20 Ekim 2025

Ekin Bozma


    'Bahçe bozmak' sözünde hasat etmek, mahsulü kaldırmak anlamı var. Yani bozmak fiilinin olumsuzluğu söz konusu değil. Tıpkı bağbozumu deyiminde olduğu gibi burada da sezon sonunda elde edilen ürünü alma anlamında kullanılmış. Tabi ürünü almak için de bahçeye ekili olgunlaşmış mahsulü bozmak, toprakla bağını kesmek gerekir. Bahçe bozmaktaki tek olumsuz anlam bu olabilir.

    Bir de ekin bozmak var ki, bu beklendiği gelişimi göstermeyen ekini iptal etmek demek oluğundan tamamen olumsuzdur. Hava şartları, toprağın hazır edilmemesi veya başka sebeplerden dolayı tohum çimlenmez, ekin çıkmazmış. Çıksa da çok seyrek olup ekine benzemiyor, bir kök orada, iki kök şurada... Buna ekin mi denir! Boşuna uğraşmayıp o tarlayı başka bir şey ekerek değerlendirmek en iyisi... İşte buna ekin bozmak deniliyor.

    Mantıklı ve karlı gibi görünüyor, ama ekin bozmanın da şartları var. Bu şartların gözlenmediği ekini bozmak günah sayılırmış. Bir defa ekine benzeyip benzemediğinin ilginç bir ölçümü varmış. Bir buğday kökünü iki bacağının arasına alacak şekilde dur ve elindeki örendireyi tırpan gibi salla. Örendire başka bir buğdaya değerse ekin yeterince sıktır, onu bozmak günah... 

    Bu inanç neden kaynaklanıyordu bilmiyorum, ama geçtiğimiz yüzyılda örendire metoduna pek itibar etmezler, ekinin olmadığına kanaat getirirlerse gözünün yaşına bakmayıp bozarlarmış. Tabi bozduktan sonra genellikle o tarla boş kalıyor. Çünkü bizim arazi kıraç olduğundan her an, her şeyi ekemezsin. Büyük ihtimal bir başka ekim vaktini kaçırmış oluyorsun. Ekin tarafına nohut, günaşık da ekemezsin zira hasat zamanları farklıdır... Hasılı kelam, ekin bozmak çoğunlukla o tarla için sezonun kapatılması demek oluyor...

    1960'lı yılların birinde çoğu ekin olmamış. Bozan bozmuş, çoğu da vakti geçtiği için ellememiş, öylece bırakmış tarlayı... Galiba Nisan ayı ortaları... Artık yazlık tabir edilen ekin dönemi de geçmişmiş, bu yüzden o mevkide, çıkmayan buğday tarlaları için yapılabilecek bir şey yok...

    Çakır Osman Erdem  öyle düşünmemiş ama... Bozmuş buğdayı, yerine arpa ekmiş. Ekim zamanı geçtiydi, olurdu olmazdıyı dinlememiş... Netice? Netice şu, iyi dinle... O yıllarda dönüm başı ortalama 20 demir arpa kaldırılırmış. İyi olursa 25, çok iyisi 30 demire kadar çıkarmış... Çakır Osman, zamansız ektiği o tarladan dönümüne tam 50 demir almış. 

    Emmisinin buğday bozup arpa ekme olayını Hacapo (Abdullah Erdem) Abiden dinledim. Mevzu ekin ekme, ekim zamanı, toprak tavı, 'Veli tavı' filandı... Zamansız ekimlerin kırk yılda bir tutacağına örnek olarak anlatmış ve sonunda bunun benzerinin başka yaşanmadığını belirtmişti.


18 Ekim 2025

Buz Gibiymiş!

 
    Aslında Anıtkaya mutfağında bamya çorbasına yer yoktu. Evlerde zaten bilinmezdi de, düğün yemeklerinin kralı kötdü dolması ile pirinç pilavı ikilisi olup yanlarına bazen kuru fasülye ile hoşafı alırlardı. Bu düzen ne zaman bozuldu da araya bamya girdi bilemiyorum, uzun bir süre düğün sofralarını süsledi. Meşhur Afyon gezeklerinde sofraya en son bamyanın geldiğini söylüyorlar, bize de oradan geçmiş olmalı...

    Ekşi/mayhoş tadıyla kendini belli eden bamyanın belki bundan daha belirgin özelliği sıcaklığıydı. Ortadaki tastan ilk alınan bir kaç kaşıkta ağzınız mutlaka yanar. Yok, yanmak ne kelime; diliniz, damağınız, avurdunuz, ağzınızın her bir köşesi dağlanır resmen. Bu özelliğini keşfettikten sonra ona karşı daha temkinli yaklaşmaya başladık, kaşıklarımız geri durdu; nefeslenmesini bekledik...

    Yemeğin içine katılan malzemelerden de kaynaklanıyor olabilir, ama bamyanın sıcak kalmasının asıl sebebi üzerindeki yağ tabakasıymış. Bütün yüzeyi kaplayarak yemeği öyle bir örtüyor ki hava ile temas mümkün değil. Dolayısıyla ısı kaybı yok... Peki ne zaman soğuyacak bamya? Bir kaç kaşık alınırken yağ tabakası delinecek, bu arada yemek ısısı havaya karışırken soğuk hava içeri girmiş olacak. Önce ılıma sonra soğuma dediğimiz olay böyle gerçekleşiyor. Bamya tasındaki yağ (ve haliyle yemek) azaldıkça soğuyacak ve onu yiyebilmek mümkün olacak...

    Sofrada bamyaya karşı çekinik durmak, onu ilk kaşıklayanlardan olmamak için azami dikkat göstermenin sebebi budur. Kimse ağzının yanmasını istemez... 

    Yakıcı bamya bulunan sofralarda onun bu özelliğini bilmeyen acemilere kötü bir şaka yapma adeti böyle başladı. İlk defa bamya yiyecek yabancının, tasa ilk kaşık daldıran kişi olması sabırla beklenir. Eğer yabancı yanaşmıyorsa bunun için yönlendirme yapılır. Aralarında oyunbozan bulunmayan sofradakilerden biri kendini feda ederek bir kaşık alır. Ağzının yanışına aldırmadan;

    - "Buz gibiymiş yav!" diyerek hayıflanır. Yine de çok lezzetli olduğunu filan belirterek anlatımı ballandırır, ta ki meraklı yabancı bu lezzetli yemeği tatsın. Tedbirsizce kaşıklayan acemi misafirin yanakları al al olacak kadar yandığını görünce gülüşürler... Bamya yangınına maruz kalmadıysanız bu şakadaki fecaati bilemezsiniz...

    Arpalık'taki yeni yaptıkları evin avlusunda, rahmetli Talip Azbay'ın düğün yemeğindeydik. Aramızda köyde oturan öğretmenlerin de bulunduğu altı yedi kişilik bir masadayız. O yıllarda öğretmen arkadaşlarla Anıtkaya halkı arasında sıcak ve samimi ilişki oluştuğundan cenaze, düğün gibi merasimlere katılırlardı. Tabi içli dışlı olunca, yeri geldiğinde seviyeli şakalaşmalar da kaçınılmaz oluyor... Nihayet birisi malum şakaya başvurdu, "Buz gibiymiş yav!" diyerek ortaya bıraktı. Bakalım kim düşecek tuzağa diye beklemeye kalmadı, Matematikçi Mesut Taşdemir birden kaşığını daldırdı... Keşke bu kadar tezcanlı olmasaydı, nefesi kesildi resmen...

    Hararetin bütün yükünü bamyaya sardırmak haksızlık olur. Elli yıl önce hayatımızda bamya mı vardı sanki, ama yine de ağzımızı yakacak bir şey buluyorduk. Fizik kuralını hatırlayalım, üstü yağ tabakasıyla örtülü yemek geç soğur. Bu kural yalnız bamya için değil, bütün yemekler için geçerlidir; sulu patates, kuru fasulye, çorba... 

    Hele de çorba... Misal ocaktan yeni indirilmiş oğmeç çorbasına, soğanla yakılmış yağ döküldüğünü düşünün, halberi soğumaz... İşte sofrada böyle bir çorba varmış. İçlerinden biri ilk kaşığı almış... Almış ama, ne alış... Yazık ne yutmuş, ne çıkarabilmiş adam... Ağzının yangınıyla yaşaran gözlerini tavana dikmiş, öylece kalakalmış... Neden sonra zor bela yutunca ağzını açmış ve öyle bir feryat koyvermiş ki, deme gitsin... Şaşırmış diğerleri;

    - "Ne ağlayıp figan ediyon?" diye meseleyi anlamaya çalışmışlar. Bizimki;

    - "Anamın bubamın öldüğü aklıma geldi." diye cevaplamış. Böylece olağanüstü bir şey olmadığına kanaat getirenlerden biri de çorbaya daldırdığı kaşıktan ağzı yanınca hanyayı konyayı anlamış. O kızgınlıkla; 

    - "Ananı bubanı garışdırceğine çorbadan yandım desen ya, hey herif!" diye çıkışsa da bunun ağız yanığına bir faydası olmamış.

    Mustafa Ayas'tan duyduğum bu olayın kaynağı belli değil; bamya hikayesiyle örtüşüyor, bizim köyde yaşanmış olabilir... 

    Nitekim böyle olabileceğine delil, hikayenin iki yeni versiyonu geldi. İlki Omarcıkların Feyzullah Sağlam'dan nakil. Buna göre sıcak çorbadan kaşıklayınca ağzı yanan misafir gözünü tavana dikmiş. Evsahibi de buna şaşırıp 'N'oldu bilader?' diye sorunca adamın cevabı 'Şu döşmeler nereden diye baktıydım...' olmuş... İşin aslını bilen evsahibi durur mu, 'Al da üfür dağından geldi' diyerek gülmüş...

