01 Ekim 2023

Atatürk'ün Tokadı

    
    Cihan Harbinden hemen önce Eğret'e Muslulardan bir aile daha gelmiş. Mustafa oğlu Mehmet Eğret'e geldiğinde yirmi yaşının üzerinde... Yanında eşi ve kaynanası var... Kaynanası Meryem Hanım Muslulardan, Gavurali (Ali Efe)nin halası oluyor... Harp bittikten sonra epeyce bir süre Hatiplere bekar durmuş... İstiklal Harbinden sonraki yokluk döneminde ise onu Eğret'e bağlayan bir şey olmayınca Kütahya'ya göçmüş...

    Kütahya'da galiba inşaat işine girişip usta olmuş Musluların Mehmet... Hatta kısa sürede iki katlı ev yapmış kendine, durumunu düzeltmiş... Düşün şimdi, Eğret'te iken ev dam yok, oraya buraya bekar duruyorsun; Kütahya'da kısa sürede iş ve ev sahibi oluyorsun... Bununla da kalmamış, yakın çevresine yardımcı olmuş. Akif Efe'nin inşaatçı olarak Kütahya'ya yerleşmesine Musluların Mehmet vesile olduğu düşünülüyor...

    Evi damı olmasa da Eğret'e gelip gidermiş. Bu vakitlerde Hatiplerin odaya uğrar, geceleyecekse mutlaka orada gecelermiş. Ne de olsa eski günlerin hatırı var...

    Bana anlatan da tam tarihi hatırlamıyor, galiba 1940-50'li yıllarda bir gün yine Eğret'e gelmiş... Elbette ve yine Hatiplerin Goca odadalar... Musluların Mehmet, Molla Osman'dan bir kaç yaş küçük; fakat o yıllarda artık işten güçten elini çekmeye başlamış olmalıdır... Gece yatsıdan sonra oda cemaati toplanıyor... Tarla takga, mal maşat konuşuyorlar; eski günleri yad ediyorlar, bilenler geleceğe dair bir şeyler söylüyor... Yani tipik bir odada ne konuşulursa, oradaki sohbetin konusu oluyor...

    Gerçi bugün de öyledir; neyi konuşuyorsan konuş, söz döner dolaşır ya futbola, ya siyasete çıkar... O yıllarda futbol yoktu... Hatiplerin odadaki sohbet varıp siyasete tosladı...

    Molla Osman Atatürk hakkında olumsuz kanaat bildirince, kendinde söz hakkı bulunduğunu düşünen  bazı oda cemaatinin de o yöne kaydığı görülmüş. Musluların Mehmet;
    - Bakıñ' demiş, 'Yânış yola girdiñiz, ben bunuñ tokadını yidim.' Bakışlar ve dikkatler kendinde toplanınca, yaşadığı ibretlik olayı anlatmış...

    Eğret'ten Kütahya'ya göçmüştü... Evini yaptıktan sonra alt katı bir Jandarma Komutanına kiralamış. İşleri pek güzel, hayatı yolundaymış. 1933 Yılının Ocak ayında Atatürk Kütahya'ya gelmiş... (O zaman henüz 'Atatürk' değildi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa diyelim...) Ziyaret nedeniyle kalabalık halk oraya toplanmış... Trenden indikten sonra Gazi'yi, istasyon yanındaki bir tuğla fabrikasına götürmüşler... Hurra, halk da peşinden oraya... Demek ki yerel organizatörler böyle bir etkinlik ayarlamışlar, Kemal paşa tuğla fabrikasında incelemelerde bulunacak...

    Kalabalığın içinde bulunan Musluların Mehmet, olaylara yakından şahit oluyor... Platforma veya girişe tuğlalardan basamak yapmışlar ki misafir basıp çıksın... Mustafa Kemal basınca tuğlalar kırılıyor... Hadi bakalım... Kalitesiz tuğla yapıldığının göstergesi olan bu duruma kızmış... Oradaki fabrika yetkililerinden mi yoksa vilayet görevlilerinden mi ne, birisi çıkmış yılışarak;

- 'Paşam, senin ayaklarının altında Yunan ezildi; tuğla nasıl ezilmesin...' gibi bir şeyler geveleyip yalaklanmaya çalışmış...

    İşte ne olduysa o anda olmuş... Nereden geldiğini anlayamadığı bir tokatla öyle bir sersemlemiş ki Mehmet, canı çıkayazmış... Kim vurdu diye kaldırıp başını baksa ki, kiracısı Jandarma Komutanı... İçi daralmış, hemen ayrılmış oradan...

    Yediği tokatın acısından değilmiş bunaltısı. Şimdiye kadar hiç kötülük etmediği, ondan da hiç kötülük görmediği kiracısından gelmesi acıtmış içini... O moral bozukluğu ve sinirle varıp Komutanın eşyalarını kapının önüne yığmaya başlamış... Olanlardan habersiz Komutanın karısı 'Etme Mehmet Emmi' diye ne kadar yalvarsa da boş...

    Akşamüstü bütün eşyasını kapının önüne yığılmış görünce Komutan da şaşırmış. Siniri bir türlü geçmeyen Mehmet Emmi, fabrikada attığı tokadı hatırlatmış; ama yine de bir şey anlamamış...

    - 'Yav Mehmet Emmi, sabahtan akşama kadar ben Reisicumhurun yol emniyetini sağlama göreviyle şehir içine girmedim. Ne istasyona, ne fabrikaya ne de başka bir yere gitmedim. Nasıl sana tokat atabilirim!'

    Komutanın bu sözlerinden sonra şaşırma sırası Musluoğlu Mehmet'te... Hakikaten bu komutan öyle bir hareket yapacak tıynıyette değil, hele kendisini niye tokatlasın ki!... Diğer yandan, nevrini döndüren tokat ondan geldiğini gözleriyle gördü... Anlamsızca boşluğa bakarken, bir şey hatırlamış gibi gözleri kısıldı, kafası hafifçe yukarı aşağı sallandı...

    Çürük tuğlalara kızacakken Mustafa Kemal'in dikkatini dağıtmaya çalışan yalakanın dediklerini işitince Musluların Mehmet'in aklından şunlar geçmişti:

    - 'Len bu adamdan uçuru Yahudiydi, şuydu buydu diyolâ; doğru mu kine?...'

    Kendi yorumuna göre Musluların Mehmet, yanlış düşüncelere dalmanın tokadını yemişti. Tam da üst üste gelince başka türlü izahı yoktu... Bu olayı anlattıktan sonra oda ahalisine dönüp;

    - 'Ben Atatürk'üñ tokadını yidim, siz yimeñ.' demiş... 



29 Eylül 2023

Atyarışı Ne ki!

    
    Bir at yarışı  mevzusu da Dayıların Vahit Yola'nın düğününde dönmüş. Olayın esas kişisi yine Şampaya... Rakip de Tekkegaren (Kayıhan)dan... Bu adam, Mustafa Ayas'ın sözünü ettiği kişi olmalı. Aynı zamanda kaçak tahta, döşme filan getirirmiş...

    Yarış düzenleme fikri, kardeşi Hasan'dan çıkıyor... Adam cambaz olunca, böyle şeylere meraklı zaten... Vahit'in düğün için at yarışı düzenlediklerini, dereceye girecek atlara ödül olarak dana, keçi ve arpa verileceğini ilan ediyorlar. Bu tip duyurular bir hafta, on gün öncesinden yapıldığı için gitmesi gereken yerlere haber gidiyor. Tabi katılım ne kadar çok olursa düğün sahibi o kadar sevinir... Bu yüzden çevre köylerde yaygarası yapılıyor. Haliyle Garen'e de...

    Pazar günü öğleye doğru süslü püsküllü atlar ortalıkta dolanmaya başlamış. Katılım iyi görünüyor, bizim köylüler haricinde dışardan gelenler de çok...

    Beride de düğüncüler toplanmış... Yenilip içilmiş, kına yakılmış, gelin almaya çıkılınca Vahit ile sağdıcı (galiba Egekemalın Ahmet) dambeşteki yerlerini almışlar... Bunlar öyle gelini bekliyorken Şampaya ve yanındakiler çıkagelmiş... Yedeklerindeki atlar terli, buurrbbsss! huurrbbsss! burnundan soluyor, toynaklarıyla yerleri dövüyorlar...
    - 'Hadi şu daneynen keçiyi ve de biz gidem.' demiş Şampaya... Dambeşte gelini bekleyenler añıbeñi olmuş....

    Meğer antrenmanlı atlar duramamış yerinde, sahipleri de onlardan daha sabırsız olunca, anlaşıp başlatmışlar yarışı... Yörükçeşmesinden Alagıra... Şampayanın at birinci, Garenlininki ikinci gelmiş. Üçüncüyü tam hatırlayamadım... 

    Bunlar ödülleri istiyor; ama Vahit verir mi!... Neden vermeyeceğini filan anlatıp tam vaktinde yarışın yenileneceğini bildirmiş... Gelin inmiş, oyunlar oynanmış, adet töre yerine getirildikten sonra, hadi bakalım millet yığılmış Alagıra... Yörükçeşmesinden start verilmiş... Gelgelelim, bu sefer Garenli birinci olmuş, Çerkezli ikinci... 

    Şampaya gidip odasına kapanmış filan, ama çare yok... Dananın, keçinin gitmesi bir şey değil; atı kazanınca yapacağı sükseden mahrum kalmak onu yıkmış olmalı... Mustafa'nın anlattığı at olsaydı, şüphesiz tekrarlanan yarışı da kazanırdı... Belki  de Garenliyi alt etmek için o namlı atı aldı ve onu yenerek ayağını Anıtkaya'dan kesti...

        ***

    At yarışı ne ki!... Dana bile vuruştururlarmış bazen...

    Herhalde 1960'lı yılların başında... Hacının Hasan Çelik'in düğünü... Ödül filan var mıydı, varsa ortaya ne konulmuştu, bilemiyoruz.

    İşin içinde yine Şampaya var... Bu seferki kahramanı ise danası... Yine önceden ilan edilen bir yarış olduğu için, gelin inmesi bekleniyor... Bu arada süslenen, boynuzları cilalanan, tüyleri taranan antrenmanlı boğalar da hazır...

    Çalgıcılar, Bataklı Yonuz (Yunus) Ağa ile Cafer Ağa... Deliyonuz davulcu, Caferağa zurnacı... Millet Alagırda Yahyaların harmanyerine yığılmış danaları bekliyor...

    Müsabakaya katılacak danaların ikincisi Dayılarda... Düğünevinden ayrılan davul zurna ekibi onların evin önüne gelince Dayıların dana da kapıdan çıkmakta... Tuhaf bir durum oluyor; dana önde, çalgıcılar arkada, Alagıra kadar davul zurnayla götürüyorlar hayvanı... Sanki damat alayı... 

    Öte yandan Şampayanın dananın yolu ayrı olduğu için o sakin sakin getiriliyor... Böylelikle arenaya(!) varıyorlar... Herkes heyecanla büyük vuruşmayı bekliyor, ahali sabırsız. Hayvanlar ise alabildiğine şaşkın, çünkü böyle vaveylaya alışık değiller... Kalabalıktan birinin;
    - 'Çal Yonuzağa!' diye bağırmasıyla davul dangıdı dungudu başlıyor, ardından da Caferağanın zurnası hücum ediyor...

    Dayıların dana bu gürültü eşliğinde geldiği için biraz alışkın; gelvelakin Şampayanın şaşkın dana, olanı ürküyor... Dana vuruşturma yarışı daha başlamadan bitiyor...

        ***

    Horoz dövüştürülür, köpek boğuşturulur, dana vuruşturulur da... Bunun Eğret'te bir düğün yarışması olarak uygulanmasını ilk defa işittim. Bundan başka örneği var mı acaba?



28 Eylül 2023

Bazarbaklağısı


    Pazartesi günü öğlen ikinci 'güveyi guyma' ile düğün resmen bitti... Gelin, artık yeni evinde yeni ailesiyle... Elbette orası artık gelinin evidir, ama ne de olsa yıllarca elinin ayağının alıştığı anası evinden yeni bir mekana geldi. Burada başka bir düzen, yeni alışkanlıklar ve yeni simalar var; alışmak uzun sürebilir.

    Daha önce de belirtmiştik, yeni gelin uzun bir süre evinden dışarı pek çıkmaz. Bu, kınası rengini atana kadar diye görece belirlenmiş bir süredir, ortalama bir ayı bulabilir. Böyle bir kural olmasa da toplum tarafından benimsenmiş ve adet haline gelmiş. Böyle adetlerde mantık aramaya gerek yok, riayet edilmezse hoş karşılanmaz. Bu kadar...

