07 Temmuz 2024

Bırağvemek


    Genellikle her tarafta pek görülmeyen, en azından yaygın olarak çok kullanılmadığı halde; eskiden ve günümüzde Anıtkaya’da kullanılan kelimeler üzerinde duruyoruz. Bu kelimelerin hangi anlamıyla kullanıldığı, kökeninin ne olduğu ve nerelere kadar uzandığını bulmaya çalışıyoruz. Tabi bu durumun tersine, Türkçe olup da yazı dilinde ve her yerde yaygın olarak kullanılmasına rağmen Anıtkaya Ağzında daha düne kadar kullanılmayan bazı kelimeler de var. Onlar hakkında da fikir yürütmek lazım.

    Böyle kelimelerden birisi “göndermek” fiilidir. Neresinden baksanız Türkçe; gel gör ki vatandaş bu kelimeye itibar etmemiş. Onun yerine yine Türkçe olan “yollamak” fiilini kullanmış. Bu tercihin sebebini bilemeyiz, belki ilkinin kökü olan “kön” ismine hafızası yabancı kaldığındandır. “Yol” ismi daha tanıdık gelmiş olabilir. Belki de sesi hoşuna gitmiştir, bilmiyoruz. Zaten konumuz da bu değil.

    Aynen “göndermek” fiilinde olduğu gibi “bırakmak” fiili de tercih edilmeyen kelimelerden birisi. Bu kelimenin yerine “koymak, koyvermek” fiilleri benimsenmiş. Elbette baştaki sert ünsüz yumuşatılarak ve de bazen kökün son ünsüzü yutularak söyleniyor. “Samanı ahara godum, inekleri de dışarı goyvedim.” Yani şu sözü söylemek için bile “bırakmak” kelimesini kullanmıyor insanımız. Bunun mantığını çözmek çok zor. Meslek, yapılan iş, sosyal hayat, ekonomik durum, iklim vs. Sırf bu kelimenin kullanılmama sebebi araştırıldığında, bütün bunların hepsi etkili olduğu görülebilir. Kafanın durduğu yerde, tercih meselesi deyip geçmek en iyisi.

    Bu kelime hiç kullanılmıyor değil Anıtkaya’da. “Bırakmak” dar bir alanda da olsa kullanılıyor. O da sadece kadınların fırında ekmek yaptığı vakit oluyor. Hamur mendilinin üzerine yazılmış olan hamur halindeki ekmekler, kızgın fırın taşına ulaşmak için küreğe binmek durumundadırlar. Tabi birisinin yardımı lazım, kendileri binemezler küreğe. İşte bırakmak bu, yani hamurun mendilden alınıp küreğe konulması. Kelimemiz sadece burada kullanılıyor ve “bırağmak” şeklinde telaffuz ediliyor. Kelime sonundaki sert ünsüzün yumuşama sebebini de izah etmek zor. Fakat bu kullanıma hısım olacak, Anadolu’nun çoğu yerlerinde rastlanılan “bırağıntı” diye bir kelime var, anlamı “İşe yaramaz olarak bırakılan, atık malzeme.”

    Bir kadın mahalle fırınında tek başına ekmek edebilir. Hamur yoğurma, fırına getirme, yazma, fırını yakma, pişirme ve eve götürme işlemlerinin üstesinden gelebilir. Zorlanır, ama bunları halledebilir... Lakin bir başkasına ihtiyaç duyduğu bir an vardır ki, o hamuru fırına 'guyma' zamanıdır. O vakit biri kürek tutarken diğeri mendilde yazılı hamuru alıp küreğe 'bırağıvecek' iki kişi lazımdır.

    Esasında fırında ekmek yapma, “bırağıveme” de dahil olmak üzere ilginç bir konudur ve başlıbaşına daha kapsamlı bir yazıya konu olmaya layıktır. Ne zaman “Yahu küçük bir konu, ne yazacağım ki” diye bir kelime hakkında yazmaya otursam çok ilginç incelikler ortaya çıkıyor. “Bırağmak” da öyle, kökü derinlerde çıktı.




Irlamak


    “Ir” veya “yır” Eski Türkçede türkü şarkı demek. Ya da türküyü şarkıyı söylemek, terennüm etmek manalarında. Irlamak, ırlanmak, ırgalamak, ırgalanmak, ırmak gibi kelimeler de hep bu kökten geliyor.

    Şarkı, türkü söyleyenler kendilerini kaptırarak bazı el kol hareketleri yaparlar, ellerini bir şekilde sallarlar, ayaklarını yere vururlar, oturuyorlarsa ellerini dizlerine vururlar. Bütün bunlar söyleyenin konsantrasyonuyla ilgili olduğu kadar insanın ritim tutma ihtiyacından da kaynaklanmaktadır. Bunu gerçekleştiremediği zaman sanatçı eserin icrasında tam başarıyı sağlayamaz.

    Bunun bir başka yolu da bedeni sağa sola sallamaktır. Şarkıyı ayakta söyleyenler, tıpkı bir kavak ağacının rüzgarda salınması gibi iki yana sallanırlar. Hem kavağın salınımı hem de insanın sallanması kısaca “ırlanmak”tır. Bu fiilin derinliğine indiğimizde işte bu sallanmakla karşılaşırız.

    Küçüklüğümde fırtınalı bir gece Cumacamisi minaresinin ırlandığını şaşkınlıkla izlemiştim. O zamanlar küçük çocuklar salıncakta ırlana ırlana büyürlerdi. Biraz daha büyükleri ise; anaları babaları tarlada çalışırken ağaca kurdurdukları salıncaklarda ırlanarak oyalanırlardı. Nöbetleşe binilen bu salıncakta biri ırlanırken diğeri de sırasını bekleyip onu ırlardı. Tuhaftır, analar sancaktaki bebeği ırlarken kendileri de ırlanırlardı. Evet bir yandan çocuk ırlanır, bir yandan da ona ninni söyleyen anne o esnada farkında olmadan sağa sola ırlanırdı. Esasında bunda tuhaf bir şey yok; bin yıl önce ninni söylerken, ağıt yakarken, mani saöylerken ırlanan anneler ırlanmaya devam ediyor. Hafif bir rüzgarı görünce ağaçlar hala ırlanmakta.

    Büyüklerinize kulak verirseniz, deprem esnasında yerin ve varlıkların nasıl ırlandığını anlatacaklardır size. Onların gözünde, yer şimdiki tabirle sallanmaz, ırlanırdı.

    Bizim köyde kullanılmıyor ama Anadolu’nun bazı ağızlarında kullanılan “ırgalamak” ve “ırgalanmak” fiili var bir de. Bir varlığı sallamak, yerinden oynatmak, kımıldatmak, kıpraştırmak gibi çeşitli manaları var. “Beni ırgalamaz” gibi yaygın kullanışlarına da rastlanmıyor değil. Bütün bunlar hep “ır” kökünden bugüne ulaşanlar.

    Bir de “ırmak” kelimesi vardı. Şu hepimizin bildiği dere, nehir anlamındaki ırmak. Bunun konuyla ne ilgisi var derseniz; ırmağın akarken çıkardığı ses bile yeter. Tabiatın dilinden anlayanlar derelerin şarkı söylediğini, yani ırlandığını bile duyuyorlarmış. Bakış açısı yani...

    Hepimiz ırlanıyoruz. Irlanmadan yürüyen insan bulmak çok zor. Camiye gittiğinizde dikkat edin hocanın ırlanmadan Kur’an okuyamadığını göreceksiniz. Rahmetli dedem, sapa giderken arabada keyiflenince asılırdı bir türkü başlardı ırlanmaya. Bakın etrafınıza siz de her şeyin ırlandığını göreceksiniz. Çicek böcek, kurt kuş, azat orman, yavru ana, yer gök… ve insan.



Direklemek


    Ramazan ayında oruç tutmayanların bile oruçlulara saygı adına meydanda yiyip içmedikleri bir saygı toplumunda yaşadığımızla övünürüz.

    Tabiatıyla oruç tutmayan gayrı müslimlerin de bu saygıdan nasiplendikleri, dahası oruçlu komşusuna iftarlıklar hediye ettiği bir toplumdan. Bu saygı gösterisine son zamanlarda üç dinin temsilcilerinin, en azından dini önderlerinin katıldığı iftar programlarını da ilave etmek lazım. Böyle bir ortamda kendi dindaşlarından da azami bir “oruca saygı” jesti bekliyor insan.

    Bilhassa uzun yaz günlerine denk gelen çocukluğumun Ramazanlarında bazı yetişkinlerin de oruç tutmadıklarını biliyorum. Tam da “iş gayıt vakti” olan harman zamanıdır bu mevsim. Güneşin en yakıcı ve günlerin çok uzun olduğu demler. Böyle zamanlarda hiç niyetlenmezler bazıları oruca. Şuna doğrudan oruç tutmazlar diyelim mi?

    Hayır demeyelim. Orucu direkledi diyelim. Öyle derlerdi çünkü, “Falanca da direkliyormuş!” tarzı dedikoduları yapılırdı. Dedikodu yapılırken bile böyle bir nezaket gösterilirdi. Belki doğrudan oruç tutmadığını söylemenin kabalığının farkına varıp “orucu yiyor” veya “direkliyor” diyorlardı.

    Direklemenin esprisi şu: Bir binanın kirişi çürür, yıpranır, altındakiler için tehlike arzetmeye başlayınca onu değiştirmek gerekir. Bu mümkün değilse takviye amaçlı çürüyen yere destek olarak yeni bir direk vurmak lazımdır. Ta ki dambeş vatandaşın tepesine inmesin. Vurulan direk böylece kirişi bir müddet daha sağlam tutacaktır. Bu süre bir ömür bile olabilir. Kısaca direk vurmak, direklemek kirişi sağlamlaştırmaktır.

    Bir orucun en zayıf, en çürük, kırılmaya en yakın yeri de ortasıdır. Yani öğle vakti… Bu noktayı sağlamlaştırmak, oraya bir direk vurmak lazımdır ve orucun direği de yemektir. Öğleyin karnını doyurduğun zaman orucu direklemiş olursun.

    Bunda oruç tutmamaya bir tatlı bahane üretme endişesi sezilmiyor değil. Baba erenlerin fıkralarını andırıyor bu direkleme olayı. Ama ne yaparsın ki böyle. Ve ne yaparsın ki hala direkleyenler var.




Cenev İğnesi


    Bundan otuz yıl önce Anıtkaya Kasabasına uğrayanlar, günlük konuşma dilinde insanların özel bazı kelimelere yer verdiklerine şahit olacaklardı. Bu kelimelerden biri de “cenev”dir. Uzman olmayanlar bile azıcık fikir yürütünce bu kelimenin aslen birleşik bir kelimenin değişik bir telaffuzu olduğunu hemen anlayacaktır. “Can” ve “ev” kelimeleri birleşiyor ve “canevi” oluyor.

    Eskimeyen kültürümüzde ten, bedenin; can da bu bedene dirlik veren, onun hayatta bulunmasını sağlayan ruhun, kısaca canlılık kaynağının adı oluyordu. Bazıları da bedenin motoru hükmündeki kalbe can dendiğini söylüyorlar. İşte bu yüzden olsa gerek midenin üst kısmındaki bölge “canevi” diye isimlendirilmiş. Siz bunu göğüs kafesi civarı olarak da genelleyebilirsiniz. Hatta sanatta biraz daha ileri gidiliyor; kalp, göğüs kafesine hapsolmuş bir kuşa benzetilerek bu yönde eserler verilmiş. Kuş kafeste “öttüğü” sürece problem yok. Susarsa veya uçup kaçarsa da “iş bitti” demektir.