    İkinci versiyon yine Omarcıklardan Dik Hasan Kaya merhumun bizzat yaşadığı bir olay, kendisi Ahmet Külte'ye anlatmış, biz de ona kulak verelim:
    "Gavalcının İban (İbrahim Aracı) ile Hasan Ağa erkenden sapa giderler. Galiba Gavalcıya çalışıyorlar, öğle yemeğine onların eve gelmişler. Onlar ellerini yıkayana kadar Hatice teyzem mercimekli bulgur pilavını yeni ocaktan indirmiş. Sofra hazırlanır, pilav da ortaya gelir. Rahmetli Dikhasan iyi acıkmış,  pilavın üstünde pek buhar filan olmadığını görünce daldırmış kaşığı... Ağzına alınca olan olmuş, pilav aşırı sıcak... 'Üf! Üf! Üf! diye sağa çevirmiş, sola çevirmiş, çıkaramamış da... Kaldırmış başını yukarı... Gavalcı ne olduğunu sorunca 'Bu döşmeleri nerden getirdiniz?' demiş.  İşte o vakit rahmetli Gavalcı; 'Üf dağından Hasan, Üf dağından!' diye gülmüş. Rahmetli Dikhasan emmi olayı anlattıktan sonra 'Hiç böyle kötü duruma düşmediydim.' demişti."



17 Ekim 2025

Yadigar

 
    Bizim mahalledeki odaya son zamanlarında Macurali'nin oda derlerdi. O vakit dedem ilgilendiği için böyle denilmiş, aslında Gademlerin oda... 1970'li yıllarda Böbülerin, Gödeşlerin, Buydeycigadirin ve Dedemin dolavları vardı, demek ki mahalledeki herkes ilgilenirmiş. Anlatacağım olay bu odayla ilgili...

    1964 veya 65 yılındayız, belki iki yılın kış dönemi... Küçük Kalecikli Bicinin Mahmut diye bilinen bir çerçi geliyor. Zaten çerçiler genellikle Kalecikli oluyor. Şimdiki nesile çerçiyi anlatmak zor, kısaca gezici bakkal diyebiliriz. Ayrıntısını öğrenmek isteyeni 'Çerçici' başlıklı yazıya havale edelim.

    Kalecikli Mahmut akşama doğru tek beygir arabasıyla gelip odanın önüne yanaşmış... Galiba daha erken köye girmiş de, biraz sokaklarda dolaşıp çerçicilik yapmış. 

    O vakitler öyle, gelen misafirin arabası odanın önüne, hayvan da damına çekiliyor. Misafir olarak kaldığı bir kaç gün vaziyet böyle... Hem kendisinin hem de hayvanın bakımı, konaklama ve güvenliği tamamen odayı sahiplenip işletenlerin üzerindedir, bunun için karşılık veya herhangi bir ücret beklenmez. Eğret odalarının en büyük özelliği bu...

    Bicinin Mahmut arabayı kenara çekip beygiri de dama bağladığı saatlerde öyle bir kar yağışı başlamış ki, göz gözü görmüyor. Bunun sonu belli, hayırlısı demişler. Eski zamanlarda öyle bir yağıyor ki kar, aylarca kalkmıyor. Goca gar derlermiş böylesine... Bu yağışın sonu da ona çıkacağa benzer... Nitekim sabah kalktıklarında bakmışlar, depdiregomuş...

    Bundan sonra dışarıda çerçiciliğin mümkün olmadığını anlayan Mahmut, atını arabasını öylece bırakmış ve almış başını gitmiş. Galiba o vakit pek nadir de olsa asfalttan geçen yol arabalarına, yahut bir kamyona binmiş... 

    Bicinin Mahmut kendisi gitmiş, ama arabasıyla atı öylece kalmış. Müezzinin Ömer Emmi onların sahipsiz kalmasına razı gelmemiş. Arabayı gocagapının altına çektirip malzemeyi ambara taşıttırmış. Onların avlunun ucunda bir meydan ambarı vardı, kapalı olduğu için orada güvende ve korunaklı duracağını düşünmüş olmalı. Gerçi çerçi malzemesi ne olacak kap kacak, incik boncuk; olsun, kardan yağmurdan etkilenmemeli... Diğer yandan odanın damında kapalı yerdeymiş at, onu da kendi evindeki dama, diğer beygirlerin yanına bağlattırmış. Hasılı kelam, çerçinin bırakıp gittiklerine kendi malıymış gibi sahip çıkmış... Ne zamana kadar?... Mahmut gelene kadar...

    Yollar açılıp Bicinin Mahmut geldiğinde aradan 40-45 gün geçmiş. Bu arada atının sağ salim, mallarının da güvende olduğunu görünce çok sevinmiş. Ömer Emmiye;
    - "Borcumuz ne Ömer Ağa?" diye sormuş... Bu soruya biraz içerlemiş Ömer Emmi;
    - "Ne borcu len köpoğlu, sen bizim misafirimizsin."  demiş, ama Mahmut ısrarcı;
    - "Tamam ben misafirin de, beygire de bakdınız..." diyecek olmuşsa da Ömer Emmi kestirip atmış;
    - "At da misafirimizdi oğlum, misafirin borcu mu olur!"
    - ".....?"
    
    Kar kalkıp yolların açılması; malına, atına arabasına kavuşmanın sevinci ve şu ihtiyarın geniş gönüllülüğü karşısında değişik duygulara kapılan Bicinin Mahmut, ne diyeceğini bilemez bir halde sükutta boğulmuş. Neden sonra kendine gelip;
    - " O zaman şu tepsiyi küçük bir yadigar olarak kabul edin, odaya çorba götürürsünüz." diyerek bir çinko tepsiyi uzatmış.
    
    Şimdi itibardan düşseler de çinko tepsiler o gün için yeni çıkmışlar. Herkes sahip olamıyor, çok değerli, hatta lüks sayılıyor. Tabi önemli olan maddi değeri değil, yadigar olarak 60 yıl öncesinden esintiler taşıması...
    ....
    Müezzinin Ömer Kabadayı Emmi, 1970 yılında 68 yaşındayken vefat etti. Böbülerin Anıtkaya'daki son ferdi taşınırken İzmir'e götürdüğü göç içinde bu tepsi de varmış. Küçük Kalecikli Çerçi Bicinin Mahmut yadigarı, şimdi Ömer Emmi'nin torunu Berber Ahmet Kabadayı'da bulunuyor. 


16 Ekim 2025

Yetimlerin Demlik


    Kahveden çaya geçiş sürecinin Eğret'te nasıl yaşandığı tam olarak bilinmiyor. Önceleri, erişimin kolay olduğu zamanlarda rağbet kahveye imiş. Özellikle odalarda en gözde ikram bu. Evlerde de boy gösterdiği biliniyor, ama odalardaki kadar yaygın olmayabilir.

    Odalarda eksik olmayan misafirlere ikram ediliyor. Kilci Goca Hüseyin Sağlam'la ilgili 'telve' meselesini daha önce anlatmıştım, misafire kahve pişirme alışkanlığına dair benzer olaylara hemen her odada rastlanırmış. Dışarıdan gelen misafirler haricinde oda müdavimleri kendi aralarındaki sohbet esnasında da kahve içiyorlar. Keyfine içilen bu kahvelerin kişinin statüsüne göre çeşitlendiğiyle ilgili bir hikayeyi de Hayta Mahmut Özdemir'e dayandırarak anlatacağım, lakin şimdi değil...

    Evlerde, özellikle kadınlar arasında kahve içmek çok yaygın değilmiş, ama bu evlerde hiç kahve içilmezdi anlamına gelmez. Her yerde çok yaygınken oralara uğramaması mümkün değil. Belki fazla popüler değildi ve pişirme tekniği odalardakinden farklıydı. Rahmetli ninemin sıcak suya toz kahve katıp karıştırarak içtiğini hatırlıyorum...

    Odada, kahvehanede veya evde bir anda kahve bırakılıp çay içmeye başlanması gibi bir durum söz konusu değil. Bunun tedrici olarak gerçekleştiği düşünülüyor. Hatta Eğretli, çaya büsbütün yabancı da değilmiş. Özellikle çobanlar ağılda kekik gibi, çay otu (funda) gibi bitki çaylarını çok demlerler, bu alışkanlıklarını köye de getirirlermiş. Fakat bugünkü siyah çayın bilinirliği yok.

    Galiba 1960'lı yıllardan itibaren odalarda kahvenin yanında çay da boy göstermeye başlıyor. Belki bu kahvehanelerde çay yaygınlaşmasıyla aynı döneme rastlar. Fakat bu sıralar çay odalar için kahveden daha lüks sayılırmış. Yine de her odada bir çaydanlık bulunuyor.

    Biraz daha yaygınlaşınca odada her akşam çay demlenmeye başlanılıyor. Herkesin iştiyakla beklediği bu olay bir merasim yavaşlığıyla icra ediliyor... 

    Her şey sırasıyla dolavdan çıkarılacak. Önce gamanto çıkar, ispirto ile tutuşturulur ve gazyağı dolu karnından pompalanarak ocak harlandırılır. Çaydanlıktaki su yeterince kaynayana kadar beklenir. Çaydanlık kapağı dolduracak miktar çay atıldıktan sonra demlemeye bırakılırken, yüz gramlık çay paketi kapatılarak ertesi akşama kadar bekleyeceği dolav köşesine gamanto ile birlikte geri yerleştirilir. Bundan sonra yine dolavda ters çevrilmiş durumdaki bardaklar teker teker çıkarılır. Kaç taneyse her biri dizilerek içlerine kaşıklar çın çın atılır. Büyük ihtimal Tenikeci Hüseyin'in yaptığı özel kaşıkla birer ölçek şeker konur. Bu arada ümzüğüne kağıt sıkıştırılıp üzeri kirli peşkirle örtülü demlik, kapağı açılarak kontrol edilir. Dalmamışsa daldırılarak çaylar doldurulur. Bardak sayısına ve herkesin sosyal durumuna göre ilk turda içeceklere sunulur. İkinci postaya kalanlar da çaylarını içtikten sonra çaydanlık, şekerlik ve yıkanan bardaklar dolava yerleştirilerek çay merasimi sonlandırılır.

    İlk zamanlarda odalarda çay macerası aşağı yukarı böyleydi. Sonradan çay demleyen kişi sayısı arttıkça buna paralel olarak demleme ve çaydanlık sayısı da arttı. Sıraya bindirdiler ve her demleyişte herkes içebildi.

