22 Eylül 2023

Gelin Yazma ve Oğlan Kınası

 
    Bu son gün için gelinin süslenmesidir. Aslında süsleme daha önceki günlerde başlamıştı.  Oğlanevinden yaşlı kadınların gelini hamama götürdükleri hatırlanacaktır. Kına hamamı denen bu olaydan sonra bu sefer genç kızlar gelinkızı ziyaret ederler. Ziyaret sebebi 'kakgil goma'dır...

    Kakgil gomek, kısaca gelin saçı kesmektir. Yani bir nevi kuaförlük hizmeti. Saçlar kesilirken arka ve yanlardaki perçemlere pek dokunulmaz, sadece uçları alınırmış. O sıralar kadında uzun saç makbul. Yalnız ön taraftaki saçlar daha kısa kesilerek alında kâkül oluşmasını dikkat ediyorlar. Zaten sırf bu sebeple gelin saçı kesmenin adı 'kakgil gomek' olarak kalıyor... 

    Gelin süslemenin ilk adımı kabul edilebilecek saç kesimi belki bir hafta önce olmuştu, asıl gelin süsleme düğünün son gününde, gelin indirmeden hemen öncedir. Buna gelin yazma deniliyor...

    Gelin yazmaya neden bu ad verildiğini biraz düşünmek lazım... Mesela hamur yazmada, bütün hamurun bir ekmeklik miktarlara parçalanarak mendile yayılması söz konusudur. Dolayısıyla hamur yazmanın aslı yaymaktır... Gelin yazmak ise yazı yazmakla ilgili gibi görünüyor...

    İlk zamanlarda bu işe eli yatkın bir kadın tarafından gelin yüzü bazı doğal boyalarla süslenirmiş. İlkel anlamda makyaj kabul edilebilecek bu işlemde elbette fırça mırça yok, belki (eskiler bilir) tükürükle çalışan kalemler var... Uzun zaman gelin yazma böyle yerel imkanlarla yapılmış...

    Yine yerel imkanlarla yapılmış; ama köyde yerel imkanlar genişlemeye başlamış. 1950'li yılların sonuna doğru kadın öğretmenler de var okulda, onlardan yardım istenmiş. Gelin yazmaya giderken öğretmen ne kadar makyaj malzemesi varsa yanında götürmüş. Hem ilk zamanlarda hem de öğretmenden yardım istendiği dönemde bu işte kalem (yahut ona benzer şeyler) kullanıldığı görülünce adını 'gelin yazma' olarak koymuşlar...

    1980 Yılına kadar gelin yazmada baş aktör hep öğretmenlerdi. Şerife Öğretmen ve Hamiyet Öğretmenin defalarca gelin yazdığına şahit oldum. Daha sonra kullanılan malzemeler çoğalıp, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla, Anıtkayalı bazı kadınların da gelin yazabileceği görüldü. Daha sonrası malum...

    Gelin yazılırken, önceden kâkgillenen saçlar da toparlanırmış. Zaten bırakılan kâküller bugün için değil midir... Kuaförün gelin başı yapması gibi bir işlem yani... Fes vazifesi görsün diye, gelinin kafasına bir çorba tası  geçiriliyor. Fitire tası büyüklüğünde; ama dibi köşeli bu tas fes görüntüsünde... Tas olduğu anlaşılmasın diye kırmızı bir örtüyle kamufle ediliyor... Gördün mü kızcağızın başına geleni...

    Bütün bunlar gelini güzelleştirmek için... Ayrıca bir kaç saat sonra, belki yüz kişiyi aşkın jürinin karşısına çıkacak... Yüzüyle gözüyle, saçıyla başıyla, gelinliği duvağıyla, çantası ayakkabısıyla tam not almalıdır... 

    Gelin yazanlara bir ücret, hediye verip vermediklerini hatırlamıyorum. Adettendir diye mutlaka bir şeyler verilirdi herhalde...

    ***

    Aynı saatlerde oğlanevinde kına merasimi var... 

    Cemaat öğle namazından çıkmamış, henüz düğün yemeği başlamamışken kınaya girişilmelidir. Çeñizgaynısı gelmiş, çalgıcılar boşa çıkmıştır. Her şey hazırdır yani... 

    Güveyi kınası, gelin kınası kadar teferruatlı değildir. Başlar ve çabucak biter. Sağdıcın annesi, yoksa münasip bir yakını tarafından yakılır. Önceden karılan kına, çalgının kına havasını vurmasıyla başlar. Önce güveyinin sonra sağdıcın eline yakılır...

    Önceleri bir elin avuç içi ve parmakların tamamını kaplayacak şekilde kına vurulurmuş. 1980'lerden itibaren yalnız baş ve işaret parmağı içine alacak bir bölüme sürülür oldu. Yakma işi bittikten sonra, kırmızı bir bezle kınalı el sarılır... Akşama kadar bu eller böyle kalacak ve ezanla yıkanacaktır...

    Kına yakma esnasında güveyi yakınlarının takı merasimi de aradan çıkarılır. Yemek sonrasında gelin almaya çıkmadan düğüncülerin kutlamaları kabul edilir. Bu sırada güveyi ile sağdıcın cepleri paradan şişer... 

    Henüz ödünç altın adetinin olmadığı o günlerde, düğüncüler gerine gerine gelin çıkarmaya giderlerdi...



20 Eylül 2023

Çeñizgaynısı

 
    Önceki gece çeñizevindeki son etkinlik çeñiz indirmeydi. Günlerdir kızevinin düğün odağı olan çeñizevindeki çeyizler teker teker indirilip toplanmıştır. Diğer malzemelerle birlikte pazar günü çeñizgaynısına yüklenip gelinin sonraki hayatını geçireceği oğlanevine götürülecek...

    Oğlanevinde bu seferki telaşın sebebi çeñiz gaynısı hazırlığı... Gelinin çeyizinin getirilip kendisinden önce evinin yerleştirilmesi, hazırlanması gerekir. Çeyizin taşınması çok eskiden kağnı vasıtasıyla yapılırmış. Bu yüzden çeyiz kağnısı anlamında bu isim verilmiş. Devran değişip kağnılar kullanımdan düştükten sonra daha büyük öküz arabasıyla yapmışlar. En sonunda traktör yaygınlaşınca onun römorkuna yüklemeye başlamışlar; lakin bütün bu süreçte neyle taşınırsa taşınsın buna çeñizgaynısı demeyi bırakmamışlar. Hala öyle bilinir, öyle söylenir... 

    Kağnı zamanlarında çeyiz küçük bir kağnıya bile sığarmış. Bir kazan, bir tencere, bir haba, bir heybe, bir döşşek, bir yorgan, bir yastık... Ben bu dönemi bilmiyorum, öküz arabasının çeñizgaynısı olarak kullanıldığı belki de en son örneği gördüm. Beygirlinin Çeyrekömerin düğünüydü galiba, öküzlerin boynuzuna portakal takılmıştı. Belki de o portakalların hatırına unutmamışım... Sonrası malum, çeñizgaynıları hep moturarabası (traktör römorku) idi...

    Hadi gidip çeyizi getirelim... Bu kadar basit değil, onun da yolu yordamı var. Her şeyde olduğu gibi, kalıplaşıp adet haline gelmiş bir sürü merasime tabi... 

    Çeñizgaynısı oğlanevinden çalgıyla yola çıkar. Güveyiyle sağdıcı berbere bırakıp gelmişlerdi ya, onlar traşını olurken bu işi de aradan çıkarmak çalgı için iyi bir fırsattır. Oğlanevinden birkaç genç kız ve oğlan çocuklarıyla motuarabasına kurulurlar. Amma güveyinin dayısı veya eniştesi de kafilede bulunmalıdır; çünkü oradaki ağa temsilen kendisi olacaktır. Ağalık kolay yapılamadığına göre biraz sonra olacaklara katlanacak... Çeñizgaynısı kızevine doğru aheste ilerlerken bunlar davuluyla düdüğüyle coşkulu bir şeyler çalarlar. Bu boş gidişin önemi yoktur, çalgı ve coşkudan maksat geldiklerini haber vermek... Asıl iş kızevinde çeyiz yüklendikten sonra...

    Çeñizgaynısı bırakıldıktan sonra çalgılar dönüp berberde bekleyenleri alıp oğlanevine götürecek. Onları bıraktıktan sonra da tekrar gızevine gelip bu sefer dolu çeñizgaynısına eşlik etmelidir...

    Çeyiz ve diğer eşyalar yüklendikten sonra çeñizgaynısının oradan ayrılması kolay olmaz. Dedik ya her şey adetleşmiş, attığın adımda karşına bir şey çıkar... Kızevinden birilerine istediği bahşişi vermezsen kağnıyı biraz zor götürürsün. 1960'ların başında Macuralinin damarına basmışlar; 

    -'Kendine güvenen gelsiñ, öküzünü tarlasını satmadan çeñizgaynısını götürebileceği görmüyon!' diye meydan okumuş. Çeyizi götürmeye gelen kişiye kızmış da olabilir... Körhocanın düğüncüleri arasından kimse ortaya çıkmaya cesaret edememiş. Susuzlu Abdullah Ağa hariç... Körhoca o yıllarda Susuz'un hocası olduğundan oradan da düğüncüleri var... Abdullah Ağa varmış Macuralinin karşısına, ne verdiyse ve ne dediyse, Macurali 'Sen değil de başkası olsa tarla sattırmadan  çeñizgaynısını goyvemicedim' deyip bırakmış...  Bu olayı bazıları, çivi çiviyi söker; macur inadını bir başka macur kırdı, diye yorumluyor...

    1970'li yıllara gelindiğinde yine çeñizgaynısı önüne durulup bir şeyler isteniyordu; ancak bunlar öyle ciddi şeyler değil, düğünü güzelleştirecek, ama dayıyı da zorlamayacak miktarlardı. Hem isteyen gelinin babası değil, yakınlarından biri olurdu. Hatta dışarıdan, ilgisiz birileri de isteyenler arasında olabilir. Mesela arabanın tekerini sökerler, alacağını almadan vermezler. Üç tekerli arabayı götürebilirsen götür. Bazen de kağnıya ket vurmaktan başka, dayılığını yapmayanı ayrıca cezalandırırlarmış. Patırın Hasan'ın düğününde Hakkıların Hakkı'yı gölete basmışlar mesela...

    Tabi çeñizgaynısı getirme hep olaylı bitecek değil. İstekler ileri sürülüp mesele kolaylıkla çözülenler çoğunlukta... Gasaphüseyinin düğününde çeñizgaynısı başındaki dayı, Esenin Hasan imiş. Bir kaç genç (birilerinin de fişteklemesiyle) arabanın önüne geçmiş, '10 Kilo sucuk isteriz!' diye tutturmuşlar. Dayının eniştesi olan Tellilelerin Halil (o vakitler durumu iyiymiş), 'Tamam, işte dükkan, ne isterseniz alın.' deyince bırakmışlar...

    Bütün engeller aşılıp çeñizgaynısı dönüş yoluna düşünce yine davullar gelmiş olur ve çalmaya başlarlardı. Araba dolu olduğu için artık çeñizgaynısının ardından yürüyerek çalarlar. Traktör sürücüsü yolunu uzatır. Çeyiz ve gelinin diğer ev eşyalarını daha fazla kişinin görmesi istenir... 

    Burada zikredilmesi gereken bir husus da aynadır. Daha önce oğlanevi tarafından alınan ağaç çerçeveli bir ayna, çeñizgaynısına dahildir. Onu güveyinin yengelerinden biri kucağında tutmalıdır. Çeyizlerle tıka basa dolu moturarabasında insan olarak sadece yenge bulunur ve görevi eve varana kadar aynayı düzgün biçimde tutmaktır. Tam olarak anlamını ve nasıl yerleştiğini bilemediğim bu adetin, ne zaman kaldırıldığını da bilemiyorum...

    Oğlanevine gelen çeñizgaynısı alayını, sabırsızlıkla bekleyenler karşılar. Çeyizi gelinevine yerleştirme görevini almış bu sabırsızlar, bir an önce vazifelerini tamamlayıp düğüne katılma derdindedirler. O hay huyla çeñizgaynısı boşaltılırken çalgıcıları başka bir görev beklemektedir...



19 Eylül 2023

Düğün Yemeği


    Düğüncü/davetlilere verilecek yemeğin hazırlıkları erkenden başlar. Bu düğün yemeği eskiden çok zahmetliydi. İlk olarak ekmek ihtiyacı bir şekilde halledilmelidir. Bir gün öncesinden yapılmadıysa hemen o gün sabah erkenden o iş halledilmelidir. Bu, beş on kadının zamanını sırf pide yapmaya ayırması demektir. Un elenir, hamur yoğurulur; sonra fırını yak, hamuru yaz, bırak çek... Ne olursa olsun öğleye kadar uzun pideler yetişmelidir...

    Pideler bir gün önce, Cumartesiden yapılmışsa işler biraz daha kolaylaşır; çünkü börek için mesai harcanacak... Her evde o kadar tepsi bulunmayacağı için konu komşuda ne kadar kara tepsi varsa toplanır. Çok börek lazım, çok... ve onlar da öğlene yetiştirilmelidir... 