    “Canevinden vurmak” şeklinde, yazı dilimizde de bolca kullanılmakta olan deyimimizdeki “canevi” de somut olarak bu bölgeye işaret ediyor galiba. Bedenin en değerli varlığı olan kalp her zaman için düşmanların en çok saldırdığı kısım. Dolayısıyla bir fiziksel saldırı sırasında hep birinci hedefte duruyor. Kalbin bulunduğu bölgeden yani “canevi”nden vurulanlar iflah olmuyor. Bir de deyim olarak işaret edilen işin mecazi tarafı var. Bir tartışmada karşı taraf için çok önemli olan bir noktayı gündeme getiriyorsunuz. Onlardaki korkudan anlıyorsunuz ki tam “canevinden” vurmuşsunuz.

    30 yıl önce Anıtkayada duyacağınız özel sözlerden biri böyle bir deyimdi. “Cenevi kalkmak” deyimi bir tür fiziksel rahatsızlığı ifade ederdi. Aşırı derecede korkan, sevinen, üzülen, heyecanlanan insanların “cenevi” kalkardı. Bu herhalde kalp çarpıntısının, göğüs daralmasının, nefes almakta zorlanmanın veya bunlara benzer rahatsızlıkların toplu adıydı. Galiba daha çok, aşırı öfkelenenler 'cenevim galkdı' derlerdi...

    Peki herkesin çatal iğne veya çengelli iğne dediği şeye, Anıtkayalılar neden ısrarla “cenev iğnesi” diyorlardı. Genelde elbisenin göğüs kısmında kullanıldığı için, hırka gibi gömlek gibi giysilerin iki tarafını birbirine iliştirmede düğme yerine bu iğne kullanıldığından olabilir mi acep? Kim bilir… 

    Yalnız tam olarak telaffuz 'cenevinnesi' biçiminde... O cenevinnesi çok işlevsel bir alet, sadece düğme, çitçit, kopça, câcur/fermuar yerine kullanılmıyor. Bilhassa yeleğinin iki ucunu tutturduğu için her kadında mutlaka bir tane bulunuyor. Kırda bayırda, fırında çayda ne zaman lazım olacağı belli olmaz. Diyelim ki eline diken battı. Çekip çıkaramayacak kadar küçükse onu ancak iğneyle çıkarabilirsin, gelsin cenevinnesi... Zamanında çıkarılmayan her diken, battığı yeri iltihaplandıracağından daha büyük derde yol açar...

     Cenevinnesinin arkasındaki halkalı pürüzsüz kısmın ne kadar çok işe yaradığına bir kaç kez şahit oldum. Bir anne o küçük halkayla bebeğinin burnundaki kurumuş pislikleri temizliyordu, bu temizliği başka bir şeyle yapmak imkansız...

    Eskiden kullanılan şalvarların belinde uçkurluk olur, oradan geçirilen uçkur ile şalvar bele bağlanırdı. Kalın, örgü bir ip olan uçkuru, uçkurluğa yerleştirmek ayrı bir dert olduğunu görmüş eskiler, bunun için özel aparat yapmışlar. Bir karış kadar ağaç çubuğun ardına uçkuru bağlayıp onu kılavuz gibi kullanıyorlar, bir çırpıda uçkur takılıyor. Fakat o kılavuz çubuk, normal donlara lastik takmak için çok kalın. İşte burada cenevinnesi devreye girip, don lastiğine (sünger) kılavuz oluyor...

    Bildiğin gibi değil; canevinde taşınan cenevinnesi küçüktür, ama boyundan büyük işlere kalakar...





Eğri Yazı


    Eğmek fiilinin ve kendisinden türeyen bütün kelimelerin başındaki é sesi kapalıdır. Bu kapalı/açık e seslerini anlayabilmek için “éken kelimesindeki iki farklı e sesine kulak vermek yeterlidir. İlk hecedeki e sesi kapalı, ikincisi ise açıktır. Kapalıyı é işaretli olarak göstereceğiz. “éğ-“ fiilinin temel anlamı düzgün duran bir varlığa bir tarafa doğru meyil vermek; yan anlamları ise bükmek, kıvırmak, çarpıtmak, kavislendirmek vs. dir.

    Yaşayan Türkçemizde çokça kullandığımız eğri kelimesi, temel anlama binaen türetilmiş ancak çok değişik anlamlarla kendini zenginleştirmiş isimdir. Bir yöne meyyal, düzgün durmayan anlamındadır. Bunun yanında “eğri demir” denince, akla at arabasına özel bir parçanın gelmesini sağlar. “Eğri yol” sapkınlığa işaret eder. Ucundaki eğikliğe göre bazen bir kılıcın adı bile olur eğri. Atasözlerine kadar kendine yer bulur: “Deveye boynun eğri demişler nerem doğru ki demiş”, “Eğri oturalım doğru konuşalım” gibi. Bu kelimenin aslı “égrik”tir, zamanla sondaki ses düşerek bugünkü haline gelmiştir.

    Arabaya tek beygir koşulacaksa, ikili okun arasına hayvanı yerleştirmek gerekiyor. Hamudun iki yanından oklara sağlamca bağlanmasıyla beygir, yerine sabitlenmiş oluyor. Yalnız zorlama sırasında (ki bu kaçınılmaz) hamut bağlantı kayışlarının kopma riski var. Bu riski ortadan kaldırmanın yolunu, iki oku beygirin ensesinden n biçiminde bükülmüş bir ağaç aracılığıyla bağlamada bulmuşlar. Ağacın adına da basitçe 'érağeç/éğri ağaç demişler.

    Ayrıyeten bizde bir mevki adı, 'Eğripara'... Bu ismin sırrını hala çözemedim...

    Bir nehrin ilerlerken viraj yaptığı yere “bük” deniyor. Suyun büküldüğü yer yani, fakat bu dere yatağının bükülmesi. Bir de suyun kıvrıldığı, döndüğü, eğildiği, büküldüğü yerler var ki biz bugün girdap diyoruz. Eskiler buralara “égrim” derlermiş.

    Ucu eğri öyle sağlam ağaçlar olur ki onlarla harmanda sap çekilir adına da “çekgi” derler. Bu aletin daha küçük ve hafifi de vardır, bir bakıma tutamağı köşeli baston diye tarif edebiliriz. İşte bu aletle yüksekçe dallardaki meyveleri koparmak için dalları kendimize çekeriz, yani onları kendimize doğru eğeriz. Bu yüzden olsa gerek adı “éğiç”tir.

    Adına her yerde başka bir isim verilebilir, Eğret’teki adı “kirmen/kirman”dır. Yün eğirme aletinden bahsediyorum... Pamuk, yün gibi malzemenin ipe dönüştürülmesine yarayan aracın adı da “iğ”. Yapılan bu işe de “éğirmek” deniliyor. Bazı kaynaklarda bu fiilin “iğ” adından geldiği iddia ediliyor ama “éğ-“ fiilinden geldiği çok açık. Ayrıca çok büyük ihtimal “iğ” de “êğ-“ fiilinden türemiş. Çünkü iğde yapılan iş, yünün eğilip bükülerek ipe dönüştürülmesidir. Doğrudan eğme, kıvırma işi var. Ayrıca kirmen adlı aletin eğirme işi ile bağlantısı malum, o işlem tam da bu aletle yapılıyor. “Egirmen” = kirmen benzerliği göz ardı edilmemeli. Bazı bölgelerde eğirilmiş yani ip haline gelmiş yüne “égrik” deniliyormuş. Bütün bunlar yünün eğilip bükülmesiyle ilgili kelimeler.

    Tarama Sözlüğünde “eğirmek” fiilinin başka anlamıyla da karşılaştık. Bu anlam tamamiyle askeri. Orduyu sevk etmek, döndürmek, çevirmek, bir yeri kuşatmak gibi anlamları haiz. Şüphesiz bir birliğin dönmesi, manevrasında ve orduyla bir yerin kuşatılmasında “eğ-“ fiilinin temel anlamını da bulabiliriz. Ancak askeri bir terim olarak karşılaşınca ve kuşatma anlamını da görünce ister istemez aklıma “Eğri Kalesi” düştü.

    Vücudumuzun arka kemiğinin hafif eğilen yerinden itibaren sırt kısmına eğin denilir. Bugün sırt kelimesiyle aynı anlamda gibi kullanılıyor. Bugün diyoruz çünkü bu kelime hala yaşıyor. Zaman zaman büyükler “éğniňe bir şey ört” derler küçüklerin üşümemesi için. Ayrıca eğindirik diye başka bir kelimemiz daha var, omuzlara sırta örtülen örtü anlamına geliyor. Kadınlar Eğret’te eğindiriğe “örtme” diyorlar. Bir de kaburga kemiğine eğe kemiği veya eğri kemiği deniliyor. Hangisi olursa olsun bu isimler kaburga kemiklerindeki eğiklikten dolayı verilmiştir.

    Belki Farsça kaynaklı sesteşi olan edatla karıştırılmasın diye, belki de doğal bir değişim sonucu “éyer” haline geldi bilmiyoruz fakat aslının “éğer” olduğunu ve “éğ-“ fiilinden geldiğini Kamus-ı Türki’den öğreniyoruz. Binebilmek için atın üzerine konulan alet takımına “éğer” deniliyor. Kökü olan fiil ile anlam bağlantısı hakkında söyleyebileceğimiz sadece eyerin görüntüsü ile ilgili olacaktır. Zira yapısı itibariyle eyer yukarıdan aşağıya doğru eğimli olmalıdır ki atın sırtına tam olarak otursun. Bu çok önemlidir, aksi takdirde hayvan acı çekeceğinden binicisini ve eyerini üstünden atmanın yollarını arayacaktır. Sırf bu sebepten eyerin altına da yumuşak, eyer ile sırt arasında tampon vazifesi görecek bir altlık konulur. Keçeden yapılmış bu altlığın adı da “égre”dir.

    Bazı binalarda teknik olarak kemerler bulunur. Eskiden evlerdeki bu kemerlere “éğme” denilirmiş. Kemerin kavisi, eğimi bu şekilde adlandırmanın bir sebebidir mutlaka. Bunun yanında “eğme” ile “hayme” arasındaki ses benzerliğine dikkat çekmek istedik.

    Yer ve iklim seçen bir ot var. Bu konuda ihtisas yapan bir arkadaşım, Bödününçeşme civarında bu otun bir türünü göstermişti. Çok farklı cinsleri varmış ama hepsinin ortak özelliği yapraklarının kıvır kıvır kıvrılması, bükülmesi, eğrilmesi imiş. Bu ot cinsine “eğrelti” adı verilmesinin mutlaka eğri kelimesiyle alakası vardır.

    Eğret Köyünün ilk adı Eğreti olduğuna dair yerleşik bir kanaat var. Yerleştikleri arazinin vergisini isteyen görevlileri savuşturmak amacıyla “Biz burada eğretiyiz” dediklerinden bu adın kaldığı konusunda rivayetler anlatılır. Eğreti kelimesinin sözlük anlamı geçici, emaneten, kalıcı olmayan şey demek. Bunun yanında sabit olmayan, muallakta duran gibi anlamı da var. Bütün bu anlamlarla köye isim verilmesi açıklanabiliyor ama kelimenin kökeni hakkında maalesef bir açıklamamız yok. “éğ-“ fiili ile bir bağ kurayım dedim, kalakaldım.




Çelik


    Çocukluğumun oyunlarını yazarken yazının bir bölümünü de buna ayıracağım. Herkes tarafından bilinen adı çelik çomaktır ama biz kısaca met derdik. Met, çelik’in bizdeki adı oluyor. Çomak tarafına da değnek denirdi.

    Tamam oyunun ve gereçlerinin adında çelik kelimesine yer yoktu ama oyun içinde kullanılan terimlerde aynı kökten geldiğine inandığım bir fiil vardı: çeldirmek. Zaten okunmakta olan yazının çıkış noktası da bu fiildir.