    Bu dönemde evlerde de çay yaygınlaştı, yalnız ilk zamanlar sıkıntılıydı. Şeker zaten vardı da, bir şekilde çay temin edilse bile evlerde demlik yoktu. Öyle ya, kırk yılda bir demlemek için çaydanlığa ne gerek vardı... İrtibatı olan evlere, odadaki demliği öndüş getirmek yeterliydi. Başkaları içinse, çay içmek için bunca meşakkat ve masrafa ne gerek vardı... İlk zamanlar için çay ancak özel günlerde demlenen bir içecekten öteye geçmedi...

    Seyrek yapılan işler için araç gereç bulundurmak adet değil, ayrıca ekonomik de değildi. Misal yılda bir bulgur kaynatma esnasında kullanmak üzere herkesin dört kulplu süzgeç bulundurması, yahut cenazenin kırkı ve yılında bişi etmek için büyük dığan sahibi olması hiç mantıklı değil. Köyde bir kaç tane olsa yetiyor, onları lazım olan herkes kullanıyordu. İşte Yetimlerin demlik de böyle bir ev aletiydi...

    Bu bakır devasa demliğin tarihi hakkında farklı rivayetler var. İlki çay içme alışkanlığının yerleşmeye başladığı zamanlarda temin edildiğine dair. Buna göre Yetimler büyük bir aile olarak gerekli diye düşünüp satın almışlar. Onun Hacımurat oğlu Şükrü dedelerinden kaldığına dair bir söylenti var. Şükrü Azbay'ın 1955'te öldüğünü düşündüğümüzde, henüz çay adetinin oluşmadığı o kadar eski dönemde çaydanlığın ne işe yaradığı izaha muhtaçtır. Belki siyah çay demlemenin Eğret'teki tarihi zannettiğimizden daha eskidir, veya ot çayları filan kaynatılıyor, yahut başka türlü şerbetleri çaydanlıkta hazırlıyorlardı, veyahut daha başka şeyler...

    Kaynağı ve tarihi ne olursa olsun Yetimlerde böyle bir demlik var. Bakırdan yapılmış, çok ağır... Ve çok büyük, bir demir (18 litre) kadar su alabiliyor... Zaten tanınmışlığının, şöhreti bugüne kadar ulaşmasının sebebi de bu boyutlarıyla ilgili olsa gerek...

    Herkes tarafından biliniyor, belki bütün evlere girmiş, herkes onun çayını içmiş. Kimin düğünü, nişanı, sözü varsa hemen Yetimlerin demliği istiyor. Veya mevlid gibi, ölüyeri gibi başka dernekler olduğunda davetlilere onun çayı ikram ediliyor. Yani kime lazımsa onun evine gidiyor mübarek. Bu kadar kalabalık davetliye çay yetiştirmek her babayiğit demliğin harcı değil...

    Yıl kaç bilmiyorum, Samancı (İsmail Saçak, ö.1964) kızını sözlüyor. Dolayısıyla kalabalık bir misafir topluluğunu ağırlamakta... Yetimlerin demliği getirmişler... Gamantonun üstünde kaynıyormuş galiba, bir sebeple oradan almak icap etmiş. Kulpundan tutup kaldırayım derken, Samancı'nın kolu küt diye kırılıvermiş... 

    Kimileri kırılmaya sebep olarak 'İsmail Ağa'da zaten kemik erimesi vardı, kolu zayıf olduğu için kırıldı' derken, kimileri de çaydanlığı yanlış tutmasına bağlamış. Fakat başka birilerine göre de zaten kendisi çok ağır olan büyük bakır çaydanlık, ağzına kadar doluyken iyice ağırlaşmış; Samancı'nın kolunu kıracak kadar...

    Doğrusunu Allah bilir, sonuçta Yetimlerin demliği kaldıracağım derken Samancı'nın kolu kırılmış...

    Kol kıran Yetimlerin demliğin akıbetine dair bir şey duymadım. Belki bir yerlere sıkışıp kalmış, varlığını hala sürdürüyordur...


13 Ekim 2025

Isınmak İçin Köy Yakmak


    Nikos Vasilikos günlükleri Milli Mücadelenin Yunan ordusu tarafında nasıl yaşandığını ortaya koyması bakımından önemli. Olayların içeriden birinin gözüyle aktarılmış olması sebebiyle, Yunan askerlerinin hatıralarına göre bilgilerimizi tamamlıyor veya teyit ediyoruz.

    Er Vasilikos'un hatıralarından bir video vesileyle haberdar oldum. 'Yunan Askerlerinin Cepheden Mektupları' adlı bu çalışmayı izlerken 28 Ağustos 1922 tarihli bir paragraf dikkatimi çekti. Sonradan her yıl şenlik olarak kutlandığı için her Anıtkayalı'nın 28 Ağustos 1922 tarihi dikkatini çeker. Orada yer bildirilmiyordu, ama Vasilikos mektubu diye sunulan bu küçük paragrafta anlatılanlar ile kayıtlı tarihte Eğret civarında yaşanan olaylar birbiriyle örtüşüyordu. Kesin bir şey söylemek için mektubun tamamını görmek gerekiyordu. *

    Videoda belirtilen kaynak beni Nilüfer Erdem'in doktora tezine götürdü. Oradan bahsedilen metnin mektup değil hatıra olduğunu öğrendim. Er Nikos Vasilikos fırsat buldukça günlüğünü yazmış, Nilüfer Hanım da çalışmasının kaynakları arasına bu günlüğü almış. İlgili bölüm şu:

    Türk Ordusu’nun asıl neticeyi almak için 27 Ağustos’u beklemesi gerekmiştir. Taarruzun ikinci günü Yunanlılar bozguna uğratılmış ve Afyon kurtarılmıştır. Planın ilk evresindeki başarının akabinde muharebeler tüm cephelerde Türklerin lehine gelişme göstermiş ve geceli gündüzlü üç dört günlük muharebeden sonra Türk kuvvetleri için istenilen noktaya gelinmiştir. Vasilikos 28 Ağustos 1922’yi de günlüğüne taşımıştır:
    “28 Ağustos 1922: … [Türkler] gece çevredeki tüm tepeleri aldılar ve bizi sığınağa hapsettiler. Neredeyse tamamen çevrilmiş durumdayız. Dağınık olarak, tek çıkış durumundaki kuzeye çekiliyoruz. Sığınağın ağzındaki ilk geçide geldiğimizde, karşı tepeyi almış az sayıdaki, ancak çoğunluğu köylülerden oluşan Türklerin açtığı ateşe maruz kalıyoruz. [Türkler] ayakta ateş ediyorlardı ve panik düzenimizi bozdu. Sığınaktan çıkmak için herkes koşuyordu. Aynı anda taşımacılar yüklerini atıp, atlı olarak panikle dört nala kaçıyorlardı. İç burkan, umutsuz bir durum. 300 Türk, 10 bin eri kovaladı. Pek çok top ve makineli tüfek, yüklemeye fırsat bulunamadan Türklerin eline geçti… Birçoğu yaralandı, bir o kadarı hayatını kaybetti… Zavallı yaralılar, iç burkarcasına yalvararak arkadaşlarının yardım etmesini istiyorlardı. Hiç kimse yardım eli uzatmıyor, herkes kaçarak kurtulmak istiyor… Hiç kimse nereye gittiğimizi bilmiyor. Hiç kimse, hiç kimseye emretme ve emredilme yetkisi vermiyor. Başsız, lidersiz, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu ve ne olacağını bilmeyen ayak takımına dönüştük. Gece yarısı, Türk köyüne varıldığında, üşümekte olan askerleri ısıtması için köy yakılmıştır. Askerlerin bir örtüsü ve battaniyesi yoktu… Ateşin yanında koyunlar gibi, biri diğerine yaslanmış gecelediler. Açlık bizi kırıp geçiriyor. Tek battaniyeyi yayıyor ve Manoli İlyaki’yle birlikte dinleniyoruz." **

    Alıntıladığım metinde, 28 Ağustos 1922 günü Eğret civarındaki olaylarla örtüştüğünü söylediğim iki temel olay Eğret baskını ve Olucak yangınıdır. 

    Eğret baskını iki aşamadan oluşuyor. Gece karanlığında yanlışlıkla bölünen 2. Süvari Tümeninin iki alayı sabah Çirçir yakınlarında kuzeye çekilmekte olan Trikopis güçlerini bastı ve onlara büyük zayiat verdirdi. Diğer iki alay ise Eğret'teki Yunan jandarmasını taciz ettikten sonra koptuğu alaylarla tekrar birleşerek geceyi ovada geçiren büyük düşman ordugahını bastılar. Hiç savaşmamış bu ordugahta Kolordu karargahı, dinç 9. Tümen, yedek subay talimgahı ve daha birçok birlik bulunuyordu. 12 bin kişilik ordugahı bin kişinin basmasını intihar saldırısı olarak değerlendirenler var. Buna rağmen Yunan toparlanana kadar büyük zayiat verdiği kaydedilmiş. Elbette Türk süvarisinin de kayıpları var.

    Olucak tarafına çekilmek için 2. Türk süvari tümeni tekrar iki kola ayrılmışlar. Kaçmakta olan Yunan kuvvetleri ise o geceyi Olucak'ta geçirmiş ve orada insanlık dışı katliamlar yapılmış. Bütün köy ateşe verilmiş. Yakılmadan önce insanların camiye doldurulduğu bile söyleniyor.

    Vasilikos günlüğüne dönecek olursak, panikle kaçmakta olduklarını ve kuzeye yöneldiklerini anlıyoruz. Burada sığınak kelimesinden dar vadi ve geçitler kastedilmiş olmalıdır. Kuzeye doğru kaçış söz konusuysa, bunlar Afyon'u boşaltan Trikopis güçlerinden başkası değildir. 

    Yalnız ne Trikopis ordusunun sadece bir bölümü olan kolda on bin asker vardı, ne de onları basanlar 300 köylüydü. Ayrıca Türk askerinde ne postal, ne çizme, ne de tam tekmil elbise vardı. Vasilikos çarıklı, şalvarlı ve perişan hallerini görünce onları köylüler diye düşünmüş olabilir.