    Neden çok börek lazım? Çünkü börek hırsızları var... Düğün eğlencelerinden birini teşkil eden bu hırsızların amacı çalmak değil eğlence çıkarmaktır. Benim hırsızlık dediğime bakmayın, Anıtkaya'da tepsiden börek kapma diyorlar... Fırından eve taşınırken kadının başındaki tepsiyi kapıp götürürler. Kimse de buna engel olmaya çalışmaz, zaten herkes bu duruma hazırlıklıdır. Bu yüzden mümkün olduğunca çok börek açılmalıdır...

    Düğün böreği hususunda sözlüğe kazandırılmış bir kelime var; kenar... Aslında kıyı, uç anlamına gelen bu söz Anıtkaya'da bir çeşit böreğin adı olmuş... Börekleri açanlar makine değil ya, tepsiden taşan hamur parçaları olacaktır. Açma işi bitip yağlamadan sonra tepsinin ucuna denk gelen hamurlar özenle kesilerek alınır. Fakat onlar da telef edilmez, ayrı bir dikkatle başka tepsiye bükülerek pişirilirler. Kenar adı verilen bu böreğin de kendine has ayrı bir tadı vardır. Yumuşak değil de çıtır sevenler onu tercih eder. Kenar böreği yemeyen birine bu lezzet nasıl anlatılır, bilemiyorum...

    Böreğin ortasına konulacak hoşaf önceden hazırlanmıştır. Erik, vişne kurusu ve bestil hoşafı en çok pişirilenlerdendi. Sonraları kayısı kurusundan da kaynatıldı, hatta daha sonraları oralet eritenler filan da oldu. En sonunda zamanın darbesiyle börek ve hoşaf tamamen menüden çıkarıldı. Ama insanlar Anıtkaya'da hala 'Düğününde galbırınan hoşaf daşıcen' diye espri yaparlar...

    Öğle sonrasına yetiştirilmesi gereken yemeklerden biri de kötdü dolmasıdır. Eğret düğün yemeğinin baştacıdır, fakat o da zahmetli... Önceden etin külede döğülmesi gerekir, ki bu vazife genellikle gocagarılara düşer... Malzeme hazırlanıp yoğrulduktan sonra kötdülerin dökülmesi gerekir ki bu da parmak yoran bir iş... En kolay da kazanda pişme süreci galiba...

    Düğün yemeğinin tatlısı zaten hazırdı, günler öncesinde açılan baklava... Bütün bunlar yemek sırasında ayağınlar tarafından servis edilecek; yalnız bol miktarda kaşık ve kap kacak lazım, onlarında önceden konu komşudan bulunması lazım. Önceleri tahta kaşıklarla yenirdi, sonradan alimiyon (aliminyom) kaşıklar çıktı... Temin edilen bu şeylerin sürekli yıkanması da gerekiyor... Yine bir kaç kadın sırf bulaşık yıkamakla görevlidir. Eskiden evlerde şebeke suyu olmadığını düşünürsek, su ihtiyacı için de bir kaç kişinin görevlendirilmelidir... Bütün bunları, düğün yemeğinin ne meşakkatli bir iş olduğunu, dolayısıyla düğünevinde nasıl bir kargaşaya yolaçtığını anlayabilesiniz diye söylüyorum...

    Sonradan pilav adet oldu... Bu; kötdü, hoşaf-börek döneminden sonraya rastlar. Pide olduğu yerde duruyordu; ama böreğin yerini pilav, kötdünün yerini kuru fasülye almıştı. Hoşaf ise isteğe bağlıydı. Bunlarda problem yoksa da pirince yabancı memleket olduğumuzdan pilavı denk düşürmek maharet isterdi. Sırf pilav için bu işi bilen ustalar ayarlanmalıydı. Aklımda kalan pilavcılar Gavasın Topal (İbrahim Sargın) ile Garahmetin Halil Patlar... Önceği kuşanır, omuzlarına bir peşkir atar, ortalıkta dolaşır dururlardı...

    Pilav kemik suyuyla pişirildiğinden onu hazırlamak da pilavcının görevi olurdu. Sonra pirinci yıkamak, süzmek, pişince servis etmek hususlarında tek yetkili hep pilavcı... İşin en eğlenceli kısmı pilav piştikten sonraki kapak kaldırma olayıdır. Oğlanevi düğüncülerinden tuttuğunu kazan başına getirip kapağa bahşiş atmalarını bekler. İstediğini aldıktan sonra onlara pilavı tattırır...

    Tabii pilav deyince bir de bunun eti var... Kuru kuruya pilavın bir anlamı yok, düğün pilavı etli olmalıdır. Bir gün önce oğlanevi erkeklerinin doğradığı kuşbaşı eti pişirip pilavla servis etmek de pilavcının işidir... Zaten düğüncüler, ilk pilav tepsisini üzerindeki etleri yiyip geri gönderirler. Bu, tepsiye et takviyesi yap demektir... Kavurma kazanındaki et durumuna göre pilavcı bütün bu makul istekleri karşılar...

    Gelin indirmeye çıkmadan hemen önce verilen bu düğün yemeği işinde, en sonunda bir aşçı tutma fikri ağır bastı ve uzun süre yemek böyle verildi. Profesyonel aşçıların tas tabak, kaşık, kazan... ne lazımsa her şeyi tekmildi. Yukarıda saydığımız gibi kadınlara yüklenen ekstra yükler ortadan kalkıyordu... Tabi menü de değişti; çorba, bamya, helva gibi şeyler eklendi. Pilav ise tahtını korudu. Ekmek hazır alınır oldu, yer sofrasından masaya geçildi... Yine ayağınlar hizmet ediyor, yine bulaşık yıkanıyordu... Bu dönemin aşçıları; Aşçı Tahsin Dirlik, Aşçı Halil Dadak ve Aşçı Vehbi Diril'dir...

    Şimdilerde bu iş de bir sektöre dönüştü, yemek şirketleri gelip servis edip gidiyor. Bulaşık derdi de yok... Herhalde düğün yemeğindeki bu gelişmelerden en olumlu etkilenen, oğlanevinin düğüncü kadınlarıdır...



Damat Traşı

    
    Düğünün sonunda Pazar sabahı herkes yorgun uyanır. Gızevinin yorgunluğuna sebep, önceki gece nişan gomadan sonraki güveyi oynatma eğlencesi, geötenkeri başlayan çeyiz indirme merasimi, sonra çeyizi toplayıp kağnıya hazır hale getirme ve diğer telaşlarla kafaların dinlenme imkanı bulamamasındandır. Gızevi gençlerinin alayı toplanıp oğlanevine dilenmeye gitme adeti bizde yoktu. 1990'lardan itibaren gecenin bir yarısında nezaketten yoksun şamatalı dilenme patırtısı bize de gelince Pazar sabahına vuran yorgunluk da artmış oldu...

    Oğlanevinde bu yorgunluk daha fazladır. Ne de olsa bütün telaşeler toplanıp orayı bulur. Bununla beraber düğünevinin kalbi yavaş yavaş gızevinden oğlanevine yöneldiğinden telaşeler dağ gibi de olsa hemencecik sevinç ve coşkuya dönüşür. Bu son günde ardı ardına sıralanan bir sürü şey programlanmayı bekler. Telaşenin bir sebebi de budur; 'nasıl olcek, nasıl gelcek'... Oysa telaşe ve endişenin ne kadar boş olduğu gün sonunda anlaşılacak. Sen kılı kırk yarıp planlasan da, gaygısızlığa vurup umursamaz davransan da her şey varacağına varır. Olması gerektiği gibi olur... Tabi uzaktan davulun sesi hoş gelirmiş, sen gel de bunu düğün sahibine anlat... 

    Bugün yapılacak işlerin hepsi birbiri ardına eklenmez. Bazıları da aynı anda birbirinden habersiz akar gider. Aslında özellikle oğlanevinde dört bir koldan ilerleyen düğün hareketliliği varıp gelin indirmede birleşir. Biz yine de oraya varana kadar başımıza gelecekleri bir bir inceleyelim...

    Damat Traşı
    Güveyi ve sağdıç düğün traşı için berbere gidecekler. Tabi bu da merasime tabi... Bir defa gidiş dönüş çalgı eşliğinde olmalıdır. Sağdıçla beraber öne düşerler, ardında güveyi yakınlarından bir kaç kişi. Birinin omuzunda mutlaka heybe olmalıdır. 

    Güveyinin dayısı veya eniştesinin omuzunda gözleri boş gibi görünen bu heybe çok önemli. Boş gibi görünse de içinde çay şeker, fındık fıstık, havlu çevre gibi şeyler var. Berbere ve hamamcıya verilecek olan bu gibi şeyler mühim değil. Heybeyi asıl önemli kılan şey onun çok iyi korunması gerekliliğidir. Delikanlılardan birine bu heybe kaptırılırsa vay Dayı/Eniştenin haline, cezalardan ceza beğensin artık. Tabi ceza demek maddi külfet demektir. Bu yüzden çok önemli olan bu heybeyi omuzda taşımak cesaret ister. En iyisi ortadaki deliği boyna geçirerek onu emniyete almaktır; fakat bu da korkaklık alameti diye algılandığından alay sebebi olabilir... 

    Heybelinin ardında odabaşı ve çalgıcılar, traş havasını (elbette böyle bir hava yok) çalarak ilerlerler. Önce hamama varılır. Tabi ki yıkanacak vakit değil, adet yerini bulsun diye el yüz yıkanır, hamamcıya hediyeleri verilip çıkılır. Bütün bunlar hep çalgı eşliğinde gelişiyor... Onların görevi kafileyi berbere bırakınca biter. Belki traş bitince geri götürmek için de çağrılabilirler. Yalnız onların başka işleri de olacağından, gidiş genellikle çalgısız olur... Nadiren çalgıcıların traş olduğu da vakidir...

    Her ne kadar traşa çalgıcılar dahil değilse de kafile zaten yeterince kalabalıktır. Güveyinin ve ardından sağdıcın traşı özenle yapıldıktan sonra gerisi önemli değildir. Yine adet yerini bulsun diye onlar da koltuğa otururlar...

    Berber dükkanları zaten küçüktür. Bu kalabalık düğün kafilesi geleceği önceden bilindiği için pazar günlerine pek sıradan müşteri alınmaz. İlle de alınacaksa onların geleceği saatler dikkate alınarak müşteri kabul edilir... Traş sonunda berbere bol bahşişli ücret ödemek de adettendir, galiba bu iş güveyi ve sağdıca düşüyor...

    Traş ücretinden ayrı berbere çay şeker, sigara, havlu gibi hediyeleri de takdim edilir. Bunu abartıp başka şeyleri hediye-bahşiş olarak verenler de olurmuş...

    Eskiden beri Eğret'te berberden yana sıkıntı yok. Birden fazla düğün olduğunda bile kendine yakın berberlerden birini seçip gidiyorlar... Dükkanı varsa dükkanda, yoksa mutlaka bir odaya oturup traş ediyordur, o odaya traşa giderek bu adeti aksatmadan sürdürüyorlar... 1980'lere kadar böyleydi, sonradan berberler hep dükkanda çalışır oldular. Bu yüzden damat (80'lerden sonra güveyi kelimesi bırakılıp damat kullanılmaya başlandı) traşı berber dükkanında yapılıyordu. 

    Berberlerin yerini kuaförler aldığından beri damat traşları da kuaförde yapılıyor artık. Tabi kuaför traşında ne çalgıcılar var, ne heybeli dayılar... Eşşek kadar hesabı da mecburen damat ödüyor... Neyse biz eskiye dönelim... Traş bittikten sonra düğünevine dönülmesi lazım. Çalgıcılar müsaitse çağırılıp gelmesi beklenir; değilse kaputlarını savurarak  yürüyen güveyi-sağdıç önde, heybeli dayının bulunduğu kafile arkada yola revan olunur...

    Belki daha önce söylemeliydim, geriye kaldı; güveyi ve sağdıcın omuzunda bir kaput bulunması da adettendir. Düğünler kış günlerine denk geldiği için bu kaputlar onların sırtında yabancı durmaz; lakin kaput dediğimiz şey de o gün için lüks bir giyecek, herkeste bulunmuyor. Köyde belki dört beş tane ancak var... Düğün boyunca giymek üzere onlar ödünç olarak alınır. Damat ve sağdıç kaput işini önceden ayarlamalıdırlar, çünkü düğün boyunca sırtında bulunacak...



18 Eylül 2023

Gobak Kuyuları

 
    Salih amel, insanların yararına yapılan her işin genel adı olarak çok kullanılan bir söz. Yol üstündeki bir taşı alıp kenara koymak, salih amele en basit bir örnek gösterilir. Eski adamların böyle yol temizliği yapmalarına çok şahit oldum. Şimdilerde ise, bir arabanın lastiğini patlatır diye çivi, vida gibi şeyleri yoldan alıp kenara koyanlara rastlayabilirsiniz. Bu da salih amelin en küçük göstergesiymiş...

    Bir de sadaka-i cariye denilen bir kavram var. İnsanlığın hayrına bir iş yapıyorsun, o işin sonucundan yararlanıldığı sürece senin sevap defterine gelir kaydediliyor. Ölsen de fark etmiyor, o hayırlı işten birileri yararlanıyorsa sana sevap olarak geri dönüyor. Bu yararlanma insanlarla sınırlı değil tabi; hayvan haşerat, kurt kuş da yararlansa sevap kazanıyorsun. Diyelim bir dere üstüne köprü yaptırdın. O köprü sağlam kalıp üstünden insanlar, hayvanlar gelip geçtikçe hesabına sevap yatırılıyor... Sevap hesabı sürekli aktığı için de bu hayırlı işe sadaka-i cariye (devamlı akan sadaka) denilmiş... Siz buna ucu açık salih amel diyebilirsiniz...