    Çelik kelimesinin anlamları araştırılınca şunlarla karşılaşılıyor: 1-Güç ve dayanıklılığı artırılmış demir. 2-Kısa kesilmiş dal, sert değnek. 3-Çelik-çomak oyununda küçük değnek. İki numaralı anlamın daha basitleştirilmiş şekli şudur: Gelecek yıllarda fidan olarak dikilecek ağaç, bu yıldan taze ve düzgün bir daldan 15-20 cm. uzunluğunda kesilerek toprağa batırılır. Bu sene kökleşerek birazcık uzar, gelecek yıl ise aşılanır ve bir yıl sonra da fidandır artık. Fidanın iki yıl önceki hali çelik oluyor. Büyüklüğü ise çelik çomak oyunundaki “met”, yani “çelik” kadar. O halde 2 ve 3 numaralı anlamlar aynıdır. En azından çok yakın ve aynı anlam kökünden beslenmektedirler.

    Bu oyunun bir çeşidinde, met’in uçları çomak vurulduğunda zıplayacak şekilde çaprazlamasına kesilmiş olmalıdır. Met’in bir ucuna değnek vurularak havaya zıplaması sağlanır ve tekrar vurularak ileriye atılmaya çalışılır. İşte çeliği zıplatma işine “çeldirme” denilir. Çelinen çelik biraz yan tarafa doğru hafif çapraz yükselir. Tam dikey yükselme gerçekleşmez. Doğru olmayan, eğrilmiş bir yükselmeden bahsediyoruz... Şimdiii, çoktan seçmeli sorulardaki çeldirici, birinin aklını çelmek, başka birine çelme takmak veya çelmelemek, çelişkili bir duruma düşmek gibi deyimlerde de bu anlama yakın bir durum söz konusu mu acaba?

    Bugün sadece “çelimsiz” kelimesinde rastladığımız gövde, boy-pos, cüsse, güç-kuvvet anlamındaki; Çuvaşçada “odun veya çıra yarmak” anlamında kullanılan “çelmek” kelimesindeki; Azericede “baston, asa” anlamına gelen “çelik” kelimesindeki ses ve anlam yakınlıkları da üzerinde düşünülmeye değer.

    Su veya hava verilerek sertleştirilen demir anlamındaki “çelik”e neden bu isim verilmiş olabilir ki? Demirin yapısı bozulduğu, yani çelindiği için olabilir mi?




06 Temmuz 2024

Yapık Toplama


    Nasrettin Hoca'nın peşin para fıkrasını bilmeyen yoktur, yine de hatırlayalım;

    Hoca bir ahbabından borç almış. Elde avuçta olsa hemen ödeyecek, ama yoksulluğun iki gözü de kör olsun. Daha vadesi gelmeden adam alacağı için Hoca'nın kapısını aşındırmaya başlamış. Bir böyle iki böyle, derken yine bir gün adam borcunu istediğinde;
    – Şu anda yok ama, demiş, çok yakında ödeyeceğim,
Böylesi düşman başına, adam yüzsüz mü yüzsüz:
    – Söyle Hoca, ne zaman vereceksin, kimden bulup vereceksin!
    – Evin önüne çalı ektim!
    – Niye?
    – Koyun sürüsü geçerken yünleri çalıya takılacak.
    – Sonra?
    – Bizim hatun bu yünleri toplayacak, yıkayacak, tarayacak, eğirecek, dokuyacak, ben de götürüp satacağım.
    – Eee?
    – Ne e'si be adam, sordun ya, senin paranı o zaman öyle ödeyeceğim.
Buna kim gülmez; adam da kasıklarını tuta tuta gülünce Hoca:
    – Gidi hâlden bilmez, demiş, peşin parayı gördün ya gül bakalım!

    Hoca'nın cevabı gerçekleşmesi imkansız bir duruma işaret eder gibidir, ama üslubuyla durumu idare eder. Alacaklıya borcu ödemeyeceğini söylese adam daha da köpürecek, oysa burada gülmekten katılıyor. Peki bu yolla, yani çalıdan yün toplayarak gelir elde etmek, gerçek hayatta mümkün olabilir mi? Hayır, diye kesip atmamak lazım...

    İlbulak Dağı'nın Anıtkaya'ya bakan yüzleri meşelik olduğu malum. O meşelik yaylım sayesinde yüzyıllardır koyunculuk yapıldığı, bölgenin ağıllarla dolu olduğu da bilinen şeylerden. İki ana geçim kaynağı olan ileşberlik ve koyunculuğun ikincisine sebep belki de bu dağlık bölgedir.

    Eskiden koyunun et ve sütünden başka yününden de hatırı sayılır kazanç sağlarlarmış. Satıp paraya çevirmek ayrı, giyeceklerin ana maddesini de eğirilen yün ipler teşkil edermiş. Ayrıca keçeye çevirerek yaygı, kepenek benzeri eşyaları da yünden yapıyorlar. Yine kilimleri, halıları yünden dokuyorlar; yorgan, döşek, yastık, minder hakeza hepsi varıp yüne dayanıyor. Başlangıçtaki yüne bağımlılık, günümüze yaklaştıkça azaldı, ama hiç bir zaman önemini tamamen yitirmedi. Gerçi şimdi yün para etmiyor, ama zaten koyunculuk da bitmek üzere. Biz en az elli yıl öncesinden söz ediyoruz...

    Sürü sahipleri kırkım vaktinde elde ettikleri yapağıyı nasıl gerekiyorsa öyle değerlendiriyorlardı. Keçe döktürüyor, kepenek teptiriyorlar; kadınlar eğirip kazak, çorap örüyorlar; yatak, yorgan, yastık gibi ebir gübüre kullanıyorlar, fazlasını da satıyorlardı. Sürü sahiplerinin durumu bu iken, koyunculuk etmeyenler de onlardan satın alıp ihtiyacını gideriyordu. Peki satın alma gücü olmayanlar, onlar ne yapıyordu?

    Koyun kuzusu olmadığı gibi satın alma gücüne de sahip olmayan fakirler Dağ'dan yapık toplarmış. Nedir yapık? Koyun yayılırken çalıya takıldıkça yününün bir parçasını orada bırakıyor. Yüze yakın sürünün orada dolaştığı düşünülünce, Dağ'ın her yanındaki çalıların yapıklarla dolu olduğu kolayca anlaşılır. İşte insanlar üşenmeyip o yapıkları tek tek toplamak için Dağ'a gidiyorlarmış. Ben böyle yapık toplayanlara hiç rastlamadım, hatta onları yeni öğrendim; ama mantıklı bir toplayıcılık gibi geliyor. 

    Küçük küçük parçalardan oluşan yapıklar bir araya gelince ev ahalisinin yıllık çorap ihtiyacını yetecek miktarda ip elde edilebilir. Elbette zahmetli olacaktır. Zahmeti şurada, topladığın yapıklar temiz olmaz. Çalıya takıldığından içinde yaprak gibi, serçebacağı gibi küçük ve ayıklaması zor maddeler bulunacaktır. Ayıklama bittikten sonra yıkanıp kurutulacak, taranacak, eğirilecek filan; ama bunlar her yapağı için geçerli işlemler. Hasılı kelam, yapık toplamadaki zahmete değer bir netice elde edilir.

    Ayrıca yapık toplama, akıllara biraz başşak toplamayı da getiriyor. Hasattan sonra tarladan kalan arpa, buğday başaklarını toplayıp değerlendirme işine böyle deniliyordu. Bundan yola çıkarak aynı şekilde haşhaş, pancar, patates kalıntılarını toplamaya da 'başşak toplamak/değşirmek' denilmiş. Ortada bir hasat yok, ama belki yapık toplama da bir çeşit başşak toplama kabul edilebilir.

    Bir başka açıdan bakıldığında ise alat-alıç toplamaya benziyor. Hatta tezek toplamaya benzetildiği bile söylenebilir. Sonuçta hepsi varıp 'toplayıcılık' şubesinde birleşiyor...

    İlk defa duyduğum yapık kelimesi biraz yapağıyı andırıyor. O kelimeye özellikle benzetilmiş, hatta aynı kökten geliyor olabilir. Araştırınca eski sözlüklerde yapık'ın yer aldığını gördüm. Kamus-ı Türki'de 'soğuk havalarda atın sırtına örtülen örtü' diye anlamlandırılmış. Günümüzde yerel bir kullanımda 'saçın yumaklanmış, kirli ve karışık kısmı' diye bir yerde geçiyor. At örtüsünün yünden yapıldığı göz önüne alınırsa, bu iki anlamda da yapağı ile akrabalık ilişkisi düşünülebilir.

    Nasrettin Hoca yapık toplayarak borcunu ödeyeceğini söyleyip alacaklıyı savuşturmaya çalışmış. Adama pek inandırıcı gelmese de, bu yöntem Eğret'te bir zamanlar sektöre dönüştüğü anlaşılıyor.


05 Temmuz 2024

Kaleci Mahir'den Oğlu Mert'e


    Nerden bilebilirdik ki Hayatını kurtardığım mahalle arkadaşımın, oğlu 45 sene sonra TÜRKİYE'yi 90+4' da Yaptığı kurtarışla Çeyrek finale belki de kim bilir Şampiyonluğa götüreceğini "Kul Kurar Kader Güler"miş, Felek iyi gülüyordur şimdi.

    Asıl şimdi iki kat sevindim bir can kurtardığımız için. Helal Sana Mahir , MERT gibi bir Evlat yetiştirdiğin için.

    Geldi geçti ömrüm benim şol yel esmiş gibi
    Hele bana şöyle geldi göz yumumup açmış gibi
    İş bu söze Hak tanıktır. Bu can bu gövdeye konuktur.
    Bir gün olur çıka gide. Kafesten kuş uçmuş gibi.
    Bizim Yunus..

    Şimdi nereden çıktı Yunusun insanın nefesini kesen Nefesi diyeceksiniz .

    A Dostlar, Perşembe günü çıktım Afyon çarşısına o kadar az tanıdık simaya rastladım ki, parke taşı ile sokak çeşmesine kadar ağacı ile kalenin açısı ve güneşin bir on dakikalık hareketine kadar ezberlediğim bildiğim yerler olmasa kendimi yad yabancı yerde hissedeceğim..

    Ne demişler ;
    Hayat ilginç, Gün gelir iç oğlanlar Padişah olur. Hırsızlar Zengin, Metresler Eş, Eşekler Adam olur.
    Odundan kapı, taştan da Saray olur.
    Gün gelir Kezbanlar Destan, onları Destan yapanlar Mestan olur.
    Gün gelir Hadsizlik Özgüven, Saygı Yalan, Sevgi Dolan olur.
    Gün gelir Çivisi çıkar dünyanın, Konuşamayanlar Hatip, Şifa veremeyenler Tabib, Yazamayanlar Katip olur.

    Ama yine öyle bir gün gelir ki Verenler Alır, Gidenler Isınır Dönenler Yalvarır. Merdiveni Koşarak çıkanların gün gelir ayakları Dolanır. Sevgisini vermeyen Gün gelir cıscıvlak kimsesiz kalır.

    Aldatan bir gün Sadakat için, Çalan bir gün ADALET için, Döven bir gün Şefkat için yalvarır.

    PİYON deyip geçme , Gün gelir ŞAH olur. ŞAH'ada fazla güvenme gün gelir MAT olur.
Ve öyle bir gün gelirki,Sen bakmazken her şey HALOLUR..

    12 Eylüle ramak kalmıştı .Sıcak bir Temmuz günüydü. Ereğlinin Elma bahçeleri ile çevrili mahallemizde Evimin önünde bir yalvarama, yakarma ağlama inleme sesi duydum " Tedbirli " olarak çıktım bi baktım bildiğim iki genç evimin önünde , bizim mahalleden karşıt görüşlü bir genci yatırmışlar kafasına da toplu bir silah dayamışlardı. Silahın horozu kalkık düştü düşecek. Hemen Silahın horozu ile eşiğin arasına başparmağımı koydum. Gençler beni görünce duraksadılar ve hemen silahı çektim aldım. Gençler belli ki mahallede " Devriye atıyorlardı " Ağlarına da dört erkek kardeş olup dördü de azılı karşıt görüşlü biraderlerdi. Bizim elemanlar En küçüklerini yakalamışlardı.