    Bununla beraber Vasilikos'un verdiği rakamların ikinci baskınla ilgili olduğunu düşünmemizde bir sakınca yok. Yalnız Türk kaynakları süvarilerin bin kişi civarında olduğunu söylüyor. 10.000-300 ve 12.000-1.000 karşılaştırmalarının her ikisindeki oransal fark dikkate değer...

    Panikle biraz da acındırarak Yunanların nasıl kaçıştıklarını Er Vasilikos pek güzel anlatmış. Lakin Olucak'a (veya başka bir köye) vardıklarında canice çıkarılan yangını normalleştirmesi ibretlik: "Gece yarısı, Türk köyüne varıldığında, üşümekte olan askerleri ısıtması için köy yakılmıştır." Isınmak için köy yakmak... İnsan ne diyeceğini bilemiyor...

    Nikos Vasilikos'u da biraz araştırdım. Sıkı Venizelosçu bir er. Yazdıklarından anlaşıldığına göre subay olmak için çok uğraş vermiş. Aralık 1921'de yedek subaylık sınavına girmiş, kazanmış; ama Venizelosçu olduğu için elenmiş. Başka terfiler için de her sınava girmiş. Bundaki amacını da bir yerde cepheden kurtulmak, kendini savaş bölgesinin dışına, Yunanistan içine naklettirmek için istediğini belirtmiş: "25 Ağustos 1922: Dün geç saatte 22 Ağustos’ta sınav vermek için gittiğim Afyon’dan döndüm. Saat 10:00’da Subaylar Kulübü’nde sınava girdik. Cephede geçirdiğim üç yılın ardından, daha iç bölgelere gidebilmek için her türlü sınava katılma taktiğini uyguluyorum. Ancak bos bir umut." Bunları Büyük Taarruz başlamadan bir gün önce yazmış...

    Bir başka ipucuna göre Vasilikos Yunan 2. Kolordusundaki bir tümene mensuptu. Sakarya Savaşı sırasında Prens Andreas, Büyük Taarruzda ise Diyenis komutasındaki bu kolordu bünyesinde ihtiyat güçlerini barındırıyordu. Anlattığı olaydan yola çıkarak ikinci baskındaki paniği iliklerine kadar yaşayan 9. tümen erlerinden olduğunu söyleyebiliriz. O vakit sığınak dediği şey çadırlardır, çünkü baskına uğrayan Yunan ordugahı çadırlıydı. Hatta Fahrettin Altay Paşa, 'Diyenis baskında kendi çadırının isabet aldığını bana söyledi' diyor. Şu halde büyük olasılıkla Nikos Vasilikos 9. tümen eri idi...

    Genel olarak objektif bir tavırla kaleme alınan günlükleri oğlu Vasilis Vasilikos babasının ölümünden sonra daktilo ederek 1992 yılında "Anadolu Harekatının Günlüğü" adıyla bastırmış. Türkçe'ye çevrilirse Nikos Vasilikos günlüklerinden daha başka tarihi ayrıntıları da öğrenebiliriz.



    * https://www.instagram.com/reel/DOvlLx-jL_i/?igsh=bnUwNHJwbWNzMzF3 
    ** Nilüfer Erdem, Yunan Tarihçiliğinin Gözüyle Anadolu Harekatı 1919-1923, İstanbul 2009, s.465




07 Ekim 2025

Heykel!

     
    Eğret sözlüğünde heykel kelimesinin karşılığını 'hakaret sözü' olarak vermişiz. 'Heykel gibi' söz grubunun karşısında ise "1.Çok büyük, 2.Hareketsiz, duygusuz, durgun." açıklaması yer alıyor. Biraz daha ayrıntılandırarak heykel kelimesinin Eğret ağzındaki durumunu açıklamak istiyorum.

    Aslında 'hakaret' anlamı 'heykel gibi'nin karşılığında açıklanmış. Yani bu kelimeye neden ve nasıl hakaret anlamı yüklendiğinin cevabı verilmiş. Bu anlam yükleme tamamiyle dış görünüşle ilgilidir, kişinin karakterine bir şey denilmez.

    Bilindiği gibi heykel, güzel sanatların bir dalıdır ve göze hitap eden plastik sanatların en önemlisi kabul edilir. Esasında bizim kültürümüzde yokken batılılaşma sürecine paralel olarak son dönemde  girmiş ve bu alanda önemli eserler verilmiş. 

    Bu anlamda Eğretlinin hayatına en yakın heykel Afyon'daki Utku/Zafer anıtıdır. Hala bu adlarla anılan ve içinde bulunduğu parkın da Anıtpark adını almasını sağlayan muhteşem esere Anıtkayalılar heykel der. Anıta da, zafere de, utkuya da, parka da itibar etmez...

    Bu konuda çok bilgim yok, heykel sanatında varlıkları gerçek boyutundan daha küçük yontulduğu durumlara da rastlanabilir; ama genellikle olduğundan daha büyük yapılıyorlar. Belki genellikle anıt biçimli heykelleri tanıdığımız için bize öyle geliyordur, çünkü böyle eserlerden maksat herkes tarafından görünür olmasıdır. Haliyle büyük, hatta devasa boyutlarda yapılıyorlar. Zaten küçüklerine heykel değil, biblo falan diyorlar galiba...

    Bizim Utku anıtına Heykel dememizin altındaki temel sebep onun boyutu olabilir. Yani başta heykel sanatının bir ürünü olduğu için değil, çok büyük olduğu için öyle adlandırılmıştır. Zamanla bu mantıklı gerekçe unutulsa da 'Heykel' adlandırması yaşamaktadır.

    Uzun boyu, iri yarı görüntüsü, cüsseli duruşundan dolayı bazı insanların 'heykel' diye vasıflandırılmasına Anıtkaya'da hala tanık olabilirsiniz. Lakin sırf bu yüzden yapılan heykel benzetmesi veya yakıştırmasında hakaret anlamı bulunmaz. Böyle uzun boylu kimselere mesela 'zıravıt' da denilebilir... 

    Yalnız heykellerin göze çarpan tek özelliği sadece devasa boyutları değildir. Hammaddesi taş veya maden olan bu ürünler doğal olarak haraketsizdirler... Cansız ve şuursuz oldukları için aynı zamanda duygusuzdurlar. İşte bu özelliklerini de ima ederek birine 'heykel' dediğinizde hakaret etmiş olursunuz. Eğret ağzında 'heykel' ve 'heykel gibi' sözleri işte tam da böyle kullanılır. 

    Herkes bir işin ucundan tutuyorken birinin öylece durması sinir bozucudur. Uygun bir dille tepki göstermek gerekir. 'Heykel gibi durma da yardım et!' denir mesela... Yahut sadece 'Heykel!' denilerek bu bir tek kelimeye söylenmek istenen her şey sığıştırılır.

    Tabi bu sözler söylenirken vurgu ve tonlama önemlidir. Her iki kullanımda baştaki 'hey' hecesindeki baskı, muhataba şiddetle hissettirilir. Ve öyle bir tonda söylenir ki bırak hakareti, aşağılamayı; o sözde bir miktar küfür çeşnisi bile bulunur.

    

04 Ekim 2025

Hamıraşılardaki Teyzemiz


    Emiralioğlu Mehmet'in iki oğlu, iki kızı vardı. Yaş sırasına göre sıralarsak Ali 1872, Ömer 1884, Ümmühan 1889 ve Ayşe 1894 doğumludur. En büyük ile küçüğü arasında yirmi yıldan fazla var. Asıl fark Ali ile Ömer arasındaki 12 yıldır, diğerleri beşer yıl arayla doğmuş. Bunun sebebi ayrı anadan olmaları, yani Ali'nin anası ile Ömer, Ümmühan ve Ayşe'ninki farklı... Babalarının ne vakit öldüğü bilinmiyor, yalnız kayıtların esas alındığı 1905'te hayatta değilmiş. Şimdi dört kardeşin macerasına bakalım...

    En büyükleri Ali, Osman adını verdiği bir oğlunu everip 1910'dan önce vefat etmiş. Aşşağılının Efemehmet kardeşiyle evlenen Osman'ın çocuk kaydı yok, Cihan harbinde bu halde şehit olunca Emiralilerin Ali hanesi kapanmış oldu.

    Göz rengi sebebiyle 'Yeşilömer' diye lakaplanan Ömer ile Emiraliler sülalesi devam etti. Fakat bundan böyle onlara Emiraliler değil, Yeşilömerler denilecektir. 1934'te Fidan soyadını alan Yeşil Ömer, bir yıl sonra 1935'te vefat etti.

    Üç numara Ümmühan 1889 doğumlu idi. Annesi hayattayken onu Veyislerin Ali Osman ile başgöz ettiler. Bu Veyisoğlu Ali Osman'ı bugünden tarif biraz zor. Deliban (İbrahim Dadak)ın emmisi, Ösüzömer (Ömer Acar) ile Kötü (Hüseyin İnanır)ın büyük emmisi olur. Böyle dolambaçlı tarifin sebebi soyunun günümüze ulaşmamış olmasıdır. Zira Veyisoğlu Ali Osman, Cihan harbinde şehit olduğunda çocuğu yoktu. 

    Veyisoğlu'ndan çocuksuz dul kalan Ümmühan'ı Manavın Körlan (Mustafa Öztürk)e verdiler.  O sırada ilk eşi yeni vefat etmiş, küçük kızı öksüz Kör Mustafa ise dul kalmıştı. İki dulun ikinci evliliklerinden de üç çocukları oldu; 1917'de Emine, 1920'de Ahmet ve 1924'te Şerife doğdu. Küçük kızı henüz bir yaşına girmişken Ümmühan Hanım 1925 (veya 1926) yılında vefat etti.

    Gelelim Emiralilerin küçük kızı Ayşe'ye... Afyon'a gelin gitti... Hayvancılık ve kasaplıkla meşgul ve fakat Hamıraşılar diye lakaplanan bir ailenin oğlu Ali ile evlendi. O dönemde özellikle kızların evlilik yaşı çok düşük olduğu herkesin malumudur. Ayşe de 1910 gibi gelin olmuştur diye tahmin yürütüyoruz. 1904 yılı Eğret nüfusunu gösterir kütükte isminin kayıtlı olmaması bir muamma, fakat bu konuyu ayrıca ele almak gerek...