    Çok zorunlu haller dışında sokağın yasak olduğu bu dönemden itibaren gelinin çevresindeki insanlara karşı tavrı da neredeyse belirlenmiştir. Bu katılaşmış kalıp kurallara göre komşuları da dahil oğlan çocuklarına 'Ağa' diye hitap eder. Kendinden büyüklere 'Abi' anlamında ağa demesi çok normal... Lakin bir gelinin kendinden çok küçük kaynına ve hatta komşu çocuklarına da ağa demesini çok tuhaf karşılardım... Kadınlarda da büyüklerine 'aba' der, çünkü Anıtkaya'da abla yerine bu kelime kullanılır... Eltisine ve diğer yaşıtlarına ise 'Abla' diye hitap eder. Yakınlarındaki yaşlı kadınlara ise adıyla birlikte 'Ana' der; 'Fadime Ana', 'Halime Ana' gibi... 

    Bütün bunlar gelinin yeni hayatındaki yeni kalıplardır, uyum sağlaması uzun sürebilir. Bu süreçte onun hayatını kolaylaştıracak bir moral desteğe ihtiyaç vardır. Eski ailesinden ve hayatından yenisine geçiş süreci olacak, tam bunalmaya başlayacağı günlerde yüzünü aydınlatacak, anası evini özlemeye başlayacağı zamanda buna mani olacak bir şey...

    İşte o şey, 'Bazar Baklağısı' denilen kızevinin oğlanevine yaptığı ziyarettir... Gelin indikten üç gün sonra Çarşamba günü, kızevinden kalabalık bir ziyaretçi topluluğu tarafından yapılır. Katılımcıların özünü, bir hafta önce çeniz asmada bulunanlar oluşturur.  Öncelikle onlara 'Baklağıya buyurun' diye davet götürülür... Sonra yine kızevine mensup çoluk çocuk kim varsa toplanıp baklağı alayını oluştururlar...

    Adından da anlaşılacağı üzere yanlarında baklava, börek, çörek götürürler, maksat orada yiyip içip eğlenmektir. Börek çöreği oğlanevi de yapabilir; yine oğlanevinin ikramları arasında gelinin götürdüğü 'gelin şekeri' de vardır.  Pembe renkli, plaka biçimindeki bu şeker sadece bugünler içindir dense yeridir; lüks bir şeker türü olduğundan başka yerde tadamazsın. Bizim kuşağın çoğu bu şekeri görmüştür; ama pek azı tadını bilir...

    Daha bir kaç gün önceki hayatında önemli yere sahip figürleri bir arada görmek, geline ilaç gibi gelir. Büyüklerin elleri öpülür, hasret giderilir (oysa ayrılalı üç gün oldu); arkadaşlarla gülüp eğlenilir, oyunlar oynanır. Geç vakte kadar bazar baklağısı devam eder... Bu arada küçüklere 5-10 kuruş bahşiş verildiğini de unutmayalım...

    Kızevinin akşam getirdiği baklava, ertesi gün oğlanevi yakınlarına dağıtılır. Birer ikişer şişe... Baklava dilimine Anıtkaya'da öteden beri şişe derler... Böylece hısım akraba arasında bazarbaklağısını tatmayan kalmaz... Dağıtmanın da kendine göre bir kalıbı varmış; bir parça çörek, üstüne bir şişe baklava... Yani çöreği de tabak gibi kullanırlarmış...

    Bazarbaklağısı bu... Herhalde 'baklağı' meselesi anlaşıldı... Gelelim 'bazar'a...

    Bunun kesin tarihi kestirilemiyor, ama Eğret hafta pazarı kurulduğu günden beri halk, Cumartesi gününü 'Bazar' diye biliyor. Çünkü o gün, Eğret Hafta Pazarı kuruluyor... O güne (Cumartesiye) bazar denilince haliyle iki Pazar günümüz oldu. Karışıklığı gidermek için olsa gerek, asıl Pazar gününe 'Allahbazarı' adı verildi... Yaşlılarda bu kullanım hala geçerliliğini koruyor...

    Bilindiği gibi Cumhuriyetten önce resmi tatil günü Cuma idi... Hem tatil olması hem de mübarek olması sebebiyle insanlar önemli işlerini o güne denk getirirlerdi. Eğret'teki düğünler de bu takvime göre ayarlanır, mübarek cuma akşamı (perşembe günü) güveyi girerdi. Dolayısıyla gelin indirme de Perşembe günü olurdu. Anlatageldiğimiz düğün sürecini hep buna göre düşünürsek; Pazar günü çeyiz asılır, Salı günü çalgılar gelir, Çarşamba gızhamamı vs. her şeyi Perşembeye göre ayarlayın... Gelin indikten sonra kızevinin oğlanevine baklava götürmesi de Pazar gününe rastlardı. Bu yüzden 'Bazarbaklağısı' denildi...

    Hafta tatili Cuma'dan Pazar'a alınınca düğün takvimi hemen değişmedi. Çünkü Eğret halkının resmi tatille filan işi yoktu ki, hayatlarına eskisi gibi devam ettiler; gelin yine Perşembe günü iniyordu... Zaman geçti, okul yaygınlaştı, Belediye filan derken halk resmiyetle yüzleşti ve yavaş yavaş düğünler Pazar'a alınmaya başlandı. Tabi bu olay da birden olmadı. Önceleri eski sistem ile yenisi bir arada yürüdü... Duruma göre hareket ediliyordu... Eski sisteme göre yapılan düğünlere 'Perşembegelini', yenisine göre yapılanlara ise 'Bazargelini' derlerdi...

    Düğünlerde ikili yapı 1970'li yıllara kadar devam etti. Sonra tamamen yeni sistem hakim oldu, 'Perşembegelini' unutuldu... Sistem değişikliği sadece düğün takvimindeydi; adetler, isimlendirmeler aynıydı. 'Bazarbaklağısı' da aynı adla yapılmaya devam edildi, Yalnız Pazar günü değil, Çarşamba günü icra ediliyordu... 

    İşin sonuna bak sen... Şimdilerde ne Perşembegelini var, ne Bazargelini... Düğün salonunu hangi güne ayarladıysan ona göre davetiye bastırıyorsun... Bize de Bazarbaklağısı edebiyatı düşüyor...



26 Eylül 2023

Güveyi Guyma


    Gelin indi. Sağdıçla güveyi dambeşteki taarruzu savuşturdu. İndiler aşağıya, son oyunlar oynandı. Kadınlar süzünmekte olan geline bakmak için kafile kafile akıyorlar. Bu durumda güveyiler daha fazla ayak altında dolaşmamalı, buralardan uzaklaşmalılar...

    Uzaklaşıp da nereye gidecekler, gapıt (palto)ları omuzlarında dolaşırlar. Akşama kadar sağdıçla güveyinin dolaşmasına 'güveyi gezdirme' denir. Asıl amaç, yalnız kaldıklarında sağdıcın kılavuzluğudur... Bir elleri kızıl çıkılı olduğu halde gezmedik yer bırakmayan bu ikili, nadiren kahveye oturup çay içebilir...

    Akşam oldu mu, kınalı ellerin yıkanma vaktidir... Yatsı namazına da erken gitmek lazım, zira  güveyinin evliliği için özel dua merasimi var... 

    Düğünün bu son saatlerinde güveyiler camideyken, birileri başka yerlerde değişik planlar peşindedir...

    Gelin evinden başlayalım... Çenizgaynısıyla gelen malzemelerle burası dayanır döşenir, süslenir. Kim tarafından? Kızevinden gelen gelinin yakınları tarafından... Geline bakmaya gelenler savıldıktan sonra, akşam olduğunda artık gelin de bu odaya çekilip güveyisini beklemeye koyulur...

    Az dışarıda, gocagapının önüne büyük bir ateş yakılır. Manasını anlayamadığım bu adetin bir faydası var; bu soğuk kış gecesinde, etrafındaki insanların ısınmasını sağlıyor... Güveyiler gelene kadar harlasın diye, ateş sürekli beslenir... Güveyi üstünden atlayıp geçince onun vazifesi de sonra erecek; ama yine de bir müddet daha odun atmaya devam ederler...

    Asıl gizli plan yapan karanlık güçler, güveyinin en yakınındaki arkadaşlarıdır... Onların derdi 'güveyi guyana' kadar ona edebildikleri son eziyeti çektirmek... Ve daha sonra dambeşten, bacadan etmediğini bırakmamak... Planların özü bu... Şimdi camiye dönelim...

Namazdan sonra bir güveyi alayı oluşturulur. Sağdıçla güveyinin ardında tekbir alacak hoca grubu yerini alır. Onların ardında güveyinin büyüklerinden oluşan cemaat ve en arkada ise güveyinin arkadaşları... Bu güveyi alayı tekbirlerle ilerler, istikamet gelin evi...

    Güveyi alayının en tehlikelisi, en arkadaki safta bulunanlardır... Alay ilerlerken bunlar yalandan tekbir korosuna katılır gibi yaparlar. Yarımağız tekbirler arasında güveyiyi misket bombasına tutarlar. Cephanelik gibi kullandıkları ceplerinden avuç avuç nohut alır, kimini ağzına kimini güveyinin kafasına doğru ateşlerler. Bu yaylım ateşinde güveyi illa ki isabet alacaktır... Cami ile ev arasındaki mesafeye göre bu harp uzar... 

    Harp kurak havalarda yapılıyorsa, nohut mermilerin zararı olmaz. Asıl karda kışta kartopu, buz parçaları atıldığını düşünün... Böyle bir bombardıman karşısında ne yapabilirsin; üstelik atışlar uzaktan değil, hoca tayfasının bulunduğu siperlerden yapılıyorsa... 

    Berber Ahmet Kabadayı'nın sağdıcı Bilallerin Salim Kaynar... Karlı bir kış gecesi çıkmışlar camiden, bunlar önde, hocalar arkada... Kim bu hocalar; Körhalilin Halil İbrahim Kirkit, Hamzaların Adem Kaya ve diğerleri... Hocalar böyle olunca başka düşmana ne gerek... Bir yandan tekbir almışlar, bir yandan vermişler karı, buzu... 'Eve varana kadar kulaklarımız delineyazdı' diyor Berber...

    O ayazda ve taciz altında şuncacık yol, mağdurlar(!) için uzar da uzar... Alevli ateşten atlayıp öteye geçince kendisini neyin beklediğini bilen güveyi tedariklidir. En azından sağdıcı onu korumak için devreye girecektir. Buradaki saldırı, doğrudan güveyi sırtını yumruklama biçiminde olacağından, hızlı hareket ederse bunları savuşturma şansı bulabilir. Fakat sırtına darbe almayan güveyi pek görülmemiştir... Bu arada gireceği kapının önüne konan bir tas suyu tepip devirmelidir. Bunun anlamını da bilemiyorum, ama yerleşmiş bir adet...

    Kıyıda köşede yapılan planlar tam da bu vakit üzerineydi... Camiden alınarak yumruklamalar eşliğinde güveyinin eve girmesine nezarete kadarki sürecin tamamına 'güveyi guyma' deniliyor. Hoca, baklava ve tavuktan oluşan ücreti takdim edilerek gönderilir... Sıra planların kalanlarını uygulamaya gelmiştir...

    Güveyiyi selametle içeriye gönderdikten sonra, sağdıç bir müddet daha kapıda bekler; lakin bunun tasarlananları engellemeye bir faydası olmaz... Çünkü tehlike kapıda değil, dambeşte...

    Yine arkadaşları tarafından güveyi bir süre daha rahatsız ediliyor. Dambeşte yürürken tüpürdeyerek, taş atıp güpürdeyerek olmadık tacizlerde bulunurlar... Bütün bunların sonunda, bacadan salladıkları bir kaba baklava doldurulması üzerine sulh olur ve çeker giderler... Millet dağılır, ortalık sakinleşir...

    Yeni karıkoca erken kalkıp aile büyüklerine el öpmeye çıkarlar. Aynı evde bulundukları büyüklerinin haricinde, emmi dayı, teyze halaya gidilecekse gün doğmadan önce geri gelecek şekilde bunu ayarlamalıdırlar. Çünkü elinin kınası çıkana kadar yeni gelinin dışarda görünmesi hoş karşılanmaz...

    Sabah çorba içildikten sonra sağdıç gelip güveyi alarak tekrar dolaşmaya çıkarlar. Evde ise Cuma günü dambeşe dikilen bayrak indirilir, dağınıklar toplanır, misafirler yolcu edilir, sıradan günlere dönüş işaretleri başlar. Çünkü düğün bitti; birazdan, öğle üzeri güveyi tekrar gerdeğe girer... 

    Allah bi yasdıkda gocatsıñ...

    Yalnız bu anlattıklarım 1960-1990 aralığındaki otuz kırk yıllık dönemi yansıtıyor. Ağırlıklı olarak 1970'li yıllar diyelim. Sonrasında bu adetlerin yozlaşması, unutulması ve tamamen terkedilmesi var ki bunlar zaten gözümüzün önünde... Bir de bu dönemin öncesi var, yani Perşembe günü gelin indiği günler, 1960 öncesi...

    O vakitler, Perşembe akşama doğru gelin indikten sonra çalgıcılar tası tarağı toplayıp gitmiyor. Düğün devam ediyor çünkü. O akşam güveyi guyuluyor, ertesi gün Cuma... Cuma vaktine kadar çalgılar durmuyor. Halk buna 'duvak çalgısı' diyor; öğle vakti ikinci güveyi guymaya kadar duvak çalıyorlar... 