    En küçük ama nasıl küçük o zaman bile boy 1,90 o derece yani. Bir vakitler abileri ile top oynayıp elma bahçelerine daldığımız bildiğimiz Ekmek tuz hakkı olanlardandı. Gençleri uzaklaştırıp en kısa yoldan" Kaybolmalarını" söyledim. Yerde perişan, rengi uçmuş dudakları kurumuş yaprağa dönmüş gözleri sadece her şeye son defa bakar bir halde bana sabitlenmiş olan gence hemen su verdim. Bir müddet önce kurşunlanmış evime aldım duvarlarında hale kurşun izleri vardı. Belki de ...ne bileyim bu tayfa veya abilerinin işiydi bilemem sakinleştirip tehlikenin geçtiğine emin olduktan sonra ( kendi evden çıkmak istemiyordu) sokak başına " Teşrifatçılık " edip edebimizle salavatladık. Bir müddet sonra Abisi Rahmanı raufa kavuşmuş bilmiyorum... nasıl ?

    Yalnız o Genç takribi bir 10 sene sonra Afyon sporun kalecisi olacak ve yolda karşılaşıp koca bir futbol takımını sanki maç önü seromonide gibi hepsi ile tokalaşıp muhabbetle birbirimize sarılacaktık.

    Bir HAYAT kurtarmıştım. Şimdi neredesin Kaleci MAHİR...

    Ömür dediğin bir Hiç,... Hiçlik için niceleri P İ Ç'lik seviyesine iniyorlar. Esfelasafilin güruhu dediğimiz. Siyaset, Rant, Her şeyin daha daha daha fazlası için Değer mi Hiç ? HİÇ'lik için, PİÇ'liğe! 

    Yunusun Nefesini o yüzden paylaştık. O yüzden yukarıdaki yazıyı kaleme aldık.
Bir hayat kurtaranının Ruz i Mahşerde bir HAYAT kurtaranın karşılığını ALLAH biliyor (İyi ki biz bilmiyoruz kafayı sıyırırız alimallah )

    Değmez A dostlar Vallahi değmez TROL olup, Klavye Fedaisi olup, HİÇ'lik yüzünden PİÇ olmayın.. 40 yıl Herifim diye gezenlerin ölene kadar Dudu yapıldığı Hela temizlettirildiği mekanları idare edenlerdeniz Akıllı olsun millet. Tabi bu dünyada Öbür dünyada ALLAH'a Havale zaten.

    TÜRK'ün her şeyi Mükemmeldir. Rize'nin Çayı da Afyonun sucuğu da mükemmeldir. Mükellef bir pazar geçirip evde çoluk çocuğunuzla Mutlu huzurlu bir gün geçirmenizi yüce ALLAH'tan niyaz ederim..
Aziz ve Çok Şerefli kardeşlerim.

    Mustafa K I R B A Ç

    NOT; Yazar iki yıl önce yazdığı bu yazıyı önemine binaen güncellemiştir.


Eski Çamlar Bardak Oldu


    Bazıları bu sözdeki çamı cam olarak düşünüyor ve söylüyor. Bu yanlışlığa işaret edip aynı noktaya tekrar döneceğimizi belirttikten sonra asıl üzerinde duracağımız kelimeye gelelim.

    Bardak kelimesinin anlamı çok yaygın kullanışıyla, içinden su ve diğer içeceklerin içildiği camdan yapılmış kaptır. Tabi ki bugünkü anlamıyla bu böyledir. Taştan, ağaçtan, metalden yapılanları da varmıştır eskiden ve değişik şekilde adlandırıldıkları da olmuştur. Kase, kupa, maşrapa, billur gibi.

    Çocukluğumda çokça kullanılan ve hep de o nesneye işaret ettiği şekilde kullanılan bir başka anlamdan bahsedeceğim. Yine bir su kabıdır ama köylünün kırda bayırda, arabada çiftte, darbelere karşı dayanıklı, suyu soğuk bir şekilde muhafaza eden büyücek bir kaptır bu. Çam kütüğünden oyulmak suretiyle yapılmış tek parça bir kap. Kütük altından bir yerinden içi oyulmaya başlanır. Alttan bir el girecek şekilde delik açılmıştır, oyma işi bu delikten eli ve oyma aletini sokarak yapılır. İç işi bittikten sonra dışına da şekil verilir, kulp falan oluşur mesela. Sonra alttaki malum delik çam kabuğuyla kapatılır ve kabın içine su doldurulur. Suda şişen bu kabuktan kapak artık deliği tam olarak sıkıştırarak kapatmış olur. Sızdırma bile olmaz yani. Sırf bu yüzden bile olsa bu kabın içini uzun süreli susuz bırakmamalıdır. Kullanmasan bile içinde su bulunsun ki kabımız uzun ömürlü olsun. Kırılana kadar kullan icabında. İşte bu su kabın adıdır bardak. En az 5 litre kadar su konulabilir.

    Daha büyüklerine ise sinek deniyor ve yaklaşık 20 litreye kadar su konulabiliyor. Elbette büyük çam kütüğü bulmak kolay değil. Sırf bununla ilgili olarak iki sineği birbirine bağlayıp eşek üzerine çatmaya yarayan ipe sineğipi (sinek ipi) denilirdi. Buradaki sinek de meşhur karasinek ile karıştırılabilir; ama o değil. Anıtkayalılar'ın sinek dediğine bakmayın, memleketin başka yerlerinde 'senek' deniliyor; ve hatta Deresenek ve Yakasenek köy adları da buradan geliyor.

    Konuya dönelim, bardak kelimesinden yola çıkarak Türkçemizde bir yolculuk yapalım dedik ve bakın nerelerde durduk.

    Divan-ı Lügat-it Türk’te “bart” kelimesiyle karşılaştık, anlamını tanıdık bulacaksınız: “Su içilen bardak. Su kabı. Şarap ve benzeri sıvıların ölçü birimi.”

    Türkçenin çeşitli devirlerinde verilmiş eserlerin taranmasıyla oluşturulmuş, Türk Dil Kurumunun Tarama Sözlüğü’nde bu kelime bardak/bartak şeklinde tespit edilmiş. Anlamı ise, sadece “testi” olarak veriliyor.

    Kamus-ı Türki’de ise geniş bir karşılık var: “ Su, şerbet vs. içmeye mahsus, cam ve billur veya madenden, kulplu ya da kulpsuz kap. Maşrapa, kupa. (Aslı “kulp” demek olan “bar”dan müştak olmakla esasen kulplusuna denilirdi.)” Tamam yukarıda ayrıntılı bir şekilde anlattığımız bizim bardak da kulpludur ama ne Şemsettin Sami’nin Kamusunda ne Tarama Sözlüğü’nde ve ne de DLT’te “kulp” demek olan “bar” kelimesine rastlayamadık. Halbuki Kamus’ta İtalyancadan geldiği belirtilen “barda” kelimesinin hem anlam hem de ses olarak “bardak” kelimesine daha yakın olduğu aşikar:
    Barda: Fıçıcı keseri ve rendesi. Fıçının içine göre kavisli olur.

    Ege'de taze incire ve bizim dombeyeriği dediğimiz eriğe 'bardacık' denilmesin bu kelimeyle alakası var mı bilmiyorum. Her iki meyve de çamdan oyma bardağa benzediği için bence aynı kökten geliyorlar. Sadece sonuna küçültme eki alarak bardak+cık>bardacık olmuş...

    Çuvaşçada “purak” kelimesin anlamını da dikkat çekici bulduk: Ihlamur kabuğundan yapılmış dibi ve kapağı tahta, beyzi bir kap. Yine Çuvaşça’da çeşme ve kuyu kovası için kullanılan “patyen” kelimesi de varmış. Bu kelimeyle akraba olduğu besbelli Kazan Tatarcasının kelimesi ise “badyan”. Büyük tahta çanak demek.

    “Eski çamlar bardak oldu” sözündeki çam kelimesinin yanlışlıkla “cam” diye söylendiği meselesine döneceğimiz sözünü vermiştik. Bu yanlış kullanımın değişik sebepleri olabilir ama en mühimi bugünkü bardakların ekserisinin camdan yapılıyor olmasıdır. Ayrıca bilindiği gibi eski edebiyatımızda “cam” kadeh demektir. Bu bile başlı başına bir bardak tanımına benziyor.

    Sözdeki kelimenin “cam” değil de “çam” olduğuna dair delil göstermeye gerek yok ama yine de bulduklarımızı söylemekte fayda var. Bakın Tarama Sözlüğü kaynaklı bir kelime “çamçak”. Asıl ilginçlik tespit edilen anlamında: “Ağaçtan yapılmış su kabı, maşrapa.” Yani resmen bizim bardağımız tarif ediliyor. Üstelik şu başlığa taşıdığımız sözdeki “çam” kelimesini işleyerek. Çuvaşçada “çem” bira bardağı, Uygurcada “çam” kase, Kazan Tatarcasında “cam” tahta kase demek.

    Bardak ve sinekler sürekli dolu tutulmak suretiyle ömrü uzatılırdı. Aksi takdirde kuruyup çatlarlar çünkü... Fakat ne kadar uzun yaşarlarsa yaşasınlar onlar da ölümlüdür. Çatlayıp kırılıp su tutmaz olduklarında tamamen kullanımdan düşmezler, cesetleri de işe yarar. Düven sürülürken o kritik anda öküzün g.tüne tutulup bokça olarak kullanılırlardı.

    Orda burda çok aradım ama çocukluğumun “bardak”larından bulamadım. Böyle bir bardağı bulamamanın hüznü bir yana, bir gün “eski çamlar bardak oldu!” denmesinden korkuyorum.




Çattık Belaya


    “Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal.” İstiklal Marşı tahlili yapmaya çalışırken bu mısraya gelince düşünmeye başladım çatmayı. Sonra kullanım alanının genişliğini fark edip zihnimin bir köşesine kaydetmişim farkında olmadan. Şimdi bu kelimeyle deyim yapılmış sözleri bir çırpıda sıralayabilirim: Soba çatmak, güğüm çatmak, kaş çatmak, çatı çatmak, tüfek çatmak vs.

    Eskiden teneke sobalar vardı, tandır derdik. Izgaralı sobadan önceki belki en ilkel sobalar. Kömür bulamazdın zaten de bulsan bile kömüre dayanamayacak kadar zayıf mamulden yapılırdı. Odunu yakabilmek için özel olarak yerleştireceksin bu sobaya. Odun parçaları tepede birleşecekler, kafa kafaya verecekler ama altta nefeslenecek kadar boşluk bırakılacak. Belki kağıt, lastik, çıra gibi tutuşturucu madde sığacak kadar bir boşluk. Bu şekilde düzenli yerleştirirsen yakabilirsin sobayı. Tüfek çatar gibi çatacaksın sobayı. Tüfek çatmak da öyledir zaten. 3,4,5 tüfek havada namluları birleşecek şekilde yere dayanır. Tıpkı çatı çatar gibi tüfekler çatılmış olur. Askerler dinlenirken bu silahlar da düzenli bir şekilde durmalıdır. Çatı çatar gibi dedik çünkü bina bitip de çatı çatmaya sıra geldiğinde dülger sağlam kalın keresteleri tepesinde birleşecek şekilde bir araya getirir.

    Yukarıda açıklamaya çalıştığımız işlerin ortak bir noktası var. Tüfek, odun ve keresteler arkadaşlarıyla yukarıdan birbirlerine bağlanılıyorlar. O halde “çatmak” fiili aynı malzemelerin birbirine bağlanmasıdır. Elbette verdiğimiz örneklerdeki gibi sadece katı nesnelerin bağlanması değildir söz konusu olan. Mesela kaşlarını çatmak öyle bir şeydir. Burunun tam üzerinde iki kaş boya vasıtasıyla birbirine bağlanıverir, al sana çatık kaş. Güğümler eşeğin sırtına atılmak üzere ip ile birbirine bağlanarak çatılırlar. Şimdi fiilin tanımını biraz daha genelleyebiliriz. Çatmak, aynı tür varlıkların birbirine bağlanmasıdır.

