afyon'daki birliğinde ve artık Cumhuriyet dönemi... Kardeşlerin büyüğü olduğundan, sık sık geceleri gelip aksaklıkları gideriyor, işleri hala yola koyup sabah birliğine dönüyor. Cihan Harbinden eksik kalan askerliğini Cumhuriyet dönemine taşıran başka biri daha var mıdır, bilmiyorum... Çerçimehmet, 1962 yılında vefat etti..

  • Sağırların Süleyman: 1895 Doğumlu... Çanakkale'de Ahmet abisi (İbramhocanın babası) ile birliktelermiş... Abisinin feci bir şekilde şehit olduğunu görmüş... Kendisi sağ salim dönmüş; ama gördükleri yüzünden akıl sağlığını yitirmiş. O vaziyetteyken kısa bir süre sonra vefat etmiş...

  • Dananın Çolak: 1899 Yılında doğduğu bilgisi yanlış değilse, Cihan Harbinden sağ dönebilenlerin en genci Konyalı Mehmet'tir... Cihan Harbinin son döneminden sonra İstiklal Harbine devam etti. Sakarya Savaşında 'Çolaklık' rütbesini taktı. Eğret'e döndüğünde, oğlunun öldüğünü, kendisinin de şehit olduğu zannıyla eşinin başkasıyla evlenmek üzere olduğunu öğrendi. Arapların Şehit Mehmet'in yetimi Ömer'i evlat edindi, böylece kurduğu yeni hayatına 1972'deki vefatıyla veda etti...

    Gelenlerin durumu da böyle... Hiç biri gittiği gibi dönememiş... Bedeninin yahut ruhunun bir parçasını orada bırakmışlar... Fedakarlıklarını göze sokucu, başa kakıcı olmamışlar... Devlet kendini biraz toparlayınca tazminat vermek istemiş, onu da reddecek kadar âlicenap davranmışlar...

    Hassönlerin İbramın yetimi Kezban'ı Emirhanoğlu Mehmet (İşofun abisi)ne vermişler. İki kız babası Mehmet, Çanakkale'de kalanlardan... Sonra Kezban Hanım, Çanakkale'den dönenlerden Müdüroğluların Halilçavuşa varıyor. Bir kızı da ondan varken, Halilçavuşu Yunan hunharca şehit ediyor... Kezban Hanım üçüncü olarak Elciklerden Dolaksızın Ahmet'e vardı; orada da adını İbrahim koyacağı bir oğlu oldu. Biz Onu Çakıriban (İbrahim Ata) olarak bileceğiz... Şimdi; Çakıriban ile Dolakmehmet baba bir kardeş; Çakıriban, Tellimustafanın hanımı Şerife, Delişükrünün hanımı Topalayşa, Delibanın hanımı Muzaffere karınkardeş; bunların hepsiyle Dolakmehmet üvey kardeş; Delişükrünün hanımı Ayşe ile Tellimustafanın hanımı Şerife ana baba bir kardeş... Varın bundan sonraki akrabalık örgüsünü hesap edin...

    Kölgecinin karısı Fatma Hanım; Gelenlerden Gocaosmanın kızıydı. Torunundan duydum; harpte kalan İdris Abisini, gelir diye ölene kadar beklemiş... 

    Kalanlar, Dönenler, Bekleyenler... Her biri destansı bir duruş sergilemiş... Duaya vesile olur ümidindeyim...



Eğret 1826

 
    Taşpınar Dergisinin 27. sayısında Hasan Özpınar imzalı 'Yolu Afyonkarahisar'dan Geçen Bir Fransız' başlıklı makale yer alıyor. 2019 Yılında yayınladığı 'Seyyahların Gözünde Afyonkarahisar' adlı kitabına atıfla yazısını oluşturan yazar, Afyon'un 1826 yılındaki durumuna ışık tutan seyahatnamenin bir bölümüne yer vermiş. Gezgin Leon De Laborde'nin eserini nasıl oluşturduğunu anlattıktan sonra, rotası hakkında bilgi verilmiş ve bazı bölümlerden alıntılarla yazı sonlandırılmış.

    1826 Yılında genç bir arkeolog olan Laborde, gemiyle İzmir'e gelip oradan İstanbul'a geçer. Planladığı gezisini oradan başlatacak ve karayoluyla güneye inecektir. Özpınar'ın alıntıladığı ilgili kısım Afyon sınırlarına girilmesiyle başlamaktadır. Yani Altıntaş'tan itibaren tutulan notlar... Dolayısıyla ilk bölüm Eğret sahasını ihtiva ediyor... Bizim ilgilendiğimiz kısım tam da burası...