    Hamıraşıların Ali ile Ayşe Hanımın üç çocukları oluyor; Mehmet, Zehra ve Havva... Osmanlı'nın bu son döneminde ne kadar olabilirse işler o kadar yolunda gitmektedir. Lakin süregiden harplerden bu aile de nasibine düşen darbeyi yer, Hamıraşıların Ali 1916 yılında şehit olur. Ayşe Hanım tam on yıl, 1926'ya kadar üç çocuklu bir dul olarak yaşar...

    Peki ne özelliği var 1926'nın? Hatırlanacağı üzere bu yıllarda Ümmühan ablası vefat etmişti. Ardında en büyüğü 8-9 yaşında üç öksüz bırakarak vefat eden ablasıyla birlikte yeğenlerine de çok üzülmüş. Sırf onlarla yakından ilgilenebilmek için Manavın Körlan ile evlenmeyi kabul etmiş. Madem yeğenlerinin başına bir üvey anne gelecek, o üvey anne ben olayım diye düşünmüş olmalıdır... Böylece Ayşe hanım köyüne geri dönmüş...

    Ayşe Hanım ikinci evliliği için Eğret'e dönerken yanında kendi üç çocuğunu getirip getirmediği bilinmiyor. Zaten özel niyetlerle yaptığı bu evlilik uzun sürmemiş. Ayrılmaya karar vermelerinin sebebi tam olarak belli değil. Dediklerine göre Yunan gittikten sonra yedi yıl yağmur yağmamış, bu derece kuraklık ve kıtlık yılları... Bir de bütün dünyayı kasıp kavuran ekonomik kriz var, ülke ve insanlarının bundan etkilenmemesi mümkün değil. Yani Ayşe Hanım ile Kör Mustafa'nın ayrılma kararı almalarında çok değişik faktörler etkili olabilir...

    Yalnız 1927 yılında mahkemeye başvururken 'çocuk olmuyor' diye bir gerekçe göstermişler. Mahkeme bu gerekçeyi kabul etmemiş, 'Bu sebeple boşanılmaz' diyerek duruşmayı ertelemiş. Sonrakine tarafların ikisi de katılmadığı için dava reddedilmiş. 

    Benim yorumuma göre bunlar geçinemediler. Huzur ortamı olmayınca, yeğenlerine de bakamayacağını anlayan Ayşe Hanım boşanmak istedi. O dönemde şimdiki gibi 'şiddetli geçimsizlik' sebebiyle boşanma olmuyordu, hatta boşanmak çok zordu. Hele kadının böyle bir dava açması durumu yok denecek kadar azdı. Bu yüzden böyle bir yol izledilerse de sonuçta boşanamadılar...

    Boşanamadılar ama, Ayşe Hanım Kör Mustafa'yı terk ederek Afyon'a, çocuklarının yanına geri döndü... Kendi üç çocuğu artık çocuk değil, yetişkin olmuştu; onlarla ilgilendi, lakin Eğret'te bıraktığı öksüz yeğenleriyle alakasını büsbütün kesmedi. Düşündüğü gibi Kör Mustafa hemen evlenmişti, bu bir şey değil fakat yeğenlerine üvey anne demekti. Nitekim ortanca yeğeni Ahmet 1928'de, sekiz yaşındayken öldü. Bu ölümün üvey anneyle ilgisi olamaz, lakin özellikle küçük yeğeni Şerife'ye zulmedildiğine dair haberler alıyordu. Bu yüzden Emine ile Şerife'yi zaman zaman Afyon'a yanına getirdi. Maksadı yeğenlerini üvey anne zulmünden kurtararak daha iyi bakılmalarını sağlamaktı. Kör Mustafa ise her seferinde gidip kızlarını tekrar köye götürdü. Onun amacı da kızlarını tarlada, kırda bayırda çalıştırmak...

    Ayşe Hanımın yeğenlerini çok sevdiği ve Körlan ile evliliğe sırf onlara bakabilmek için katlandığı belirtiliyor. Afyon'a geldikleri zaman çocuklar kısa süreliğine de olsa insanca yaşarlarmış. O günlerin birinde onlara annelerinin küpelerini göstermiş. Kör Mustafa ile evlenmesi sebebiyle haberdar olduğu bu değerli küpeleri bozdurarak parasını ikisinin arasında pay etmiş. Bu olay büyük yeğeni Emine Gara Ömer Kök ile evlendiği yıllara denk gelebilir. Evet büyük yeğeninin gelin olduğunu görmüş. Fakat 10 Ekim 1941 günü vefat ettiğinde küçük yeğeni Şerife'nin çilesi devam etmekteymiş. Onun Macur Ali dedemle evlenmesine daha bir kaç yıl var...

    Ayşe Hanımın vefatından sonra yeğenleri ve yeğenlerinin çocukları ilk zamanlarda irtibatı kesmemişler. Afyon'da Hamıraşılardaki teyzelerini unutmamışlar. Ondan hatıra kalan Zehra ve Havva ablalarına aynı hürmeti göstermişler, hatta onlara da teyze demişler. Sonra onların çocuklarını fırsat buldukça ziyaret etmişler. Fakat son otuz kırk yılda bu irtibat kesilmiş, kopukluk yaşanmış...

    Sülale araştırmalarımız bitince sıra, dışarıya gelin olan Eğretlilere gelmişti. Ayşe teyzemiz onlardan biridir. Hamıraşılara gelin gittiğini biliyorduk, ama bu sülaleyle irtibata geçmemiz bir kaç ay önce gerçekleşti. 

    Bu vesileyle Hamıraşıların Ahmet Erçoban ile geçen hafta tanışıp sohbet ettik. Ninelerimizin teyze çocuğu olduğu ortaya çıktı. Gerçi Ayşe ninesinin Yeşilömerlerden olduğunu duymuş, rahmetli Ali Osman Fidan Dayı ile görüşürlermiş, ama onun ölümüyle bu irtibat da kopmuş. 

    Hamıraşılardaki Ayşe Teyzemizin torunlarına Yeşilömerler dışında; Cingenaliler (Saçan), Garaguzular (Önkal), Çolakfatılar ve Faddikler (İleri), Danalar (Duran), Emetiler (Kaya), Macuraliler (Öncül), Garaömerler (Kök) ve bunlarla ilgili yan dal niteliğindeki ailelerle akraba olduklarını söylemek isterim...

 


02 Ekim 2025

Yeni Okuldan Eski Okula

     

    Hamam konusunu işlerken eski hamamı bırak yenisinin bile bir fotoğrafını bulamamıştım. 69 İmar Planı albümünde diğer pek çok bina ile birlikte on yıl önce yapılan yeni hamamın fotoğrafını bir kaç karede görebiliyoruz. İşte onlardan birisi... 

    Bu fotoğrafın yakın planında hamam olmak üzere, ileride belediye binası, eski ortaokul, Çakırların ev, daha ötede Yörüğoğluların ev; solda Gıvığın ev ile Hatiplerinki çok belirgin...

    Yeni açılan İlkokuldan çıkmış öğrenciler... Öğle paydosu olduğu besbelli, ilerideki kalabalık evlerine gitmekte... Bir kaç yıl sonra öğrenciliğe adım atacağımız bu okula dair aklımda kalan seslerden biri de 'evlere' kelimesidir. Birbirimize ders ve teneffüs programını sayarken 'Birinci ders, birinci tenefüs, ikinci ders, uzun tenefüs, üçüncü ders, üçüncü tenefüs, dördüncü ders, evlere!' diye bağırırdık. Bu kelime dersin ve okulun bittiğini, en zevkli oyun  ve serbest gezme zamanlarının başladığını bildiren sihirli bir anlam müjdelerdi. İşte bu öğrenciler evlere kelimesinin müjdesiyle pek mutlu görünüyorlar... Özellikle çekim yapıldığının farkındaymış gibi objektife bakan şu dördü...

    Bu çocukların olduğu yerde genelde dağdan getirilmiş meşe odunları yığılı olurdu. Şu anda görülmediğine göre ya bitti, ya da hamamın aşağıdaki avlusuna atıldılar. O yıllarda kim yakıyordu acaba?

    İleride köşedeki belediye binasını daha önce konuşmuştuk. Uçtaki belli belirsiz direğin başka fotoğraflarda daha net göründüğünü ve onun sokak aydınlatmasında kullanılan lüks lambası direği olduğunu da... Yalnız bahçe köşesindeki o karaltıyı anlayamadım; kıştan kalma odun yığını mı, yeni palazlanmaya başlamış çam ağacı kümesi mi, yoksa kamelye mi?

    Belediyenin karşısında duvarla çevrili alanın ucunda dört köşe ağartı var, öğrenci grubunun ardına denk geldiği için dikkat çekmiyor. Sanırım Atatürk büstünün duvar kaidesi. Kireçlenmiş, yahut mermer kaplanmışsa ondan parlıyordur... Bu avlu görünümlü park tam bir kayalıktı, 1980 yılında Korkmaz Ayvaz bey azmetti, öğrencilerine kazma kürek, çapa bel ile orayı parka çevirtmişti. Ondan sonra yine mezbeleliğe döndü, ta ki 1994'te yeni belediye binası yapılana kadar...

    Meşhur meydandaki telgraf direğine dayanmış manzarayı izleyen kişi, az ilerisinde durup yarenlik eden örtmeli iki kadın ve daha ötede okulun yan tarafında biri boz diğeri kara iki eşekle aralarındaki sıpayı zikredip ortaokula geçelim.

    Burası 1948'den beri ilkokul olarak kullanılmıştı. Üç derslikli olarak planlanmış, sonra bir derslik daha eklenmiş, büyüklerin birisi de bölünerek derslik sayısı ite kaka beşe çıkarılmış. Buna rağmen son yıllarda binanın yetersizliğinden dolayı bir sınıf sağda solda ders görürmüş. Bunun üzerine planlı 6 derslikli ilkokul binası yapılarak bu yıl (1969) öğretime açılmış. Şu evlere dağılırken gördüğünüz öğrencilerin yeni binada ilk yıllarıdır.