    Kim istemez ki hiç kapanmayan bir hesabı olsun ve bu hesaba durmadan gelir kaydedilsin... Bu yüzden insanlar yaptıkları hayırlı işin kendi ölümlerinden sonra da sürüp gitmesi için bunu bir sisteme bağlamak istemişler, böylece ortaya vakıf eserler çıkmış... Adam köprüyü yaptırdıktan sonra öylece bırakmamış; köprünün bakımı, sağlamlaştırılması, gerektiğinde ek kemer yapımı, düşen taşların yerine konulması vs. durumlarda kullanılmak üzere mesela bir dükkanını vakfetmiş. Onun kirası köprüye kullanılsın demiş. Köprü hep ayakta kalsın ki, adama manevi gelir kaydı sürsün. Mantık bu...

    Mesele ebedi hayat olunca, insanlar ona yatırımı ciddiye almışlar. Bu yüzden Osmanlı'da müthiş bir vakıf ciddiyeti var... Öyle vakıflar kurmuşlar ki şaşırmamak elde değil: Yaralanıp yolda kalan göçmen kuş vakfı, Fakirlikten evlenemeyen gençler vakfı, Fakir kızlara çeyiz vakfı, Parasını düşüren çocuk vakfı, İlkokul çocuklarına piknik vakfı vs... Bütün bunlar güzel bir davranışı ölümsüzleştirmeye yönelik şeyler... 

    Amacım kafa ütülemek değil, mevzuya geliyorum...

    Eğret'in bilinen üç vakfı var: İlki Hacı İbrahim Zaviyesi Vakfı, Tekkeyeri mevkkinde vakfa ait tarlalar varmış... İkincisi Kervansaray Vakfı, Dağ'da Hanyeri denilen mevkinin bu vakfa ait olduğu sanılıyor... Bilinen üçüncü vakıf ise Cami-i Şerif Vakfı ki Cuma Camisinin vakfıdır. Gazlıgöl taraflarında bu vakfın arazileri varmış. Vakıflar kapatıldıktan sonra Cami-i Şerif Vakfının Hayır Cemiyeti'ne dönüştürüldüğü anlaşılıyor...

    Eğret gibi eski bir yerleşim yerinde sadece üç vakıf bulunması düşündürücü. Bizim insanımızın iyi, güzel, yararlı, hayırlı işlere (salih amel) uzak olduğu sonucunu mu çıkarmalıyız bu işten? Elbette hayır... Eğret tarihinde çok sayıda vakıf var, bunların en güzel örneği Kır Çeşme ve Kuyuları adıyla listelendi... Burada adı geçen yüze yakın kuyunun, çeşmenin her biri ayrı bir vakıftır ve adıyla anıldığı zat için açık hesaptır... Çünkü bunlar susuzluk çeken insan, hayvan bütün mahlukatın emrine sunulmuş. E bunun ne kadar saygıdeğer bir davranış olduğu malumumuz...

    Eğret Kuyularından dördü Gobak Guyusu, Gobağın Guyu yahut Gobakların Guyu diye anılıyor. Bunların biri köy içinde, Gobakların evin bulunduğu meydanda, şimdi Apak (Mevlüt Kopan)ın evin tam karşısında idi. İkincisi Üçgözköprüye yakın susa kenarında, üçüncüsü Çatalüyük-Gocagedik mevkiindeki derede, sonuncusu ise yeni Mezarlığın ardındaki derede bulunuyordu...

    Güneydeki susa kıyısındaki kuyunun Zeliha Ninenin hayratı olduğu söyleniyor. Bu doğruysa onun kazdırılması Gobak Dede sonrasına rastlar; çünkü Zeliha Nine, Gobak Dedenin gelini oluyor... Köy içindekinin ise ne zaman ve kim tarafından kazdırıldığı bilinmiyor, çok daha eski bir tarih olmalıdır... 

    Çatalüyük ve Bağlar tarafındaki iki kuyunun bizzat Gobak Dede (Hatiboğlu Hasan) tarafından kazdırıldığını öğrendim. Şu durumda yaklaşık 150 yıl öncesinden söz ediyoruz demektir. 1830 doğumlu Gobak Dede bu hayrını orta yaş döneminde yaptıysa, 1870 gibi bir tarih biçilebilir...  

    Gocagedik'teki iki dönüm tarlayı kuyu için ayırmış. Kazılmış, su bulunmuş, taşları örülmüş, bileziği konulmuş, aharlar yapılmış. Kovasıydı zinciriydi, dolabıydı sereniydi tam tekmil bir kuyu olmuş... İki dönüm tarla da kuyunun çevresine güzel bir avlu olmuş; mal maşat, at araba rahat yanaşsın diye... Aynı o şekilde diğer taraftakini de eksiksiz tamamlayıp insanlığın hizmetine sunmuş. Sağlığında bu kuyuların eksiğini gediğini tamamlamış, vakti geldiğinde taşını gübürünü temizlettirmiş. Bu hizmetin önemini bildiği için de kendinden sonrasında kuyularda kullanılmak üzere Çalıyayla mevkkindeki 12 dönüm tarlasını vakfetmiş... Buna dair vakfiye filan var mıydı bilinmiyor; ama 'bu tarlayı ekenler, kuyuların bakımını yaptırıp diğer ihtiyaçlarını karşılasınlar' diye vasiyet etmiş. Belki de yazılı bir belge de bırakmıştır...

    Kuyuların ihtiyaçları neler olabilir? Ahar bozulur, tamiri gerekir; seren kırılır, yenilenir; zincir kopar, tamir edilir; kova düşer, yenisi alınıp takılır... Bunun gibi şeyler yani... Gobak Dede akıllı adam; maksadı namı yürüsün değil, sevap defterine sürekli bir şeyler yazılsın... Gobak Dededen pay biçilsin, diğer bütün çeşme ve kuyu vakıfları da böyle...

    Böyle mübarek bir hizmet vesilesi olduğu için vakıf malları her zaman kutsal ve  dokunulmaz bilinmiş. Fakat bir dönemden sonra toplumdaki bu hassasiyet körelmiş... 

    Sonra bir de baktık ki ne vakıf kalmış ne kuyu... Kuyu cenazesine benzer bir kaç koflamış ağaç parçası, bir iki ahar kırığı yere serilmiş. Çevresindeki açık alan sürüle sürüle kuyu bileziğinin burnuna dayanmış; neredeyse kuyunun cenazesi oradan sürgün edilecek...

    Eskilerin salih amel, sadaka-i cariye anlayışı nerede, biz neredeyiz. Öyle bir savruluş savrulmuşuz ki...

    Neyse ki insandan ümit kesilmeyeceğini gösteren güzel örnekler de var. Körelen kuyuların dibine artezyen kuyusu açtıran duyarlı bir kaç kişiyi duydum. Güneş enerjisiyle su pompalayan çeşmeler yaptıranları zaten biliyoruz. Bir salih amelle dünya güzelleşiyor...



14 Eylül 2023

Otantik Lezzetler

     
    Anıtkaya'ya özgü yemekler hakkında bir soru geldi. İlk anda akla pek bir şey gelmiyor, ortak akılla arayınca bir şeyler bulduk. Yalnız bunların da bize has olmadığını, belki sadece adını değiştirdiğimizi fark ettik... Tabi çoğu böyle olsa da başka bir yerde yiyemeyeceğimiz bir kaç yemek var... Daha neler var neler, yalnız yemeklerle yetinmeyip Anıtkaya otantik lezzetlerine  göz atalım...

    Aklımıza ilk gelen ekmek aşıydı. Kabul edelim ki gayet mantıklı ve güzel bir isimlendirme. Ana malzemesi ekmek olan bir yemeğe daha güzel ne ad verilebilirdi ki... Elalem papara derken bizimkiler ona pek itibar etmemişler... Türkiye'nin her yerinde bir bayat ekmek değerlendirme yemeği olan  paparanın Eğret'te 'ekmeğaşı' olarak bilinmesinden başka farklılıkları da olabilir. Bir defa doğranan ekmekler yapısı itibariyle ıslatıldığında hamurlaşmaz, nispeten diri kalır. Onu ıslatan su, sadece yağ, yumurta, soğan, toz biber ve tuzla tatlandırılır. Anıtkaya'daki ekmeğaşının basit tarifi bu... Et suyu filan kullanılmaz; zira fakirin öğün savma yemeğidir...

    Bağlamdan kopmadan geçiş gerekirse sırada cızdırma var. Karadeniz ile özdeşleşen mısır ekmeğinin bizde neden böyle adlandırıldığını bilmiyorum. Yansıma bir sözcüğe benziyor... Bizim çocukluğumuza rastlayan dönemde, değirmende öğütülecek kadar mısır ekilirdi. Şimdiki gibi yem mısırı değil, yerli kara mısır...  Kavurması, göllesi ve unu lezzetli olurdu... Cızdırmayı mısır ekmeğinden farklı kılan, ince yayılan hamurun bir tepside meydan fırınında pişirilmesidir. Çok tüketilmez, ama değişik bir tat olarak ara sıra yenirdi...

    Cızdırmadan sonra kaçamak da aradan çıksın... Mısır unundan yapılıyor... O kadar seyrek yapılırdı ki sadece bir kere yedim. Nasıl yapıldığını da bilmiyorum. Damağımda kaldığı kadarıyla beğenmediğim bir tadı vardı. Pelte gibi pişirilmiş mısır unu bir tepsiye dökülerek yayılmıştı. Bol sarımsak kokusu arasında millet buna saldırırken ben bir kaşık alıp burun kıvırmıştım... Çocukluk günlerinden sonra ne cızdırmayla ne de gaçamakla bir daha karşılaşmadım. Belki o mısırdan eskisi kadar ekilmediğindendir...

    Hakiki bir Anıtkaya yemeği bilmek istersen kulak ver... Pilav çorbasına başka yerlerde hangi isim verildiğine kafa yormaya gerek yok. Çünkü bizden başka bu yemeği bileni görmedim. Tarifi basit, yapması kolay... Akşamdan kalan bulgur pilavına su dökerek hafif tıkırdatıyorsun. Dığanda yakılan yağı, üzerine toz biber sepiledikten sonra sıcak çorbaya coslatıyorsun... Bu kadar... Pilav çorbası bahsini, bulgur pilavına sürtülmemiş diri haşhaş katmanın da Eğret'e mahsus olduğunu belirterek kapatalım...

    Oğmeş (oğmaç) çorbası da öyledir. Biz küçükken onbeş çorbası derdik nedense... Avuç içinde oğularak kıvam verilen sert hamur, yine oğularak küçük parçacıklara bölünüyor. Aslı un olduğu için kaynatıldığında kendiliğinden tat ve kıvam kazanan oğmeş çorbasına da ince soğanla yakılmış yağ coslatılıyor. Yanık soğan kokusu odayı kaplamalı... Bu çorbayı da başka yerde yiyemezsiniz, Eğret yemeğidir...

    Yalnız adı değiştirilerek bize özgüymüş hissi verilen yemeklerdeki adlandırmalar çok hoş duruyor. Herkesin kurufasulye dediği yemek, bizde denebörülceye dönüşüveriyor; bunun tazesi de yeşilbörülce oluyor. Erişte, hamıraşı; tazesi ise parafa... Aşureyi herkes bilir, amma alacaaşı bizden başka kim bilsin... Alaca kelimesinde aşurenin içeriğiyle ilgili çeşitliliği anlamamak imkansız gibidir. Hamıraşı olsun, alacaaş olsun; isim babaları/anaları boş insanlar değilmiş... Aynı şekilde ıspanak, sirken gibi yeşillik yemeklerine 'ot aşı' denilmesi de manidardır. Bununla beraber lahana kapuskasına 'galle', muhallebiye 'peleze' denilmesindeki sırrı hala çözemedim... Sonradan aklıma geldi; şimdilerde krep denilen şey bizde gaygına idi, aynı anda 'dığan cücüsü' diyenler de olurdu. Köfteye ise 'şipşip' derlerdi. Yapım aşamasında elleri yağlayıp avuç içinde şip şip bastırıldığını anlatan güzel bir isimlendirme...

    İsimlerden gidiyorken bir hususu da zikredelim; Eğret'te sarma yok... Bu türlerin hepsine birden dolma deniliyor. Aslında Eğret'te dolma da yok... Haydaa dediğinizi duyar gibiyim, izah edeyim... İçi alıp bir şeyi doldurduğunda o şey dolma oluyor, misal biberi oyup içini doldurunca o dolma oluyor. Biber dolması... İşte bu biber dolması bilinmezmiş Eğret'te. Daha sonraları, 1960 sonlarında filan yapılmaya başlanmış... Sarma var; pancar, ilibada, yaprak, kelem sarmaları yapılıyor; lakin onlara sarma değil, dolma deniliyor... Neticede onların içi de sarmak suretiyle doldurulduğundan isimlendirmede mantık hatası yok... Yani biber dolması, kabak dolması vs. son elli yıllık hikaye. Pancar dolması, ilibada dolması, kelem dolması ise oldukça eski...