    Bazargelini denilen son dönem düğünlerine geçilince duvak çalgısı da kalkıyor. Duvak çalgısının yapıldığı son düğünün Çakırların Muharrem Erdem'inki olduğu söyleniyor... 

    Tabi duvak eğlenceleri çalgıyla sınırlı değilmiş. Akşam ilk güveyi guymada yapılanlar aynısıyla tekrarlanıyormuş. Mesela sabahleyin gelin tekrar yazılıyor; buğday, mısır, nohut gavurgasından oluşan çerez yine gelinin başından saçılıyor; yine geline bakmaya gelenler oluyor; yine eğlenip oynuyorlarmış kadınlar... Kadınlar arasındaki duvak eğlenceleri cuma namazı sonrasına kadar sürüyormuş....

    Bizim kuşağın bunu bilmemesi normal... Bununla beraber Eğret'in çok eski ve köklü bir adetiymiş duvak çalgısı... Daha Gocacami yapılmadan önce, Mücellit Hoca Cuma Camisinin imamıyken davılcıodasından güzel bir ses işitir. Cuma namazı öncesi çalıp söyleyen bu ses Belceli Topal Hüseyin'e aittir ve duvak çalmaktadır... Eğret'in bilinen ilk Müezzini olacak Böbülerin Dedesi 'Mazin Üseyin'in hikayesi duvak çalarken başlar yani...

    Şimdi, 20. asır başlarına kadar gittiğimize göre, duvak çalgısının varlığını daha öncelere kadar indirmek gerekir... 

    Neyse... İkinci güveyi guyma ile düğün biter; ama bir kaç gün sonra yapılacak bir şey daha var...



At Yarışları

 
    O sezonlarda popüler olan yarışları adını bilmem ama bir tahta kaçakçısı diye tabir ettiğimiz yabancı gelir iki atını koşturur 1.lik ve 2.lik ödüllerini alır giderdi.

    Atları birbirinden ayrılmadan koşar, hırs ile gelirlerdi. Alışkın ve güçlü atlar.

    Zamanında kurşun bile yemişler ki gözleri kara koşarken..

    Çoloğmerlerin Osman'da bir at vardı, o da koşuya katılırdı kendi atıyla. Beyaz çilli kır yakışıklı bir attı.

    Koşularda Sonradan ona Osman yerine kardeşi Ömür binmişti sanırım.

    Bu rahmetli Şampanya'ya sıkıntı yaratmıştı.

    Dışarıdan biri gelecek ve bizden ödülleri alacak, gidecek.

    Ödüller neyse de köyün koşuya ev sahipliği yapması ve bariz başarısızlık var işin ucunda.

    Bir zaman sonra rahmetli bir çift at almış, arabaya da koşmuş, hani derler ya "dımıl dımıl yanıyor" o derece hayvanlar.

    Amaç bunları koşu için almasıydı. Biri doru biri yağız..

    Doru boşta da, koşumda da yerinde durmuyor adeta ateş parçası.

    Yağız at ise aksine sakin, baş aşağıda ama uzun mu uzun, yüksek mi yüksek ,üstünde yatacak yer var desek yeriydi

    Tekirgızıların İsmail ile çoloğmerlerin Osman bindiler, antrenman olacak.

    Koşu yerinden salındı bitiş yağız yere basmadan finişe ulaştı Osman ile.

    Doru çıkışta fırlamış ama sonrası malum.

    Beklenmeyen sonuç yağızdan.    Düğün var, ödül var, dana var, koç var, arpa var vesaire vesaire.

    Yine alışılagelmiş bir şekilde kaçakçı atlarıyla geldi.

    Başlama yerine gittiler. Belli bir süre sonra harmanyerinin rampasından o kış, karda bir siyahlık belli oldu.

    Yağız at geliyor, ne geliş ama.. Bitti yarış, o durmadı, hatta Osman durduramadı guzu guzunun evin oralarda zaptetti ve döndü.

    Her at terli burunları dan duman çıkarken, yağız at "olsa da bir koşu daha mı koşsak" durumundaydı sıfır yorgunluk..

    Yağızın ardından kaçakçının atı ikinci, Doru da üçüncü olmuştu...

    Sonrası ise koşularda hep yağız geldi. Kacakçı bir kaç geldi, baktı olmuyor daha da gelmedi yarışlara.

    Hikayeyi uzattık Kusura bakılmasın gali

                M. Ayas



25 Eylül 2023

Değişir Şive


        Bir başkadır memleket

        Serin olur geceleri

        Derin olur sohbetleri

        Bir harman mevsiminde

        Şenlik olur harman yeri

        Kimi sap taşır kimi saman

        Herkes için değerlidir zaman

        Yetişmezse amca dayı komşu

        Bitirilemezdi harman

        Kısalır günler

        Başlar düğünler

        Köy odaları inler

        Tüm eş dost akraba

        Oynadığımız kırık hava

        Aldırmadan yağan kara

        Bir kütük daha atarız sobaya

        Bırakırız hepsini anılara

        Çıkarsak uzaklara 

        Hasret kalırız AFYON'umuza

        Girdik mi gurbetten sınıra

        Değişiveri şive gali burda 

                                     M.Ali S.



Seyir Var

    
    Gelin indikten sonra ahalinin dikkati farklı noktalara yönelir.  Şimdi Anıtkaya düğünlerinin belki en ayırıcı yanını görelim; geline bakma...

    - 'Nerye gidiyoñuz?'
    - 'Geline bakmiye... Siz?'
    - 'Biz de...'

    Benzer konuşmalar, sokakta karşılaşan kadınlar arasında geçer. Çünkü o saatlerde neredeyse bütün kadınlar, kocasının evine yenice gelmiş taze gelinin seyrine gitmektedir. Yeldir yeldir hep aynı yöne yürüyen kadınların sebebi bu...

    Gelin yeni evine girdiğinde, aralıkta yahut hayatta bir yere iliştirilmiş oturak (el yapımı sandalye)ye oturtulur. Son bir kaç günün yorgunluğunu, bir kaç dakikada atıp azıcık nefeslendikten sonra en az bir saat daha ayakta kalacak...

    Dayanaksız desteksiz bir saat ayakta durmanın zorluğu tahmin edilebilir. Duruşumu değiştireyim, ayağımı dinlendireyim, kafamı kaşıyayım vs. yok... Put gibi, aynı pozisyonda duracaksın... İşte buna Anıtkaya'da 'süzünme' diyorlar... Bakışlar yere odaklı; eldivenli iki el, önden sarkan küçük, beyaz çantaya yapışık; bazen bir el çantada, diğerinde bir çiçek; yüz hatları duygusuz, mekanik ve soğuk; gülsen, gülemez; ağlasan, ağlayamazsın...

    Köyümün her sokağından alay alay gelişler, işte bu halde süzünen gelini görmek içindir. Daha yüzü yazılırken, işin neden bu kadar önemli olduğunu çıtlatmış, kalabalık bir jüri karşısına çıkacak demiştim. Geline bakmaya gelen kalabalık, sözünü ettiğim jüri üyeleri oluyor...

    Hani çeñize bakarken sanat eleştirmeni gibi sağını solunu inceliyorlardı ya, burada da modacı gibi gelinin her şeyini baştan ayağa didiklerler. Tabi ki bu inceleme gözlerle, yani bakarak yapılıyor... Gelinlik, çanta, eldiven, duvak, taç, çiçek, ayakkabı tek tek gözden geçirilir. Bunların birbiriyle uyumundan veya uyumsuzluğundan sonuçlar çıkarılır; gelinin zevk/zevksizliği, oğlanevinin pintiliği/cömertliği, gelin yazan öğretmenin ustalığı/beceriksizliği... Anında kritik edilir ve diğer jüri üyeleriyle fısıltılı paylaşılır...

    Süzünmekte olan gelinin profilinden o anki ruh haliyle ilgili çıkarımlar da yapılır. Somurtması, evlilikten memnun olmadığına; gülümsemesi, görgüsüzlüğe; insanların yüzüne bakması, hoyratlığa; yere bakması, kurnazlık ve hainliğe yorumlanır. Kıpraşırsa saygısız olduğuna hükmedilir, öylece durursa salaklığa... Böyle bir jürinin karşısında gelin ne yapsın?... 

    Allah var, iyi niyetli jüriye de rastlanır. Gelinin pek güzel olduğunu, olması gerektiği gibi yazıldığını, yorgunluğa rağmen herkese çok saygılı davrandığını filan anlata anlata evlerine dönenleri gördüm... 

    İster eksik arama, ister merak giderme, isterse başka sebeplerle olsun; gelin indikten sonra akşama kadar kadınlar geline bakmaya giderler, gelirler... Kadınların yanında, çocuklar da bu izlemelere katılırlardı; kız veya oğlan çocuğu olmaları fark etmiyor... Yoksa ben nereden bileceğim bu kadar şeyi...

    Gelin süzünürken kadınların ona bakmaya gelmeleri her düğünde aksatılmadan yerine getirilen bir adetti, istisnası olmazdı... O sırada erkeklerin dikkati ise başka bir seyirde olurdu ve bu seyir pek seyrek düzenlenirdi; at yarışları...

    Düğün sahibi ekonomik durumuna göre ortaya bir ödül (dana, koyun, dene vs.) koyar. Aslında bu işe birdenbire kalkışmaz; nabız yoklanır, at sahiplerinden istek gelir veya birisinin akıl vermesiyle böyle bir yarış fikri oluşur... Köyde koşucu atlar da varsa, düğünün şerefine böyle bir organizasyon yapılır. Tüm bu şartlar her düğün için oluşmayabileceğinden at yarışları pek seyrek olurdu...

    Varsa yarış olacağı önceden duyurulur. Gelin indikten sonra kadınlar ona bakmaya giderken erkekler de yarışın biteceği yere toplanır. Sene kaç hatırlamıyorum, böyle bir kalabalık Mezerböğrüne yığılmış, heyecanla karşıdan gelecek atları bekliyorlardı... Hafızamdaki hayal meyal bu olayı tamamen unutmuşum, birisi anlatınca hatırladım...

    1974 Yılının Mart ayı... O gün Anıtkaya'da beş düğün varmış. Bunlardan ikisi Gocayusufun Ali Kopan ile Gulizin Aziz Koç... Gocayusuf o sırada Belediye Başkanı... Düğün ve at yarışı önceden ilan edilmiş, katılım artsın diye... Hakikaten de oldukça büyük kalabalık toplanmış, yarışçı at katılımı da iyiymiş... Start Iraziyeniñguyudan verilmiş, bitiş noktası ise Çayın yanı, yani susa... O yıllarda Akgayadaki yeni asfalt henüz yok, bu yüzden trafik problemi de bulunmuyor.... Seyire gelenler de bitiş noktası civarına, en çok da Mezerböğrüne yığılmış. Benim hayal meyal hatırladığım yarış bu olmalı...

    Ödül olarak Guliz arpa, Gocayusuf ise koyun koymuş ortaya... Bizim sonucunu merakla beklediğimiz yarışı Urganlının Evizo (İbrahim Öncül) kazanmış. Gulize varıp arpasını aldıktan sonra Gobakların Hacı Hasan Ağaya gitmiş, koyunu alacak... Hasan Ağa sağ olduğu için Gobaklar o sırada birlik... Neyse, Evizo 'Goyun...' diyecek olmuş; ama Hasan Ağa terslemiş:
    - 'Reyiziñ goyunu mu va ki vesiñ!' deyince Evizo oradan eli boş dönmüş...

    Daha iyi hatırladığım bir düğün sonu at yarışı Alagırdaydı... Demek ki 1974'ten daha berideymişiz ve önceki pistten uzaklaştığımıza göre yeni asfalt açılarak orası kullanılamaz hale gelmiş. Buna rağmen kimin düğünü olduğunu bilemeyeceğim... Kumpirhasanın kuyunun az ilerisine toplandı millet... Start Yörükçeşmesinden verildi ve yarış bizim bulunduğumuz yerde bitti. Şampayanın at kazanmıştı, binicisini şimdi bilemeyeceğim... (O gün Şampayanın ata Tekirgızıların İsmail Haykır bindiğini hatırlattılar.) Atın geminden tutmuş halde Şampayanın gururla dolaştığı hala gözümün önünde... Ödül bir dana idi ve onu da hemen orada verdiler... (Acaba Dombeylinin Hasan Okutan'ın düğünü müydü?...)

    Ara sıra da olsa gelin indikten sonra böyle at yarışı seyrine giderdik...

 

23 Eylül 2023

Gelin İndirme

    
    Gelin çıkarmaya gidecek düğüncüler arasında mutlaka bir hoca bulunur. Onun ettiği dua, düğün yemeğinin de sonu demektir. Kınası biten güveyi ile sağdıç gönüllendikten sonra artık gelin çıkarmaya gidilebilir. Babasının evinden (kızevi) gelin almaya gelin çıkarma denir. Aslında bu isimlendirme kızevi ağzıyla yapılmışa benziyor, doğrusu gelin alma olmalıydı.