    Çatak özel isim olarak, yer adı olarak biliniyor ama anlamını ben çok da düşünmemiştim. Şemsettin Sami’ye göre çatak, “Birbirine yanaşıp çatılmış iki dağın birbirine yanaşıp çatışarak oluşturdukları yer, dere yatağı.” Bu anlamda Anıtkaya'da da kullanılıyor, İlbulak'ın belli bir noktasına Çat deniliyor; hatta İmran'ın Çat diye bir mevki adı da var...

    Şimdi bunları yazarken “çatışmak” fiili de akla geldi. Bugün sadece kavga etmek gibi kısır bir manaya hapsettik ama yine Kamus-ı Türki’den olduğu gibi aktarayım: “1- Silahla birbirine girmek, vuruşmak. 2- Tokuşmak, birbirine çarpmak. 3- Köpek vb. hayvanların çiftleşmesi. 4- Söz veya davranışların birbirini tutmaması, uyuşmaması. Tenakuz. 5- İki veya daha çok şeyin aynı vakte rastlaması. 6- Kavga etmek.”

    Çatal kelimesinin de çatmak fiilinden geldiği belli. Yolun çatallaşması, sesin çatallaşması gibi hallere de bürünen bu kelimenin anlamı da şimdilerde kısırlaştırılmış. Yemekte kullandığımız alet olarak düşünüyoruz sadece. Ağaç dalının iki kola ayrılması, dirgen yaba annat gibi dişli aletler de bu kelimeyle adlandırılıyor.

    DLT’ de gezinirken çadır kelimesinin “çatır” şeklinde kaydedildiğini görmüştüm. Çatı ile çadır kelimelerinin akla getirdiği anlamları düşününce… Yani çatı kelimesi evi düşündürüyor, çadır da malum. İkisi de barınak. İster istemez çadırın çatmak fiiliyle ilişkisi olabileceğini düşünüyorsunuz ama Şemsettin Sami “çadır”ın Farsça kökenli olduğu konusunda ısrarlı.

    Azeri ağzında olup da bizde rastlayamadığım çok ilginç kelimeler de var. İşte onlara örnekler:
    Çataglamag: Parmaklarını birbirine geçirmek, elleri kenetlemek.
    Çatdırmak: Bir vasıta ile ulaştırmak, göndermek, vardırmak, yolamak.
    Çatgı: Kışlık odunları birbirine yaslayarak öbeklemek, küme haline getirmek, yakacak kümesi.

    Ayrıca şu Azeri türküsündeki sözler benim kulaklarımda çınlamakta: “Neyleyim ki sene çatabilmirem.” Kelime burada biriyle karşılaşmak, buluşmak anlamında. Bizde çocukların kavga için birbirlerini tahrik etmelerine, ilişmelerine, birbirlerine horozlanmalarına da “çatma” deniyordu.

    Çocuklara kendini öğretmek ve onları eğlendirmek maksatlı sırayla çene, ağız, burun, göz, kaş ve baş gösterilerek tekerleme gibi şöyle bir şey söylerlerdi:
        Çen çene!
        Aşçı dükkanı!
        Çift ayna!
        Çatık kaş!
        Bitli baş!

    Genelde çocukların yaptığı amuda kalkma hareketinin adı Anıtkaya'da çatalgavaktır. O durumdaki bir kişi, uzaktan gövdesi çatallaşmış bir kavağı andırır. Ağacın kökündeki pülçüklere ise çatırak deniliyor. Buradaki çatallaşmaların düzensiz olduğunu gösterir bir kelime... 

    İstiklal Marşı'ndaki çatma kelimesinden yola çıkmıştık. Bu kelimenin Eğret'te başka bir anlamı var; serilen harmana henüz düven koşulmadan kabarıklığı giderilmesi gerekiyor. Bunun için hayvanlara serbestçe çiğnendiriliyor. Yalnız tam da serbest değil bu hayvanlar, kafalarından yularla bağlılar. İşte bu harman yatıştırma işine çatma deniliyor. Böyle denilmesine sebep, şüphesiz hayvanların başından çatılmış olmasıdır.

    Son olarak Eğret çevresindek i Çatalınguyu, Çatkuyu, Çatalçeşme ve Çatalüyük yer adlarını zikrederek bitirelim.

 




03 Temmuz 2024

Geri


    Çekip uzatmak. Bir nesneyi, tel gibi, ip gibi bir nesneyi çekip uzatmak, gergin hale getirmek demek oluyor germek. Ama gergin kelimesi zaten maddenin gerili olduğunu bildiriyorsa bu fiili tanımlarken gergin sıfatını kullanmamak gerekir. Neylersin ki ifade edecek başka kelime bulamıyoruz. Fiilimiz Kaşgarlı’nın meşhur eserinde kermek ve kerişmek şekillerinde kullanılmış. Anlamı aynı, çekip uzatmak, kapatmak… Kerişmek ise germekte yardım ve yarış etmekmiş. İşin karşılıklı yapıldığı da belirtiliyor yani. Gerilecek nesnenin iki ucu olduğu ve germe işinin karşılıklı daha sağlam yapılacağı da böylece belirtilmiştir belki. Öyleyse eğer, kerişmek daha sağlam germektir.

    Divan’da bir ilginç kelimeye daha rastlıyoruz: kerim. Şu bizim bildiğimiz aslen Arapça olan ve erkek adı olarak da kullanılan kerim değil bu. Tamamiyle Türkçe ve germek fiilinden türediğini anlamını görünce düşündüğümüz bir kerim. “Duvarlara örtülen, kaplanan, gerilen dokuma nesneler”e ad olmuş kerim.

    Eski Türkçe eserlerin taranmasıyla oluşturulan Tarama Sözlüğünde bir “gergi” kelimesi var ki iki ayrı anlamda gösteriliyor. Bu kullanımlardan birisi onun “çarmıh, işkence aleti” olduğuna diğeri ise “perde” manasına işaret ediyor. Çarmıh denilince zaten hemen akıllara “germe” kelimesi üşüşüyor çünkü bugüne kadar hep çarmıh ve germe kelimelerini birbirinden ayırmamışız. Ayrıca biliyoruz ki perde bugün kullanıldığı gibi sadece camın içi görünmemesi için çekilen şey değil, belki iki bölüm arasına gerilen bez, tahta, duvar gibi şeyler için de kullanılıyor. Gerginin bir manası da perde olması garipsenmemeli çünkü perde de geriliyor. Tarama Sözlüğünde konu ile ilgili kendini gösteren kelime sadece gergi değil, bir de “germe” kelimesi var. Bu kelimeye anlam olarak da sur, duvar karşılığı verilmiş. İzaha bile gerek yok.

    Bahsedilen kitaptan sıyrılarak asıl bahsetmek istediğim “gergi” kelimesinin Anıtkaya’da kullanılan haline dikkat çekmek isterim. Harmandaki samanı eve taşımak için arabanın normal yan tahtaları küçük kalır zira saman hafif ama hacimli bir nesnedir. Onu taşımada daha yüksek ve daha geniş tahtalar gerekir. Saman tahtaları o kadar havaleli olunca dengenin sağlanması için yukarıda iki ucundan birbirine bağlanır. İp ile bağlansa içeri doğru birbirine kavuşmalarına engel olunamaz bu yüzden açılmaları ve kavuşmalarını engelleyecek ve de sabit bir arada tutacak aynı zamanda birbirine bağlayacak bir bağ gereklidir. İşte bu bağa gergi denir. İşin tuhafı gergiye büyükçe bir bez atıldığında bezden bir duvar oluşturulabilir ve bu duvar tahtalara kapak vazifesi de görür. Gergi, duvar, gerilme… bu kelimeler arasında anlam ilişkisi kurmayı size bırakıyorum.

    Kelimenin hayatı ve kökeniyle ilgili düşüncelere daldığımızda aklımıza bir sürü “acaba?” üşüşüyor. Şu söz bununla akraba olabilir mi? Ötekiyle berikinin nasıl bir yakınlığı vardır?, Şunların rengi sesi benzediğine göre aynı iklimin meyvesi midir?... Germe işini düşünürken aklıma takılan kelimelerden birisi de “kiriş” oldu. Yayın gerilmesini sağlayan şey olarak “kiriş” acaba “keriş/geriş” gibi bir kelime miydi genç iken?

    Ahmet Vefik Paşa da böyle düşünmüş olacak ki ona göre “gerdek” kelimesi “germek” fiilinden türemiştir. Çünkü aslında zar perde gibi gerili durumdadır, daha fazla gerilir ve ayrılır. Bunların yaşandığı geceye gerdek gecesi, odaya da gerdek odası denilmiştir…. Vefik Paşa’nın bu fikrini hikaye ettikten sonra Şemsettin Sami Bey kibarca bu fikre katılmadığını söyler.

    Şemsettin Sami Bey bir şey daha söyler. Ona göre “kuruyunca çatlayan, balçıklı, gayrı münbit” toprağa “geren” denir. Su çekilince bu tip toprağın çatlamasının sebebi gerilmesidir de ondan. Kurur gerilir, kurur gerilir… Gerildikçe kopacaktır. İşte bu çatlaklıklar toprak bloklarının kopması oluyor. Şemsettin Beyin bahsettiği bu tip toprağa Anıtkaya’da hala “gereñ” diyorlar. Bir farkla ki kelimenin sonundaki ses nazallaşıyor.

    Söz Şemsettin Sami ve Onun Kamus-ı Türkisinde iken oradan öğrendiğimiz “gerim”i de zikretmeli. Herhalde burada at gibi binek hayvanları kastediliyordur, hayvanın bacaklarını gerip açarak yürümesine deniliyormuş “gerim” diye. Bu tip yürüyüş şekli anlatılırken “gerilmemek” sözü de kullanılırmış.

    Fazla uzattığımızın farkındayım ama konuyu da dağıtmış sayılmayız. Germek fiili ve ondan türediğini düşündüğümüz kelimeler üzerinde ilerliyoruz varacağımız yere doğru. Yalnız bugün günlük hayatta çokça kullandığımız bazı kelimeleri ayrıca zikretme gereği duymadığımızı da belirtmeliyiz. Bize göre ilginç olan noktalara temas etmekle yetiniyoruz. Mesela psikolojik olarak gerilmek, gerginlik, gergin, gerilim gibi kullanımlara dalma gereği bile duymuyoruz. Tıpkı biyolojik olarak “gerinme”ye temas etmediğimiz gibi.

    Asıl bahsetmek istediğimiz, belki de konuya başlık olacak kelime “geri”. Kıl keçisinin kılından dokunuyor. Gözenekli kaba bir dokuma ancak çeşitli özelliklerinden dolayı Yörükler onu çadır olarak kullanıyorlar. Güneşin altında serin tutuyor, yağmuru geçirmiyor, içerdeki dumanı dışarı çıkarabiliyor vs. vs. böyle çeşitli özellikleri var. Uçlarından iplerle gerilerek çadır oluyor.

    Anıtkaya’da ise yine arabaların içine, tahtalar arasına gererek tahıl, saman hatta günaşık kellesi taşımada kullanılıyor. O kadar çok kullanılıyor ki zamanla “geri” bir hacim ölçüsü birimine bile dönüşüyor. İki geri saman, bir geri buğday gibi... Zamanında tabi… Şimdi ne araba var, ne “geri”… Bu vakitten sonra geri de géri gelmez!

    Bu hususta bahsedilmesi gereken bir şey daha var. İlbulak'ta bir mevkinin adı 'İncegeriş'... Konuyla alakalı olduğu kesin, ama üzerinde biraz daha çalışmak gerek...



Şenlik Misafiri 61. Tümen Sancağı

     
    Bir şenlik günü (28 Ağustos) geçit resminde kendi birliğinin sancağını görünce Cavanın İbrahim Ağa çok duygulanmış. Kırk yıl önce Sancak Çavuşu olarak görevi onu muhafaza etmek olduğu sancağı karşısında görünce duygulanması normaldir. Fakat onun duygulanış belirtileri sarsılma, tireme, hüzün, gurur, hıçkırık gibi karışık şeylermiş. Sesi de titriyormuş ve o haliyle tören birliğinin Komutanından sancağı öpmek için izin istemiş. Dediğine göre sancak kırk yıl önce bıraktığı temiz ve görkemli haliyle öylece duruyormuş. 