    Fransız gezginin eserinden çevrilen o bölüm şöyle:

    "Bay Salon, Altıntaş’ta iki yazıt kopyaladı. Sıcaklık fazlasıyla azalıyor yine de 6 Ekim’de yolumuza tekrar başlıyoruz; ormanlar, burada yaşayan insanlar için en iyi kalite ağacı sunar, ancak evlerde çatıdan başka yerde kullanılmaz. Omar-Köy, ovanın ortasında kötü bir şekilde inşa edilmiş küçük bir köy. Altı saat boyunca yürüdük, burada biraz durduk, sonra doğuya doğru biraz sola döndük ve Eğret Köyü’nde bu gece kalacağız. Bu köyün bize verebileceği tek bir ev var. Fakat gezimiz bize ortama uyum sağlamayı öğretti: Tek evi kabul ediyoruz; fakat biz iki kişiyi, erkeklerin yanına ve atların yanına koymak istiyoruz. Genel olarak, yanımızda Tatar varlığı,  bir ağanın hamisi olarak saygınlığı ve daha iyi barınmamızı sağlıyor."

    Eğret'le ilgili olan bu bir paragraflık kısım azımsanmamalıdır; zira incelendiğinde ne kadar önemli bilgiler içerdiği görülecektir.  

    Bir defa arkeolog olan yazarın gezi amacını daha ilk cümleden anlayabiliriz; önceden belirlediği noktalarda tarihi kalıntıları çizim yoluyla kopyalamak... Bu yüzden Eğret'in onun hedef noktalarından biri olmadığı, sadece güzergahındaki bir köy durumunda kaldığı anlaşılıyor.

    6 Ekim olarak tarih düşülmüş ve mevsime göre havadaki ciddi sıcaklık düşüşünden yakınıyor. Laborde 'Anıza bastın, kara bastın' gerçeğiyle yüzleşmiş...

    Altıntaş'tan güneye inerken kaliteli ormanlardan söz ediyor ki iki asırda bu kalitede ormanlar yok edilmiş olabilir mi acaba? Yalnız bu ağaçların sadece evlerin çatılarında (çatı dediği dambeştir) kullanıldığını söylemesi insanı işkillendiriyor. Yoksa bahsettiği meşe ormanı mıdır? Malum, meşe ve ardıçlar dambeşte mertek olarak kullanılırdı...

    Omarköy bir batılının telaffuzuyla 'Omar' olarak yazılmışa benzemiyor.  O civarda eski adı buna benzer bir küçük köy vardı da sonradan ortadan kayboldu mu ki? Küçük olduğu özellikle vurgulanmış ve Laborde de beğenmemiş zaten... Kelimenin özellikle o şekilde yazılmış olması, 'Omarcıklar sülalesinin çıkış noktası, tarihten silinen bu köy olabilir mi?' gibi deli bir soruyu akla getirmiyor değil...

    Omarköy'den sonra 6 saat daha yürüyorlar ve sonra sollarına, yani doğuya doğru kıvrılıyorlar... Sanırım Beşkarış-Efted arasında bir yerlerden Eğret'e yöneldiler... Geceyi burada geçirecekler... Eğret Kervansarayı bir arkeologun gözünden kaçmamalıydı; acaba başka bir yerde, mesela bir odada mı gecelediler... Sadece tek bir ev verdiler diye yakınıyor ya, ev dediği oda olmasın...

    Yıl 1826 olduğunu düşünürsek, henüz muhtarlık sistemine geçilmemiş ve ilk Eğret Muhtarının atanmasına daha beş yıl var. O halde bunlara muhatap bir yetili olmadığından köy odalarından birine gittiler. Hepsi içeriye sığmadığı için kafiledeki iki kişiyi de dama (ahıra) yolladılar. Belki de bunu güvenlik amacıyla yapmışlardır...

    Bir de Eğret'te kendilerinin büyük ihtimal köy odasında, böyle iyi bir şekilde ağırlanmalarını, köylünün misafirperverliğine değil de yanlarında iyi bir rehber bulundurmalarına bağlıyor...

    Tabi bütün bunlar, bir paragrafa dayanarak yaptığımız çıkarımlar... Ne kıymeti olabilir bilemem. Hasan Özpınar, yazısını şu değerlendirme cümlesiyle bitiriyor: "Bu tür hatırat, gezi notlarının tarih bilimine yaptığı katkı tartışılmaz." Bu değerlendirmeye katılmamak mümkün değil...