    Konvoyun önündeki taksi gelin arabasıdır. O yıllarda köyde bir kaç tane bulunan otomobile genel olarak taksi denirdi. Onlardan birisi, millet telaşla sağa sola koştururken bir köşede sahibi tarafından balonlarla, kurdelalarla süslenmiştir. Öne, kaputun ortasına da bir oyuncak bebek oturtulunca gelin arabası hazırdır. 

    Gelin arabasından minibüsler, sonra traktörler sıralanırlar. En çok da traktör olurdu konvoyda. Bazıları römorksuz filan katılırdı, onlar konvoyu bozan tehlikeli hareketleri sebebiyle sürekli uyarılırlardı. Tek tük atlılara da rastlanırdı, ama onlar asıl icraatını yaklaşık bir saat sonra yapacaklar...

    Düğün konvoyunu teşkil eden her araca bir görevli peşkir (sonraları havlu) bağlar. Bu peşkir, o araç sahibinin düğüne katıldığını belgeler... Herkes bindikten sonra konvoy hareket edecek... Gelin arabasına, gelinin kayınpederi, kaynanası ve görümcesi biner. Diğer kadın ve çocuklar minibüslere doluşur. Çalgıcıların yeri bir traktör römorkudur. Diğer moturarabalarına da her düğünün olmazsa olmazı köyün oğlan çocukları biner. Biz de hasbelkader oralarda bir yerde olurduk... 

    Unutmadan... Daha önce sözünü ettiğimiz heybeli dayı/enişteye de burada önemli iş düşüyor. Gözleri çerez ve meyveyle dolu heybesini alır, bir minibüsün tepe bagajına kurulur. Onun vazifesi, hareket halindeyken kimi görürse o tarafa çerez saçmaktır. Araçların önüne saçmasa iyi olur, bir kazaya sebep olmamak için... Bir de çamura değil de kuru yerlere atsa keşke...

    Yürüme zorluğu çekmiyorsa gelin çıkarmaya gidecek erkekler araçlara binmez. Yürüseler konvoydan önce kızevine varırlar çünkü... Konvoy ise asıl uzun güzergahı gelin aldıktan sonra turlayacak; ama çalgılarla kornalarla kendilerini duyurarak yollarını uzatırlar. Yaya düğüncülerle hemen hemen aynı anda kızevinin önünde olunur...

    Davullar en tempolu gelin havasını çalarken, konvoy boşalır; herkes gelinin çıkacağı gocagapıya odaklı sıralanmışken kızevine mensup bir genç elinde tepsiyle lokum ikram eder. Düğüncü, aldığı lokumu ağzına atmadan, diğer elinde hazırladığı bahşişi tepsiye bıraktığı anda sıradaki diğer düğüncüye geçer...

    Bu arada içeride neler olup bittiği görülmez. Çünkü gelin arabaya binene kadar görünmesin diye iki yana habadan duvar tutulur. Habanın, çadırın ardını görebilen bir göz olsaydı şunlara şahitlik edecekti: Ak gelinliğinin beline kırmızı bir kuşak bağlanmış bekleyen gelin, çevresinde belli belirsiz hıçkırıklar uzaktan hoş gelen davul sesine karışıyor... Babası, kızının ak eldivenli elinden tutmuş bir kapıdan çıkarıyor ve az ötede bekleyen kayınpederine teslim ediyor... Burada hoca 'amin' deyip el kaldırdığında, 'amin' sözü dilden dile aktarılıp bir anda dışarıdaki en uzak noktaya kadar ulaşıyor. Görmedikleri bir yerden gelen emre uyarcasına çalgılar o anda susuyor. Kısa bir sessizlikten sonra aynı gizemli yoldan bu kez 'fatiha' sesleri ilerliyor. Fatihaya karışan eller yüze sürülürken çalgıcılar çoktan moturarabasındaki yerini alıp çalmaya başlamıştır. Aynı anda haba perdesini tutan eller biraz daha gerilip gelin arabaya bindirilir... Herkes yerlerine koşuşturur, ama gelin arabası hareket edemez. Neden? Çünkü gelinin küçük kardeşi yahut ona denk biri arabanın önünde kımıldamamaktadır. 'Arabanın önüne durmak' diye bir deyim var, işte bu onun ta kendisidir... Kayınpeder ve sırasıyla diğer güveyi yakınları onun gönlünü edecek miktarı verene kadar çekilmez... Ancak ondan sonra gelin arabası hareket eder ve konvoy da onu takip edecektir. Kornalara basılır, çalgılar zaten hiç susmaz, heybeli dayı sağa sola saçar da saçar... 

    Gelin çıkarıldıktan sonra düğüncülerin bir kısmı işine bakarken, diğer bir kısmı da oğlanevinin yolunu tutar. Lakin konvoyda araçlara binenler için epeyce maceralı bir köy içi güzergahı vardır. Maceranın sebebi şu: Yolun bir yerinde gelin arabasının önüne geçme adeti var... Bu adete göre arabanın önüne geçmek için kız evinden olma şartı yok, herkes önüne geçip kayınpederden bir şeyler isteyebilir. Gelin arabasının şoförü bu gibi durumlara hazırlıklı olduğundan kendisine uygun bir güzergah belirler. Avcı ne kadar al bilirse, tavşan o kadar yol bilirmiş; lakin bu öylesi değil... Delece, döşme, sürgü vs. ile yolu kapattılarsa mecbur duracaksın... Arabanın önüne geçenlerin kayınpederden ne kadar aldıklarının bir önemi yok, maksat eğlence olsun... Köyün bir kaç yerinde arabanın önüne geçilebilir...

    Kim evlenirse evlensin ve kızevi ne tarafta bulunursa bulunsun, konvoy bir şekilde yolunu Tekke'den geçirir... Sığıreğleğine gelindiğinde mutlaka dua edilip Hacı İbrahim Dede'ye Fatiha okunur. Bu esnada çalgıların susması, kornalara basılmaması, sessizlikle manevi bir ortam oluşması sağlanır... Bazen bu duraklama Dedebaşı'ında ve Uyuşak Dede Tekkesinde de tekrarlanır...

    Köy içinde yeteri kadar gezdirilen konvoy, bazen de Macur (Cumalı) yahut Bayramgazi'ye kadar varıp gelir... Eski asfaltın işlediği o yıllarda trafik fazla değildi ve bir düğün konvoyu o yola yük olacak değildi. Gelin arabasının şoförü ve yanıbaşındaki gayınta (kayınpeder)in coşkusuna göre böyle güzergah değişiklikleri olabilirdi. Böyle zamanlarda en çok eğlenen biz olurduk herhalde... Köyden çıkıp yeni yerlere gitmek... Değişik şeylerdi... 

    Biz çocukların yaşadığı heyecan, bugünün nesli için anlamsız gibi görülebilir... Anlattığım 1970 döneminin konvoyu, şimdi onlara ilkel gelebilir. 'Gelin ata binmiş, ya nasip demiş' atasözünü düşünsünler. Bir zamanlar elli yıl öncesinin konvoyu da yoktu... 

    1921-22 Yıllarında Eğret işgal altında... Yunanlar o sene evlenmeyi yasaklamışlar... Gödecinmısdık da Körüslerin Nazik'e nişanlıymış... Babası Çanakkale'de kalan Nazike, neredeyse kimsesiz; bu yüzden evlenmeleri şart... Gerinin içinde, samanlar arasında getirmişler gelini... Ne düğünü, ne konvoyu, ne gelin arabası...

    Konvoyu kendi haline bırakıp oğlanevinde neler oluyor oraya bakalım...

    Gelin indirme konvoyu ayrıldıktan sonra, birer elleri kınalı güveyi ile sağdıç, içine çerez çıkılanmış çevre/mendil diğer ellerinde gocagapının üstündeki dambeşe çıkarlar. Tam gelin kapıdan girerken atacakları bu çevreleri kapmak için toplanmış bir sürü çocuk olacak... Önceleri sadece çerez doldurulan çevrelere, sonradan para sıkıştırıldığı oldu; hatta bazı zengin düğünlerinde küçük altın konulmuş çevre atıldığına yönelik söylentiler çıktı. Bu yüzden çevreyi kapmak önemli...

    Yukarıda, güveyi ile sağdıcın yanında bir kaç arkadaşı daha bulunur, yalnız değillerdir. Fakat sayıları hiç bir zaman aşağıda pusuda bekleyenler kadar olmaz. Biraz sonra başlayacak savaşta yaylım ateşi ve top güllelerinden sakınmak için sayı önemlidir... Kış günlerine denk gelen düğünlerde hele bir de yerde kar varsa bu savaş kaçınılmazdır. Gelin girip çevre atıldıktan hemen sonra, sulandırılmış kar toplarını bir gülle gibi dambeştekilerin üzerine yağdırırlar. Düşmanın cephanesi bitene kadar süren bu ateşten korunmak için silah arkadaşlarıyla karşı hücuma geçerlerse kurtulma ihtimalleri var... Bu eğlenceli kar atışmasında şakanın dozunu kaçırıp kartopuna taş koyanlar filan da olurdu... Son zamanlarda ise düğünler yaz aylarına kaydığı için damada çürük yumurta atmaya da başlamışlar...

    Gelin kapıdan girince 'gelin indirme' olayı bitmiştir... Bu arada heybede kalan giden ne varsa dayı tarafından saçılır. Diğer yakınlar para saçarlar. Kar çamur içinde saçılan paraları toplamaya çalıştığımızı unutamam. Orada kapılan bir kaç lira, paranın değerli olduğu zamanlarda çok önemliydi. Hemen dükkana koşardık... 

    Gocacaminin Hocası evlenirken saçılan paralar bu konuda dönüm noktasıdır... Trafik kazasında vefat eden İbrahim Hoca yahut Üzeyir Hocanın düğünü olması lazım, ilk defa kağıt para saçmışlardı. 5, 10 ve 20'lik banknotları havada, yerde çamur içinde görüp delirmiştik. Yine demir paralar da vardı; ama kağıtlar dururken onlara bakan mı vardı sanki!... Kağıtlar bitince tenezzül edip onları da topladık... O gün ilk defa çamurlu paraları yıkayıp sobada kurutmuştuk...

    Gelin içeri girerken bir koyun, keçi kurban edilir. Taze kesilmiş bu kurban, kapanın elinde kalır... Düğün; Eğret'te yeme ve eğlenmeyle eşanlamlıdır...

    Yalnız arabadan inme hususunda sıkıntı çıkarması, taze gelinin kayınpederden bir şeyler beklediğine işarettir. Artık falanca yerdeki tarla mı olur, yoksa bilmem kaç tane koyun mu olur... Bağışlama denilen bu olayla verilen hediyeler, artık ebedi gelinindir...

    Gelin indikten sonra kapının önünde oynamayan kalmaz. Davullar final çalgısını büyük bir coşkuyla vurur, düğün sahibi rahatlamış olarak utana sıkıla oynar. Sonra kaşıkları ve meydanı yerinde duramayan başkalarına bırakır... Gelin indirme, bu oyunlarla noktalanır... Çalgıcıların işi de bu son oyun havaları ile bitmiş olur...

    Biten sadece gelin indirme yalnız... Düğün devam ediyor... 


22 Eylül 2023

Gelin Yazma ve Oğlan Kınası

 
    Bu son gün için gelinin süslenmesidir. Aslında süsleme daha önceki günlerde başlamıştı.  Oğlanevinden yaşlı kadınların gelini hamama götürdükleri hatırlanacaktır. Kına hamamı denen bu olaydan sonra bu sefer genç kızlar gelinkızı ziyaret ederler. Ziyaret sebebi 'kakgil goma'dır...

    Kakgil gomek, kısaca gelin saçı kesmektir. Yani bir nevi kuaförlük hizmeti. Saçlar kesilirken arka ve yanlardaki perçemlere pek dokunulmaz, sadece uçları alınırmış. O sıralar kadında uzun saç makbul. Yalnız ön taraftaki saçlar daha kısa kesilerek alında kâkül oluşmasını dikkat ediyorlar. Zaten sırf bu sebeple gelin saçı kesmenin adı 'kakgil gomek' olarak kalıyor... 

    Gelin süslemenin ilk adımı kabul edilebilecek saç kesimi belki bir hafta önce olmuştu, asıl gelin süsleme düğünün son gününde, gelin indirmeden hemen öncedir. Buna gelin yazma deniliyor...

    Gelin yazmaya neden bu ad verildiğini biraz düşünmek lazım... Mesela hamur yazmada, bütün hamurun bir ekmeklik miktarlara parçalanarak mendile yayılması söz konusudur. Dolayısıyla hamur yazmanın aslı yaymaktır... Gelin yazmak ise yazı yazmakla ilgili gibi görünüyor...