    1913 Doğumlu olan İbrahim Er'in Trakya'daki askerliği 1930'lu yıllara denk gelmiş olmalıdır. Yukarıda Berber Emmim Ahmet Kabadayı'dan nakledilen olay ise 1970'li yılların başında yaşanmış. Fakat aynı sancak bu olaydan önce de Eğret/Anıtkaya 28 Ağustos şenliğine defalarca getirilmiş. Belki de törenin değişmez misafirlerinden biriydi, onur konuğu gibi...

    Bunun bir sebebi olmalı, bir sancak Trakya'dan Anıtkaya'ya her yıl neden getirilir ki? Sancak ile Eğret arasında bilmediğimiz bir bağ var belli ki... Emmimin ağzından 61. Tümen gibi bir şey çıktı. Büyük Taarruz notlarını tekrar karıştırdım, ihtiyattaki 2. Ordu'ya bağlı 61. Tümen Eğret'in doğu taraflarında Gazlıgöl'ün ötesinde konuşlu.  Taarruz başlayınca kaçmakta olan Yunan kuvvetlerini takiple vazifelendirilmiş. Hatta 28 Ağustos'ta biraz yavaş hareket ettiği için düşmanın kesin darbe yemekten kurtulduğu belirtiliyor. 

    Akla 28 Ağustos 1922 günü Eğret'e giren ilk Türk birliğinin 61. Piyade Tümeni olma ihtimali geliyor. Yalnız yukarıdaki bilgiye, yani geç hareketinden dolayı 29 Ağustos'ta ancak Hacıbeyli'ye varabildiği yönündeki bilgiye göre ilk olma ihtimali düşük görünüyor. Diğer yandan ilk giren Türklerin süvari piyade karışık olduğuna yönelik şahitlikler var. Doğrudan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın emriyle hareket eden Meclis Muhafız Taburu'nun 28 Ağustos ikindi sonrası Belce istikametinden gelip Eğret'e girdiği ve burada 24 saat kadar kaldığına yönelik bulgular var. Bunların hiç biri yazılı kaynaklarda yok, şahitliklere ve çıkarımlara dayalı bilgiler.

    Bütün bunlara ek olarak 61. Tümen sancağınıın Anıtkaya şenliklerine katılıyor olması manidardır. Eğret'i kurtaran birliğini temsilen resmi törenlere katıldığı varsayımını esas almak durumundayız. Meclis Muhafız Taburu 28 Ağustos akşama doğru Eğret'e girip konuşlanırken; ondan daha önce yahut birlikte gelen 61. Tümen durmayıp yürüyüşe devam etti ve kuzeye yöneldiyse 29 Ağustos'un ilk saatlerinde Hacıbeyli'ye varmıştır. Yahut Tümenin bir kaç Alayı Eğret'i kurtarmış diğer ağırlığıyla Hacıbeyli'de buluşmuş olabilirler. 

    Bütün bunlar araştırmacıların ilgisini bekler. Kaybolmaması gereken taze bir bilgi olarak burada dursun diye not ediyorum.

    Kurtuluştan sonra 61. Tümen Trakya'ya kaydırılmış, şimdi Çorlu ve Lüleburgaz'da 5. Kolordu'ya bağlı Mekanize Piyade Tugayı olarak varlığını sürdürüyor.



Akhamırsız ve Ebegömeci

 
    Daha zeytin, peynir, çay eksenli kahvaltı icat edilmemişti. Daha doğrusu kahvaltı kültürü yoktu, genellikle çorbadan oluşan sabah ekmeği yenirdi. Bazen de ne olursa yenerek güne ve işe başlanırdı.

    'Ne olursa' dediğim şeylerin bir çoğu mahalle fırınında pişirilen basit şeylerdi. Çünkü bizim fırınlar asıl amacı olan ekmek etmenin dışında bütün mahallelinin ortaklaşa kullandığı bir genel mutfak havasındaydı. Şimdi mutfaklarımızdaki ocak ve fırında pişirilen her şey, orada, mahalle fırınında pişirilebilirdi.

    Hamırsız onlardan biri. Maya kullanılmadan, bir çırpıda karılan hamurdan yapılmış pratik ekmek/çöreğe hamırsız deniliyor. Kıvam bulması (gelmesini) beklemeye tahammül edilemeyecek acil durumlarda yapılıyor, mayasız olduğu için de bu ad verilmiş. Sadesi var, haşhaşlısı var; birincisine ak, ikincisine haşeşli hamırsız deniliyor. Bir de çarşı hamırsızı var ki o yağlıdır, üstelik hamursuz/mayasız da değildir. Bu yüzden konunun dışında tutuyoruz.

    Girişi bağlayalım... Rahmetli Ninem, yetimlerine bazı sabahları ak hamırsız ederdi. Aslında nasıl ettiğini bilmez, kalktığımızda sıcak hamırsızı başucumuzda bulurduk. Bir keresinde hamuru kararken yakaladım onu, ve yapım aşamalarının bütününe şahit oldum. Yaptığı sade hamırsız sayılmazdı çünkü kardığı hamura soda/karbonat katmıştı. Daha sonra bu katkının, yapılanın tamamiyle ak hamırsız olmasını engellediğini de anlayacaktım. Çünkü soda hamırsızı yer yer sarartıyordu. Yine de bu renk değişikliği onun adını değiştirecek kadar baskın değildi.

    Fırına giderken hamur Ninemin önceğindeydi. Yasdığece koyup kabaca şekil verdi. Kimsecikler yoktu, ama fırının kızgın olduğu belliydi. Demek ki taze yandığını görünce hamırsıza karar vermiş. Zira onun tarzında pişirmek için kızgın taş değil, kül lazım... Bizim fırınlarda yakılan fışgı, köz değil külü netice verir; çünkü özü saman olan fışgı yanınca toz haline gelir. Bu kızgın toz, yani kül uzun süre ısısını saklayabilir, çünkü yüzeyi dışında havayla teması neredeyse imkansızdır... 

    Lafı uzatmayalım, kızgın külü kürekle yarıp oturak gibi düzlük oluşturdu. Yasdığeçte bekleyen hamuru iki avucuna alarak bu düzlüğe oturttu. Ben şaşkın şaşkın bakıyorum. Güzelim hamuru niye küle attı diye düşünürken, küreği tekrar eline aldı ve yine kızgın külü hamurun üstüne bir yorgan gibi yığdı. Küreğin tersiyle yığıntıya vurarak sıkıştırdı. Sonrası bekleme...

    Bence bekleyecek bir şey yoktu. Bir defa, hamur zaten küle belenmiş, artık yenmezdi. Bile bile toza atmak da neyin nesiydi... İkinci olarak, o kadar kızgın külde kesinlikle yanacaktı... Bu yüzden, diri diri cehenneme gömülen hamurdan ümidim olmadığı için onu beklemek yerine oyuna dalmış olmalıyım... Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, kızgın mezarı açarken Ninemin yanındaydım. Ceset tertemiz ve sapasağlam çıktı iyi mi! Yanmamıştı. Gerçi üzerinde kül kalıntıları vardı, ama önceğini tutuğeç gibi kullanıp kavradı ve yere dikine tık tık vurunca ne kadar kül varsa döküldü. İşin adeti böyleymiş; üfürmekle, süpürmekle  o küllerden kurtulabilirsin. Ama, hayır, ille dikine vuracaksın... Bu, cebinde çakmak olduğu halde cigarayı közle yakmaya benzer; zahmetlidir, lakin verdiği otantik zevke değer... 

    Nefis kokulu, sert kabuklu, taze akhamırsızı getirdiğimiz gibi götürdük; yani Ninemin önceğinde... Gömme akhamırsızı sıcak sıcak, üfülüyerek yemek lazım. Biz de öyle yaptık, yalnız yine merasim gibi Ninemin dizinde bölmesini belirtmem lazım... Yiyenler bilir, gömme hamırsızı hiç yemeyen talihsizlere diyeceğim şu: Onun tadını başka teknikle pişen hiç bir hamırsızda bulamazsınız...

    Fırın ile Patırların ev arasındaki gölet yazları kururdu, ama kenarlarındaki nemi kaybetmediği için oralar sürekli yeşil kalırdı. Kuru göletin mevsimlik bitki örtüsü ise ebegümeci idi. Yapraklarıyla kadınların ilgilendiği bu otta bizim dikkatimizi çeken yegane nokta ise onun tohumlarıydı. Çiçeği döktükten sonra beliren tohumun çanak yaprakları soyulduğunda ortaya gömlek düğmesi gibi bir tohum çekirdeği çıkar. Bu çekirdek biçim olarak hamırsıza benzer, tazeyken lezzetli gelirdi. Hem yer hem de ebegümecine yeni bir ad yakıştırırdık; hamırsız otu...

    Çocukluğumuzda hamırsızotu dediğimiz ebegömecinin kökenini biraz araştırdım. Bin yıl önceki kaynak DLT kömeç/gömeci "küle gömülerek pişirilen çörek" diye anlamlandırmış. Tarama Sözlüğünde ise aynı kelimenin karşılığı "kül poğaçası, kül ekmeği"... 

    Bu tanımlamalardan sonra, konuya neden Ninemin hamırsız gömmesiyle başladığım anlaşılmış olmalıdır. Hamırsız aslında bir gömeç türüdür ve tohumu hamırsıza benzediği için ebegömeci böyle adlandırılmıştır. 

    Özel bir bağlantı ise şu; malum bazı yerlerde nineye ebe diyorlar. Ebegömecinin Anıtkaya'daki tam karşılığı ninehamırsızı gibi bir şey olmalıdır. Yani biz çocukken boşuna hamırsızotu dememişiz buna...



02 Temmuz 2024

Gayrak


    “Kay-“ fiilinin anlamı, nesnenin bir zemin üzerinde sürtünerek hareket etmesidir. Zeminin parlak, pürüzsüz, cilalı… kısaca kaygan olması bu işin oldukça sağlıklı yapılmasını sağlayan önemli bir unsurdur. Kaygan, kaydırak, kaydırmak, kayrak, kayış, kayık, kaygana, kaypak gibi kelimelerin bu fiil kökü ile doğrudan ilgili olduğu düşünülmektedir.

    Kaydırak, şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş, bazen birkaç çocuğu oynarken gördüğümde tatlı bir hüzne kapıldığım eski çocuk oyunlarından biri. Yassı bir taş, yere çizilen sınırlar içinde ayakla hareket ettirilerek oynanıyor. Tek ayaktan aldığı kuvvetle yassı taş yerde ilerliyor, yani kayıyor. Taş, ayakla bir zemin üzerinde kaydırıldığı için oyunun adı kaydırak olmuş. Oyunun tek ve en önemli aracı bu yassı taşa da aynı isim veriliyor: kaydırak.

    Kayrak bir kaya çeşididir ki yer altından bir kesit alma imkanı olsa damar damar, tabaka tabaka sıralanmış olarak görülecektir. Yeryüzüne çıkarıldığında da bir düzlem parçası şeklindedir. Tahta gibi, tepsi gibi dümdüz parçalar şeklinde çıkar. Kaydırak oyununda kullanılan yassı taşın bir kayrak olması tercih edilir. Kayrağın üzerindeki kum tanecikleri dişli, tırtıllı bir özellik kazandıracak kadar belirgindir. İşte tam da bu sebepten kayrak parçaları, biley taşı olarak da kullanılırlar. Tırpanın sık sık bilenmesinde bu kayrak taşından yararlanılır. Buna tırpanı “gayraklama” denir. İşin özeti, taşın tırpan üzerinde kaydırılmasından ibarettir.