    Yaprakları sararak doldurmayı bir nebze mantık çerçevesine oturttuk diyelim, kötdü dolmasını ne yapacağız; ne sarılıyor, ne dolduruluyor... Külede dövülen et, düyü ve bir kaç baharatla yoğruluyor. Ortaya çıkan köfteler lokmalar halinde dökülüp kaynatılarak pişiriliyor. Bu bir çeşit sulu köfteye neden 'sulu kötdü' değil de 'kötdü dolması' denildiğini nasıl açıklayacağız... Zorlama bir açıklaması şu olabilir: Sarmaya dolma diyoruz... O sarmalar açıldığında içinin kötdü dolmasına benzer topaklardan oluştuğu görülecektir. Bu benzerlik sebebiyle suluköfteye de kötdüdolması denilmiş... İsmi bir yana, kötdüdolması düğün gibi özel günlerde yapılan lüks yemek kategorisine giriyor... Şimdi bu uygulamanın kalkmış olması onun öneminden bir şey kaybettirmez. Gerçi küle kalmadığı, et kıyma makinesinde çekildiği için kötdü dolmalarında eski kıvam ve lezzeti yakalamak da zorlaştı. Şimdilerde kıvam tutup dağılmaması için ete biraz tavuk kıyması ilave ediliyor. Bence kötdüdolması hala güzel yemektir...

    Ona benzer bir de ak dolma var... Bir kaç baharatla yoğrulan göce, kötdü gibi dökülüyor; bir farkla ki lokmalar biraz söbü yuvarlanıyor. Suda pişirildikten sonra üzerine kıvamlı ezilmiş bol sarımsaklı yoğurt ilave ediliyor. Ak dolma denilmesinin sebebi yoğurt veya göcenin yapısındaki beyazlık olabilir. Başka adlarla bilinse de kötdüdolması ve akdolma Afyon çevresinde başka yerlerde de biliniyor. Yalnız 'yoğurtlu akdolma gibi bakmak' deyimi sadece Anıtkaya'da kullanılıyor...

    Tirit adlı yemek, et suyu ve et ile ıslatılan ekmek yemeği anlamında çok eski ve geniş bir coğrafyada yaygın. Et suyu ile şepit ıslatarak yapılan tirit denildiğinde bu coğrafya biraz daralıyor. Kaz etiyle yapılan tiritte adı anılacak bir kaç köyden biri Anıtkaya'dır. Benzerinin yapıldığı köylerde bile yapılış şekli veya adında bir değişiklik oluyor; mesela yağlama diyorlar, yahut şepit ıslatma işini bütün şepitleri üst üste istifleme biçiminde yapıyorlar. Hasılı kelam, Anıtkaya tiridinin özel olduğu bilinmelidir...

    Yeterince yağlandıktan sonra kesilen kaz, haşlamak suretiyle pişirilir. Haşlama suyu önemlidir, üzerinde biriken yağ tabakası sebebiyle uzun süre sıcaklığını kaybetmez. El kadar parçalara bölünen şepit tabakaları bir tepsiye dizilir. Bir turda iki veya üç şepit kırılması yeterlidir. Daha fazlasını yemek uzun sürdüğünden hamurlaşma sözkonusu olabilir. Daha azı ise hemen biteceğinden, başladığına değmez. En güzeli, bir tepside yağlı su ile ıslatılan tirit yenirken, ikinci tepside yeni tiridi hazırlamaktır. Böylece tepsi aralarında beklenmemiş olur. Zaten dört, bilemedin beş tepsiden sonra karınlar doyar; yediğin şey ekmek sonuçta... Bundan sonra tepsinin birine bir bütün şepit serilir ve üstüne kaz boca edilir. Son olarak et yenir yani... Tirit yeme sırasında mideye dokunacağından su içilmez. Bunun yerine yemeği hafifleştirici soğan gibi, turşu gibi şeylere başvurulur... Tiridin elle yenilmesi tercih edilir. Böyle bir sofra dıştan bakınca tiksindirici gelebilir, lakin aldığın lezzetle karşılaştırınca, lezzetin görüntüden daha mühim olduğunu anlarsın... Yine Anıtkaya'da atasözü haline gelmiş 'Öğlene az ye, akşama kaz ye' sözünün doğruluğunu tasdik edersin...

    Şepit dediğimiz kurutulmuş yufkadır. Eğret'te yufka kültürü kendine pek yer bulamamış bu yüzden şepit ön plana çıkmış. Bu arada yufka kelimesi kalın olmayan, ince manasını almış ve 'yuka' biçiminde kullanılır olmuş... Şepit ise sadece tirit için yapılmış. Ondan arta kalanların bayatlaması söz konusu değil; ama yine de bütün veya parçalanmış şepitleri börek yaparak değerlendirme yoluna gitmişler. Önce ıslatarak biraz yufkaya benzettikleri şepitleri fırında veya guzinede haşhaşlayıp börek yapmışlar. Buna 'yuka böreği' adını vermişler. Sanırım yukaböreğine de Anıtkaya dışında rastlanmaz... 

    Kurumuş ekmeği dilimle, ıslat, üzerine tuz biber ek ve mahalle fırınına sür. Üfleye üfleye katıksız yediğin bu sıcak ekmekler öğün savar. 'Cingen böreği' denilen bu ekmek yeme biçiminin daha yaygınına kırda rastlarsın. Güneşte kuruyan ekmeği ıslat, tuzla... Afiyet olsun... Bunun daha ehlikeyfçesi ekmek dilimlerini közde gevrettikten sonra ıslatmaktır. Hele dağdaysan, meşe közünde nar gibi gevret, sonrasını biliyorsun... Tokuz diyen iki kişinin koca bir ekmeği cingenböreği yoluyla mideye indirdiğini gördüm... 

    Pek yaygın değildir; ama biz çocukluğumuzda kırda bulursak taze peynir kebabı yapardık. Tabi ki 'peynir kebabı' sözünü ben uydurdum. Yaptığımız şey, peynir parçasını kazığa takıp közlemekti. Cingenböreği deyince aklıma geldi... 

    Kırdan tekrar köye dönelim, sırada Anıtkaya usulü höşmerim var... Baştan söyleyeyim Balıkesir höşmerimi ile alakası yok bizimkinin. Yine de kendinden söz ettirecek kadar önemlidir, hatta bana kalsa, 'Anıtkaya Höşmerimi' diye literatüre eklenmelidir... Un, yağ, süt, şeker gibi besin değeri yüksek malzemelerden yapılan höşmerim, hem yemek hem de tatlı olarak değerlendirilebilir; nereden baktığına bağlı... Çok zahmetli bir pişirme süreci var. Biliyorum, çünkü bir kaç kez bunu baştan sona izledim. Süt yağ ve unun birbirine yedirilmesi biraz uzun sürüyor. Bu tamamlandıktan sonra geniş ve derin bir bakır kaba (buna ne deniliyordu hatırlayamadım) yayılıyor. Artık zahmetli süreç başladı, bundan sonra ésıranla sürekli karıştıracaksın. Sadece karıştırmak yetmiyor, ésıranın geniş ucuyla keserek bütün hamuru parçalamak zorundasın. Tabi bunu yapabilmek için diğer elinle büyük bakır tencereyi tutuyorsun. O elinde dutuğeç var tabi... Karıştırmak ve karıştırdığın ésıranla hamuru parçalamak çok önemli. Ritmi ayarlayamazsan bir kısmı yanıp diğer kısmı çiğ kalır. Yeteri kadar parçalayamazsan büyük parçaların içi çiğ kalır ayrıca sonradan ilave edilecek tatlı oraya işlemez. Yani dur durak bilmeden karıştırıp keseceksin. Dutuğeçli elinle de bir ucundan kızgın tencereyi tutuyorsun... Döğerek hamur kesme zamanlarında tencere ağzına değen kolları yanardı rahmetli Ninemin. İş bitip sofraya oturduğumuzda kızgın bakırdan kaynaklı yanık izleri besbelli olurdu... Bu arada alttan da ocak sürekli ateşlenmeli ha... Höşmerim yeteri kadar parçalanıp kızardıysa pişmiş demektir. Sıcak sıcak üstüne toz şeker sepilenir... Soğutmamalısınız yoksa şeker erirse höşmerim mıncır, o zaman yemesi de tadı da hoş olmaz... 

     Daha eskiler süt yerine henüz süzülmemiş taze peynir kullanırlarmış. Bu halde sacda yapılan höşmerim kendiliğinden dıgıl dıgıl olur, ayrıca ésıranla dövmeye gerek kalmazmış. Alır sacla çapa tarlasına götürür bütün çapacıları onunla doyururlarmış... Meydan fırınında tepsiyle pişirme tekniği de bulunuyor höşmerimin. Benim gibi gerçek tadını bilenlere o höşmerim çok yavan gelir...

    Madem Anıtkaya'ya özgü lezzetlerden bahsediyoruz, sucuk es geçilmemeli. 1970'li yılların gecelerinde fırında erkeklerin sucuk yediğini hatırlıyorum. Duyduğuma göre bu adet 1960'larda başlamış. Yani 'sucuk goma'nın 50-60 yıllık bir geçmişi var. Çok eskiye gitmeyen bu adetin önemi şurada, Anıtkaya'da ortaya çıkmış. Kızgın taşa koyarak pişirildiği için adı böyle kalmış. 1990 Başlarına kadar Anıtkaya dışında bilinmezken bu yıllardan sonra meydan fırını olan çevre köylere de yayılmış. Bugün Afyon'un çoğu köyünde gazeteye, yağlı kağıda sararak külde sucuk pişirilmeye çalışılıyor. Çalışılıyor diyorum, çünkü işin özündeki kalitenin yakalanması mümkün değil. Taşta, külde, kürekte... Hasılı sucuk meydan fırınında hangi teknikle pişirilirse pişirilsin Anıtkaya'nındır...

    Meydan fırınında yiyip de damağımda kalan nadir lezzetleri de zikredeyim. Sucukgomeye yaşımızın tutmadığı yıllarda küle kumpil gömerdik. Zaten küçük olduklarından çabuk pişerlerdi, üşenmeyip yanımızda getirdiğimiz tuza banar banar yerdik. Yarı soyulmuş, yarı kabuklu kumpilleri üfüleyerek yediğimizi anmamak en başta o kumpillere saygısızlık olur... Nadiren ele geçirdiğimiz  bir yumurtayı ıslak çaputa sarar küle gömerdik. Kül kızgın ise çabuk pişer, yemeyenlere tavsiye ederim, hala deneme imkanları varken o tattan mahrum bırakmasınlar kendilerini... Gündüz pişmesi şartıyla bir şey daha var denemesini tavsiye edeceğim; külde nohut kavurma... Bir kürek kızgın küle bir avuç nohutu atıp bir kaç dakika karıştırıyorsun. Sonra yaydığın külün içinden nohutları teker teker alıp yiyorsun. Gündüz olmasına dikkat çektim; çünkü kül içinde bulunması muhtemel kızgın taşları nohut zannedip ağzına atma tehlikesi var, Allah muhafaza... Nohutları yerken parmak ve dudakların kapkara kesileceği unutulmasın... Benzer bir durum külde mısır kavurunca da yaşanır. Kürekle gıdıklayınca kül içindeki mısır gumdakları pıtır pıtır patlar. Karanlıkta yerken külün ağzına yüzüne bulaşacağı kesin... Ne kadar tatlı geliyormuş ki küle toza aldırmazdık... Galiba bunları lezzetlendiren biraz da külün kendisi. Yoksa niye mesela hamırsızı küle gömerek pişirirler ki... Acaba Anıtkaya'da külde pişmiş hamırsız yemeyen var mı?...

    Geldik, fantastik Anıtkaya yemeklerine... Böyle diyorum, çünkü bunların adı var kendi yok... Mesela 'bak dur aşı'... Ne yendiği veya ne yenileceği sorulduğu vakit verilen cevaptır. Bakduraşında yeteri kadar kızgınlık, protesto, eser miktarda ironi ve bol miktarda sevgi var...

    Diğer fantastik yemeğimiz ise 'bal baklavası'... Adından da anlaşılacağı üzere bu bir çeşit tatlıdır; fakat balın yanında her türlü lezzeti de barındırır... Her türlü yemekten ve yiyecekten daha lezzetli olduğu herkesçe bilinir. 'Balbaklağısı olsa yicek yanım yok' sözünde bu mana aşikardır...

    Yemek değillerdir, lakin fantastik yiyecekler grubunda değerlendirilebilirler. Bunlardan aklıma gelenler domalanın kökü, zıkkımın kökü, piynarın kökü ve daşın kökü... Kızgınlık anında, karşıdakinin yemesi istenen bu yiyeceklerden domalanın kökü tartışılmaz, zaten kendisi köktür... Taşın kökü hakkında bir fikrim yok.... Yapraklarını biliyoruz, araştırılırsa zıkkım (zakkum) ile piynarın köklerinde bir şifa/yararlılık bulunabilir...

    Yeni duyduğum hoş bir hikayeyle bitirelim... Cumhuriyetten hemen sonraki yıllar... Galiba Hacımahmutlardan biri Afyon'a gittiğinde tel kadayıf görmüş. Yemiş ki pek lezzetli... Sormuş soruşturmuş, yapıldığı yeri bularak köye götürmek üzere almış... Çok beğendiği bu şeyi çocuklarıyla birlikte tekrar yemekmiş gayesi... Ertesi gün kıra giderken hanımına tembihlemiş, akşama pişirsin diye... Yorgun ve aç olarak eve döndüğünde karısı onu karşılarken heyecanını saklamamış;

    - Herif, getirdiğin hamıraşının üstüne sarımsaklı yoğurdu dökdüm... Öyle bi oldu emme!...