    İlk zamanlarda bu işe eli yatkın bir kadın tarafından gelin yüzü bazı doğal boyalarla süslenirmiş. İlkel anlamda makyaj kabul edilebilecek bu işlemde elbette fırça mırça yok, belki (eskiler bilir) tükürükle çalışan kalemler var... Uzun zaman gelin yazma böyle yerel imkanlarla yapılmış...

    Yine yerel imkanlarla yapılmış; ama köyde yerel imkanlar genişlemeye başlamış. 1950'li yılların sonuna doğru kadın öğretmenler de var okulda, onlardan yardım istenmiş. Gelin yazmaya giderken öğretmen ne kadar makyaj malzemesi varsa yanında götürmüş. Hem ilk zamanlarda hem de öğretmenden yardım istendiği dönemde bu işte kalem (yahut ona benzer şeyler) kullanıldığı görülünce adını 'gelin yazma' olarak koymuşlar...

    1980 Yılına kadar gelin yazmada baş aktör hep öğretmenlerdi. Şerife Öğretmen ve Hamiyet Öğretmenin defalarca gelin yazdığına şahit oldum. Daha sonra kullanılan malzemeler çoğalıp, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, Anıtkayalı bazı kadınların da gelin yazabileceği görüldü. Daha sonrası malum...

    Gelin yazılırken, önceden kâkgillenen saçlar da toparlanırmış. Zaten bırakılan kâküller bugün için değil midir... Kuaförün gelin başı yapması gibi bir işlem yani... Fes vazifesi görsün diye, gelinin kafasına bir çorba tası  geçiriliyor. Fitire tası büyüklüğünde; ama dibi köşeli bu tas fes görüntüsünde... Tas olduğu anlaşılmasın diye kırmızı bir örtüyle kamufle ediliyor... Gördün mü kızcağızın başına geleni...

    Bütün bunlar gelini güzelleştirmek için... Ayrıca bir kaç saat sonra, belki yüz kişiyi aşkın jürinin karşısına çıkacak... Yüzüyle gözüyle, saçıyla başıyla, gelinliği duvağıyla, çantası ayakkabısıyla tam not almalıdır... 

    Gelin yazanlara bir ücret, hediye verip vermediklerini hatırlamıyorum. Adettendir diye mutlaka bir şeyler verilirdi herhalde...

    ***

    Aynı saatlerde oğlanevinde kına merasimi var... 

    Cemaat öğle namazından çıkmamış, henüz düğün yemeği başlamamışken kınaya girişilmelidir. Çeñizgaynısı gelmiş, çalgıcılar boşa çıkmıştır. Her şey hazırdır yani... 

    Güveyi kınası, gelin kınası kadar teferruatlı değildir. Başlar ve çabucak biter. Sağdıcın annesi, yoksa münasip bir yakını tarafından yakılır. Önceden karılan kına, çalgının kına havasını vurmasıyla başlar. Önce güveyinin sonra sağdıcın eline yakılır...

    Önceleri bir elin avuç içi ve parmakların tamamını kaplayacak şekilde kına vurulurmuş. 1980'lerden itibaren yalnız baş ve işaret parmağı içine alacak bir bölüme sürülür oldu. Yakma işi bittikten sonra, kırmızı bir bezle kınalı el sarılır... Akşama kadar bu eller böyle kalacak ve ezanla yıkanacaktır...

    Kına yakma esnasında güveyi yakınlarının takı merasimi de aradan çıkarılır. Yemek sonrasında gelin almaya çıkmadan düğüncülerin kutlamaları kabul edilir. Bu sırada güveyi ile sağdıcın cepleri paradan şişer... 

    Henüz ödünç altın adetinin olmadığı o günlerde, düğüncüler gerine gerine gelin çıkarmaya giderlerdi...



20 Eylül 2023

Çeñizgaynısı

 
    Önceki gece çeñizevindeki son etkinlik çeñiz indirmeydi. Günlerdir kızevinin düğün odağı olan çeñizevindeki çeyizler teker teker indirilip toplanmıştır. Diğer malzemelerle birlikte pazar günü çeñizgaynısına yüklenip gelinin sonraki hayatını geçireceği oğlanevine götürülecek...

    Oğlanevinde bu seferki telaşın sebebi çeñiz gaynısı hazırlığı... Gelinin çeyizinin getirilip kendisinden önce evinin yerleştirilmesi, hazırlanması gerekir. Çeyizin taşınması çok eskiden kağnı vasıtasıyla yapılırmış. Bu yüzden çeyiz kağnısı anlamında bu isim verilmiş. Devran değişip kağnılar kullanımdan düştükten sonra daha büyük öküz arabasıyla yapmışlar. En sonunda traktör yaygınlaşınca onun römorkuna yüklemeye başlamışlar; lakin bütün bu süreçte neyle taşınırsa taşınsın buna çeñizgaynısı demeyi bırakmamışlar. Hala öyle bilinir, öyle söylenir... 

    Kağnı zamanlarında çeyiz küçük bir kağnıya bile sığarmış. Bir kazan, bir tencere, bir haba, bir heybe, bir döşşek, bir yorgan, bir yastık... Ben bu dönemi bilmiyorum, öküz arabasının çeñizgaynısı olarak kullanıldığı belki de en son örneği gördüm. Beygirlinin Çeyrekömerin düğünüydü galiba, öküzlerin boynuzuna portakal takılmıştı. Belki de o portakalların hatırına unutmamışım... Sonrası malum, çeñizgaynıları hep moturarabası (traktör römorku) idi...

    Hadi gidip çeyizi getirelim... Bu kadar basit değil, onun da yolu yordamı var. Her şeyde olduğu gibi, kalıplaşıp adet haline gelmiş bir sürü merasime tabi... 

    Çeñizgaynısı oğlanevinden çalgıyla yola çıkar. Güveyiyle sağdıcı berbere bırakıp gelmişlerdi ya, onlar traşını olurken bu işi de aradan çıkarmak çalgı için iyi bir fırsattır. Oğlanevinden birkaç genç kız ve oğlan çocuklarıyla motuarabasına kurulurlar. Amma güveyinin dayısı veya eniştesi de kafilede bulunmalıdır; çünkü oradaki ağa temsilen kendisi olacaktır. Ağalık kolay yapılamadığına göre biraz sonra olacaklara katlanacak... Çeñizgaynısı kızevine doğru aheste ilerlerken bunlar davuluyla düdüğüyle coşkulu bir şeyler çalarlar. Bu boş gidişin önemi yoktur, çalgı ve coşkudan maksat geldiklerini haber vermek... Asıl iş kızevinde çeyiz yüklendikten sonra...

    Çeñizgaynısı bırakıldıktan sonra çalgılar dönüp berberde bekleyenleri alıp oğlanevine götürecek. Onları bıraktıktan sonra da tekrar gızevine gelip bu sefer dolu çeñizgaynısına eşlik etmelidir...

    Çeyiz ve diğer eşyalar yüklendikten sonra çeñizgaynısının oradan ayrılması kolay olmaz. Dedik ya her şey adetleşmiş, attığın adımda karşına bir şey çıkar... Kızevinden birilerine istediği bahşişi vermezsen kağnıyı biraz zor götürürsün. 1960'ların başında Macuralinin damarına basmışlar; 

    -'Kendine güvenen gelsiñ, öküzünü tarlasını satmadan çeñizgaynısını götürebileceği görmüyon!' diye meydan okumuş. Çeyizi götürmeye gelen kişiye kızmış da olabilir... Körhocanın düğüncüleri arasından kimse ortaya çıkmaya cesaret edememiş. Susuzlu Abdullah Ağa hariç... Körhoca o yıllarda Susuz'un hocası olduğundan oradan da düğüncüleri var... Abdullah Ağa varmış Macuralinin karşısına, ne verdiyse ve ne dediyse, Macurali 'Sen değil de başkası olsa tarla sattırmadan  çeñizgaynısını goyvemicedim' deyip bırakmış...  Bu olayı bazıları, çivi çiviyi söker; macur inadını bir başka macur kırdı, diye yorumluyor...

    1970'li yıllara gelindiğinde yine çeñizgaynısı önüne durulup bir şeyler isteniyordu; ancak bunlar öyle ciddi şeyler değil, düğünü güzelleştirecek, ama dayıyı da zorlamayacak miktarlardı. Hem isteyen gelinin babası değil, yakınlarından biri olurdu. Hatta dışarıdan, ilgisiz birileri de isteyenler arasında olabilir. Mesela arabanın tekerini sökerler, alacağını almadan vermezler. Üç tekerli arabayı götürebilirsen götür. Bazen de kağnıya ket vurmaktan başka, dayılığını yapmayanı ayrıca cezalandırırlarmış. Patırın Hasan'ın düğününde Hakkıların Hakkı'yı gölete basmışlar mesela...

    Tabi çeñizgaynısı getirme hep olaylı bitecek değil. İstekler ileri sürülüp mesele kolaylıkla çözülenler çoğunlukta... Gasaphüseyinin düğününde çeñizgaynısı başındaki dayı, Esenin Hasan imiş. Bir kaç genç (birilerinin de fişteklemesiyle) arabanın önüne geçmiş, '10 Kilo sucuk isteriz!' diye tutturmuşlar. Dayının eniştesi olan Tellilelerin Halil (o vakitler durumu iyiymiş), 'Tamam, işte dükkan, ne isterseniz alın.' deyince bırakmışlar...

    Bütün engeller aşılıp çeñizgaynısı dönüş yoluna düşünce yine davullar gelmiş olur ve çalmaya başlarlardı. Araba dolu olduğu için artık çeñizgaynısının ardından yürüyerek çalarlar. Traktör sürücüsü yolunu uzatır. Çeyiz ve gelinin diğer ev eşyalarını daha fazla kişinin görmesi istenir... 

    Burada zikredilmesi gereken bir husus da aynadır. Daha önce oğlanevi tarafından alınan ağaç çerçeveli bir ayna, çeñizgaynısına dahildir. Onu güveyinin yengelerinden biri kucağında tutmalıdır. Çeyizlerle tıka basa dolu moturarabasında insan olarak sadece yenge bulunur ve görevi eve varana kadar aynayı düzgün biçimde tutmaktır. Tam olarak anlamını ve nasıl yerleştiğini bilemediğim bu adetin, ne zaman kaldırıldığını da bilemiyorum...

    Oğlanevine gelen çeñizgaynısı alayını, sabırsızlıkla bekleyenler karşılar. Çeyizi gelinevine yerleştirme görevini almış bu sabırsızlar, bir an önce vazifelerini tamamlayıp düğüne katılma derdindedirler. O hay huyla çeñizgaynısı boşaltılırken çalgıcıları başka bir görev beklemektedir...



19 Eylül 2023

Düğün Yemeği


    Düğüncü/davetlilere verilecek yemeğin hazırlıkları erkenden başlar. Bu düğün yemeği eskiden çok zahmetliydi. İlk olarak ekmek ihtiyacı bir şekilde halledilmelidir. Bir gün öncesinden yapılmadıysa hemen o gün sabah erkenden o iş halledilmelidir. Bu, beş on kadının zamanını sırf pide yapmaya ayırması demektir. Un elenir, hamur yoğurulur; sonra fırını yak, hamuru yaz, bırak çek... Ne olursa olsun öğleye kadar uzun pideler yetişmelidir...

    Pideler bir gün önce, Cumartesiden yapılmışsa işler biraz daha kolaylaşır; çünkü börek için mesai harcanacak... Her evde o kadar tepsi bulunmayacağı için konu komşuda ne kadar kara tepsi varsa toplanır. Çok börek lazım, çok... ve onlar da öğlene yetiştirilmelidir... 

    Neden çok börek lazım? Çünkü börek hırsızları var... Düğün eğlencelerinden birini teşkil eden bu hırsızların amacı çalmak değil eğlence çıkarmaktır. Benim hırsızlık dediğime bakmayın, Anıtkaya'da tepsiden börek kapma diyorlar... Fırından eve taşınırken kadının başındaki tepsiyi kapıp götürürler. Kimse de buna engel olmaya çalışmaz, zaten herkes bu duruma hazırlıklıdır. Bu yüzden mümkün olduğunca çok börek açılmalıdır...

    Düğün böreği hususunda sözlüğe kazandırılmış bir kelime var; kenar... Aslında kıyı, uç anlamına gelen bu söz Anıtkaya'da bir çeşit böreğin adı olmuş... Börekleri açanlar makine değil ya, tepsiden taşan hamur parçaları olacaktır. Açma işi bitip yağlamadan sonra tepsinin ucuna denk gelen hamurlar özenle kesilerek alınır. Fakat onlar da telef edilmez, ayrı bir dikkatle başka tepsiye bükülerek pişirilirler. Kenar adı verilen bu böreğin de kendine has ayrı bir tadı vardır. Yumuşak değil de çıtır sevenler onu tercih eder. Kenar böreği yemeyen birine bu lezzet nasıl anlatılır, bilemiyorum...