    İlbulak Dağındaki bir vadiye Gayraklı adı verilmesine sebep, kayrak taşlarının orada bol bulunması olmalıdır. Oralardan kopan küçük kayrak taşları sel yolakları vasıtasıyla köye kadar gelirdi. Kutu (gazoz kapağı) ve kaydırak oyunlarında kullanacağımız kayrakları selyolağından toplardık...

    Bir çeşit yumurtalı tava böreği diyebileceğimiz kaygananın tavada kayması nedeniyle bu ismi aldığı düşünülebilir. Çünkü hamur tavaya atılmadan önce yeteri kadar yağ konularak tavanın kayganlaşması sağlanmalıdır. Ayrıca böreğin şekli de kayrağı andırmaktadır. Oldukça ince ve yassı… Anıtkaya'da buna kısaca gaygına diyorlar...

    Su üstünde ilerleyen, kayan ulaşım araçlarının genel adı kayık oluyor. Ayrıca yıldız kaymasındaki görüntü, yıldızın şeffaf bir düzlem üzerinde hızla ilerlemesi, kayması şeklindedir. Hem kayığın suda hem de yıldızın gökyüzünde kayarak hareketinden söz ediyoruz.

    Kay- fiilinin Anıtkaya’da da kullandığını tespit ettiğimiz başka bir anlamı ise “Bir köşede üst üste yığmak, istif etmek.”tir. Bu anlamı dikkate alarak kayrak denen kaya cinsinin yer altındaki halini de göz önüne getirirsek ilginç bir hayali canlandırmış oluruz. Yol yapımı gibi çeşitli sebeplerle ortaya çıkan kayrak kesitlerini görürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü kayraklar çok güçlü bir el tarafından yer altına üst üste yığılmış, istif edilmiş yani “gayılmış” gibi bir görünüm arz ederler.

    Bu arada kayrak ile kaya kelimelerindeki ses benzerliği bunları yazarken dikkatimi çekti. Zaten Şemsettin Sami’ye göre kaya kelimesi “kay-“ fiilinden gelmektedir. Ayrıca “kayağan” adlı bir çeşit döşeme taşından da bahsediyor ki ister istemez akla kayrağın da yere döşeme taşı olarak kullanıldığını getiriyor. Şimdilerde hem döşeme hem de duvara kaplama olarak kayrak taşının yaygınlaştığı görülüyor.

    Kayrak ile kayağan kelimeleri arasında hem anlam hem ses benzerliği bağlantısı kurulabileceği de unutulmasın. Bir de kayağan kelimesindeki “kay-“ kökü ve halen kullandığımız “kaygan” kelimesiyle bu fiil kökünün nerelere kadar uzanabileceği ayrı bir husus. Çünkü Kamus-ı Türki’ye daldığımızda “kaypak”ın da aynı kökten geldiğini öğreniyoruz:

    “kaypak: sıfat 1- Kayar, bir yerde durmaz. 2- Çalınmış, aparılmış. [Kaypak balık: Elde durmaz, kayar, lezzetli bir göl balığı.]"
Bu kadarla kalsa iyi, O’na göre “kayış” kelimesi de varır “kay-“ fiiline dayanır:
“kayış: (kaymak)tan. Berberlerin ustura biledikleri parlak kösele dilimi.”

    Kaypak günümüzde insanların bir sıfatı olarak kullanılıyor, oldukça olumsuz bir sıfat. Yerinde, kararında, fikrinde, vaziyetinde dik durmayan, sağlam olmayan sürekli değişen, rüzgara göre yönünü belirleyen kısaca “kayan” kişi demek. Usturanın kayış üzerinde kayması ise tarif bile gerektirmiyor. En az kayrağın tırpan üzerinde kayması kadar net.




Sönge


    Bizim lehçelerde böyle bir kelimenin varlığına dair bir şey duymadım ama mesela Çuvaş Sözlüğünde gördüm “sén-“ fiili bizim bildiğimiz “yanmak” manasındaymış. Yakmak falan değil, kendi kendine yanmak demek. “Yakmak” anlamını alabilmek için geçişlilik eki getiriliyor ve “séndermek” şekline sokuluyor. İşte “yakmak” bu.

    Yakmak anlamına gelen “séndermek” fiili bizdeki “söndürmek” fiiline ne kadar benziyor sizce? Şimdi sesin ötesine geçip anlamlarını düşünün bakalım. Yakmak ve söndürmek birbirinin zıddı iki anlam. İki zıt anlam neredeyse sesteş kelimelerle karşılanıyor… Bizdeki “sönmek” fiilinin eski hali “söğünmek/söyünmek” iken hece düşmesiyle bugünkü halini alıyor.

    Bir de süngü kelimesi var ki bunun yanmakla sönmekle çok da alakası yok. Bildiğimiz süngü bu, mızrak gibi ilkel bir savaş aleti. Şimdilerde tüfeğin ucuna takılan kasaturayla süngü elde ediliyor ve süngü süngüye savaş böyle yapılıyor. Yapılıyor dediğime bakmayın çağımızda böyle savaş da kalmadı ama bizde askerlik sanatı olarak hala öğretilir. Bu paragrafı yazma sebebimiz ancak aşağıdakiyle anlaşılabilir.

    Anıtkaya’da hemen her sokakta mahalle fırınları var, kadınların haftalık ekmeklerini yaptıkları. Bu fırınların sosyal hayattaki yeri, günümüzdeki fonksiyonu, ekmeğin yapılış teknikleri falan başka bir yazının konusu olabilir de ben sözü “sönge”ye getireceğim. Fırın kızdırıldıktan sonra ekmek içeriye verilmeden önce kızgın taşın temizlenmesi gerekir. Bunun için ucuna büyükçe çaput bağlanmış uzun bir sırık kullanılır. Sönge denilen şey işte bu sırıktır. Fırın sénderildikten sonra birazcık alafının giderilmesi yani söndürülmesi gerekir. Bu görev süngü gibi uzun bir söngenindir. Sönge, yanma-sönme ile ilgili âteşîn bir kelime. Kullanırken dikkatli olmalı.

        SÖNGE:

    Bizim mahalle fırınlarında kullanılan alet edevatın isimleri ile ekmek yapma terimleri üzerine çok düşünmüşümdür. Her birinin mantıklı bir açıklamasını, köken itibariyle hangi kelimelerle alakadar olduklarını, başka hangi sözlerden süzülerek bugünlere geldiğini falan kendimizce bir izaha kavuşturmuştuk.

    Açıklanması zor olan bazı kelimelerin varlığı eskiden beri dikkatimi çekti. “Esiran”ın sıyırmak fiiliyle alakası, “yastığeç”in yassı kelimesiyle akrabalığı işimizi kolaylaştırdı. Hemen her kelimede karanlık noktalar bulunmakla birlikte manasındaki genel görünüm hep aydınlık oldu. Aydınlığa çıkan her kelime de zihinde, yeni bir oyuncak sahibi olmuş çocuk sevinci bıraktı.

    Ya hep karanlıkta kalan kelimeler?

    “Sönge” onlardan birisi. Fırın yakıldıktan sonra, taş kızgın ve henüz hamur verilmemiş iken o taşı temizleme aracı. Görüntüsü iğrenç, görevi çok önemli aletin adındaki anlamı bir türlü kafamda çözümleyememiştim.

    Bilmeyenler için evvela biraz tanıtmak gerekebilir. 2-2,5 metre uzunluğunda kuvvetli bir sırığın ucuna takılmış siyah bayrak düşünün. Sırık kuvvetli olmalı, mesela söğütten; çünkü uçtaki bayrak sürekli ıslak olduğundan ağırdır. O ağırlığa ve kullanıcının şiddetli çevirme hareketine dayanmak her babayiğit sırığın harcı olmayabilir. Sırık ucundaki bez parçası da kuvvetli bir çaput eskisi olmalıdır ve sağlam bir ip ile ağacın ucuna bağlanmalıdır. Esasında çaput değişik renklerde olabilir; ama daha ilk kullanımda rengi siyaha çalacaktır. Söngenin görevi, kızgın taşı temizleyerek hamurlar için hazır hale getirmektir. Taşın tun deliğinden, alevlerle birlikte yukarı çıkan kül zerreleri, taş yüzeyinde ince bir kül tabakası oluşturmuştur. Bu küller temizlenmezse ekmeğin altı simsiyah olur. Bu niyetle alınan sönge yalaktaki suya daldırılarak güzelce ıslatılır. Zaten ağır olan sönge daha da ağırlaşmıştır. Sırık ucundan tutarak çaput kısmı taşa atılır. Artık iş, güçlü ve ustaca hareketlerle o bez kısmını taşın üzerinde çevirmeye kalmıştır. Dairesel hareketlerle söngenin taştaki külleri toplaması sağlanır. Bu hareket, taşın iyice temizlendiğinden emin olana kadar birkaç kere tekrar edilir. Kızgın taş üzerinde dolanan sönge hem pislik toplar hem de hafifleşir. Hafiflemesinin sebebi, fırına girerken yüklendiği suyu kızgın taşta kaybetmesi, yani kurumasıdır. Yine de her fırın çıkışında yalaktaki suya daldığında “coss” sesi ortalığa yayılır. Sönge, budur.

    Fırındaki bütün işlemlerin mutlaka ateş kavramıyla alakalı olması; ayrıca yukarıda anlatıldığı gibi söngenin kızgın taşta dolaşması, taşın pisliğiyle birlikte fazla ateşini de alması, hararetle temastan sonra bezdeki suyun buharlaşması gibi özellikler insanı hep “sönmek” fiiline götürüyor. Söngenin elbette ateşi söndürmek gibi bir işlevi yok; ama fırındaki her şeyin az çok ateşle ilgisi vardır. Bilindiği gibi, vakti geldiğinde ateş söner. Dolayısıyla söngenin “sönmek” fiiliyle kökdeş olduğunu düşünmemizde bir mahzur bulunmamalı. Hazır Türkçemizde fiillerden isim yapan bir -ga, -ge ekimiz de varken, niye böyle düşünmeyelim. Yontmaktan yon-ga oluyor da sönmekten sön-ge neden olmasın.

    Bu kelimenin açıklanması sırasında akla gelen başka kelimelerimiz de var. Bunlardan biri de “sunmak” fiilidir. Sunmak, bizim köyde böyle kullanılıyor ama başka yerlerde “sünmek” şekliyle de iştilebilir. Manasına gelince, uzamak, uzanmak gibi anlamları var. Daha çok, bir varlığı almak, ona sahip olmak, ele geçirmek kastıyla ona doğru uzanmak anlamlarını içeriyor. Hatta bu fiil “sundurmak” şekliyle de kullanılıyor. Köpekler, bir yiyeceği kapmak maksadıyla kafalarını uzattıkları zaman, sundurmuş oluyorlar.

    İş uzamak, uzanmak anlamlarına varıp dayanınca insanın aklına şu bizim meşhur “sünmek” fiili geliyor. Hani elastiki maddelerin yaylanması, uzaması anlamında sünmek var ya, işte o. İpleri sündüre sündüre koparırız mesela. Her ne kadar Yunanca olduğu söyleniyorsa da belki “sünger”in de bu fiille alakası vardır.

    Tekrar söngeye dönecek olursak; acaba diyorum, söngenin sunmak veya sünmekle bir yakınlığı olabilir mi? Çünkü sunmak ve sünmek, uzamak uzanmak anlamlarına geliyor. Söngenin kendisi uzun ve onu fırının içine doğru uzanarak, yani sünerek kullanıyorsunuz. Zorlama bir bağlantı gibi gelebilir ama kelimeler arasındaki yakınlıklar böyle bağlantılarla bulunabiliyor.

    Sünmek fiiline kadar gelince “süngü”yü hatırlamamak ayıp olurdu. Çok eski zamanlarda savaş ve av aleti olarak kullanılan süngü, ucuna keskin kemik takılan uzunca sopadır. Ucundaki kemik parçasından dolayı süngü dendiği ifade ediliyor. Malum, eski Türkçede kemik “sınık” idi. Bu özelliğinden ziyade, uzun bir sopa olması ve ucunda başka bir madde bulunması bizim için önemli. Çünkü bu haliyle hemen hemen söngeyi hatırlatıyor. Ayrıca “sönge” ile “süngü” kelimelerindeki seslerin birbirine yakınlığı da ayrı bir dikkat vesilesi. 