24 Haziran 2023

Irmızan

 
    Dillerin yerel özellik göstermesi onların doğasında var. Ağız dediğimiz söyleyiş ayrılıkları burada ortaya çıkıyor. Genellikle bölge yahut il bazında değerlendirilen bu ayrılıklar, köy köy bile farklılık gösterebilir. Dandırlı ile Eğretlinin konuşmalarındaki ince ayrımlar bunun kanıtı gibidir. Eğretli ile Bayramgazili birinin konuşmasını karşılaştırın, daha büyük bir fark göreceksiniz; amma Olucaklılarla neredeyse aynı konuşuruz... Her neyse, kendine has kelime ve deyişleri, özel telaffuz ve diksiyon kalıplarıyla 'Eğret Ağzı' diye bir kavramın varlığını kabul etmek durumundayız.

    Üzerinde duracağım husus, sırf Eğret'e özgü bir özellik olmayabilir. Benzer kullanımlar Afyon Ağzının değişik bölümlerinde gözlemlenebilir. L ve R ile başlayan bazı sözcüklerin başına ünlü eklenmesinden söz ediyorum. 

    Yabancı kökenli kelimelerde görülüyor bu durum. Bu iki harf ile başlayan bütün yabancı kelimelere uygulanmıyor tabi. Herhalde bunun bir kuralı yok. Eskiler, söylemekte zorlandıkları sözleri Türkçeleştirmekte ustaydılar. Ezanı bile 'Allâ fekberallâ fekber' diye okuyanları hala görebilirsiniz... Söylemesi sıkıntılı bazı kelimeleri, başına ı-i eklemek gibi gayet basit bir yöntemle kolaylaştırmışlar.

    'Leğen' demek zor geliyorsa, her seferinde zorlamaya ne gerek var; 'ilyen' de geç... Eskilerin abdest alma, çamaşır yıkamada kullandıkları büyük kabı bir yana bırakırsak; işaret ettiği köyün orijinal adı 'Lion' imiş. Bizimkiler 'İlyen' diyerek hem söylemeyi kolaylaştırmış hem de onu Türkçeleştirmişler. Aslında Üçlerkayası diye değiştirmeye hiç gerek yokmuş yani...

    Adını işitmek ağzımızın sulanması için yeterli olan limon da yabancı bir sözcük. Bazı bölgelerde 'ilmon' diye söyleniyor; ama Eğret'te öyle değil, tam Türkçeleştirmeye tabi tutularak 'ilman' yapılmış... Sahil köyü olsaydık büyük kargaşa çıkardı, çünkü limana da 'ilman' demek zorunda kalacaktık. 

    - 'İlman gemisi ilmana gelmiş mi, bak bakam...' 

    Hakkını yememek lazım, tek başına o meyveden söz ederken, ilman değil dosdoğru limon diyoruz. Pazardan yarım kilo ilman alan yok mesela, herkes limon alıyor... Yalnız kalıplaşmış bazı kullanımlarda iş değişiyor; dükkandan 'limontuzu' değil 'ilmanduzu' alıyoruz. Tadını beğenmediğimiz yiyeceklere yüzümüzü buruştururken 'limon gibi' değil, 'ilman gibi' diyoruz...

    Yumurta Türkçe, lakin Anıtkaya'da hala rafadan yumurta yenmez. Neden? Çünkü 'rafadan' Türkçe değil... 'ırfıdan-irfidan-ilfidan' gibi operasyonlarla önce onun bizden olması sağlanır; bu arada yumurta da biraz düzeltildikten sonra 'ırfıdan yımırta' halinde yenir...

    Köy odasında, evde, dükkanda raf yoktur mesela. Ivır zıvır koymak için yükseltilmiş, duvara monte tahta düzlemler ıraftır. 

    Eğret'ten, tarih boyunca (ne kadarsa artık) Recep isimli yalnız bir kişi çıkmış. O tek Recep, Bilallerin Recep Ağanın da adı beğenilmeyip 'Ercep'e çevrilmiş. Bizim kuşak Ercep Ağanın kendisini bilmiyor. Ben hanımını şöyle böyle hatırlıyorum, ondan bahsederken de ismini söylemeyip 'Ercepgarısı' derlerdi. Şimdi ise donarak ölen oğluna telmihen 'Ercebinüseyin' diyorlar... 

    Ercebağanın bir de damadı var. Doğu vilayetlerinden birinden geldiği için Kürt olarak anılırmış. Adı Rıza... Bizimkiler ne diyor buna; 'Kürdırzası'... Rıza'nın Irza'ya dönüşümündeki mantığı anladık da... Adamın kalıplaşmış ismine bakar mısınız allahaşkına!.. Bir cinayete kurban giden Kürt Rıza'nın mezar taşını buldum, heyecanla soyadını öğrenmeye çalıştım, taşta bir şey yok... Tepesinde (evet taşın yüzünde değil, tepesinde) sadece 'Kürdırzası' yazıyor... 

    Kişi ismi olarak değil; kabul etme, onaylama anlamındaki rıza kelimesi de Anıtkaya'da 'ırza'ya dönüşüyor. 'Bubañıñ ırzasını aldıñız mı?' böyle bir kullanım...