12 Eylül 2023

Meclis Muhafız Taburunun Kayıp 24 Saati

    
    Kurtuluş Savaşı, Büyük Taarruz ve Eğret mevzuunda çalışırken, tartışılması gereken hususlardan birinin de Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde oluşturulan Muhafız Taburu olduğunu fark ettim... Tarihi ve kurtuluş savaşındaki önemi hakkında yeterli inceleme yapılmamış, yalnız Ankara'daki etkisiyle gündeme gelmiş bu birlik hakkındaki bilgileri kabaca özetleyelim.

    Büyük Millet Meclisinin açıldığı günlerin hemen ertesinde Muhafız Taburunun da kurulduğu anlaşılıyor. İlk Komutanı Yarbay Reşat Bey'in atama tarihi 3 Mayıs 1920 olarak görünüyor. Yalnız bir ay sonra Reşat Bey başka birliğe atanıyor. Tam bu sıralarda Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın yakın korumalığı göreviyle Ankara'ya çağrılıyor. Bir ay kadar sonra, Temmuz ayında da Muhafız Taburu Komutanlığına ataması var... 1940 Yılına kadar bu görevini sürdürecek... Taburla adeta özdeşleşen İsmail Hakkı Bey'den sonra onlarca askerin kumanda ettiği tabur 2011 yılında lağvedildi...

    Kurulduktan kısa bir süre sonra, Ekim 1920'ye gelindiğinde tabur bini aşkın personel ve yüzden fazla hayvana (at-katır) sahipmiş. Bünyesinde üç piyade ve bir makineli tüfek bölüğü var. Kasım ayında 339 er takviyesi yapılmış... Böylesine güçlendirilmiş bir birliğin görevi Meclisi ve Başkanını korumakla sınırlandırılamazdı. Nitekim senesi dolmadan cephelerde görevlendirilmiş. Çeşitli birliklerin emrinde genelde ihtiyat gücü olarak kullanıldığı savaşlardaki katkısı, bizi asıl ilgilendiren taraf oluyor. 

    İlk defa Batı Cephesine 2. İnönü Savaşında katılıyor. Bu dönemde  Mart ayında Afyon ile birlikte Eğret de işgal edilmişti. Savaşın kızışıp önemli yerlerin kaybedildiği böyle bir zamanda (28 Mart 1921), Mustafa Kemal Paşa Muhafız Taburunu cepheye sürerken İsmet Paşa'ya şu telgrafı gönderiyor: 

    "Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nu da yarın öğleye kadar cepheye yetiştirilecek olan diğer kuvvetlerle beraber emrinize girmek üzere şimdi gece saat 00.00’da hareket ettiriyoruz. Bu taburun subay ve erleri seçkin ve muharebe kabiliyetleri pek iyidir. Mevcudu, 900 tüfek ve 6 makineli tüfektir. En iyi bir alaya denktir. Her halde önemli bir anda işinize yarayacağını ümit ediyorum". 

    Gerçekten II. İnönü ve sonraki Kütahya Eskişehir muharebelerinde çok yararlılıklar gösterdi. Temmuz ayındaki çarpışmalarda mevcudunun üçte birini kaybetti. Bu durumda Kemal Paşa, taburun ilk fırsatta Ankara'ya gelmesini emretti. Ordunun Sakarya doğusuna çekilmiş olması Meclisi karıştırmıştı, bu yüzden Muhafız Taburuna Ankara'da ihtiyaç vardı. 26 Temmuzda geldiği Ankara'da 18 Ağustosa kadar kalacaktır. Aslında 5 Ağustosta Başkomutanlığın Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesinden sonra zaten ortalık durulmuştu, tabura da ihtiyaç kalmamıştı...

    Derken Sakarya Savaşı başladı. Başkomutanlıktan, Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nun emrindeki iki topla birlikte 18 Ağustos’tan itibaren demiryolu ile Ankara’dan ayrılması emri gelmişti. Tabur; 18 subay, 733 er, 155 hayvan, 2 top, 6 makineli tüfek, 12 arabadan oluşuyordu. Eylül ortalarında zaferle sonuçlanan Sakarya Muharebesinden sonra 22 Ekimde tekrar Ankara'ya çağrıldı. Mustafa Kemal Paşa taburun 'dost ve düşmana karşı muntazaman giydirilmesini' İsmet Paşa'dan özellikle rica etti...

    Tabur, Büyük Taarruza kadar geçecek yaklaşık10 aylık süreyi çoğunlukla Ankara'da, bazen de nerede ihtiyaç varsa oraya giderek geçirdi. Büyük Taarruz öncesinde, Ağustos 1922'de Gediz'de bulunuyordu. 25 Ağustos'ta bağlı bulunduğu 8. Tümenle Afyon güneyinde görevlendirildi. 28 Ağustos sabah erken saatlerde Afyon'a girildi. Muhafız Taburu da Vali Vekili olarak tayin edilen Komutanın emrine verildi. Böylece yangınların söndürülmesi ve asayişin sağlanması vazifesi Meclis Muhafız Taburundaydı. 29 Ağustosta Mürettep Süvari Tümeni emrine verilerek Kütahya'yı kurtarma emri verildi. Takip harekatına katıldı, İstanbul'a giren kuvvetlerin arasında yer aldı. 1 Mart 1923'te Ankara'ya, Meclis ve onun Başkanı Mustafa kemal Paşa'yı koruma görevine geri döndü...

    Meclis Muhafız Taburunun cephe macerası böyle... 28-29 Ağustos 1922 tarihindeki durumunu biraz didikleyeceğiz. Tartışmak istediğim mevzu, Taburun bu iki gündeki yaklaşık 24 saatlik zaman dilimidir. Eğret için önemli bu 24 saatin ayrıntısına inmeye çalışalım...

    28 Ağustos'ta ortalık ağarırken Muhafız Taburunun da içinde bulunduğu Kolordu Afyon'a girdi. Ortalık darmadumandı, yangınlar devam ediyordu. 7. Tümen Komutanı Mutasarrıf Vekili tayin edilerek Meclis Muhafız Taburu emrine verildi. Tabur yangınları söndürdü, Yunan'dan kurtarılan malzemeleri düzenleyip şehirde asayişi sağladı. Bundan sonra Kolordu, birlikleriyle akşama doğru Hamamlar bölgesine varıp orada geceledi...

    2. Kolordu Karargahı (Gecek-Ömer) Hamamlar bölgesine saat 18'de varmıştı. 8. ve 7. Tümenler ise daha önce, saat 16.30'da oradaydılar. Tuhaf olan şu ki kaynaklarda Kolorduya bağlı Mürettep Tümen ile Muhafız Taburundan bahsedilmiyor. Bu sırada onlar neredeydi acaba?

    Aslında Kolordu, tüm birliklerinin harekatını planlamış buna dair emrini sabah saatlerinde vermişti. Buna göre Kolordu Belce-Resulbaba hattı doğrultusunda ilerleyecekti. Mürettep Tümen Altıntaş istikametine şose (susa) boyunca düşmana çatana kadar yürüyecekti. 8. Tümen doğrudan Belce'ye, 7. Tümen ise Altıntaş şosesinden Belce-Çatalçeşme hattını tutacaktı. Bu emirler Tümenlere ulaşmadan, gelen yeni Ordu emriyle Kolordunun Hamamlar bölgesinde toplanması isteniyordu. Yeni duruma göre 1. ve 2. Ordu arasındaki görev sınırı Afyon-Kütahya şosesi olarak belirlendiğinden Tümenlere gönderilen emirler güncellendi ve akşama doğru Hamamlar bölgesinde toplanıldı. Mürettep Tümene verilen şose boyu ilerleme emri de güncellenip Çatkuyu-Olucak hattı istikamet veriliyor. Yalnız bu  hatta o sırada kıyamet var...

    Kolordunun Afyonkarahisar'dan çıktıktan sonra 28 Ağustos harekatına dair alınan verilen emirlerde Muhafız Taburunun adı geçmiyor. Bu, Taburun kuruluş amacı ve yapısıyla ilgili bir durum olsa gerek...

    Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisini koruma amacıyla oluşturulan Tabur, iyi eğitimli bir özel birlikti. Ülke savaş halindeyken Ankara'da atıl halde bulunması doğru olmadığı için cepheye sürüldüğü vakitlerde de hep özel görevlerde istihdam edildi. İnönü, Kütahya-Eskişehir ve Sakarya muharebelerinde hep böyle oldu; bir Tümen veya Kolordu emrine girip lokal görevler icra etti. Afyonkarahisar'da emniyet ve asayişin sağlanması da böyle bir görevdi. Uzmanı olduğu bu görevin icrasından sonra Kolordu emrinden çıktığı anlaşılıyor. Zira 28 Ağustos Kolordu görevlendirmesinde esamisi okunmuyor...

    Peki Kolordu veya Tümen emrinden çıktığı zamanlarda kafasına göre mi takılıyordu? Elbette bunun böyle olmadığı yakında anlaşılacak...

    Mürettep Tümen 29 Ağustos sabahı saat 5'te Hacıbeyli'de idi. Daha önceden buraya gelip istirahate geçtiği düşünülebilir. Altıntaş istikametine yürüyüşe geçti. Oraya vardığında Süvari Kolordusundan Tümenin onların emrine girdiğini öğrenip yeni emirler aldı. Bu ilk emrin gereğini yapmayı düşünürken aslen bağlı olduğu 2. Ordudan demiryolunu tutmakla ilgili başka emirler geldi... Kafalar karışmıştı. Derken saat 16:30'da Batı Cephesi Komutanlığından otomobille gelen bir subay, saat 10:30'da yazılan şu emri tebliğ etti: "Mürettep Süvari Tümeıni bütün kuvvetiyle önce Kütahya’yı işgal edecek, sonra düşmanın Esikişehir’den çekilme yolunu kesmek üzere İnönü doğrultusuna ilerleyecektir. Bu tümenin emrine Meclis Muhafız Taburu gönderilmiştir." Bir anda üç farklı emirle karşı karşıya kalan Mürettep Tümen elbette Cephe Komutanlığı emrine riayetle Kütahya'ya gitmek üzere Altıntaş'a yöneldi. Geceyi Pusan'da geçirecek... Ama Meclis Muhafız Taburu neredeydi?

    Dün (28 Ağustos)tan beri kayıp olan Muhafız Taburunun yeri hakkındaki tek bilgiyi Fevzi (Çakmak) Paşa'nın Kurmay Subayı Cevdet Kerim'den alıyoruz: "... Garp cephesi karargahından bir erkanıharp zabiti ile gönderilen ve 'Eğret’teki meclis muhafız taburunu da emrine alarak hemen Kütahya'yı zabt edip Eskişehir'den çekilecek olan düşmandan evvel İnönü mıntıkasına yetişmek' vazifesini ihtiva eden emri tebliğ etmişti. Fırka akşama doğru Altıntaş istikametinde yürüyüşe geçti ve geceyi Altıntaş şimalindeki Pusan'da geçirdi."

    29 Ağustos sabahı Eğret'te bulunan Meclis Muhafız Taburunun buraya ne zaman geldiği bilinmiyor. Önceki gün asayiş görevinin tamamlanmasından sonra Afyonkarahisar'dan 7. ve 8. Tümenlerden sonra, öğle üzeri ayrıldığı tahmin ediliyor. Tümenler 16.30 gibi Hamamlar bölgesine yerleşmişlerdi. Tabur Araplı'dan yahut daha doğuda Belce-Dandır aralığından Eğret'e yürüyüşüne devam etmiş olmalıdır. İkisine de dahil olmadığı için 1. ve 2. Ordu görev sınırını oluşturan Afyon-Kütahya yolu onu bağlamıyordu; bu yüzden Belce üzerinden de gelmiş olabilir. Hangi yoldan gelmiş olursa olsun, Muhafız Taburu 28 Ağustos akşam saatlerinde Eğret'e girmiş olmalıdır.

    Afyonkarahisar'daki gibi zor bir görevin Eğret'te de olması düşünülemez. Meclis Muhafız Taburu köye girdiğinde tek Yunan kalmamış, yangınlar söndürülmüştür. Askerini köyde gören Eğretliler derin bir huzur hissetmişlerdir. Bu arada Tabur da o gece dinlenme fırsatı bulmuş oldu... 29 Ağustos sabahına daha dinç uyandılar... 

    Belgelerden anlaşıldığına göre Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu 29 Ağustos Salı gününü de Eğret'te geçirmiş... Cevdet Kerim'in söylediğine göre, Mürettep Tümen Pusan'da gecelerken Tabur hala Eğret'te idi. Ertesi gün (30 Ağustos) Tümen Kütahya'yı kurtardığında, Muhafız Taburu'nun Altıntaş'a yeni yaklaştığı bildiriliyor. Şu durumda Muhafız Taburu Eğret'te en az 24 saat kalmış oluyor...