    Böreğin ortasına konulacak hoşaf önceden hazırlanmıştır. Erik, vişne kurusu ve bestil hoşafı en çok pişirilenlerdendi. Sonraları kayısı kurusundan da kaynatıldı, hatta daha sonraları oralet eritenler filan da oldu. En sonunda zamanın darbesiyle börek ve hoşaf tamamen menüden çıkarıldı. Ama insanlar Anıtkaya'da hala 'Düğününde galbırınan hoşaf daşıcen' diye espri yaparlar...

    Öğle sonrasına yetiştirilmesi gereken yemeklerden biri de kötdü dolmasıdır. Eğret düğün yemeğinin baştacıdır, fakat o da zahmetli... Önceden etin külede döğülmesi gerekir, ki bu vazife genellikle gocagarılara düşer... Malzeme hazırlanıp yoğrulduktan sonra kötdülerin dökülmesi gerekir ki bu da parmak yoran bir iş... En kolay da kazanda pişme süreci galiba...

    Düğün yemeğinin tatlısı zaten hazırdı, günler öncesinde açılan baklava... Bütün bunlar yemek sırasında ayağınlar tarafından servis edilecek; yalnız bol miktarda kaşık ve kap kacak lazım, onlarında önceden konu komşudan bulunması lazım. Önceleri tahta kaşıklarla yenirdi, sonradan alimiyon (aliminyom) kaşıklar çıktı... Temin edilen bu şeylerin sürekli yıkanması da gerekiyor... Yine bir kaç kadın sırf bulaşık yıkamakla görevlidir. Eskiden evlerde şebeke suyu olmadığını düşünürsek, su ihtiyacı için de bir kaç kişinin görevlendirilmelidir... Bütün bunları, düğün yemeğinin ne meşakkatli bir iş olduğunu, dolayısıyla düğünevinde nasıl bir kargaşaya yolaçtığını anlayabilesiniz diye söylüyorum...

    Sonradan pilav adet oldu... Bu; kötdü, hoşaf-börek döneminden sonraya rastlar. Pide olduğu yerde duruyordu; ama böreğin yerini pilav, kötdünün yerini kuru fasülye almıştı. Hoşaf ise isteğe bağlıydı. Bunlarda problem yoksa da pirince yabancı memleket olduğumuzdan pilavı denk düşürmek maharet isterdi. Sırf pilav için bu işi bilen ustalar ayarlanmalıydı. Aklımda kalan pilavcılar Gavasın Topal (İbrahim Sargın) ile Garahmetin Halil Patlar... Önceği kuşanır, omuzlarına bir peşkir atar, ortalıkta dolaşır dururlardı...

    Pilav kemik suyuyla pişirildiğinden onu hazırlamak da pilavcının görevi olurdu. Sonra pirinci yıkamak, süzmek, pişince servis etmek hususlarında tek yetkili hep pilavcı... İşin en eğlenceli kısmı pilav piştikten sonraki kapak kaldırma olayıdır. Oğlanevi düğüncülerinden tuttuğunu kazan başına getirip kapağa bahşiş atmalarını bekler. İstediğini aldıktan sonra onlara pilavı tattırır...

    Tabii pilav deyince bir de bunun eti var... Kuru kuruya pilavın bir anlamı yok, düğün pilavı etli olmalıdır. Bir gün önce oğlanevi erkeklerinin doğradığı kuşbaşı eti pişirip pilavla servis etmek de pilavcının işidir... Zaten düğüncüler, ilk pilav tepsisini üzerindeki etleri yiyip geri gönderirler. Bu, tepsiye et takviyesi yap demektir... Kavurma kazanındaki et durumuna göre pilavcı bütün bu makul istekleri karşılar...

    Gelin indirmeye çıkmadan hemen önce verilen bu düğün yemeği işinde, en sonunda bir aşçı tutma fikri ağır bastı ve uzun süre yemek böyle verildi. Profesyonel aşçıların tas tabak, kaşık, kazan... ne lazımsa her şeyi tekmildi. Yukarıda saydığımız gibi kadınlara yüklenen ekstra yükler ortadan kalkıyordu... Tabi menü de değişti; çorba, bamya, helva gibi şeyler eklendi. Pilav ise tahtını korudu. Ekmek hazır alınır oldu, yer sofrasından masaya geçildi... Yine ayağınlar hizmet ediyor, yine bulaşık yıkanıyordu... Bu dönemin aşçıları; Aşçı Tahsin Dirlik, Aşçı Halil Dadak ve Aşçı Vehbi Diril'dir...

    Şimdilerde bu iş de bir sektöre dönüştü, yemek şirketleri gelip servis edip gidiyor. Bulaşık derdi de yok... Herhalde düğün yemeğindeki bu gelişmelerden en olumlu etkilenen, oğlanevinin düğüncü kadınlarıdır...



Damat Traşı

    
    Düğünün sonunda Pazar sabahı herkes yorgun uyanır. Gızevinin yorgunluğuna sebep, önceki gece nişan gomadan sonraki güveyi oynatma eğlencesi, geötenkeri başlayan çeyiz indirme merasimi, sonra çeyizi toplayıp kağnıya hazır hale getirme ve diğer telaşlarla kafaların dinlenme imkanı bulamamasındandır. Gızevi gençlerinin alayı toplanıp oğlanevine dilenmeye gitme adeti bizde yoktu. 1990'lardan itibaren gecenin bir yarısında nezaketten yoksun şamatalı dilenme patırtısı bize de gelince Pazar sabahına vuran yorgunluk da artmış oldu...

    Oğlanevinde bu yorgunluk daha fazladır. Ne de olsa bütün telaşeler toplanıp orayı bulur. Bununla beraber düğünevinin kalbi yavaş yavaş gızevinden oğlanevine yöneldiğinden telaşeler dağ gibi de olsa hemencecik sevinç ve coşkuya dönüşür. Bu son günde ardı ardına sıralanan bir sürü şey programlanmayı bekler. Telaşenin bir sebebi de budur; 'nasıl olcek, nasıl gelcek'... Oysa telaşe ve endişenin ne kadar boş olduğu gün sonunda anlaşılacak. Sen kılı kırk yarıp planlasan da, gaygısızlığa vurup umursamaz davransan da her şey varacağına varır. Olması gerektiği gibi olur... Tabi uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş, sen gel de bunu düğün sahibine anlat... 

    Bugün yapılacak işlerin hepsi birbiri ardına eklenmez. Bazıları da aynı anda birbirinden habersiz akar gider. Aslında özellikle oğlanevinde dört bir koldan ilerleyen düğün hareketliliği varıp gelin indirmede birleşir. Biz yine de oraya varana kadar başımıza gelecekleri bir bir inceleyelim...

    Damat Traşı
    Güveyi ve sağdıç düğün traşı için berbere gidecekler. Tabi bu da merasime tabi... Bir defa gidiş dönüş çalgı eşliğinde olmalıdır. Sağdıçla beraber öne düşerler, ardında güveyi yakınlarından bir kaç kişi. Birinin omuzunda mutlaka heybe olmalıdır. 

    Güveyinin dayısı veya eniştesinin omuzunda gözleri boş gibi görünen bu heybe çok önemli. Boş gibi görünse de içinde çay şeker, fındık fıstık, havlu çevre gibi şeyler var. Berbere ve hamamcıya verilecek olan bu gibi şeyler mühim değil. Heybeyi asıl önemli kılan şey onun çok iyi korunması gerekliliğidir. Delikanlılardan birine bu heybe kaptırılırsa vay Dayı/Eniştenin haline, cezalardan ceza beğensin artık. Tabi ceza demek maddi külfet demektir. Bu yüzden çok önemli olan bu heybeyi omuzda taşımak cesaret ister. En iyisi ortadaki deliği boyna geçirerek onu emniyete almaktır; fakat bu da korkaklık alameti diye algılandığından alay sebebi olabilir... 

    Heybelinin ardında odabaşı ve çalgıcılar, traş havasını (elbette böyle bir hava yok) çalarak ilerlerler. Önce hamama varılır. Tabi ki yıkanacak vakit değil, adet yerini bulsun diye el yüz yıkanır, hamamcıya hediyeleri verilip çıkılır. Bütün bunlar hep çalgı eşliğinde gelişiyor... Onların görevi kafileyi berbere bırakınca biter. Belki traş bitince geri götürmek için de çağrılabilirler. Yalnız onların başka işleri de olacağından, gidiş genellikle çalgısız olur... Nadiren çalgıcıların traş olduğu da vakidir...

    Her ne kadar traşa çalgıcılar dahil değilse de kafile zaten yeterince kalabalıktır. Güveyinin ve ardından sağdıcın traşı özenle yapıldıktan sonra gerisi önemli değildir. Yine adet yerini bulsun diye onlar da koltuğa otururlar...

    Berber dükkanları zaten küçüktür. Bu kalabalık düğün kafilesi geleceği önceden bilindiği için pazar günlerine pek sıradan müşteri alınmaz. İlle de alınacaksa onların geleceği saatler dikkate alınarak müşteri kabul edilir... Traş sonunda berbere bol bahşişli ücret ödemek de adettendir, galiba bu iş güveyi ve sağdıca düşüyor...

    Traş ücretinden ayrı berbere çay şeker, sigara, havlu gibi hediyeleri de takdim edilir. Bunu abartıp başka şeyleri hediye-bahşiş olarak verenler de olurmuş...

    Eskiden beri Eğret'te berberden yana sıkıntı yok. Birden fazla düğün olduğunda bile kendine yakın berberlerden birini seçip gidiyorlar... Dükkanı varsa dükkanda, yoksa mutlaka bir odaya oturup traş ediyordur, o odaya traşa giderek bu adeti aksatmadan sürdürüyorlar... 1980'lere kadar böyleydi, sonradan berberler hep dükkanda çalışır oldular. Bu yüzden damat (80'lerden sonra güveyi kelimesi bırakılıp damat kullanılmaya başlandı) traşı berber dükkanında yapılıyordu. 

    Berberlerin yerini kuaförler aldığından beri damat traşları da kuaförde yapılıyor artık. Tabi kuaför traşında ne çalgıcılar var, ne heybeli dayılar... Eşşek kadar hesabı da mecburen damat ödüyor... Neyse biz eskiye dönelim... Traş bittikten sonra düğünevine dönülmesi lazım. Çalgıcılar müsaitse çağırılıp gelmesi beklenir; değilse kaputlarını savurarak  yürüyen güveyi-sağdıç önde, heybeli dayının bulunduğu kafile arkada yola revan olunur...

    Belki daha önce söylemeliydim, geriye kaldı; güveyi ve sağdıcın omuzunda bir kaput bulunması da adettendir. Düğünler kış günlerine denk geldiği için bu kaputlar onların sırtında yabancı durmaz; lakin kaput dediğimiz şey de o gün için lüks bir giyecek, herkeste bulunmuyor. Köyde belki dört beş tane ancak var... Düğün boyunca giymek üzere onlar ödünç olarak alınır. Damat ve sağdıç kaput işini önceden ayarlamalıdırlar, çünkü düğün boyunca sırtında bulunacak...



18 Eylül 2023

Gobak Kuyuları

 
    Salih amel, insanların yararına yapılan her işin genel adı olarak çok kullanılan bir söz. Yol üstündeki bir taşı alıp kenara koymak, salih amele en basit bir örnek gösterilir. Eski adamların böyle yol temizliği yapmalarına çok şahit oldum. Şimdilerde ise, bir arabanın lastiğini patlatır diye çivi, vida gibi şeyleri yoldan alıp kenara koyanlara rastlayabilirsiniz. Bu da salih amelin en küçük göstergesiymiş...

    Bir de sadaka-i cariye denilen bir kavram var. İnsanlığın hayrına bir iş yapıyorsun, o işin sonucundan yararlanıldığı sürece senin sevap defterine gelir kaydediliyor. Ölsen de fark etmiyor, o hayırlı işten birileri yararlanıyorsa sana sevap olarak geri dönüyor. Bu yararlanma insanlarla sınırlı değil tabi; hayvan haşerat, kurt kuş da yararlansa sevap kazanıyorsun. Diyelim bir dere üstüne köprü yaptırdın. O köprü sağlam kalıp üstünden insanlar, hayvanlar gelip geçtikçe hesabına sevap yatırılıyor... Sevap hesabı sürekli aktığı için de bu hayırlı işe sadaka-i cariye (devamlı akan sadaka) denilmiş... Siz buna ucu açık salih amel diyebilirsiniz...

    Kim istemez ki hiç kapanmayan bir hesabı olsun ve bu hesaba durmadan gelir kaydedilsin... Bu yüzden insanlar yaptıkları hayırlı işin kendi ölümlerinden sonra da sürüp gitmesi için bunu bir sisteme bağlamak istemişler, böylece ortaya vakıf eserler çıkmış... Adam köprüyü yaptırdıktan sonra öylece bırakmamış; köprünün bakımı, sağlamlaştırılması, gerektiğinde ek kemer yapımı, düşen taşların yerine konulması vs. durumlarda kullanılmak üzere mesela bir dükkanını vakfetmiş. Onun kirası köprüye kullanılsın demiş. Köprü hep ayakta kalsın ki, adama manevi gelir kaydı sürsün. Mantık bu...