    Râziye de bizde ciddi biçim değişikliğine uğrayan kelimelerden biri. Başa bir ünlü ekleyip, ilk hece kısaltılıyor; ortaya 'Iraziye' çıkıyor. Kelime bu haliyle 'Iraziyeniñguyu' kalıplaşmış isminde hala yaşıyor. Kişi ismi olarak kullanımında ise heceyi ve sözcüğü kısaltma yöntemine başvurularak 'Iraz' deniliyor. 

    Rabia'nın 'Iraybe/İrebiye' ve Rahime'nin 'Irayme' olması da var; ama R ile  başlayan yabancı kökenli sözcüklerin değiştirilmesine en yaygın örnek olarak Ramazan gösterilmelidir. Çocuklara isim koymada büyük faktörlerden birisi doğum zamanı... Otuz gün gibi geniş bir zaman diliminde doğan erkek çocuklara Ramazan  adı verilmiş. Bu yüzden Eğret/Anıtkaya'da bu isme çok rastlanır. Recep'in tek olduğunu gördük, Şaban dört beş tane, Şaval da bir tane...Ramazan isminin çocuklara verilmesindeki rağbet, ayın mübarekliğiyle doğru orantılı olsa gerek... 'Irmızan mübarek günde' doğan çocuğuna bu adı vermek tuhaf karşılanmamalı... Tuhaf olan, oğlanın adının tam da bu şekilde 'Irmızan' olarak kulağına söylenmesi ve hep böyle telaffuz edilmesidir...

    Arabırmızan (Ramazan Tetik) ile Kelmısdıfa (Mustafa Saki), Gocosman (Osman İdis)in koyunu çalıyorlar. Kaç tane çalabildilerse artık, yüzüp parçalayıp eti de saklamışlar... Tekkeyeri civarında baksalar ki, giyinmiş kuşanmış bir atlı geliyor... Yaklaşıp atlıyı tanıyınca telaşlanmışlar; çünkü gelen Delimehmet... Gocosmanın oğlu Delimehmet de 18 yıl mahpusluktan yeni çıkmış, belalı bir tip. En azından bu iki acemi hırsızın gözünde öyle... 

    - 'Len goyunları çaldığımızı öğrenirse, bu bizi öldürür.' diyorlar... 

    - 'Eee, netcez!'... Hemen bir plan yapıyorlar. 

    - 'Yalandan kavga edelim, hırsızlık olayını düşünmesine fırsat vermeyelim. Tamam...' İnandırıcı olsun diye yavaştan kavgayı başlatıyorlar ki, Delimehmetle karşılaşma anı en hararetli yere denk gelsin... 

    - Niye benim koyunun üstüne sürdün?... 

    - Ben yolumda gidiyordum, sen bana doğru geldin!... 

    - Sendin! 

    - Yok bendim!!' 

    Bunlar öyle inandırıcı bir kavga ediyorlar ki; söz dalaşıyla başlıyor, cingen gavgasına dönüyor, sonra hafiften ciddileşip vurmaya başlıyorlar, en sonunda birbirine kafa göz dalıyorlar. Ellerinde değnek olduğunu düşünerek, olayın vehametini anlayın... Fakat maksat hasıl oluyor... Delimehmet, yok yere kavga eden iki çobanı 'Durun hele, susun hele' diye güzelce ayırıyor... Bizimkiler O aralarındayken bile birbirini sumsaklamaya çalışınca Delimehmet de bir iki çırpıştırıyor... 'Sen şu tarafa, sen de şu tarafa sür' diye ikisinin tamamen yollarını da ayırıp meseleyi sühuletle hallediyor... 

    Bizim sahte hasımlar, Delimehmet bayırı aşıp gözden kaybolunca tekrar buluşup zaferi kutlayacaklar. Ancak bibirini gördüklerinde durumun ciddiliği anlaşılıyor. Meğer bunlar inandırıcı olsun diye kavgayı o kadar abartmışlar ki ikisinin da kafa göz yarılmış, şaldır şaldır kan akıyor. Ne olursa olsun neşelerinden bir şey eksilmemiş, bir yandan yaralarını tımar etmiş, diğer yandan Delimehmeti savuşturmanın zaferini yaşamışlar...

    Irmızan'dan laf açılınca, Arabırmızanın bu olayını hatırladım. İşe Kelmısdıfa ile Delimehmet de girdi. Bana bu olayı anlatan üçüncü kişi hala hayatta; ama Delimehmet, Kelmısdıfa ve Arabırmızan üçü de rahmetli oldular... Yok yok, yanlış söyledim, 'ırâmetlik' oldular... Nur içinde yatsınlar...