    Burada Mürettep Süvari Tümenine emir yağarken, Muhafız Taburuna hiç bir emrin ulaşmadığı düşünülebilir. Emrine verilen Taburun gelmesini beklemeden hareket eden Tümenin de böyle düşündüğü anlaşılıyor. 10:30'da yazılan bir emir ancak altı saat sonra 16:30'da arabayla Mürettep Tümene ulaştığına göre, Muhafız Taburuna hiç ulaşmaması veya daha da geç ulaşması, ciddi bir iletişim sorunu olduğunu gösteriyor. Bu yüzden Mürettep Tümen, Taburun gelmesini beklememiş olabilir...

    Başka bir husus daha var... Meclis Muhafız Taburu, bir Kolordu veya Tümen emrinde bulunmadığı dönemlerde emirleri başka bir merciden alıyordu. O merci, temel görevi kendisini korumak oldukları Başkomutan idi... Kütahya'ya yürüme emrini de Başkomutan'dan aldılar. Bunu Fahrettin Altay Paşa'dan öğreniyoruz: "Mustafa Kemal Afyon a geldiği vakit Meclis Muhafız Tabur Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı'ya (TEKÇE) taburu ile Kütahya ya gitmesini 3. Kolordu kumandanını bulmasını bazı talimatla emretmiş..."  Şu kadar farkla ki vazifeleri Mürettep Tümen emrine girerek Kütahya'yı kurtarmak değil, Kütahya kurtarıldıktan sonra oraya varıp ilgiliyi bulmaktır...

    Hasılı Meclis Muhafız Taburu, Garp Cephesinin emri kendisine geç ulaştığı için Eğret'te bu kadar oyalanmış değildir. O emri hiç almamış, Mustafa kemal Paşa'dan aldığı emir doğrultusunda, kendince vaktinde hareket etmiş ve vaktinde Kütahya'ya varmıştır...



10 Eylül 2023

Ağalık Vermeyle...

    
    Eğret'te köy ağalığı gibi bir sosyal yapı yok, yalnız ağalık kavramı çok kullanılıyor... Birinci kullanım sahası; bir işin sahibi, patronu demektir. Amelelerin, işçilerin, bekarların işini gördükleri kişidir. Mesela birine çifte gidiyor, akşama kadar çift sürüyorsun. Tarlasında çift sürdüğün kişi ağadır. Aynı şekilde orak, yolma, çapa, odun kesme, sap saman çekme, patoz atma vb. işlerin sahibine ağa denir. Benzer şekilde çoban durup koyununu güttüğün kişi ağadır. Bu durumda işverene ağa denilmiş oluyor...

    Ağa kelimesinin diğer bir kullanım alanı daha geniştir. Zengin, kalantor anlamında kullanılır; 'ağa adam' tabiriyle ifade edilen ağalık bu oluyor... Bununla birlikte her variyetli adama da ağa demek doğru değildir. Varyemez olarak bilinen birine aynı zamanda ağa demek yakışık almaz. O halde varlıklı biri, ağa olabilmek için bazı özelliklere sahip olması lazım...

    Malı mülkü, varlığı bir yana; onu insanların hizmetine sunabilenlere ağa deniliyor. Kısaca çevresindekileri yedirip içiren, fakire kolkanat geren, yediği kadar yediren insanlar ağa diye biliniyorlar. Gerçek ağalar, 'hadi bir ağalık yap' denilmesini beklemeden gerektiği yerde ağalık yapanlardır. Hatta ağalığı elaleme göstermeden, gizlice yapanlar daha çok sevilirler... Bu haliyle Anıtkaya'da ağa kelimesi cömert ile eşanlamlıdır...

        ***

    Hassönlerin Buruşak Mehmet Muratlar'a gitmiş. Tabi Buruşak dediğimize göre ortalama bir asır öncesinden bahsediyoruz... Bir düğüne davetliymiş. Çalgıcılar bunu Eğret yolunun girişinde karşılamışlar, çala çala doğru düğünevine götürüyorlar. Bizdeki düğüncü karşılama adeti onlarda da varmış...

    Davulcuya takılmışlar;
    - 'Eğret'in en namlı ağasını karşıladın, iyi bahşiş almışsındır.' Çalgıyla düğüncü okuyunca, yabandan geleni karşılayınca çalgıya bahşiş vermek de adetten... Davulcu, takılanlara düşündükleri gibi olmadığını söylemiş;
    - 'Onun verdiği bahşişi alın size vereyim' diye önlerine atmış, beş kuruş mu on kuruş mu her neyse... Bir de onlara akıl öğretmiş; 'Bunu bacadan çekin' demiş... 

    O günün eğlenceli adetlerinden biri de bu, gereğini yapmayan düğüncüyü bacadan çekmek... Bacaya giren ne olur, yüzü gözü kurum içinde kapkara kesilir; bu da gülüşmelere yol açar, al sana eğlence... Yalnız bacadan çekilmek toplum içinde alçaltıcı görüldüğünden kimse bu duruma düşmek istemez. Ne isteniliyorsa yapar, kesenin ağzını açar yani...

    Muratlarlı delikanlılar Buruşaktan bir şeyler isteyip istemediklerini bilmiyoruz. İstedilerse bile bu karşılık bulmamış olmalı ki Davulcunun tavsiyesine uyarak urgan bağlayıp bacadan çekiyorlar... Düğün sonunda Buruşak Mehmet'ten önce 'kara' haber Eğret'e ulaşıyor... Kardeşi Hacıefe olsun, oğulları olsun, o duruma düştüğü için kızıyorlar; ama daha çok onu cezalandıranlara karşı bileniyorlar... Misilleme lazım, ama nasıl?...

        ***

    Takgasların dedesi Cingen Murat oğlan everiyor, galiba Kel Ömer'i... Dernek kurulmuş, düğün başlamış; yabandan gelecek düğüncüler de gelmeye başlamışlar... Yaban dediğimiz o yıllarda çevre köylerdir, başka ne olacak... 

    Muratlar'dan gelen düğüncü, zamanında Buruşakmehmeti bacadan çekenlerden biri olduğu anlaşılınca oğlu Resil çok heyecanlanmış... İşte şimdi babasının intikamını alma vakti...

    Arkadaşlarını toplayıp varmış düğünevine Tatıresil... Adet olduğu üzere bir şeyler istediler veya istemediler, tutmuşlar adamın koltuğundan. Kafaya koymuşlar, bacadan çekecekler... Buruşakmehmete ne ettilerse aynısını yaşasın istiyorlar...

    Bir engel çıkıyor karşılarına. Tam muratlarına erecekken Cingenmurat;
    - 'Durun bakalım.' diyor... 'O benim düğüncüm. Mesele düğüncülük gereğini yerine getirmekse, aha ben onun namına bir çift öküz koyuyorum ortaya. Daha fazlasını ortaya süren alsın düğüncümü istediğini yapsın. Aksi takdirde bırakın!'

    Ortalık buz kesmiş... Cingenmuratın bu çıkışını kimse beklemiyor; lakin urgan ellerinde bekleşen yiğitlerden birisi de 'benden üç öküz' diyememiş... Dolayısıyla Muratlarlı düğüncüyü bırakmak zorunda kalmışlar...

        ***

    Cingenmuratın burada yaptığı misafirine sahip çıkmak... Dikkat çeken husus şu; orada bir çift öküzle meydan okuduğu kişilerin arasında ondan zengin birileri mutlaka varmıştır... 

    'Ağalık vermeyle, efelik vurmayla' diye bir atasözü var. Ağalığın nasıl bir şey olduğunun örneğini göstermiş Cingenmurat...

 


08 Eylül 2023

Ayağın

 
    Dernek adı verilen yemekli toplantılar meşhur. Bunların hepsi eğlence amaçlı olmuyor, bazıları dini içeriklidir. Cenazenin haftası içinde yapılan ölüyeri ve mevlüt öncesi yemekler bunlardandır. Eğlence amacıyla yapılan derneklerde de yemek sonrası dua edilir, lakin bu kısa duadan sonra tamamen coşku ve eğlenceye yönelinir. Bu tip dernekler düğün yemeğidir...

    Dernek katılımcıları davetlilerden oluştuğu için yiyip içmekle mükelleftirler, onların dernekten her türlü memnun ayrılmaları hedeflenir. Bu yüzden hiç bir eksik olmamalı, yemek menüsü haricinde servis hizmeti de tam yapılmalıdır. Kalabalık derneklerde bu işi yapacak personel de kalabalık olmalıdır. Onlara Anıtkaya'da 'ayağın' deniliyor.

    Ayağınlar davet sahibinin yakını gençlerden oluşuyor. Genelde gönüllü olarak kendiliğinden hizmete koşarlar, gerekirse dernekten önce rica ile görevlendirilebilirler. Çevresi geniş, sevilen yahut zengin dernek sahibinin ayağını da çok olur. 

    Temel görevleri davetlilerin yiyip içmesine hizmet etmektir. Sofralara (eskiden yer sofralarına) tabak ve tepsilerle yemek servisini yaparlar. Sofradakilerin varsa kaşık, su, tuz gibi isteklerini karşılarlar. Yemek takviyesi gerekirse boş tabak/tepsiyi doldurup getirirler. Bazısı elinde güğüm ve kupa ile su dağıtır. Hasılı, dernek boyunca ayağınlar ortalıkta koşturup dururlar. 

    Son dönem düğün ayağınlarına eskisi kadar iş düşmüyor. Bununla birlikte tek tip yazmayı kollarına bir pazubant gibi bağlayıp yine ortalıkta koşturdukları görülüyor...

    Şimdi gelelim bu delikanlılara Anıtkaya'da neden ayağın denildiği hususuna... 

    Temel ve gerçek anlamı yürüme organımız olan 'ayak' kelimesi ile ilgili sayısız deyim var Türkçede. Konuyla ilgili olanlarına kabaca bakalım...

    İlk dikkat çeken deyimler ayak altı ve ayak üstü... Ayak altında olmak o varlığın değersizleştiğini, hakir görüldüğünü bildirir. 'Ayağaltında dolaşma' diye azarlanan birinden de aslında yapılacak önemli işlere engel olmaması istenir. Burada biraz ayakbağı durumu seziliyor. Her durumda ayakaltı deyimdeki gizli aşağılama anlamı öne çıkıyor... Ayak üstü deyiminde ise buradakinin zıddı bir anlam beklenirken pek de alakalı olmayan bir manayla karşılaşırız. Acele, hazırlıksız olarak oturmadan yapılan iş ve konuşmaları anlatır. Ayaküstü işlere en güzel örnek Osmanlı Devlet yönetimindeki ayak divanı olabilir...

    Önemsiz işlerin görülmesi durumu ayak işi deyimiyle anlatılmış. Bu işleri yapan kimselere ise ayakçı deniliyor. Burada da önemsizlik, değersizlik duygusu vurgulanıyor. Bu konuya tekrar döneceğiz; ama ayak kirasının da ayak işleri ve ayakçılıkla ilgisi bulunduğu unutulmamalı...

    Anıtkaya'da çok kullanılan 'ayakta gomek' deyimi, kendisi yüzünden başkalarına sıkıntı vermek anlamında... Onu rahat ettirmek için insanların seferber olması, bu yüzden başkalarına rahatsızlık vermek gibi, hafif bir 'kusura bakmayın' edası var... Genellikle misafir - evsahibi ilişkilerinde karşılaşıldığını da belirtmek gerek... Yine Anıtkaya'daki 'ayakta galmek' deyiminin beklenen bir iş sonuçlanana kadar endişelenmek anlamıyla, 'ayakta gomek' ile yakın ilgisi var...

    Ayakaltı ile ayaküstü durumuna benzer ikili deyim ilişkisi ayağına dönmek ile ayağına dolanmak arasında da görülür. Ayağına dönmek, birinin her istediğini yerine getirmek, emrine amade olmaktır. Ayağına dolanmak ise tam tersine önemli bir iş sırasında ona ayakbağı olmak suretiyle ket vurmaktır. Ayrıca ayağına dönmekte, ayak kelimesinin sosyal konum, makam, huzur anlattığı da gözden kaçmıyor...

    İnsanlar arasındaki değer manasına gelen sosyal konum, en çok ayağına gitmek deyiminde  göze çarpar... Birisinin ayağına, yaşından veya sosyal konumundan dolayı saygıyı hak ettiği için gidilir. Buradaki ayak, o kişinin bulunduğu yer; yani makamı, huzurudur... Aynı deyimin 'ayağına götürmek' biçimi de vardır. Ayağına getirtmekte ise ayrıyeten güç kudret, iktidar; biraz da kibir manaları gizlidir...

    Kendi ayağıyla gelmek deyiminde bunların hiç biri yok, emek harcamadan bir şeye ulaşma yahut aptalca bir tuzağa düşme durumu var... Yalnız el ayak öpmek, ayağını öpmek, ayaklarına kapanmak deyimlerinde çok alçaltıcı bir durum tasvir edilir. Yalvarmanın da ötesinde rezil bir durum...

    Bir de ayak takımı var ki, o konuya hiç girmeyelim...

    Bu örneklerdeki ayak kelimesi, kişinin toplum içindeki yeriyle ilgili olduğu çok açık; sosyal konum, mevki dediğimiz şey budur. Deyimlerin her birinde sosyal anlamda değer/değersizlik hususu vurgulanmış...