    Mesele ebedi hayat olunca, insanlar ona yatırımı ciddiye almışlar. Bu yüzden Osmanlı'da müthiş bir vakıf ciddiyeti var... Öyle vakıflar kurmuşlar ki şaşırmamak elde değil: Yaralanıp yolda kalan göçmen kuş vakfı, Fakirlikten evlenemeyen gençler vakfı, Fakir kızlara çeyiz vakfı, Parasını düşüren çocuk vakfı, İlkokul çocuklarına piknik vakfı vs... Bütün bunlar güzel bir davranışı ölümsüzleştirmeye yönelik şeyler... 

    Amacım kafa ütülemek değil, mevzuya geliyorum...

    Eğret'in bilinen üç vakfı var: İlki Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı, Tekkeyeri mevkkinde vakfa ait tarlalar varmış... İkincisi Kervansaray Vakfı, Dağ'da Hanyeri denilen mevkinin bu vakfa ait olduğu sanılıyor... Bilinen üçüncü vakıf ise Cami-i Şerif Vakfı ki Cuma Camisinin vakfıdır. Gazlıgöl taraflarında bu vakfın arazileri varmış. Vakıflar kapatıldıktan sonra Cami-i Şerif Vakfının Hayır Cemiyeti'ne dönüştürüldüğü anlaşılıyor...

    Eğret gibi eski bir yerleşim yerinde sadece üç vakıf bulunması düşündürücü. Bizim insanımızın iyi, güzel, yararlı, hayırlı işlere (salih amel) uzak olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız bu işten? Elbette hayır... Eğret tarihinde çok sayıda vakıf var, bunların en güzel örneği Kır Çeşme ve Kuyuları adıyla listelendi... Burada adı geçen yüze yakın kuyunun, çeşmenin her biri ayrı bir vakıftır ve adıyla anıldığı zat için açık hesaptır... Çünkü bunlar susuzluk çeken insan, hayvan bütün mahlukatın emrine sunulmuş. E bunun ne kadar saygıdeğer bir davranış olduğu malumumuz...

    Eğret Kuyularından dördü Gobak Guyusu, Gobağın Guyu yahut Gobakların Guyu diye anılıyor. Bunların biri köy içinde, Gobakların evin bulunduğu meydanda, şimdi Apak (Mevlüt Kopan)ın evin tam karşısında idi. İkincisi Üçgözköprüye yakın susa kenarında, üçüncüsü Çatalüyük-Gocagedik mevkiindeki derede, sonuncusu ise yeni Mezarlığın ardındaki derede bulunuyordu...

    Güneydeki susa kıyısındaki kuyunun Zeliha Ninenin hayratı olduğu söyleniyor. Bu doğruysa onun kazdırılması Gobak Dede sonrasına rastlar; çünkü Zeliha Nine, Gobak Dedenin gelini oluyor... Köy içindekinin ise ne zaman ve kim tarafından kazdırıldığı bilinmiyor, çok daha eski bir tarih olmalıdır... 

    Çatalüyük ve Bağlar tarafındaki iki kuyunun bizzat Gobak Dede (Hatiboğlu Hasan) tarafından kazdırıldığını öğrendim. Şu durumda yaklaşık 150 yıl öncesinden söz ediyoruz demektir. 1830 doğumlu Gobak Dede bu hayrını orta yaş döneminde yaptıysa, 1870 gibi bir tarih biçilebilir...  

    Gocagedik'teki iki dönüm tarlayı kuyu için ayırmış. Kazılmış, su bulunmuş, taşları örülmüş, bileziği konulmuş, aharlar yapılmış. Kovasıydı zinciriydi, dolabıydı sereniydi tam tekmil bir kuyu olmuş... İki dönüm tarla da kuyunun çevresine güzel bir avlu olmuş; mal maşat, at araba rahat yanaşsın diye... Aynı o şekilde diğer taraftakini de eksiksiz tamamlayıp insanlığın hizmetine sunmuş. Sağlığında bu kuyuların eksiğini gediğini tamamlamış, vakti geldiğinde taşını gübürünü temizlettirmiş. Bu hizmetin önemini bildiği için de kendinden sonrasında kuyularda kullanılmak üzere Çalıyayla mevkkindeki 12 dönüm tarlasını vakfetmiş... Buna dair vakfiye filan var mıydı bilinmiyor; ama 'bu tarlayı ekenler, kuyuların bakımını yaptırıp diğer ihtiyaçlarını karşılasınlar' diye vasiyet etmiş. Belki de yazılı bir belge de bırakmıştır...

    Kuyuların ihtiyaçları neler olabilir? Ahar bozulur, tamiri gerekir; seren kırılır, yenilenir; zincir kopar, tamir edilir; kova düşer, yenisi alınıp takılır... Bunun gibi şeyler yani... Gobak Dede akıllı adam; maksadı namı yürüsün değil, sevap defterine sürekli bir şeyler yazılsın... Gobak Dededen pay biçilsin, diğer bütün çeşme ve kuyu vakıfları da böyle...

    Böyle mübarek bir hizmet vesilesi olduğu için vakıf malları her zaman kutsal ve  dokunulmaz bilinmiş. Fakat bir dönemden sonra toplumdaki bu hassasiyet körelmiş... 

    Sonra bir de baktık ki ne vakıf kalmış ne kuyu... Kuyu cenazesine benzer bir kaç koflamış ağaç parçası, bir iki ahar kırığı yere serilmiş. Çevresindeki açık alan sürüle sürüle kuyu bileziğinin burnuna dayanmış; neredeyse kuyunun cenazesi oradan sürgün edilecek...

    Eskilerin salih amel, sadaka-i cariye anlayışı nerede, biz neredeyiz. Öyle bir savruluş savrulmuşuz ki...

    Neyse ki insandan ümit kesilmeyeceğini gösteren güzel örnekler de var. Körelen kuyuların dibine artezyen kuyusu açtıran duyarlı bir kaç kişiyi duydum. Güneş enerjisiyle su pompalayan çeşmeler yaptıranları zaten biliyoruz. Bir salih amelle dünya güzelleşiyor...



14 Eylül 2023

Otantik Lezzetler

     
    Anıtkaya'ya özgü yemekler hakkında bir soru geldi. İlk anda akla pek bir şey gelmiyor, ortak akılla arayınca bir şeyler bulduk. Yalnız bunların da bize has olmadığını, belki sadece adını değiştirdiğimizi fark ettik... Tabi çoğu böyle olsa da başka bir yerde yiyemeyeceğimiz bir kaç yemek var... Daha neler var neler, yalnız yemeklerle yetinmeyip Anıtkaya otantik lezzetlerine  göz atalım...

    Aklımıza ilk gelen ekmek aşıydı. Kabul edelim ki gayet mantıklı ve güzel bir isimlendirme. Ana malzemesi ekmek olan bir yemeğe daha güzel ne ad verilebilirdi ki... Elalem papara derken bizimkiler ona pek itibar etmemişler... Türkiye'nin her yerinde bir bayat ekmek değerlendirme yemeği olan  paparanın Eğret'te 'ekmeğaşı' olarak bilinmesinden başka farklılıkları da olabilir. Bir defa doğranan ekmekler yapısı itibariyle ıslatıldığında hamurlaşmaz, nispeten diri kalır. Onu ıslatan su, sadece yağ, yumurta, soğan, toz biber ve tuzla tatlandırılır. Anıtkaya'daki ekmeğaşının basit tarifi bu... Et suyu filan kullanılmaz; zira fakirin öğün savma yemeğidir...

    Bağlamdan kopmadan geçiş gerekirse sırada cızdırma var. Karadeniz ile özdeşleşen mısır ekmeğinin bizde neden böyle adlandırıldığını bilmiyorum. Yansıma bir sözcüğe benziyor... Bizim çocukluğumuza rastlayan dönemde, değirmende öğütülecek kadar mısır ekilirdi. Şimdiki gibi yem mısırı değil, yerli kara mısır...  Kavurması, göllesi ve unu lezzetli olurdu... Cızdırmayı mısır ekmeğinden farklı kılan, ince yayılan hamurun bir tepside meydan fırınında pişirilmesidir. Çok tüketilmez, ama değişik bir tat olarak ara sıra yenirdi...

    Cızdırmadan sonra kaçamak da aradan çıksın... Mısır unundan yapılıyor... O kadar seyrek yapılırdı ki sadece bir kere yedim. Nasıl yapıldığını da bilmiyorum. Damağımda kaldığı kadarıyla beğenmediğim bir tadı vardı. Pelte gibi pişirilmiş mısır unu bir tepsiye dökülerek yayılmıştı. Bol sarımsak kokusu arasında millet buna saldırırken ben bir kaşık alıp burun kıvırmıştım... Çocukluk günlerinden sonra ne cızdırmayla ne de gaçamakla bir daha karşılaşmadım. Belki o mısırdan eskisi kadar ekilmediğindendir...

    Hakiki bir Anıtkaya yemeği bilmek istersen kulak ver... Pilav çorbasına başka yerlerde hangi isim verildiğine kafa yormaya gerek yok. Çünkü bizden başka bu yemeği bileni görmedim. Tarifi basit, yapması kolay... Akşamdan kalan bulgur pilavına su dökerek hafif tıkırdatıyorsun. Dığanda yakılan yağı, üzerine toz biber sepiledikten sonra sıcak çorbaya coslatıyorsun... Bu kadar... Pilav çorbası bahsini, bulgur pilavına sürtülmemiş diri haşhaş katmanın da Eğret'e mahsus olduğunu belirterek kapatalım...

    Oğmeş (oğmaç) çorbası da öyledir. Biz küçükken onbeş çorbası derdik nedense... Avuç içinde oğularak kıvam verilen sert hamur, yine oğularak küçük parçacıklara bölünüyor. Aslı un olduğu için kaynatıldığında kendiliğinden tat ve kıvam kazanan oğmeş çorbasına da ince soğanla yakılmış yağ coslatılıyor. Yanık soğan kokusu odayı kaplamalı... Bu çorbayı da başka yerde yiyemezsiniz, Eğret yemeğidir...

    Yalnız adı değiştirilerek bize özgüymüş hissi verilen yemeklerdeki adlandırmalar çok hoş duruyor. Herkesin kurufasulye dediği yemek, bizde denebörülceye dönüşüveriyor; bunun tazesi de yeşilbörülce oluyor. Erişte, hamıraşı; tazesi ise parafa... Aşureyi herkes bilir, amma alacaaşı bizden başka kim bilsin... Alaca kelimesinde aşurenin içeriğiyle ilgili çeşitliliği anlamamak imkansız gibidir. Hamıraşı olsun, alacaaş olsun; isim babaları/anaları boş insanlar değilmiş... Aynı şekilde ıspanak, sirken gibi yeşillik yemeklerine 'ot aşı' denilmesi de manidardır. Bununla beraber lahana kapuskasına 'galle', muhallebiye 'peleze' denilmesindeki sırrı hala çözemedim... Sonradan aklıma geldi; şimdilerde krep denilen şey bizde gaygına idi, aynı anda 'dığan cücüsü' diyenler de olurdu. Köfteye ise 'şipşip' derlerdi. Yapım aşamasında elleri yağlayıp avuç içinde şip şip bastırıldığını anlatan güzel bir isimlendirme...

    İsimlerden gidiyorken bir hususu da zikredelim; Eğret'te sarma yok... Bu türlerin hepsine birden dolma deniliyor. Aslında Eğret'te dolma da yok... Haydaa dediğinizi duyar gibiyim, izah edeyim... İçi alıp bir şeyi doldurduğunda o şey dolma oluyor, misal biberi oyup içini doldurunca o dolma oluyor. Biber dolması... İşte bu biber dolması bilinmezmiş Eğret'te. Daha sonraları, 1960 sonlarında filan yapılmaya başlanmış... Sarma var; pancar, ilibada, yaprak, kelem sarmaları yapılıyor; lakin onlara sarma değil, dolma deniliyor... Neticede onların içi de sarmak suretiyle doldurulduğundan isimlendirmede mantık hatası yok... Yani biber dolması, kabak dolması vs. son elli yıllık hikaye. Pancar dolması, ilibada dolması, kelem dolması ise oldukça eski...

    Yaprakları sararak doldurmayı bir nebze mantık çerçevesine oturttuk diyelim, kötdü dolmasını ne yapacağız; ne sarılıyor, ne dolduruluyor... Külede dövülen et, düyü ve bir kaç baharatla yoğruluyor. Ortaya çıkan köfteler lokmalar halinde dökülüp kaynatılarak pişiriliyor. Bu bir çeşit sulu köfteye neden 'sulu kötdü' değil de 'kötdü dolması' denildiğini nasıl açıklayacağız... Zorlama bir açıklaması şu olabilir: Sarmaya dolma diyoruz... O sarmalar açıldığında içinin kötdü dolmasına benzer topaklardan oluştuğu görülecektir. Bu benzerlik sebebiyle suluköfteye de kötdüdolması denilmiş... İsmi bir yana, kötdüdolması düğün gibi özel günlerde yapılan lüks yemek kategorisine giriyor... Şimdi bu uygulamanın kalkmış olması onun öneminden bir şey kaybettirmez. Gerçi küle kalmadığı, et kıyma makinesinde çekildiği için kötdü dolmalarında eski kıvam ve lezzeti yakalamak da zorlaştı. Şimdilerde kıvam tutup dağılmaması için ete biraz tavuk kıyması ilave ediliyor. Bence kötdüdolması hala güzel yemektir...

    Ona benzer bir de ak dolma var... Bir kaç baharatla yoğrulan göce, kötdü gibi dökülüyor; bir farkla ki lokmalar biraz söbü yuvarlanıyor. Suda pişirildikten sonra üzerine kıvamlı ezilmiş bol sarımsaklı yoğurt ilave ediliyor. Ak dolma denilmesinin sebebi yoğurt veya göcenin yapısındaki beyazlık olabilir. Başka adlarla bilinse de kötdüdolması ve akdolma Afyon çevresinde başka yerlerde de biliniyor. Yalnız 'yoğurtlu akdolma gibi bakmak' deyimi sadece Anıtkaya'da kullanılıyor...

    Tirit adlı yemek, et suyu ve et ile ıslatılan ekmek yemeği anlamında çok eski ve geniş bir coğrafyada yaygın. Et suyu ile şepit ıslatarak yapılan tirit denildiğinde bu coğrafya biraz daralıyor. Kaz etiyle yapılan tiritte adı anılacak bir kaç köyden biri Anıtkaya'dır. Benzerinin yapıldığı köylerde bile yapılış şekli veya adında bir değişiklik oluyor; mesela yağlama diyorlar, yahut şepit ıslatma işini bütün şepitleri üst üste istifleme biçiminde yapıyorlar. Hasılı kelam, Anıtkaya tiridinin özel olduğu bilinmelidir...

    Yeterince yağlandıktan sonra kesilen kaz, haşlamak suretiyle pişirilir. Haşlama suyu önemlidir, üzerinde biriken yağ tabakası sebebiyle uzun süre sıcaklığını kaybetmez. El kadar parçalara bölünen şepit tabakaları bir tepsiye dizilir. Bir turda iki veya üç şepit kırılması yeterlidir. Daha fazlasını yemek uzun sürdüğünden hamurlaşma sözkonusu olabilir. Daha azı ise hemen biteceğinden, başladığına değmez. En güzeli, bir tepside yağlı su ile ıslatılan tirit yenirken, ikinci tepside yeni tiridi hazırlamaktır. Böylece tepsi aralarında beklenmemiş olur. Zaten dört, bilemedin beş tepsiden sonra karınlar doyar; yediğin şey ekmek sonuçta... Bundan sonra tepsinin birine bir bütün şepit serilir ve üstüne kaz boca edilir. Son olarak et yenir yani... Tirit yeme sırasında mideye dokunacağından su içilmez. Bunun yerine yemeği hafifleştirici soğan gibi, turşu gibi şeylere başvurulur... Tiridin elle yenilmesi tercih edilir. Böyle bir sofra dıştan bakınca tiksindirici gelebilir, lakin aldığın lezzetle karşılaştırınca, lezzetin görüntüden daha mühim olduğunu anlarsın... Yine Anıtkaya'da atasözü haline gelmiş 'Öğlene az ye, akşama kaz ye' sözünün doğruluğunu tasdik edersin...

    Şepit dediğimiz kurutulmuş yufkadır. Eğret'te yufka kültürü kendine pek yer bulamamış bu yüzden şepit ön plana çıkmış. Bu arada yufka kelimesi kalın olmayan, ince manasını almış ve 'yuka' biçiminde kullanılır olmuş... Şepit ise sadece tirit için yapılmış. Ondan arta kalanların bayatlaması söz konusu değil; ama yine de bütün veya parçalanmış şepitleri börek yaparak değerlendirme yoluna gitmişler. Önce ıslatarak biraz yufkaya benzettikleri şepitleri fırında veya guzinede haşhaşlayıp börek yapmışlar. Buna 'yuka böreği' adını vermişler. Sanırım yukaböreğine de Anıtkaya dışında rastlanmaz... 

    Kurumuş ekmeği dilimle, ıslat, üzerine tuz biber ek ve mahalle fırınına sür. Üfleye üfleye katıksız yediğin bu sıcak ekmekler öğün savar. 'Cingen böreği' denilen bu ekmek yeme biçiminin daha yaygınına kırda rastlarsın. Güneşte kuruyan ekmeği ıslat, tuzla... Afiyet olsun... Bunun daha ehlikeyfçesi ekmek dilimlerini közde gevrettikten sonra ıslatmaktır. Hele dağdaysan, meşe közünde nar gibi gevret, sonrasını biliyorsun... Tokuz diyen iki kişinin koca bir ekmeği cingenböreği yoluyla mideye indirdiğini gördüm... 

    Pek yaygın değildir; ama biz çocukluğumuzda kırda bulursak taze peynir kebabı yapardık. Tabi ki 'peynir kebabı' sözünü ben uydurdum. Yaptığımız şey, peynir parçasını kazığa takıp közlemekti. Cingenböreği deyince aklıma geldi... 

    Kırdan tekrar köye dönelim, sırada Anıtkaya usulü höşmerim var... Baştan söyleyeyim Balıkesir höşmerimi ile alakası yok bizimkinin. Yine de kendinden söz ettirecek kadar önemlidir, hatta bana kalsa, 'Anıtkaya Höşmerimi' diye literatüre eklenmelidir... Un, yağ, süt, şeker gibi besin değeri yüksek malzemelerden yapılan höşmerim, hem yemek hem de tatlı olarak değerlendirilebilir; nereden baktığına bağlı... Çok zahmetli bir pişirme süreci var. Biliyorum, çünkü bir kaç kez bunu baştan sona izledim. Süt yağ ve unun birbirine yedirilmesi biraz uzun sürüyor. Bu tamamlandıktan sonra geniş ve derin bir bakır kaba (buna ne deniliyordu hatırlayamadım) yayılıyor. Artık zahmetli süreç başladı, bundan sonra ésıranla sürekli karıştıracaksın. Sadece karıştırmak yetmiyor, ésıranın geniş ucuyla keserek bütün hamuru parçalamak zorundasın. Tabi bunu yapabilmek için diğer elinle büyük bakır tencereyi tutuyorsun. O elinde dutuğeç var tabi... Karıştırmak ve karıştırdığın ésıranla hamuru parçalamak çok önemli. Ritmi ayarlayamazsan bir kısmı yanıp diğer kısmı çiğ kalır. Yeteri kadar parçalayamazsan büyük parçaların içi çiğ kalır ayrıca sonradan ilave edilecek tatlı oraya işlemez. Yani dur durak bilmeden karıştırıp keseceksin. Dutuğeçli elinle de bir ucundan kızgın tencereyi tutuyorsun... Döğerek hamur kesme zamanlarında tencere ağzına değen kolları yanardı rahmetli Ninemin. İş bitip sofraya oturduğumuzda kızgın bakırdan kaynaklı yanık izleri besbelli olurdu... Bu arada alttan da ocak sürekli ateşlenmeli ha... Höşmerim yeteri kadar parçalanıp kızardıysa pişmiş demektir. Sıcak sıcak üstüne toz şeker sepilenir... Soğutmamalısınız yoksa şeker erirse höşmerim mıncır, o zaman yemesi de tadı da hoş olmaz... 

     Daha eskiler süt yerine henüz süzülmemiş taze peynir kullanırlarmış. Bu halde sacda yapılan höşmerim kendiliğinden dıgıl dıgıl olur, ayrıca ésıranla dövmeye gerek kalmazmış. Alır sacla çapa tarlasına götürür bütün çapacıları onunla doyururlarmış... Meydan fırınında tepsiyle pişirme tekniği de bulunuyor höşmerimin. Benim gibi gerçek tadını bilenlere o höşmerim çok yavan gelir...

    Madem Anıtkaya'ya özgü lezzetlerden bahsediyoruz, sucuk es geçilmemeli. 1970'li yılların gecelerinde fırında erkeklerin sucuk yediğini hatırlıyorum. Duyduğuma göre bu adet 1960'larda başlamış. Yani 'sucuk goma'nın 50-60 yıllık bir geçmişi var. Çok eskiye gitmeyen bu adetin önemi şurada, Anıtkaya'da ortaya çıkmış. Kızgın taşa koyarak pişirildiği için adı böyle kalmış. 1990 Başlarına kadar Anıtkaya dışında bilinmezken bu yıllardan sonra meydan fırını olan çevre köylere de yayılmış. Bugün Afyon'un çoğu köyünde gazeteye, yağlı kağıda sararak külde sucuk pişirilmeye çalışılıyor. Çalışılıyor diyorum, çünkü işin özündeki kalitenin yakalanması mümkün değil. Taşta, külde, kürekte... Hasılı sucuk meydan fırınında hangi teknikle pişirilirse pişirilsin Anıtkaya'nındır...

    Meydan fırınında yiyip de damağımda kalan nadir lezzetleri de zikredeyim. Sucukgomeye yaşımızın tutmadığı yıllarda küle kumpil gömerdik. Zaten küçük olduklarından çabuk pişerlerdi, üşenmeyip yanımızda getirdiğimiz tuza banar banar yerdik. Yarı soyulmuş, yarı kabuklu kumpilleri üfüleyerek yediğimizi anmamak en başta o kumpillere saygısızlık olur... Nadiren ele geçirdiğimiz  bir yumurtayı ıslak çaputa sarar küle gömerdik. Kül kızgın ise çabuk pişer, yemeyenlere tavsiye ederim, hala deneme imkanları varken o tattan mahrum bırakmasınlar kendilerini... Gündüz pişmesi şartıyla bir şey daha var denemesini tavsiye edeceğim; külde nohut kavurma... Bir kürek kızgın küle bir avuç nohutu atıp bir kaç dakika karıştırıyorsun. Sonra yaydığın külün içinden nohutları teker teker alıp yiyorsun. Gündüz olmasına dikkat çektim; çünkü kül içinde bulunması muhtemel kızgın taşları nohut zannedip ağzına atma tehlikesi var, Allah muhafaza... Nohutları yerken parmak ve dudakların kapkara kesileceği unutulmasın... Benzer bir durum külde mısır kavurunca da yaşanır. Kürekle gıdıklayınca kül içindeki mısır gumdakları pıtır pıtır patlar. Karanlıkta yerken külün ağzına yüzüne bulaşacağı kesin... Ne kadar tatlı geliyormuş ki küle toza aldırmazdık... Galiba bunları lezzetlendiren biraz da külün kendisi. Yoksa niye mesela hamırsızı küle gömerek pişirirler ki... Acaba Anıtkaya'da külde pişmiş hamırsız yemeyen var mı?...

    Geldik, fantastik Anıtkaya yemeklerine... Böyle diyorum, çünkü bunların adı var kendi yok... Mesela 'bak dur aşı'... Ne yendiği veya ne yenileceği sorulduğu vakit verilen cevaptır. Bakduraşında yeteri kadar kızgınlık, protesto, eser miktarda ironi ve bol miktarda sevgi var...

    Diğer fantastik yemeğimiz ise 'bal baklavası'... Adından da anlaşılacağı üzere bu bir çeşit tatlıdır; fakat balın yanında her türlü lezzeti de barındırır... Her türlü yemekten ve yiyecekten daha lezzetli olduğu herkesçe bilinir. 'Balbaklağısı olsa yicek yanım yok' sözünde bu mana aşikardır...

    Yemek değillerdir, lakin fantastik yiyecekler grubunda değerlendirilebilirler. Bunlardan aklıma gelenler domalanın kökü, zıkkımın kökü, piynarın kökü ve daşın kökü... Kızgınlık anında, karşıdakinin yemesi istenen bu yiyeceklerden domalanın kökü tartışılmaz, zaten kendisi köktür... Taşın kökü hakkında bir fikrim yok.... Yapraklarını biliyoruz, araştırılırsa zıkkım (zakkum) ile piynarın köklerinde bir şifa/yararlılık bulunabilir...

    Yeni duyduğum hoş bir hikayeyle bitirelim... Cumhuriyetten hemen sonraki yıllar... Galiba Hacımahmutlardan biri Afyon'a gittiğinde tel kadayıf görmüş. Yemiş ki pek lezzetli... Sormuş soruşturmuş, yapıldığı yeri bularak köye götürmek üzere almış... Çok beğendiği bu şeyi çocuklarıyla birlikte tekrar yemekmiş gayesi... Ertesi gün kıra giderken hanımına tembihlemiş, akşama pişirsin diye... Yorgun ve aç olarak eve döndüğünde karısı onu karşılarken heyecanını saklamamış;

    - Herif, getirdiğin hamıraşının üstüne sarımsaklı yoğurdu dökdüm... Öyle bi oldu emme!...