    Uzunluğu ve ölçüsüz büyüklüğünden dolayı bazı varlıklar söngeye benzetiliyor. Anıtkaya'da 'sönge gibi' sözüyle yapılan bu benzetme, daha çok kaba saba büyüklüğü ifade ediyor.

    Kelime içinde n ve g harfleri yanyana gelince ister istemez nazal ñ devreye giriyor. Haliyle söngeyi "söñge" biçiminde yazasım var, tabi ki ñ'den sonraki g'nin kaybolmaması ayrıca ilginç. Bu durum süngü için de geçerli...

    Böyle düşüne düşüne belki ele aldığınız kelimenin açıklamasını tam yapamıyorsunuz; ama en azından üzerindeki toz bulutunu hafiften dağıtabiliyorsunuz. Tıpkı söngenin taş üzerindeki külleri temizlemesi gibi…



01 Temmuz 2024

Örnek Almak


     İpe değişik tarzlarda düğümler atarak onu dokumaya örme deniliyor. Örülen şeylere, örülerek yapılan giysi benzeri nesnelere de örgü adı veriliyor. İpekböceğinin kozasını örmesi, kaderin ağlarını örmesi, başa çorap örmek gibi zengin bir ifade gücünün yansıması olarak karşımıza değişik şekillerde çıkabiliyor bu kelime.

     Ör- fiiline yakın kelimeleri zihnimden geçirirken aklıma “örümcek” kelimesi de düşmüştü. Bu kelimenin tarihine bir bakayım diye Kamus-ı Türki’yi açınca hayal kırıklığına uğradım. Çünkü bu kelimenin aslının “örkümcek” olduğu ve “ürkmek”ten geldiği söyleniyordu. Halbuki ör- fiilinden türediği o kadar açık ki bunu bu hayvancığın salgıladığı maddeyi bir ağ haline getirirken hangi işi yaptığını görerek bile anlayabiliriz.

     Bakın Türk Dil Kurumunun Tarama sözlüğünde “urgan” kelimesinin değişik telaffuzlarını nasıl tespit etmişler: örken, örgen, örgün, örkün… İşin içinde ip olunca ve birkaç ince ipin örülerek daha kalın hale getirilmesi sonucunda urgan ortaya çıkıyorsa ister istemez ör- fiili ile urganın bağlantısını kuruyorsunuz.

     Günümüzde “misal” kelimesinin karşılığı olarak kullandığımız “örnek” kelimesinin birkaç anlamı sözlükte (Kamus-ı Türki) şöyle tespit edilmiş:

1-      Bir şey yapmak için öne konulan, imtisal olunan şey, numune, misal : Bu iş, bu adam size örnek olsun.

2-      Bir şeye imtisalen yapılan iş, manend, misal : Tıpkı örneğini yapmış.

3-      Bir büyük miktara misal olmak üzere gösterilen küçük miktar, numune : Zahire örneği, kumaş örneği.

4-      Cins, nevi, çeşit : Bu ne örnek maldır? Onun bizde birkaç örneği vardır.

“Örnek” kelimesinin Anıtkaya’daki kullanım alanı sözlükte belirlenen sınırların içinde ve fakat daha dardır. Genç kızlar çeyizlerini küçük yaşlardan itibaren düzmeye başlarlar. Göz nuru döktükleri bu çeyizler o kadar önemlidir ki sergileyecekleri birkaç gün boyunca eksik arayan nazarlara karşı bütün tedbirler alınmış olmalı, her bir iş kusursuz görünmelidir. Ayrıca bu işlerin çok güzel, orijinal, benzersiz olması da tercih edilen özelliklerdir. Böyle bir iş çıkarmak için daha önceden yapılan işlerden yararlanmak kaçınılmaz olur bazen. İşte yararlanılan ve tamamlanmış böyle örgü, işleme gibi işlere “örnek” adı verilir. “Örnek almak” bir başka nakışı, ilmeği taklit etmek demektir. Elinde orijinal bir iş bulunduranlar çoğu zaman bunun örnek alınmasını istemedikleri için bazı sıkıntılar bile çıkar. İşte “örnek” kelimesi Anıtkaya’da bu şekilde kullanılır. Şüphesiz bu kelimenin baştan beri saydığımız kelimelerin anlamları ile bir ilişkisi vardır. Ama Anıtkaya’da kullanılan halinin sözlükteki anlamlarının hangisine daha yakın olduğunu bulmak size kalmış. Kim bilir belki de dört anlamla da bir parça bağlantısı vardır.

Yine sadece Anıtkaya’da rastlanan bir birleşik kelimeyi de burada zikrederek konuyu tamamlamak yerinde olacaktır. “Êlörnek” birleşik kelimesi mükemmel, kusursuz, ellere örnek olabilecek özelliklere sahip olan iş, eser anlamlarında kullanılmaktadır. Bu deyimin "éle örnek" kelimelerinin birleşiminden doğduğu çok açık, hece düşmesiyle bu hale gelmiş. 

Zamanla bunun haricinde ele, yani dış dünyadaki kimselere sunulabilecek olan her şey için kullanılır olmuştur; ama daha çok tepki cümlelerinde kendine yer bulur: ‘Êlörnek evimiz mi var’ gibi…

 

 


Diñmek

 
     Nazal ñ ile söylenen diñ kelimesi isim olarak Kamus-ı Türki’de iki anlamda karşımıza çıktı. Bunlardan dikkatlere sunacağım ilki rahat, huzur, sessizlik, sakinlik anlamlarına geliyor. Belki tam olarak asude kelimesinin Türkçesi diyebiliriz diñe. İkinci anlamı ise iki şeyin aynı ölçüde bulunması, denklik demek oluyor. Nazal ñ sesinin bildiğimiz n ile g seslerinin karışımı bir ses olduğunu unutmadan “denge” kelimesinin bu “diñ” isminden geldiğini rahatça söyleyebiliriz sanırım. Fakat bizim asıl işimiz kelimenin birinci anlamıyla ilgili. Yani huzur, rahat anlamlarıyla. Açıklaması zor olabilir ama ruhun karşılığı “tin” ile bu kelimemizin bir ilişkisi olabilir mi acaba? Huzur, sükun, rahatlık gibi kavramlar ile ruh arasında bir bağ ve bunun üzerine tin ile diñ arasında başka bir bağ…

       Tarama sözlüğünde diñ veya dıñ ismine başka bir anlam daha yüklendiğini görüyoruz. Evet dıñ ses, seda demeye geliyormuş. Yine isim fakat üzerinde durduğumuz rahatlık ifade eden o malum anlamla bir yakınlığı yok gibi duruyor ilk bakışta. Bu isimle yapılan bir birleşik fiil örnek olarak gösterilince aynı kelime olduğunu anlıyorsunuz. Zira “dıñ dur-“ sükut etmek, ses çıkarmamak demekmiş. Bu birleşik fiili görünce aklıma yine Eğret’te çok kullanılan “tek dur-“ birleşik fiili geldi. Eğret’te kullanılan mana, yaramazlık yapmamak, sessiz sakin durmak şeklinde. Azıcık araştırınca bu birleşik fiilin hemen hemen bütün lehçe ve şivelerde kullanılan bir fiil hatta deyim olduğunu öğrendim. “Dıñ dur-“ fiili ile “tek dur-“ fiili aynı anlama geliyorsa belki de bugün hala kullanılan “tek dur-“ aslında bu “dıñ dur-“ tan geliyordur. Çünkü “tek” ile “dik” kelimeleri arasında ses benzerliği açık. Ayrıca Divan-ı Lügatit Türk’te “tiñ”, dik demek olduğu söyleniyor. Bu kadar çok ses benzerliği, anlam yakınlığı zincirleme olarak karşımıza çıkınca ister istemez şaşırıyoruz ama durun daha bitmedi. Eğer “tiñ” ismi böyle dik manasında ise yine Eğret’te sık duyulan ve ayakta durmak, ayağa kalkmak anlamına gelen “diñel-“ fiilini de bu kategoride saymalıyız. Hatta diñel-, dikil- fiilleri arasında bile bağlantı kurmak zor olmaz. İleride diñel- ve dikil- fiilleri için özel bir yazı yazılabilir, şimdilik asıl konumuza dönmekte fayda var.

       Yine DLT’te “tıñ” kelimesini dinmiş, haylaz, işsiz, aylak, tembel manalarında görüyoruz. Az daha zorlansa sakin, rahat, huzurlu denecek neredeyse. O kadar da baştaki mana ile ilintili yani.

       Bu anlam ile direk ilgili fiiller çıkıyor karşımıza. “diñ-“ bu sefer isim değil de fiil olarak görünüyor. Yine iki anlamı var Kamus’ta. Birincisi durmak, bitmek, kesilmek, sakinleşmek gibi. “Yağmur diñdi” bu manadan. İkincisi rahatlamak, istirahat etmek oluyor. Tam burada diñgin ve diñlen- kelimelerini zikretmek gerek. Diñgin, yorgun halsiz demek oluyor. Diñlenmek ise rahatlamak, huzur bulmak, yorgunluk atmak vb anlamlarda. Ayrıca diñlendir- fiili daha başka anlam kalıplarına da bürünmüş: Çayı dinlendirmek, tarlayı dinlendirmek vs. Bir de iş nöbetini teslim alarak karşıdakinin dinlenmesini sağlamak anlamı var. Mesela annatı elinden alıp patoz atmaya sen devam ederken arkadaşın dinlenmiş oluyor; buna da diñlendir- deniliyor... DLT te ilginç bir kelimeyle daha karşılaşıyoruz: Tıñdur- fiili rahat ettirmek, dinlendirmek demekmiş.

       Yukarıda dıñ/tıñ kelimesinin ses, seda anlamına geldiğinden de bahsetmiştik. Hatta “dıñ dur-“ ses çıkarmamak demeye geldiğini de belirtmiştik. Bugün Türkiye Türkçesinde kullanılan tın-/tınma- fiilleri bu ismin bu anlamından geliyor olsa gerek. Çünkü tınma-, sessiz tepkisiz duyarsız kalmak anlamında kullanılıyor. “Onca söze rağmen tınmadı bile.”…. Dıñ kelimesinin ses anlamına tekrar dönmemiz sırf bu tınma- fiiliyle ilgili değildi. Dinle- fiilinin de buradan geldiğini belirtmekte fayda var. Zira herkesin bildiği gibi bu fiilin temel anlamı sese kulak vermek ve onu işitmektir. Sesle ilgili bir fiildir dinlemek, yani “dıñ” ile alakalı. Zaten tarama sözlüğünde “diñlemek” fiilinin karşılığı olarak, iki kişinin kendi aralarında konuştuklarına yani çıkardıkları fısıltılara kulak misafiri olmak diye gösteriliyor.

       “Dıñ” kelimesinin asıl manasına bir kere daha dönerek konuyu bağlayalım. Rahat, huzur, sükunet, sessizlik… Diñmek fiilinin sadece Anıtkaya’da rastladığımız bir manası daha var: Yorulmak, çok yorulmak, yorgunluktan sesi soluğu çıkmamak, sessiz sakin kalmak... 

    Ayrıca Anıtkaya'da Kinislioğlu Dıñ Ali diye bilinen bir gerçek kişi var. Kumpirhasan ve Timitiri'nin emmileri olan ve 1930 yılında vefat eden Dıñali'nin lakabı pek anlaşılmıyordu. İsminin önüne sıfat gibi gelip sonradan oraya yerleşmiş ve adama lakap olmuş bu kelime, baştan beri incelediğimiz dıñ kelimesi olmasın... Belki de Dıñali rahatlığı ve kaygısızlığıyla meşhur biriydi...

    Bütün bu anlamlarla buraya kadar gösterdiklerimiz arasında bir bağlantı var mı siz karar verin. Çünkü ben diňdim…