    Eğret/Anıtkaya odalarında bızağlık (buzağılık) denilen bir bölüm vardı. Çocukluktan delikanlılığa geçiş eşiğindekiler burada otururdu. Uslu durduğu ve istenileni yaptıkları sürece odada bulunmalarına izin verilirdi. Görevleri oda ile dış dünya arasında irtibatı sağlamak. Dış dünya dediğimiz şey, oda ahalisinin evleri ve köydeki diğer odalardır. Evlerden bir şey getirilecekse, diğer odalardan birine bir haber gönderilecekse bunu yapacak olan bızağlıktakilerdi. Ayrıca çabuk boşalan su küpünü çeşmeden/kuyudan doldurma, sobaya bakma, odayı süpürme, bardak yıkama gibi işler de onlara bakardı. Bütün bu önemsiz işler oda cemaatine göre ayak işidir, bu yüzden ayakçılar tarafından görülür. Bızağlıktakilerin bir adı da ayakçı oluyor... Bızağlık boş ise, yaşça en küçük kişiler ayakçılık yapardı...

    İşittiğime göre odalardaki ayakçılara bazen ayağın diyorlarmış... Zaten Anıtkaya'dan başka yerde rastlanmayan ve davetlilerin ayağına dönen, hizmeti onların ayağına götüren ayağınların odalarda ayak işlerini gören ayakçılarla ilgisi olmadığı düşünülemez...



07 Eylül 2023

Kız Hamamı

     
    Hani ta çarşamba akşamından gelin saçına kına yakılmıştı ya, işte o kına günlerce gelinin başında kütük gibi duruyor. Bölük bölük saçların her katına ayrı yakılan, iyi girsin diye neredeyse bir leğen kına boca edilen, sonra kağıtlarla bezlerle sarıp sarmalanan zavallı kafa, şu taş gibi ağır haliyle ağrıdan çatlar... Bu ağırlıktan kurtulmak için Cumartesiyi beklemek gerekir...

    Cuma gece yarısından sonra eller ve ayaklara da kına yakılmıştır; ama onların geline pek zararı yoktur. Hem de sıkıntısı zaten kısa sürelidir, sabaha kadar bağlı kaldıktan sonra gündüz açılıp yıkanacaklar...

    İşte Cumartesi günü düzenlenen ve adına 'kız hamamı' denilen organizasyonun asıl amacı gelin kınasını açıp yıkmaktır. Zira bu kadar kınayı ancak hamam paklar... Çarşamba günkü gınahamamına yalnız gocagarılar gitmişti, bu sefer sıra gençlerde... Kına yıkamak filan bahane, yine oyun ve eğlence lazım...

    Gızhamamı denilmesini, kızevinden daha çok katılıma bağlayanlar çıksa da işin aslı öyle değil. Gızhamamında da organizatör yine oğlanevi kadınlarıdır. Kınayı yıkayacak, eğlenceyi yönetecek, aç karınları doyuracak, ulaşımı sağlayacak... Hasılı, gızhamamını düzenleyen oğlanevidir. Böyle isimlendirilmesinin sebebi, kadınlara yönelik olması gibi görünüyor...

    Hamama gidecekler hemen hemen belli gibidir. Yine de çağrılmayı beklerler. En geç Cumartesi sabahı 'gızhamamına buyurun' daveti almazlarsa biraz çekinik dururlar. 'Düğün elinen' esası bu durumlarda unutulmamalıdır...

    Eğret Hamamının işler olduğu yıllarda diğer organizasyonlar gibi gızhamamı da burada yapılıyordu. Tabi bizim hamamın çapı belli, çok kalabalığı kaldırmaz. Bu yüzden hamam davetlerinde bu fiziki kısıtlama da göz önünde bulundurulur... Eğret hafta pazarının da aynı güne denk gelmesi nedeniyle çevre köylerden gelecek hamamcılar da düşünüldüğünde bütün bunları bizim hamamın kaldırması mümkün olmazdı...

    Havuzu olmaması, yeteri kadar sıcaklık sağlanamaması ve fiziki yetersizlikler sebebiyle bir dönemden sonra Anıtkaya Hamamı tercih edilmez oldu. Gecek, Ömer, Gazlıgöl daha cazip geliyordu. Oralara ulaşım imkanı sağlandıktan sonra mesele yoktu. Bu sorun da bir traktörle çözülebiliyordu. Bu yüzden gızhamamına çevredeki bu yakın hamamlara gidilmeye başlandı. 

    Demek ki gızhamamı organizasyonlarına dahil edilebilecek kadar küçüktük... Bir kaç hamam macerası hatırlıyorum... Köyden bir nebze de olsa uzaklaşma fikri çekici gelirdi, hamama giderken bu yüzden heyecanlı olurduk. Fakat gözleri yakan sabun ve kaynar suyu düşündükçe bu heyecan, iç sızlatan bir yolculuğa dönüşürdü. Tarif edemeyeceğim bu sızı bende Bayramgazi çeşmesinin o tuhaf kubbe alemiyle özdeşleşmiştir. Onu gördüğüm anda kaynar su ve yakıcı sabun azabı bölgesine girdiğimizi düşünürdüm. Her dakika bu cehenneme biraz daha yaklaşıyorduk. Moturarabasındaki cağul cuğul kalabalık neler düşünüyordu bilemem, ama o sivri kubbeli-alemli çeşmeyi her gördüğümde benim içimde fırtına kopardı... Şimdi yıkıldı galiba, ama koca adam olduğumuz yıllarda bile o çeşme bana azaplı hamam yolculuğunu hatırlattı...

    Gızhamamında gidiş ve dönüş çalgıyla olur. Anıtkaya hamamına gidilecekse, eli bohçalı hamamcı kafilesi önde davılcılar arkada hamama kadar böylegidilir. Çıkışta da çalgı onları hamamdan alıp gızevine bırakır... Yaban hamamlarına gidilecekse de çalgıyla yolcu edilir ve dönüşte köy girişinde karşılanırlar... Onların yokluğunda çalgıcıların işi bitmez, kapıya çalma eksiği varsa onu tamamlarlar, düğüncü karşılarlar, oyuncuya çalarlar... Hiç bir şey yoksa pazara gidip gezerler...

    Hamama dönelim... Oğlanevi kadınları gelin yıkamayı, çok önemli bir görev icra ediyor edasıyla yaparlar. Bu arada türküler söylenir, maniler atılır, oyunlar oynanır... Ne de olsa böyle şeyler için gızhamamı... Fakat gelinle, kınayla, düğünle hiç alakası yokmuş gibi bir köşede keselenip sabunlananlara da her gızhamamında rastlanır...

    Erken çıkardık biz hamamdan... Sonra bu küçük yerleşim yerinde (bütün hamamlar küçük yerleşimdi) eğlencelik ne varsa oraya yönelirdik. Kadınların toplanması hep sorun olur, kimse hamamdan çıkmak istemez; o kadar haber yollamalara rağmen birileri mutlaka gecikirdi... Köye dönüş, hamama geliş kadar coşkulu olmaz. Çünkü hamam yorgunluğu denen bir şey var. Ne kadar yorgun da olunsa, gızhamamı arabası türküsüz olmaz... Bağıra çığıra, el çırpa çırpa dönüş faslına geçilir...

    Gızhamamına karşılık oğlanhamamı diye bir kavram da vardı diye hatırlıyorum. Güveyi ve arkadaşlarının katılımıyla gerçekleşen bu hamam cumartesi gecesi veya pazar sabahı olurdu. Tabi Anıtkaya hamamında... Sonra oğlanhamamının geçerliliği kalmadı, gızhamamına eklemlendi. Cumartesi günü az bir erkek hamamcı da gızhamamı kafilesine katıldı...



06 Eylül 2023

Düğüncüler

 
    Davılcıodası dışandaki oğlanevi eğlencelerine baktığımızda karşımıza düğüncü kavramı çıkar. Güveyinin yakınlarının tamamı düğüncü diye adlandırılır. Akrabalık derecesine göre bunların düğüncülük derecesi de değişir. Bu anlamda bakıldığında en büyük düğüncü sağdıçtır. Az sonra anlatılacak düğüncülük olaylarına en fazla muhatap olan sağdıçtır. Sonra ana baba, kardeşler gelir... Ve diğerleri... 

    Düğüncüler çalgı vasıtasıyla kapısının önene gidilerek davet edilir. Buna okuma deniliyordu, fakat asıl okuma bundan daha önce dürü göndermek suretiyle yapılıyordu. Dürü denilen hediyeyle düğüne davet edilmiş oluyorlardı. Dolayısıyla dürüyü aldığı andan itibaren o artık düğüncüdür. Tabi birinci derece yakınların okunmasına gerek yoktur, onlar doğal düğüncü...

    Peki nedir düğüncü? Nasıl davranmalıdır ve düğünde neden önemli bir yere sahiptir? Bakalım...

    Düğün, eğlence demek; eğlence ise yiyip içmekle, çığırıp oynamakla sağlanıyor. Davetli olan olmayan herkesin eğlenmesini sağlayacaksın. Çünkü 'düğün elinen'... Sen zaten düğün sahibi olarak yapman gereken her şeyi yapsan bile, sırf eğlence olsun diye birilerinden olmadık isteklerde bulunabilirler. Göz yumup, hoş göreceksin...

    İstekler doğrudan düğün sahibine değil de yakınlarına, yani düğüncülere yöneltilir. Düğüncü, düğüncülüğünü göstermeli; düğünün şerefine kendinden istenileni yerine getirmelidir. Zaten daha davullar çalınmaya başlamadan birisi dükkanda kahvede mutlaka hatırlatır, 'Sen düğüncü değil misin, hadi bakalım' denildiğinde ne isterlerse yiyip içmeleri sağlanır.

    Bunlar güzel adetlerdir, bir düğüncü böyle tekliflere olumsuz bakmamalı, cömert davranmalıdır. Aksi bir tavır içine girer de inatçılık yaparsa; dala asma, ahara basma yahut bacadan çekme gibi caydırıcı silahlarla karşı karşıya kalabilir. Soğuk kış günü bir çeşme aharında ıslanmak Allah muhafaza adamı hasta eder... Koltuklarından veya ayaklarından bir ağacın dalında sallandırılmak, bir haydut gibi... Hele bacadan sallandırılmak veya çekilmek her anlamda yüzkarası... İyisi mi, al istediklerini kurtul...

    Gerçi düğüncüysen her istenileni yerine getirmekle de kurtulamayabilirsin. Ne yaparsan yap senin için bir güzellik düşünürler... Maksat eğlence olsun...

    Eğret dışından gelen düğüncülere özel bir karşılama töreni düzenlenir. Yoldan odabaşı öncülüğünde çalgıcılarla alınır, düğünevine kadar karşılama havaları çala çala kendisine eşlik edilir. Bu arada misafir düğüncünün verdiği bahşişe göre çalgının coşkusu artar veya azalır... Delikanlılar, sair düğüncülere yaptıklarını bu yeni düğüncüden de esirgemezler... İstediklerini alamayınca ona kesilen ceza ekseri bacadır...

    İşin özü, düğüncülük cömertlik gerektirir. Yağmasa bile gürleyen düğüncüler sevilir. Maddi gücü olmayanlardan ise zaten kimse bir şey istemez... Düğüncüler üstüne düşeni yapmazsa, başkaları sizin oraya pek uğramaz; kendin çalar kendin oynarsın...

    Tabi sözünü ettiklerimiz oğlanevinin erkek düğüncüleridir. Fazla öne çıkmasalar da kadın düğüncüleri unutmamak lazım. Bir de kızevinin düğüncülerini... Kadın düğüncüler en fazla nişan koyma merasiminde boy gösteriyorlar. 

    Cumartesi her iki tarafta da nişangoma var... Aslında kızevinin nişanı bir gün önce Cuma akşamı yapılırmış, sonradan sonraya o da Cumartesiye alınmış. Buna sebep olarak pazarda hediye alıp akşamına düğüne götürme düşüncesi gösteriliyor. Gerçekten sırf nişan hediyesi olmak üzere pazarda çinko sahan ve tepsiler satılırdı. Bir zamandan sonra hiç bir şeye yaramayan bu hediyelerin kaldırılmış olması ayrı bir husus, fakat nişangomanın vaktinin bu yüzden pazara denk getirilmiş olması önemlidir...

    Hatırlanacağı üzere oğlanevi düğüncüleri çalgıyla okutma yoluyla davet edilmişlerdi. O davete uyarak, sahanları ellerinde ikindiden itibaren düğünevine akın ederler. Kızevi düğüncüleri ise çağrılarak sessizce davet edilmişlerdir... Her gelen düğüncüye yemek ikram edilir. Bir, iki, üç kişilik gruplar halinde gelen her düğüncüye üşenmeden börek, kötdü, hoşaftan oluşan sofralar konur, kaldırılır. Akşam sonrasına kadar devam eden bu trafik sonunda bütün düğüncüler doymuş ve hediyelerini takdim etmiş olurlar. 