    Geçenlerde Hacapo (Abdullah Erdem) Abi, eski okula ayrı kapılı bir ek derslik yapıldığını anlatmaya çalışmış, fakat Fişek (Cengiz Öztürk) ile ben böyle olmadığına dair itiraz etmiştik. Tam öfkelenecekken 'Belki yıkılmıştır, bizim zamanımızda yoktu' diye tatlı bir viraj alıp yumuşatmıştık. Hacı'nın haklılığı bu fotoğrafta apaçık görünüyor, zira Kelahmetlere doğru ayrı kapılı ek derslik işte orada... Sanki kapısının önünde biri var gibi...

    Kapı önünde insana benzer karartı dışında eski binada kimse görülmüyor. Terk edilmiş bir virane gibi; dış duvarlar yıkık dökük, sıvalar dökülüyor, çatının görünümü kötü... 

    Oysa bugünlerde, şu binada Anıtkaya Ortaokulu açılmasına dair onay çıkmak üzeredir. Hızlı bir tamir süreci başlayacak ve 3-4 ay sonra Eylül 1969'da okul öğretime açılacaktır. Belki de merhum Aliefe (Ali Tüplek) öncülüğünde tamire başlanmıştır...

    Bundan on yıl sonra, 1979 baharında biz birinci sınıftayken baksanız; bahçe duvarlarının muntazam yapılarak yükseltildiğini, ön tarafta güzel ve sağlam bir demir kapı bulunduğunu, yandaki dişbudak ağacının gölgesi altında bir sınıf oturacak kadar genişlediğini, arkada Çakırların meydan ambarı okul bahçesinde kalacak şekilde bahçe genişlediğini ve arkada öğle sonraları voleybol oynandığını görürdünüz...

    Şimdi şuradan bakıldığında ise, iki kareden müteşekkil fotoğrafta bulunan nesneleri göremezsiniz. Gıvığın ev ile Yörüğoğluların haney müstesna...



30 Eylül 2025

Gayalardan

 

    Beş karenin birleştirilmesinden oluşan bu fotoğrafta makine Bunar istikametindeki Gayalar mevkiine yerleştirilmiş. Bugün artık görünmeyen kayaların altında Kelsalek (Salih Azbay)ın çeşme vardı, işte onun biraz daha üst tarafında bir yer...

    Kareler başarılı bir şekilde birleştirilmiş, buna rağmen sol tarafta Söğütaltı'na doğru bariz eğim şu birleştirilmiş fotoğrafta verilememiş. Bunun sebebi her kare için makineyi 10 derece kadar döndürme zorunluluğudur. Son karede İlbulak dağ sırasına dikkat edilerek birleştirilme yapılmış, ama bu kez de harmanyeri zemini şaşmış. Sanırım eğim verilememesinin bir sebebi de bu...

    Harman dökülmeden önce buralarda bol bol galgan dikeni ve eğilce gibi otlar çıkardı. Baharda iyice gösterişli olan bu otlar harman zamanına kadar kuruyup meydandan çekilirlerdi. Sağ tarafta başaklarıyla dalgalanan ekin değil eğilceler, çocukların hizasında da galganları seçebiliyorsunuz.

    Çocukların koşarak indiği yolun yeri sürekli değişirdi. Çünkü yağmur sel sebebiyle alttaki kayalar meydana çıktıkça özellikle sap arabalarını sarstığından sap kaydırma tehlikesi oluşur, topraklı kısımdan yeni yol oluşturulurdu.

    Bir de Harmanyerinden Mantarlık tarafındaki hendeğe paralel inen bir yol vardı, ikisi derede, Çatalların harmanyerinde birleşirdi. Şu görünen o yol da olabilir. O zaman sağdaki başaklar eğilce değil arpadır ve büyük ihtimal şimdi Pilot'un ev bulunan tarlanın ucu görünüyor.

    İlk karede dam samanlık gibi müştemilatıyla tekmil bir ev görüyorsunuz. Bizim çocukluğumuzda harmanyerinin terk edilmiş yalnız eviydi, çok oynadık çevresinde... Yakınlarında bir otluk yığıldığına göre o vakitler kullanılıyormuş demek ki... Naymelerin İsmail Kırbaç emmininmiş bu ev. Afyon'a taşınana kadar burada kalmış. Şimdi Sağırların H.İbrahim Sancak'ın diye biliyorum...

    Son karede hamanyerinin ucunda bir ev daha görülüyor. Ben o evi hatırlayamadım, yalnız o civarda Daldallardan birisine ait bir ev bulduğundan bahsetmişlerdi. Demek ki erken dönemde yıkılmış.

    Gözüme kestirdiğim bir noktadan benzer bir fotoğraf çekeyim dedim de, buna yakın bir görüntü yakalamak mümkün olmadı. Bir defa buralarda şöyle bir açıklık artık yok, her taraf evlerle dolmuş. Yine döne döne çekmek gerek, o vakit de milletin evini görüntülüyormuş gibi olacak. Hasılı tek kare çektim, şuna benzemiyor bile...

    Dikkatli bakılırsa İsmail emminin evin yan tarafında ikinci karede su deposu, üstelik ayaklarıyla görülebiliyor. Günümüzde aynı yerden onu görüntülemenin imkanı yok, çünkü araya bir sürü yüksek binalar girmiş. Çocukların arkasındaki tepeye çıkınca deponun başını ancak görebiliyorsunuz. O vakitler Yenicami'nin minaresi daha yapılmamışmış, olsaydı şu resimde görülebilirdi.

    Her karenin üstüne keçe kalemle X işareti konulmuş, istenirse temizleme teknikleriyle silinebilirler. Orijinalini vermek istedim...

    1969'dan 2025'e... Manzara ne kadar değişmiş...



Asker Yolu

     
    Çirçir'den başlayıp Yataklar'ın ötesinden ormana giriyor, tarlalara paralel ilerledikten sonra Yörükyolu'nun çaprazlama makas darbesine maruz kalıyor, bundan sonra orman ortasından ilerleyerek Olucak'a ulaşıyor. Bazı ağıl ve alanlıklara da uğrayan bu kır-dağ yolu bir yerde Hanyeri'ni de teğet geçiyor. Vasıl olduğu merkez sebebiyle Olucak Yolu diye adlandırılan yolumuza, odalarda eskilerin Asker yolu dediklerini duyan bir arkadaşımız bu bilgiyi aktardı. Eski zamanlarda çeşitli sebeplerle ordu sevk edildiği için buraya Asker yolu denildiğine dair genel bir kanaat var. Bu görüşe katılmakla birlikte yolun askeri amaçlı kullanımına dair daha yakın tarihlere dikkat çekmek istiyorum.

    27 Ağustos 1922 akşam saatlerinde 2. Süvari Tümeni, ertesi günü Eğret yakınlarındaki Yunan birliklerine baskın yaparak ricatini geciktirmek ve olası düşman kaçış yolu olarak Afyon-Kütahya demiryolunu tahrip etmek üzere görevlendirildi.

    Olucak'tan ayrılıp Eğret'e doğru yöneldiklerinde Tümenin yürüyüş düzeni şu şekildeydi: 13. Alay öncü, arkasında 20. Alay, 4. Alay, 2. Alay ve en sonda Tümen Bataryası... 

    Bu düzende orman içinde ilerlerken süvari uykusuz ve yorgundu. Raporlarda belirtildiğine göre fundalık diye nitelenen çalılık orman arazisindeydiler, belirgin bir yol yoktu, olanı da karanlıkta seçilemiyordu. Yorgunluk, uykusuzluk, sapa arazi, karanlık ve daha başka sebepler birleşince olan oldu...

    20. Alayın son bölüğü biraz geride kalınca önündeki alayıyla irtibatı koptu. Bir ayrıma geldiklerinde ne tarafa gideceklerini şaşırdılar. 2. Alay Komutanı bütün birlikleri emri altına alarak Eğret istikametine yönlendirdi. Çünkü Kolordu bütün tümeni o istikamette görevlendirmişti. Böylece 20. Alayın bir bölüğü ile 2. ve 4. Alaylar ve Tümen Bataryası sabaha karşı Eğret güneyindeki Bağlar mevkiine konuşlanarak aldığı emri icra etti.

    Son bölüğü koptuğunda 13. Alayı takip eden 20. Alay onunla birlikte sağa yönelmişti, dolayısıyla istikamet farklı olunca vardıkları yer de öyle oldu. Raporlarda Çatalçeşme-Bayramgazi'nin 3-4 kilometre kuzeyi deniliyor, orada Trikopis kuvvetlerine çattılar. Hesapta olmayan bu düşman motorize birliğine ciddi hasar verdiler. Hepsinden önemlisi Trikopis güçlerinin hareketini ciddi anlamda geciktirdiler. 

    Burada odaklanacağımız husus, bizim birliklerin yürüyüş esnasında birbirinden kopup ikiye bölünmüş olmasıdır. Raporlardan anlaşılacağı üzere bu olay Olucak'tan ayrıldıktan sonra yaşanmış. Tam olarak vakti ve yeri belirtilmemiş olsa da fundalık/çalılıkta, yani orman içinde koptukları kesindir. Olucak'tan çıktıklarına göre Keçiyatakları civarı da olabilir, benzer alanlıkların bulunduğu başka yerler de... 

    Gedik geçidinin eteklerdeki uzantısı, yani şimdiki Yörükyolu'nun olduğu yerler de olabilir. Günümüzdeki kadar büyük olmasa da İmranguyusu'ndan dağa doğru uzanan bu yol bir asır önce de varmıştır. 

    Hatırlanacağı üzere Olucak Yolu ile Yörük Yolu'nun kesiştiği bir makastan söz etmiştik. İşte bu makasa geldiklerinde son bölük 20. Alayı kaybetmiş olmalıdır. Kopmanın burada gerçekleşmiş olma ihtimali yüksek...

    2. Tümen her nerede kopup ikiye bölünmüş olursa olsun, Olucak'tan itibaren takip ettikleri güzergah bizim Olucak Yolu dediğimiz yoldu. Yörükyolu makasında koptular, arkadaki kol sola, Eğret'e yöneldi. Öndeki iki alay ise Olucak Yolu'ndan hiç ayrılmadı ve yolun sonunda Çirçir'e ulaştı. O civarda onları Trikopis sürprizi bekliyordu...

    Bu kesinlikle böyle oldu diyemeyiz, çünkü belgesi yok; ama yakın geçmişte yaşanan bu olaydan sonra Eğretliler bu yola Asker Yolu da demeye başladılar. 



25 Eylül 2025

Olucak Yolu Ve Hanyeri

    
    Bu kez konuya tam ortasından başlayacağım. Bizim Yörük yolu dediğimiz, Gedik'i aşarak Sinanpaşa'ya doğru uzayıp giden dağ yolu var ya, işte oradasınız. Ormana girdikten 200-300 metre sonra belli belirsiz bir yolu çaprazlama ikiye böldüğünüzü görürsünüz. İkiye bölünmüş bu yolun batıda kalan kısmı canlıdır ve eski ağıllara doğru kıvrılır. Doğuda kalan parçası ise yol değil, yol kalıntısıdır. Anayoldan görülebilen minik bir meydana çıkar ve orada son nefesini verir. Yakın ve düzgün bir açık alan olduğu için üşengeç piknikçiler burada işini görüp hemen köye dönüyorlar. Bu yüzden yol daha ileriye götürülmemiş. Lakin 30 yıl önce böyle değil, anayolun iki tarafındaki her iki kol da gayet işlek bir yol imiş ve adına da Olucak Yolu derlermiş.

    Buranın adı hala Olucak Yolu, ama bunu derken artık çok geçmişte kalmış birinden bahseder gibi söylüyorlar. Yenilerde öğrendiğim bu yolu anlatayım...

    Eteklerde orman içinde tarlalara yakın, belki paralel olarak ilerliyor. Aşağı yukarı 400-500 metre mesafeyle tarlaları takip ediyor diyelim. Resulbaba'nın en uçtaki eteklerinden, Yataklar'ın berisinde ormana giriyor, ondan önce çıplak arazide başlangıç noktası ise Çirçir... Tarlalara mesafesi 400 metre kadar diye belirttiğim husus, Yörükyolu ile kesilen ilk kısımla ilgilidir. Yolun batı tarafındaki kısmı artık tamamen orman içinde ilerleyip Olucak'a varır. Bizim köylülerce Olucak Yolu diye adlandırılmasının temel sebebi de budur, çünkü bu köye çıkıyor...

    Dandır, Üyük, Macur, Çerkez, Yörük, Şeher yollarında olduğu gibi böyle adlandırılan yollar genelde iki yerleşimi birbirine bağlar. Misal Dandır yolu Eğret ile Dandır arasındaki yoldur. Bu yüzden Olucak yolunun da Eğret ile Olucak'ı birbirine bağlaması beklenir. Oysa burada öyle bir durum yok. Bu yol Çirçir ile Olucak arasında... İyi de neden böyle adlandırıldı?

    Bir zamanlar dağ da en az köy kadar şenlik olduğunu; Aşiret Yörükleri, elli civarında ağıl, yüze yakın sürü ve çobanları, sığır sürüleri, öküz çobanları vb. sebeplerden oluşan kalabalık neredeyse başka bir köy gibi olduğunu çeşitli vesilelerle söylemiştik. Bu yüzden dağdaki ahaliyi Olucak'a bağlayan yolun böyle adlandırılmasını garip karşılamamalı... Buna benzer Şamlı sırtlarından yukarıya doğru tırmanıp Mılıklar'a ulaşan bir patikanın Yörük yolu diye adlandırıldığını yeni öğrendim. Daha aşağılardan Olucak'a varana Olucak yolu denilmesi çok normal...

    Yolun Çirçir'den başlaması ilginçtir. Bilindiği gibi burası Afyon-Kütahya yolu üzerinde bir noktadır. Bu hattın eski dönemlerden beri işlek bir güzergah olduğu unutulmasın. Meşhur İpek yolunun bir kolu olarak tespit edilmiş. Tarihinin eskiliğini genellikle Eğret Kervansarayla ilişkilendiririz, ama onun inşa tarihi İpek yoluna nispeten yeni sayılır. Zira İpek yolunu M.Ö. 2. yüzyılda başlatanlar bulunduğu gibi onu Tunç çağına tarihleyenler de bulunuyor. Şu halde bu civardan geçen kolunun Eğret Kervansarayından çok daha eski olduğunu düşünmemiz gerekir. Yani iki bin yıl önce de buralardan geçen bir İstanbul yolu bulunuyordu.

    Adına her ne derseniz deyin, İstanbul istikametli yolun bazı noktalarında güzergah değiştiğini çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Mesela Kütahya'ya istikametinde Araplı boğazından kışın şiddetli zamanlarında geçmek zor olduğundan alternatif olarak Eğret'e Gazlıgöl üzerinden gidildiğini; Afyon tarafına giderken de bazı gezginlerin, yaz olmasına rağmen, Dandır güzergahını tercih ettiğini öğreniyoruz. Bunun gibi İstanbul'a doğru yol alanlar Çirçir'den Olucak'a yöneldikleri ve Beşkarış gibi yerleşimlere uğrayarak Altıntaş'a çıktıkları düşünülebilir. Yine buraların yolcuları güneye inmeleri gerektiğinde bu yolu izlemiş olabilirler. Çünkü adı geçen merkezler de tarihi nitelikteydi. Kısaca bizim köylülerin Olucak Yolu dediği hat, orman içinden geçen işlek bir antik yol olabilir.

    Yörükyolu'ndan Olucak'a kadarki bölümü hala kullanıldığı için çok belirgin olan Olucak Yolu'nun beri taraftaki bölümü günümüzde yol hükmünü yitirmiş. Bunun en önemli sebebi, bu tarafta bazı bölümlerde çam ormanı çalışılmış olmasıdır. Bu esnada yol ve patikaları esas almadan, eldeki plan çerçevesinde ağaçlandırmışlar. Böylece o bölgede eski yol kesintiye uğramış. Bir kaç yerinden kesildikten sonra, yol eski gücünü kaybedip tamamen işlerlikten düşmüş. 

    Bununla beraber yolun kalıntısı hala orman içinde belli oluyor. İzi takip ederek güzergahı hala çıkarabilirsiniz. Mesela Hanyeri'nin kenarından geçiyormuş, orada yolun tam yerini görebiliyorsunuz.

    Evet, meşhur Olucak yolunun duraklarından biri de Hanyeri imiş. Orman içinde ağaçsız çıplak meydanlara alanlık deniliyor. İşte Hanyeri bizim dağ içindeki büyük alanlıklardan biridir. Eskiden de böyle alanlık mıydı bilemeyiz. Bazı tektonik hareketler sonucu yeryüzü ve yeraltında önemli değişiklikler olması kaçınılmaz, dolayısıyla yer şekilleri ve bitki örtüsünde de değişiklikler beklenir. Bununla beraber Hanyeri adı verilmesi ile, oranın açık alan olması arasında anlam ilişkisi aramalıyız.

    Yanılma payıyla birlikte Eğret Hanının 13-14. yüzyılda inşa edildiğinde tarihçiler hemfikir.  Bölgeden geçen yolların tarihi de Milat öncesine kadar götürüldüğüne göre, bu yolların bazı noktalarında ilkel de olsa konaklama tesisleri olmalıdır. Antik yoldaki o noktalardan birisi Hanyeri olabilir. Yoksa oraya neden Hanyeri desinler?...

    Nitekim tarihçiler Lidya ile Frigya arasında muhtemelen tüccarlar için düşünülmüş konaklama yerlerinden bahsediyorlar. Heredot, bir çeşit han olarak düşünmemiz gereken bu tesislerin sayısını 20 olarak belirtiyormuş.* Küçük Frigya veya Frigya Salutaris'te yer alan Hanyeri, pekala bu yirmi handan birisi olabilir.

    Dağın henüz göremediğim yerlerinde sur gibi, set gibi, insan yapısı olduğu besbelli duvar kalıntıları varmış. Başka yerlerinde daha başka tarihi kalıntı, buluntulardan da söz ediyorlar. Hatta kervan yolu diye adlandırılan başka bir yol da duydum. Fırsatım olmadı, ama dikkatli incelemeye tabi tutulursa Hanyeri'nden bu ismi hak edecek ipuçları elde edilebilir. Temel kalıntısına benzer çukurlar hendekler, taş dizileri veya daha başka şeyler...

    Onca zamana rağmen orman içinde orası yine alanlık olarak kalabilmiş. Onlarca asra rağmen alanlığın adı bugüne Hanyeri olarak ulaşabilmiş. Madem orası han yeri, o yerde bir han olmalıdır. Çıkar bir gün ortaya...

    *Erkan İznik, Hellen Ve Romalı Yazarların Anlatılarıyla Frigler Ve Frigya, Fetih Ve Medeniyet Dergisi Eylül 2022, Eskişehir

 

22 Eylül 2025

Onyedinci Fotoğraf

 
    Sakallı (Derviş Mehmet Aydın)ın ev, köyde mimari estetik açıdan en dikkat çekicilerden biriydi. Daha başka yerlere serpiştirilmiş bir kaç bina daha vardı, ama hiç birinden bundaki göz okşayan bütüncül güzellik hissini alamazdınız.

    Kendi içinde üç kat olarak tasarlanmış binalara şimdilerde tripleks deniliyor. Sakallı'nın ev böyleydi işte. Galipbey caddesinden göründüğüne göre alt katta kapıları caddeye açılan iki (veya üç) dükkan; ikinci katta ortada bir küçük oda kadar gömme balkon, iki yanında büyükçe iki odanın pencereleri; üst katta ise koca bir kuş yuvasını andıran tek bir oda... 

    Kuş yuvası odanın da iki küçük penceresi var ve üstü çift kırım bir çatı ile kiremitlenmiş. Onun iki yanındaki eteklerde bulunan orta kat odalarının çatıları ise üç kırım... Anlattığım manzarayı Galipbey caddesinden fotoğraflarsanız simetrik bir bina ile karşı karşıya olduğunuzu anlarsınız. Fotoğrafı yandan ikiye katladığınızda her bir kanadın diğeriyle örtüştüğünü göreceksiniz, simetri bu demek. Ve binanın göze hoş görünmesindeki ana etken bu simetrik yapısı olsa gerektir.

    Hatırladığım zamanlarda Sakallı'nın ev mavi boyalıydı. Fotoğraf siyah beyaz çekildiği için rengi anlaşılmıyor. Aslında bu fotoğrafta o eve odaklanılmış değil, hatta karenin ucunda denilebilir. Yine de en dikkat çekici nesne olduğu için bu evden başlamak istedim. Dediklerine göre bu evi kardeşi Ömer Başçavuş yaptırıp Sakallı'ya satmış. Yapım ve planlamasında Ömer Aydın Başkanın etkisi ne kadar bilemiyorum, ama bahsettiğim estetik özelliğine fikir olarak katkı sunduğu kanaatindeyim. Fotoğrafa dönelim...

    Hava açık, gökte bir parça bulut var, tipik bir ilk yaz günü... Saçak gölgelerinin yönü ve uzunluğuna bakılırsa güneş tam tepedeyken çekilmiş. Evin önünde ve yanında iki akasya ağacı görünüyor, hayret bunlar hiç aklımda kalmamış. Fakat hemen üst tarafındaki meydan ambarını iyi biliyorum, uzun zaman yalnız ve kimsesiz yaşayıp bir anda hayatımızdan çekildi. Nasıl ortadan kalktığını bile hatırlamıyorum, fotoğrafını çekmek gerekince hayatta olmadığı gerçeğiyle yüzleşmiştik. Acaba kimindi bu ambar? Fotoğraftaki haline bakılırsa hala kullanılıyor ve çatısına yenilerde kiremit döşenmiş. Çok muntazam kiremitler, kırık yarık, eğilip bükülme, göçme çökme yok gibi... (Ambarın Hacı Emrullah Onay'ın olduğu haberi geldi. Ölümünden sonra veraseten Veli Tetik'e kalmış. Onu kaldırıp yerine ev yapmışlar.)

    Ambara bitişik tek katlı dükkanı bilemedim. Galiba cumartesi günleri buğday alınıp depolanan bir dükkan vardı oralarda, fakat o iki katlı değil miydi? Binanın tamamı ve Gocacami'ye doğru üst tarafı görünseydi bir şeyler söyleyebilirdik, bu kadarla yetinelim... (Yarısı görülen bu bina da Beygirli Mehmet Tüblek'in imiş. Uzun yıllar demircilik yapan Ömer eniştenin dükkan da böylece açıklanmış oluyor.)

    Galipbey caddesi henüz düzenlenmemiş, bildiğin selyolağı... Belli ki iki yanındaki binalar yeni yapılıyor. Lakin ambar ve Sakallı'nın ev pek de yeni gibi görünmüyorlar... Fotoğrafın çekildiği nokta caddenin biraz daha gerisinde olduğu anlaşılıyor. Şen Kardeşler Bakkaliyesi'nin önü gibi... Şimdi aynı noktadan şu açıklığı yakalayamazsın, zira Ramazan Şen'in dükkan açıyı kapatmış durumda. 

    Galipbey caddesinin güney tarafındaki binalar diğer tarafa göre daha geç yapılmış. Toprak ve kayalık caddenin bu tarafındaki kenarından, iki örtmeli kadının alad alad aşağı yürüdüğü görülüyor. Kim bu kadınlar ve nereye gidiyorlar? Biz ne bilelim...

    Kadınların köşesinden geçmek üzere oldukları kulübe gibi küçük bir yapı var, her halinden meydan helası olduğu anlaşılıyor. Demek ki bugün caddenin karşı tarafındaki köşede bulunan tuvaletlerin eski yeri burasıymış. Bu noktayı tarif gerekirse, Belediye kahvesinin merdivenlerinin ucu diye tahmin yürütebiliriz... Çatısının kiremitli, taş ve çamurdan ibaret duvarlarının kireçli olması o günün şartlarında meydan helasının bakımlı olduğunu gösterir...

    Belediye kahvesi yapılmadan önce burada metruk bir bina, daha doğrusu ören vardı. Orası eskiden beri köy tüzel kişiliğine aitmiş ve eskiden Karakol binası olarak kullanılıyormuş. Bir çok kişiden bu karakolla ilgili iyi kötü anılarını dinledim. Belediye kahvesi niyetiyle yapılan asfalt üzerindeki yeni binaya taşınınca, eski karakolun yerine yeni belediye kahvesi yapılması da ayrıca ilginçtir... Neyse, bu örenin en arkasında, kocaman dallarında oyunlar oynadığımız cüsseli bir dut ağacı vardı, benim hatırladığım bu kadar...

    1969 İmar Planı albümünde 17. sırada bulunan fotoğrafa bakıp bunları düşündüm. Bu küçük karede bulunan objelerin hiç biri şimdi bulunmuyor. Her birinin yerinde yeni birşeyler var. Yarım asırda bu kadar değişiklik... çok hızlı...


21 Eylül 2025

Dünya Bir Eğreti Köydür

    
    Sözlüklerde boşuna aramayın, bulamazsınız. Eğreti köy kavramı sosyal bilimlerde de kullanılmıyor. Benzer şekilde 'eğreti yerleşim'e bazı yazılarda rastlanıyor, ama isimleşecek kadar kendine yer bulamamış. Hasılı kelam 'Eğretiköy' tamamıyla benim uydurmam...

    Bizim köyün eski adıyla ilgili bir kaç rivayet var. Bunlardan biri çok ilginçtir. Bir kaç Türkmen obası gözüne kestirdikleri bir yere konmuşlar. Germiyanoğullarının kolluk güçleri de gelip burada izinsiz konaklayamayacaklarını bildirmiş ve en kısa sürede beylik mülkünü terk etmelerini istemişler. Bu bildirim üzerine Türkmenler 'Biz zaten burada kalıcı değil eğretiyiz' deyip muhafızları savuşturmuşlar. Onlar gittikten sonra tamamen yerleştikleri bu küçük köyün adı Eğreti olarak kalmış. Bu kelime daha sonra Eğret oluyor. 1961'de Anıtkaya ile değiştirilmiş olsa bile eskiler ve çevre köylerce Eğret adından hala vazgeçilemiyor.

    Köy ile ilgili yazıları toplayacağım blogun adını çok düşünmedim, daha doğmadan Eğretiköy adı konulmuştu. Küçük bir yanılsamayla gözler 'Eğret köyü' okuyup, zihinler de öyle anlıyor. Anıtkayalılarda böyle bir göz ve zihin yanılsaması olurken, aslen bizim köylü olmayan arkadaşlar bloga bakarak köyün adı Eğretiköy zannediyor. Bu vesileyle Anıtkaya'nın eski adı Eğret köyü, bloğun adı ise Eğretiköy olduğunu hatırlatalım.

    Köyün adı ile ilgili yukarıda naklettiğim ve başka rivayetlerde, ilk yerleşilen yerin geçici olduğu eğreti kelimesiyle vurgulanmaktadır. Burada bizi ilgilendiren işte bu anlam... Bloga ad olacak kadar derin bir kelime...

    Eğretiköy kelimesiyle şüphesiz Eğret köyünün kuruluşuyla ilgili hikayelere telmihte bulunuluyor. Bununla beraber o isme gerekçe olabilecek başka şeyler de aklımdan geçmedi değil. Evvela blog kalıcı olmayacaktı, bu yüzden kimse bilmeyecek, sadece yazıları biriktirdiğim bir klasör gibi bir köşede duracak, işi bitince kapatacaktım. Geçici bir yer, eğreti bir mekandı yani...

    Diğer husus biraz daha felsefik... Yazılar her ne kadar dünü bugünüyle Anıtkaya; tarih, dil, kültür, günlük yaşam, coğrafya bakımından Eğret olsa da, her yazının gerisinde mutlaka yazarın dünya görüşüne dair izler bulunur. Bu izler varır, bu dünyanın yalanlığına, sanallığına, geçiciliğine, faniliğine; asıl ebedi hayatın öteki tarafta olduğu gerçeğine çıkar. Bu hususu biraz açmak gerek...

    "Benim dünya ile ne işim var. Ben dünyada, bir ağaç altında gölgelenip de sonra onu bırakıp giden bir yolcu gibiyim." 

    Ayet, hadis, menkıbe, türkü... bu konuda sayısız örnek verilebilir. Ben yukarıdakini tercih ettim, eminim siz de defalarca işitip bu hadis hakkında düşünmüşsünüzdür. Kısa bir uykudan uyandığında yüzünde hasır izlerini görmüşler de, bir yatak yapmayı teklif etmişler. Onun üzerine böyle demiş Peygamberimiz...

    Bu veciz sözde dünya hayatı bir ağaç altında gölgelenmeye benzetilmiş. Biz köylüler ağaç altında mola verme olayına yabancı değiliz. Yolculuğa veya işe ara verir, ağaç altında dinlendikten sonra devam edersin. Burada asıl olan gördüğün iştir veya gittiğin yoldur. Ağaç altında karnını doyurmak, dinlenmek, soluklanmak, gölgelenmek için kısa süreliğine bulunursun. Oraya yerleşmezsin. Bilirsin ki yolcuysan varılacak bir menzilin, çalışıyorsan bitirilecek bir işin vardır. Kalkıp ona devam edersin. 

    Vazifen ağaç altında değil, yolda veya tarladadır. Asıl hedefin ve mekanın oralardır. Ağaç gölgesi kısa süreliğinedir, geçicidir, eğretidir... 

    Ağaç gölgesi ne kadar kalıcıysa, dünya ve hayatı da o kadar kalıcı... 

    Ayrıyeten insanın kendisi için yazdığı yazılar da vardır, olmalıdır. İşte Eğretiköy'deki bu yazılar satır aralarında 'Bu dünya bir eğreti köydür' diye sessizce(!) haykırmaktadır...