    Yatsı vaktinde ise oğlanevi bir bütün olarak çalgılarıyla beraber kızevinin önündedir. Her iki tarafın nişancıları henüz dağılmamışken bu hazır kalabalık değerlendirilir. Burada belki de düğünün en haraketli anları yaşanır. Burada asıl amaç, gelin ve kızevi düğüncüleri önünde güveyiyi oynatmaktır; fakat ondan önce oynamak isteyen herkes oynar, düğüncü olup olmadığının bir önemi yoktur. Bu en kalabalık ve en coşkulu anlarda bu yüzden herkes meydanda boy göstermek ister. Güveyi ve sağdıca sıra gelene kadar süreç uzadıkça uzar... Köyün maharetli oyuncuları bellidir, hatta neredeyse bunun sırası bile vardır. Her düğünde aynı eşlerle aynı sırada meydana çıkarlar... Baksan 'Ha şimdi falancaların sırası' demeye kalmadan meydana çıkarlar... Genelde oyun sırasını odabaşı belirlerdi, lakin burada kaşığı kapan meydandadır... Aklımda kaldığı kadarıyla en bilinen ikili Sıntırların Reşat ile Buruşakların Ekrem idi... Hatta onların 'bizi oynatmadılar' diye eve vardıklarında sızlandıkları söylenir... Erkek oyunlarından aklımda kalanlar; gırık, sepetçioğlu, çiftetelli... Meydana çıkan herkes döner döner bunları oynardı...

    Gızevi önündeki eğlencelerin amacı güveyi oynatmak olsa da, oyunların dışında başka bazı seyirlik faaliyetler de yapılır. Eğlencenin bir parçası olan seyirlik oyunları sergileyeneler de güveyinin arkadaşları, yani doğal düğüncülerdir. Kalabalığın sıkıldığı anlarda birden ortaya çıkar, ortalığı kırıp geçirirler. Önceden hazırlık gerektiren bu şenliklerin en bilineni deve zenne/yenge oyunudur.

    Deve oyununda kullanılan üç asıl gereç merdiven, annat ve géridir... Annatın üç dişi örtme gibi kara bezlerle çevrilerek tuhaf bir üçgen cisim elde edilir. Bu, devenin başı olacaktır. Bir dambeş merdivenini, altına dört kişi girerek kaldırır. Aradaki iki kişi basamakların arasından kafasını kaldırır yahut yüksekçe bir şeyle çıkıntılık yapar; bu çıkıntılar devenin hörgücüdür. En arkadakinin kısa boylu olmasında fayda var, merdivenin önündeki kişi ise önceden hazırlanan annattan deve başını bir bayrak gibi tutar. Bu vaziyetteki düzeneğin üzeri bir géri ile örtülünce ortaya koyu kızıl renkli bir deve silueti çıkar. Devenin yuları bir elinde, değneği diğer elinde beşinci kişi meydana kervancı gibi girer. Def, tencere sesleriyle deveyi oynatır. Bu tuhaf yaratık ve oynadığı tuhaf oyun, ortalığı eğlenceye boğar...

    Bir müddet sonra kervancı, elindeki yular yerine bir tef/tepsiyle çıkagelir. Diğer elinde yine değnek vardır; ama yanındaki deve değil kadın kılığına girmiş birisidir... Tuhaf oyun ve taşkınlıklarla meydanı bu kez de zenne/yenge doldurur...

    Bu en eğlenceli Cumartesi gecesinden sonra her iki tarafın düğüncülerine ertesi gün de iş düşüyor; gelin çıkarma ve gelin alma... İkisine birden gelin indirme denilen bu törenle düğün ve düğüncülük sona erer...



05 Eylül 2023

Tefçi Kadın

 

    Eğret/Anıtkaya düğünlerine dalınca, bu alanda gündeme getirilmesi gereken ne kadar çok nokta olduğu anlaşıldı. Girdik, çıkamıyoruz... Düz oyunu araştırırken canlı kaynakların dışında sanal aleme de başvurdum. Yüksek Öğretim Kurumu'na bağlı Ulusal Tez Merkezinde bir doktora teziyle karşılaştım. 

    Özlem Doğuş Varlı'nın tez konusunun "Kültürel Kimliğin Değişim-Oluşum Süreci-Sürecin Kadın Kimliği ve Müziğine Yansıması: Afyon, Trabzon, Kıbrıs, İstanbul Örneklemleri" gibi uzun bir adı var... İlgimi çekmesine sebep , bazı bölümlerinin bana Anıtkaya düğünlerini anlatıyor gibi gelmesidir. Afyon ile ilgili araştırmasının merkezini Sinanpaşa-Balmahmut köyü oluşturuyor; ama sanki Anıtkaya'da hazırlanmış hissi veriyor. O kadar bizden yani... 

    Çok geniş bir çalışmanın sadece düz oyun, gelin öğme ve tefçi kadın bölümlerini buraya alıyorum. Tamamı teknik analizler, ve önemli değerlendirmelerden oluşan tezin Tefçi Kadın bölümünü okurken aklıma Gambırşerif (Şerife Patlar/Saçak), Delifadime (Fadime Taşkın) ve Aşçı Tahsin'in anası Şerife Külte/Dirlik geldi. Biraz da onların hatırasına, o kısmı Tefçi Kadın başlığıyla alıntılamak istedim...

    ***

    Afyon/Sinanpaşa bölgesinde kaydettiğimiz ve oyun şeklini öğrendiğimiz “Düz oyun ezgileri/türküleri”nin kendilerine has bir karakteri vardır. Kadın eğlencelerine özgü bu türküler ve oyun şekli, kadınların üretimi olmaları açısından oldukça önemlidir. Müzikal performanslarını da kendileri yapmakta, ayrıca bir enstrüman grubuna ihtiyaç duymamaktadırlar. Ritmi sağlamak amacıyla kimi zaman tef veya tepsi kullanmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede “tefçi kadın” kimliği ile karşılaşılmıştır. “Tefçi” ismi “tef” çalgısından kaynaklanmaktadır. Çoğunlukla kadınlar, eğlencelerinde “tef” denilen vurmalı çalgıyı çalmaktadırlar. Performans sırasında enstrümanı sol ellerinde ağız hizasında tuttukları görülmüştür. Çalgının orta kısmında kuvvetli, diğer sol elle ise zayıf zamanları vurmaktadırlar. Genellikle yörede çalgılarını kendilerinin yaptığı öğrenilmiştir. Kaynak kişilerimizden Fevziye Savaş, “eskiden derisinin kurutmasına varana kadar kendim yapardım. Emme şindi tepsiylen vurduruveriyola” demektedir. Fevziye Hanımın aktardıklarına ek olarak yörede, tepsi, güğüm de kullanılmaktadır.  

     Anadolunun bazı bölgelerinde de karşılaştığımız “Tefçi kadın” olarak, köyde, mahallede bir veya iki kişi bulunmaktadır. Herkes bu özelliğe sahip olamamaktadır. Bu şekilde nitelendirilen kadınlar, geniş bir repertuara sahip, irticalen mani söyleme (deyiş atma) ve ritmi sağlama özelliğine sahip kadın tipleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Sadece yöresel türküleri bilmek “tefçi kadın” olmak için yeterli değildir. Yukarıda bahsettiğimiz özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu yeteneklere sahip olan kadınlar, çeşitli kadın meclislerinde -ki bu meclisler evliliğe ait seremonilerle ilgilidir- öne çıkan kişiliklerdir ve doğal süreç içinde “tefçi” olarak isimlendirilirler. Afyon/Sinanpaşa(Balmahmut) köyünde görüştüğümüz kaynak kişimiz Fevziye Hanım da “tefçi kadın” olarak anılmaktadır. Ancak hacı olduktan sonra ve yaşın da etkisiyle bu kimliğini inkar etmekte; “Hacı olduk unuttuk artık türküyü, şarkıyı… Hepsi aklımdan uçtu gitti. Allah unutturdu hepsini” demiştir. Bu durum, suçluluk psikolojisi ile de pekiştirilebilir. Toplumun beklediği sözleri söylemekte ve başkalarının sözlerinin etkisinde kalabilmektedir. Bu bir çeşit toplumsal baskıdır. “Hacı” olmasına rağmen çalıp söylediğinde, çevredeki insanların hakkında neler söyleyeceklerini  düşünmek dahi suçluluk duygusunu arttırmaktadır.  

    Yaptığımız görüşmelerde aldığımız bilgilere göre, eskiden sadece “tefçi kadınlar”ın yönlendirdiği eğlencelerin şekli sadece şehirde değil, köylerde de değişime uğramıştır. “Düz oyunlar” ve diğer kadın oyunları eğlencenin özel bir ânı olarak yürütülmekte, çoğunlukla CD’den çalınan popüler ezgilerle eğlenilmektedir. (Oryantal, elektro bağlama ile yapılmış kaşık havaları, pop müzik parçaları,…) Kitle iletişim araçlarının etkisiyle değişen müzikal beğeni, müziğin toplum yaşantısındaki işlevi bakımından değişimine paralel olarak kadın müziğinin de değişimine, yeni beğenilerin ve dinleme şekillerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu bu süreç geleneksel kadın müziğindeki etkili türleri kimi hallerde etkisiz hale getirmiştir.  Günümüzde “tefçi kadınlar”ın yaş ortalamalarına bakıldığında 50/60 yaş ve üzeri yaşlarda kadınların çıkması bu durumun göstergelerinden biridir. Bu durum yaşla birlikte tecrübe sahibi olmayla ilgili bir durum değildir. Çünkü yaptığımız görüşmelerde, kaynak kişilerimizden Cevriye Erdem ve Fevziye Savaş’ın 18/19 yaşlarından beri böyle bir görevi yerine getirdiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Hatta günümüzde artık bu kimliklerinden sıyrılmışlardır. Gençler arasında bu geleneğin sürdürülememesi, bir önceki kuşağın kaybı ile birlikte “tefçi kadın” kimliğinin de kaybolacağı kanısına varılmıştır. Kültürel kimliğin değişimi, kadın müziğine ait özellikleri de değiştirecek ve değiştirmiştir.  

    Kaydetmiş olduğumuz düz oyun ezgileri arasından Fevziye Savaş’tan alınan ezgi, vokal karakteri açısından ilgi çekicidir. Afyon’dan derlediğimiz, kına havaları bölümünde yer verdiğimiz kına havasını söyleyen kaynak kişi ile karşılaşıldığında, ince ve ses genişliği(volume) olarak aşağı frekanslardadır...

    Düz oyun ezgisi ile herkesin oynayamadığı görülmüştür. Özellikle şehirde büyüyen kadınların ritmik düzeni sağlayamadıkları gözlenmiştir. Bu durumun yaş ile ilgisi bulunmamaktadır. Etkili olanın köyden uzakta olmak olduğu tespit edilmiştir. Bu tespit 2002 yılında katıldığımız bir sünnet kınasında, İstanbul’da yaşayan ve Afyon’dan gelen misafirlerin bir arada eğlendikleri ortamda yaptığımız görüşmelerden çıkarılmıştır. İstanbul’da yaşayan bazı kadınların, çocukluk çağlarından beri kentte olmalarının sonucu, türkülerin bazılarını bilseler bile düz oyun ve diğer yöresel oyunlara ayak uydurmakta zorluk çektikleri söylenmiştir. Görüştüğümüz kaynak kişilerimizden Nadide Hanım, ailesi ile birlikte altı yaşındayken İstanbul’a göç etmiştir. Eskiden “tefçi kadın” olarak bilinen kaynak kişilerimizden Fevziye Hanımın kızı olan Nadide Hanımın da sesi güzel olarak bilinir ve türkülerin bazılarını bilmektedir. Ancak kendisinden türkü kaydetmeye çalıştığımız sırada sözlerine çok hakim olmadığı görülmüştür. Çünkü şehirdeki düğünlerde, köyden gelen olmadıkça bu türküler söylenmemektedir. “Şehir usulü” diye tanımladıkları şekilde eğlencelerini gerçekleştirmektedirler. Memleketleri neresi olursa olsun, hemen hemen her kına gecesinde söylenen Trakya yöresine ait “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” kına havası söylendiği gibi, her türlü müzikle eğlenilmektedir. Ayrıca yöresel oyunlar da bilinmemektedir. İyi bilen kişilere bakarak oynamaya çalıştığı gözlenmiştir. Ancak köyde yaşayan veya 19/20 yaşlarında (her türlü yöresel pratiği öğrenmiş olarak) İstanbul’a gelen kadınların oyunları bildikleri kaydedilmiştir. Oynanan oyunlardan bir diğeri ise “Köroğlu Havası”dır.  Bu oyun 9 zamanlı bir ezgidir ve üç vuruşun geldiği yerlerde hoplama figürü hakimdir. Oldukça dingin ve yavaş oynanan “düz oyun”a göre hareketli bir oyundur. Ardından “Harman Yeri” ve “Sarı çama yaslandım” oyun türküleri gelmektedir.  

    Eylül 2006’da Fevziye Savaş ve kızı Nadide Doğuş’tan kaydettiğimiz bu ezgiler sadece kadınlar arasında ve Afyon’un genelinde çalınıp söylenen türkülerdir. Kültürel kimliğin değişiminin kadın müziği ve kimliğine yansımasının en güzel örneklerinden biri ise, 2001’de İstanbul’da kaydettiğimiz sünnet kınasında  “Adanalı” türküsüyle oynanan oyundur.  Yöreye ait olmayan bu türkü ile figürlerini kendilerinin buldukları bir oyun haline getirmişlerdir. Oyunda hoplamalarla birlikte, oynayan kadınlar, müziğin belli yerlerinde birbirlerinin bacaklarının arasından geçmektedirler. İlginç olduğu kadar esprili bir oyun olarak da değerlendirilmektedir. 


Not: Prof. Dr. Özlem Doğuş Varlı'nın yayınlanmamış doktora tezine buradan ulaşılabilir: