12 Eylül 2023

Meclis Muhafız Taburunun Kayıp 24 Saati

    
    Kurtuluş Savaşı, Büyük Taarruz ve Eğret mevzuunda çalışırken, tartışılması gereken hususlardan birinin de Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde oluşturulan Muhafız Taburu olduğunu fark ettim... Tarihi ve kurtuluş savaşındaki önemi hakkında yeterli inceleme yapılmamış, yalnız Ankara'daki etkisiyle gündeme gelmiş bu birlik hakkındaki bilgileri kabaca özetleyelim.

    Büyük Millet Meclisinin açıldığı günlerin hemen ertesinde Muhafız Taburunun da kurulduğu anlaşılıyor. İlk Komutanı Yarbay Reşat Bey'in atama tarihi 3 Mayıs 1920 olarak görünüyor. Yalnız bir ay sonra Reşat Bey başka birliğe atanıyor. Tam bu sıralarda Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey, Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa'nın yakın korumalığı göreviyle Ankara'ya çağrılıyor. Bir ay kadar sonra, Temmuz ayında da Muhafız Taburu Komutanlığına ataması var... 1940 Yılına kadar bu görevini sürdürecek... Taburla adeta özdeşleşen İsmail Hakkı Bey'den sonra onlarca askerin kumanda ettiği tabur 2011 yılında lağvedildi...

    Kurulduktan kısa bir süre sonra, Ekim 1920'ye gelindiğinde tabur bini aşkın personel ve yüzden fazla hayvana (at-katır) sahipmiş. Bünyesinde üç piyade ve bir makineli tüfek bölüğü var. Kasım ayında 339 er takviyesi yapılmış... Böylesine güçlendirilmiş bir birliğin görevi Meclisi ve Başkanını korumakla sınırlandırılamazdı. Nitekim senesi dolmadan cephelerde görevlendirilmiş. Çeşitli birliklerin emrinde genelde ihtiyat gücü olarak kullanıldığı savaşlardaki katkısı, bizi asıl ilgilendiren taraf oluyor. 

    İlk defa Batı Cephesine 2. İnönü Savaşında katılıyor. Bu dönemde  Mart ayında Afyon ile birlikte Eğret de işgal edilmişti. Savaşın kızışıp önemli yerlerin kaybedildiği böyle bir zamanda (28 Mart 1921), Mustafa Kemal Paşa Muhafız Taburunu cepheye sürerken İsmet Paşa'ya şu telgrafı gönderiyor: 

    "Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nu da yarın öğleye kadar cepheye yetiştirilecek olan diğer kuvvetlerle beraber emrinize girmek üzere şimdi gece saat 00.00’da hareket ettiriyoruz. Bu taburun subay ve erleri seçkin ve muharebe kabiliyetleri pek iyidir. Mevcudu, 900 tüfek ve 6 makineli tüfektir. En iyi bir alaya denktir. Her halde önemli bir anda işinize yarayacağını ümit ediyorum". 

    Gerçekten II. İnönü ve sonraki Kütahya Eskişehir muharebelerinde çok yararlılıklar gösterdi. Temmuz ayındaki çarpışmalarda mevcudunun üçte birini kaybetti. Bu durumda Kemal Paşa, taburun ilk fırsatta Ankara'ya gelmesini emretti. Ordunun Sakarya doğusuna çekilmiş olması Meclisi karıştırmıştı, bu yüzden Muhafız Taburuna Ankara'da ihtiyaç vardı. 26 Temmuzda geldiği Ankara'da 18 Ağustosa kadar kalacaktır. Aslında 5 Ağustosta Başkomutanlığın Mustafa Kemal Paşa'ya verilmesinden sonra zaten ortalık durulmuştu, tabura da ihtiyaç kalmamıştı...

    Derken Sakarya Savaşı başladı. Başkomutanlıktan, Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu’nun emrindeki iki topla birlikte 18 Ağustos’tan itibaren demiryolu ile Ankara’dan ayrılması emri gelmişti. Tabur; 18 subay, 733 er, 155 hayvan, 2 top, 6 makineli tüfek, 12 arabadan oluşuyordu. Eylül ortalarında zaferle sonuçlanan Sakarya Muharebesinden sonra 22 Ekimde tekrar Ankara'ya çağrıldı. Mustafa Kemal Paşa taburun 'dost ve düşmana karşı muntazaman giydirilmesini' İsmet Paşa'dan özellikle rica etti...

    Tabur, Büyük Taarruza kadar geçecek yaklaşık10 aylık süreyi çoğunlukla Ankara'da, bazen de nerede ihtiyaç varsa oraya giderek geçirdi. Büyük Taarruz öncesinde, Ağustos 1922'de Gediz'de bulunuyordu. 25 Ağustos'ta bağlı bulunduğu 8. Tümenle Afyon güneyinde görevlendirildi. 28 Ağustos sabah erken saatlerde Afyon'a girildi. Muhafız Taburu da Vali Vekili olarak tayin edilen Komutanın emrine verildi. Böylece yangınların söndürülmesi ve asayişin sağlanması vazifesi Meclis Muhafız Taburundaydı. 29 Ağustosta Mürettep Süvari Tümeni emrine verilerek Kütahya'yı kurtarma emri verildi. Takip harekatına katıldı, İstanbul'a giren kuvvetlerin arasında yer aldı. 1 Mart 1923'te Ankara'ya, Meclis ve onun Başkanı Mustafa kemal Paşa'yı koruma görevine geri döndü...

    Meclis Muhafız Taburunun cephe macerası böyle... 28-29 Ağustos 1922 tarihindeki durumunu biraz didikleyeceğiz. Tartışmak istediğim mevzu, Taburun bu iki gündeki yaklaşık 24 saatlik zaman dilimidir. Eğret için önemli bu 24 saatin ayrıntısına inmeye çalışalım...

    28 Ağustos'ta ortalık ağarırken Muhafız Taburunun da içinde bulunduğu Kolordu Afyon'a girdi. Ortalık darmadumandı, yangınlar devam ediyordu. 7. Tümen Komutanı Mutasarrıf Vekili tayin edilerek Meclis Muhafız Taburu emrine verildi. Tabur yangınları söndürdü, Yunan'dan kurtarılan malzemeleri düzenleyip şehirde asayişi sağladı. Bundan sonra Kolordu, birlikleriyle akşama doğru Hamamlar bölgesine varıp orada geceledi...

    2. Kolordu Karargahı (Gecek-Ömer) Hamamlar bölgesine saat 18'de varmıştı. 8. ve 7. Tümenler ise daha önce, saat 16.30'da oradaydılar. Tuhaf olan şu ki kaynaklarda Kolorduya bağlı Mürettep Tümen ile Muhafız Taburundan bahsedilmiyor. Bu sırada onlar neredeydi acaba?

    Aslında Kolordu, tüm birliklerinin harekatını planlamış buna dair emrini sabah saatlerinde vermişti. Buna göre Kolordu Belce-Resulbaba hattı doğrultusunda ilerleyecekti. Mürettep Tümen Altıntaş istikametine şose (susa) boyunca düşmana çatana kadar yürüyecekti. 8. Tümen doğrudan Belce'ye, 7. Tümen ise Altıntaş şosesinden Belce-Çatalçeşme hattını tutacaktı. Bu emirler Tümenlere ulaşmadan, gelen yeni Ordu emriyle Kolordunun Hamamlar bölgesinde toplanması isteniyordu. Yeni duruma göre 1. ve 2. Ordu arasındaki görev sınırı Afyon-Kütahya şosesi olarak belirlendiğinden Tümenlere gönderilen emirler güncellendi ve akşama doğru Hamamlar bölgesinde toplanıldı. Mürettep Tümene verilen şose boyu ilerleme emri de güncellenip Çatkuyu-Olucak hattı istikamet veriliyor. Yalnız bu  hatta o sırada kıyamet var...

    Kolordunun Afyonkarahisar'dan çıktıktan sonra 28 Ağustos harekatına dair alınan verilen emirlerde Muhafız Taburunun adı geçmiyor. Bu, Taburun kuruluş amacı ve yapısıyla ilgili bir durum olsa gerek...

    Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Millet Meclisini koruma amacıyla oluşturulan Tabur, iyi eğitimli bir özel birlikti. Ülke savaş halindeyken Ankara'da atıl halde bulunması doğru olmadığı için cepheye sürüldüğü vakitlerde de hep özel görevlerde istihdam edildi. İnönü, Kütahya-Eskişehir ve Sakarya muharebelerinde hep böyle oldu; bir Tümen veya Kolordu emrine girip lokal görevler icra etti. Afyonkarahisar'da emniyet ve asayişin sağlanması da böyle bir görevdi. Uzmanı olduğu bu görevin icrasından sonra Kolordu emrinden çıktığı anlaşılıyor. Zira 28 Ağustos Kolordu görevlendirmesinde esamisi okunmuyor...

    Peki Kolordu veya Tümen emrinden çıktığı zamanlarda kafasına göre mi takılıyordu? Elbette bunun böyle olmadığı yakında anlaşılacak...

    Mürettep Tümen 29 Ağustos sabahı saat 5'te Hacıbeyli'de idi. Daha önceden buraya gelip istirahate geçtiği düşünülebilir. Altıntaş istikametine yürüyüşe geçti. Oraya vardığında Süvari Kolordusundan Tümenin onların emrine girdiğini öğrenip yeni emirler aldı. Bu ilk emrin gereğini yapmayı düşünürken aslen bağlı olduğu 2. Ordudan demiryolunu tutmakla ilgili başka emirler geldi... Kafalar karışmıştı. Derken saat 16:30'da Batı Cephesi Komutanlığından otomobille gelen bir subay, saat 10:30'da yazılan şu emri tebliğ etti: "Mürettep Süvari Tümeıni bütün kuvvetiyle önce Kütahya’yı işgal edecek, sonra düşmanın Esikişehir’den çekilme yolunu kesmek üzere İnönü doğrultusuna ilerleyecektir. Bu tümenin emrine Meclis Muhafız Taburu gönderilmiştir." Bir anda üç farklı emirle karşı karşıya kalan Mürettep Tümen elbette Cephe Komutanlığı emrine riayetle Kütahya'ya gitmek üzere Altıntaş'a yöneldi. Geceyi Pusan'da geçirecek... Ama Meclis Muhafız Taburu neredeydi?

    Dün (28 Ağustos)tan beri kayıp olan Muhafız Taburunun yeri hakkındaki tek bilgiyi Fevzi (Çakmak) Paşa'nın Kurmay Subayı Cevdet Kerim'den alıyoruz: "... Garp cephesi karargahından bir erkanıharp zabiti ile gönderilen ve 'Eğret’teki meclis muhafız taburunu da emrine alarak hemen Kütahya'yı zabt edip Eskişehir'den çekilecek olan düşmandan evvel İnönü mıntıkasına yetişmek' vazifesini ihtiva eden emri tebliğ etmişti. Fırka akşama doğru Altıntaş istikametinde yürüyüşe geçti ve geceyi Altıntaş şimalindeki Pusan'da geçirdi."

    29 Ağustos sabahı Eğret'te bulunan Meclis Muhafız Taburunun buraya ne zaman geldiği bilinmiyor. Önceki gün asayiş görevinin tamamlanmasından sonra Afyonkarahisar'dan 7. ve 8. Tümenlerden sonra, öğle üzeri ayrıldığı tahmin ediliyor. Tümenler 16.30 gibi Hamamlar bölgesine yerleşmişlerdi. Tabur Araplı'dan yahut daha doğuda Belce-Dandır aralığından Eğret'e yürüyüşüne devam etmiş olmalıdır. İkisine de dahil olmadığı için 1. ve 2. Ordu görev sınırını oluşturan Afyon-Kütahya yolu onu bağlamıyordu; bu yüzden Belce üzerinden de gelmiş olabilir. Hangi yoldan gelmiş olursa olsun, Muhafız Taburu 28 Ağustos akşam saatlerinde Eğret'e girmiş olmalıdır.

    Afyonkarahisar'daki gibi zor bir görevin Eğret'te de olması düşünülemez. Meclis Muhafız Taburu köye girdiğinde tek Yunan kalmamış, yangınlar söndürülmüştür. Askerini köyde gören Eğretliler derin bir huzur hissetmişlerdir. Bu arada Tabur da o gece dinlenme fırsatı bulmuş oldu... 29 Ağustos sabahına daha dinç uyandılar... 

    Belgelerden anlaşıldığına göre Büyük Millet Meclisi Muhafız Taburu 29 Ağustos Salı gününü de Eğret'te geçirmiş... Cevdet Kerim'in söylediğine göre, Mürettep Tümen Pusan'da gecelerken Tabur hala Eğret'te idi. Ertesi gün (30 Ağustos) Tümen Kütahya'yı kurtardığında, Muhafız Taburu'nun Altıntaş'a yeni yaklaştığı bildiriliyor. Şu durumda Muhafız Taburu Eğret'te en az 24 saat kalmış oluyor...

    Burada Mürettep Süvari Tümenine emir yağarken, Muhafız Taburuna hiç bir emrin ulaşmadığı düşünülebilir. Emrine verilen Taburun gelmesini beklemeden hareket eden Tümenin de böyle düşündüğü anlaşılıyor. 10:30'da yazılan bir emir ancak altı saat sonra 16:30'da arabayla Mürettep Tümene ulaştığına göre, Muhafız Taburuna hiç ulaşmaması veya daha da geç ulaşması, ciddi bir iletişim sorunu olduğunu gösteriyor. Bu yüzden Mürettep Tümen, Taburun gelmesini beklememiş olabilir...

    Başka bir husus daha var... Meclis Muhafız Taburu, bir Kolordu veya Tümen emrinde bulunmadığı dönemlerde emirleri başka bir merciden alıyordu. O merci, temel görevi kendisini korumak oldukları Başkomutan idi... Kütahya'ya yürüme emrini de Başkomutan'dan aldılar. Bunu Fahrettin Altay Paşa'dan öğreniyoruz: "Mustafa Kemal Afyon a geldiği vakit Meclis Muhafız Tabur Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı'ya (TEKÇE) taburu ile Kütahya ya gitmesini 3. Kolordu kumandanını bulmasını bazı talimatla emretmiş..."  Şu kadar farkla ki vazifeleri Mürettep Tümen emrine girerek Kütahya'yı kurtarmak değil, Kütahya kurtarıldıktan sonra oraya varıp ilgiliyi bulmaktır...

    Hasılı Meclis Muhafız Taburu, Garp Cephesinin emri kendisine geç ulaştığı için Eğret'te bu kadar oyalanmış değildir. O emri hiç almamış, Mustafa kemal Paşa'dan aldığı emir doğrultusunda, kendince vaktinde hareket etmiş ve vaktinde Kütahya'ya varmıştır...



10 Eylül 2023

Ağalık Vermeyle...

    
    Eğret'te köy ağalığı gibi bir sosyal yapı yok, yalnız ağalık kavramı çok kullanılıyor... Birinci kullanım sahası; bir işin sahibi, patronu demektir. Amelelerin, işçilerin, bekarların işini gördükleri kişidir. Mesela birine çifte gidiyor, akşama kadar çift sürüyorsun. Tarlasında çift sürdüğün kişi ağadır. Aynı şekilde orak, yolma, çapa, odun kesme, sap saman çekme, patoz atma vb. işlerin sahibine ağa denir. Benzer şekilde çoban durup koyununu güttüğün kişi ağadır. Bu durumda işverene ağa denilmiş oluyor...

    Ağa kelimesinin diğer bir kullanım alanı daha geniştir. Zengin, kalantor anlamında kullanılır; 'ağa adam' tabiriyle ifade edilen ağalık bu oluyor... Bununla birlikte her variyetli adama da ağa demek doğru değildir. Varyemez olarak bilinen birine aynı zamanda ağa demek yakışık almaz. O halde varlıklı biri, ağa olabilmek için bazı özelliklere sahip olması lazım...

    Malı mülkü, varlığı bir yana; onu insanların hizmetine sunabilenlere ağa deniliyor. Kısaca çevresindekileri yedirip içiren, fakire kolkanat geren, yediği kadar yediren insanlar ağa diye biliniyorlar. Gerçek ağalar, 'hadi bir ağalık yap' denilmesini beklemeden gerektiği yerde ağalık yapanlardır. Hatta ağalığı elaleme göstermeden, gizlice yapanlar daha çok sevilirler... Bu haliyle Anıtkaya'da ağa kelimesi cömert ile eşanlamlıdır...

        ***

    Hassönlerin Buruşak Mehmet Muratlar'a gitmiş. Tabi Buruşak dediğimize göre ortalama bir asır öncesinden bahsediyoruz... Bir düğüne davetliymiş. Çalgıcılar bunu Eğret yolunun girişinde karşılamışlar, çala çala doğru düğünevine götürüyorlar. Bizdeki düğüncü karşılama adeti onlarda da varmış...

    Davulcuya takılmışlar;
    - 'Eğret'in en namlı ağasını karşıladın, iyi bahşiş almışsındır.' Çalgıyla düğüncü okuyunca, yabandan geleni karşılayınca çalgıya bahşiş vermek de adetten... Davulcu, takılanlara düşündükleri gibi olmadığını söylemiş;
    - 'Onun verdiği bahşişi alın size vereyim' diye önlerine atmış, beş kuruş mu on kuruş mu her neyse... Bir de onlara akıl öğretmiş; 'Bunu bacadan çekin' demiş... 

    O günün eğlenceli adetlerinden biri de bu, gereğini yapmayan düğüncüyü bacadan çekmek... Bacaya giren ne olur, yüzü gözü kurum içinde kapkara kesilir; bu da gülüşmelere yol açar, al sana eğlence... Yalnız bacadan çekilmek toplum içinde alçaltıcı görüldüğünden kimse bu duruma düşmek istemez. Ne isteniliyorsa yapar, kesenin ağzını açar yani...

    Muratlarlı delikanlılar Buruşaktan bir şeyler isteyip istemediklerini bilmiyoruz. İstedilerse bile bu karşılık bulmamış olmalı ki Davulcunun tavsiyesine uyarak urgan bağlayıp bacadan çekiyorlar... Düğün sonunda Buruşak Mehmet'ten önce 'kara' haber Eğret'e ulaşıyor... Kardeşi Hacıefe olsun, oğulları olsun, o duruma düştüğü için kızıyorlar; ama daha çok onu cezalandıranlara karşı bileniyorlar... Misilleme lazım, ama nasıl?...

        ***

    Takgasların dedesi Cingen Murat oğlan everiyor, galiba Kel Ömer'i... Dernek kurulmuş, düğün başlamış; yabandan gelecek düğüncüler de gelmeye başlamışlar... Yaban dediğimiz o yıllarda çevre köylerdir, başka ne olacak... 

    Muratlar'dan gelen düğüncü, zamanında Buruşakmehmeti bacadan çekenlerden biri olduğu anlaşılınca oğlu Resil çok heyecanlanmış... İşte şimdi babasının intikamını alma vakti...

    Arkadaşlarını toplayıp varmış düğünevine Tatıresil... Adet olduğu üzere bir şeyler istediler veya istemediler, tutmuşlar adamın koltuğundan. Kafaya koymuşlar, bacadan çekecekler... Buruşakmehmete ne ettilerse aynısını yaşasın istiyorlar...

    Bir engel çıkıyor karşılarına. Tam muratlarına erecekken Cingenmurat;
    - 'Durun bakalım.' diyor... 'O benim düğüncüm. Mesele düğüncülük gereğini yerine getirmekse, aha ben onun namına bir çift öküz koyuyorum ortaya. Daha fazlasını ortaya süren alsın düğüncümü istediğini yapsın. Aksi takdirde bırakın!'

    Ortalık buz kesmiş... Cingenmuratın bu çıkışını kimse beklemiyor; lakin urgan ellerinde bekleşen yiğitlerden birisi de 'benden üç öküz' diyememiş... Dolayısıyla Muratlarlı düğüncüyü bırakmak zorunda kalmışlar...

        ***

    Cingenmuratın burada yaptığı misafirine sahip çıkmak... Dikkat çeken husus şu; orada bir çift öküzle meydan okuduğu kişilerin arasında ondan zengin birileri mutlaka varmıştır... 

    'Ağalık vermeyle, efelik vurmayla' diye bir atasözü var. Ağalığın nasıl bir şey olduğunun örneğini göstermiş Cingenmurat...

 


08 Eylül 2023

Ayağın

 
    Dernek adı verilen yemekli toplantılar meşhur. Bunların hepsi eğlence amaçlı olmuyor, bazıları dini içeriklidir. Cenazenin haftası içinde yapılan ölüyeri ve mevlüt öncesi yemekler bunlardandır. Eğlence amacıyla yapılan derneklerde de yemek sonrası dua edilir, lakin bu kısa duadan sonra tamamen coşku ve eğlenceye yönelinir. Bu tip dernekler düğün yemeğidir...

    Dernek katılımcıları davetlilerden oluştuğu için yiyip içmekle mükelleftirler, onların dernekten her türlü memnun ayrılmaları hedeflenir. Bu yüzden hiç bir eksik olmamalı, yemek menüsü haricinde servis hizmeti de tam yapılmalıdır. Kalabalık derneklerde bu işi yapacak personel de kalabalık olmalıdır. Onlara Anıtkaya'da 'ayağın' deniliyor.

    Ayağınlar davet sahibinin yakını gençlerden oluşuyor. Genelde gönüllü olarak kendiliğinden hizmete koşarlar, gerekirse dernekten önce rica ile görevlendirilebilirler. Çevresi geniş, sevilen yahut zengin dernek sahibinin ayağını da çok olur. 

    Temel görevleri davetlilerin yiyip içmesine hizmet etmektir. Sofralara (eskiden yer sofralarına) tabak ve tepsilerle yemek servisini yaparlar. Sofradakilerin varsa kaşık, su, tuz gibi isteklerini karşılarlar. Yemek takviyesi gerekirse boş tabak/tepsiyi doldurup getirirler. Bazısı elinde güğüm ve kupa ile su dağıtır. Hasılı, dernek boyunca ayağınlar ortalıkta koşturup dururlar. 

    Son dönem düğün ayağınlarına eskisi kadar iş düşmüyor. Bununla birlikte tek tip yazmayı kollarına bir pazubant gibi bağlayıp yine ortalıkta koşturdukları görülüyor...

    Şimdi gelelim bu delikanlılara Anıtkaya'da neden ayağın denildiği hususuna... 

    Temel ve gerçek anlamı yürüme organımız olan 'ayak' kelimesi ile ilgili sayısız deyim var Türkçede. Konuyla ilgili olanlarına kabaca bakalım...

    İlk dikkat çeken deyimler ayak altı ve ayak üstü... Ayak altında olmak o varlığın değersizleştiğini, hakir görüldüğünü bildirir. 'Ayağaltında dolaşma' diye azarlanan birinden de aslında yapılacak önemli işlere engel olmaması istenir. Burada biraz ayakbağı durumu seziliyor. Her durumda ayakaltı deyimdeki gizli aşağılama anlamı öne çıkıyor... Ayak üstü deyiminde ise buradakinin zıddı bir anlam beklenirken pek de alakalı olmayan bir manayla karşılaşırız. Acele, hazırlıksız olarak oturmadan yapılan iş ve konuşmaları anlatır. Ayaküstü işlere en güzel örnek Osmanlı Devlet yönetimindeki ayak divanı olabilir...

    Önemsiz işlerin görülmesi durumu ayak işi deyimiyle anlatılmış. Bu işleri yapan kimselere ise ayakçı deniliyor. Burada da önemsizlik, değersizlik duygusu vurgulanıyor. Bu konuya tekrar döneceğiz; ama ayak kirasının da ayak işleri ve ayakçılıkla ilgisi bulunduğu unutulmamalı...

    Anıtkaya'da çok kullanılan 'ayakta gomek' deyimi, kendisi yüzünden başkalarına sıkıntı vermek anlamında... Onu rahat ettirmek için insanların seferber olması, bu yüzden başkalarına rahatsızlık vermek gibi, hafif bir 'kusura bakmayın' edası var... Genellikle misafir - evsahibi ilişkilerinde karşılaşıldığını da belirtmek gerek... Yine Anıtkaya'daki 'ayakta galmek' deyiminin beklenen bir iş sonuçlanana kadar endişelenmek anlamıyla, 'ayakta gomek' ile yakın ilgisi var...

    Ayakaltı ile ayaküstü durumuna benzer ikili deyim ilişkisi ayağına dönmek ile ayağına dolanmak arasında da görülür. Ayağına dönmek, birinin her istediğini yerine getirmek, emrine amade olmaktır. Ayağına dolanmak ise tam tersine önemli bir iş sırasında ona ayakbağı olmak suretiyle ket vurmaktır. Ayrıca ayağına dönmekte, ayak kelimesinin sosyal konum, makam, huzur anlattığı da gözden kaçmıyor...

    İnsanlar arasındaki değer manasına gelen sosyal konum, en çok ayağına gitmek deyiminde  göze çarpar... Birisinin ayağına, yaşından veya sosyal konumundan dolayı saygıyı hak ettiği için gidilir. Buradaki ayak, o kişinin bulunduğu yer; yani makamı, huzurudur... Aynı deyimin 'ayağına götürmek' biçimi de vardır. Ayağına getirtmekte ise ayrıyeten güç kudret, iktidar; biraz da kibir manaları gizlidir...

    Kendi ayağıyla gelmek deyiminde bunların hiç biri yok, emek harcamadan bir şeye ulaşma yahut aptalca bir tuzağa düşme durumu var... Yalnız el ayak öpmek, ayağını öpmek, ayaklarına kapanmak deyimlerinde çok alçaltıcı bir durum tasvir edilir. Yalvarmanın da ötesinde rezil bir durum...

    Bir de ayak takımı var ki, o konuya hiç girmeyelim...

    Bu örneklerdeki ayak kelimesi, kişinin toplum içindeki yeriyle ilgili olduğu çok açık; sosyal konum, mevki dediğimiz şey budur. Deyimlerin her birinde sosyal anlamda değer/değersizlik hususu vurgulanmış...

    Eğret/Anıtkaya odalarında bızağlık (buzağılık) denilen bir bölüm vardı. Çocukluktan delikanlılığa geçiş eşiğindekiler burada otururdu. Uslu durduğu ve istenileni yaptıkları sürece odada bulunmalarına izin verilirdi. Görevleri oda ile dış dünya arasında irtibatı sağlamak. Dış dünya dediğimiz şey, oda ahalisinin evleri ve köydeki diğer odalardır. Evlerden bir şey getirilecekse, diğer odalardan birine bir haber gönderilecekse bunu yapacak olan bızağlıktakilerdi. Ayrıca çabuk boşalan su küpünü çeşmeden/kuyudan doldurma, sobaya bakma, odayı süpürme, bardak yıkama gibi işler de onlara bakardı. Bütün bu önemsiz işler oda cemaatine göre ayak işidir, bu yüzden ayakçılar tarafından görülür. Bızağlıktakilerin bir adı da ayakçı oluyor... Bızağlık boş ise, yaşça en küçük kişiler ayakçılık yapardı...

    İşittiğime göre odalardaki ayakçılara bazen ayağın diyorlarmış... Zaten Anıtkaya'dan başka yerde rastlanmayan ve davetlilerin ayağına dönen, hizmeti onların ayağına götüren ayağınların odalarda ayak işlerini gören ayakçılarla ilgisi olmadığı düşünülemez...



07 Eylül 2023

Kız Hamamı

     
    Hani ta çarşamba akşamından gelin saçına kına yakılmıştı ya, işte o kına günlerce gelinin başında kütük gibi duruyor. Bölük bölük saçların her katına ayrı yakılan, iyi girsin diye neredeyse bir leğen kına boca edilen, sonra kağıtlarla bezlerle sarıp sarmalanan zavallı kafa, şu taş gibi ağır haliyle ağrıdan çatlar... Bu ağırlıktan kurtulmak için Cumartesiyi beklemek gerekir...

    Cuma gece yarısından sonra eller ve ayaklara da kına yakılmıştır; ama onların geline pek zararı yoktur. Hem de sıkıntısı zaten kısa sürelidir, sabaha kadar bağlı kaldıktan sonra gündüz açılıp yıkanacaklar...

    İşte Cumartesi günü düzenlenen ve adına 'kız hamamı' denilen organizasyonun asıl amacı gelin kınasını açıp yıkmaktır. Zira bu kadar kınayı ancak hamam paklar... Çarşamba günkü gınahamamına yalnız gocagarılar gitmişti, bu sefer sıra gençlerde... Kına yıkamak filan bahane, yine oyun ve eğlence lazım...

    Gızhamamı denilmesini, kızevinden daha çok katılıma bağlayanlar çıksa da işin aslı öyle değil. Gızhamamında da organizatör yine oğlanevi kadınlarıdır. Kınayı yıkayacak, eğlenceyi yönetecek, aç karınları doyuracak, ulaşımı sağlayacak... Hasılı, gızhamamını düzenleyen oğlanevidir. Böyle isimlendirilmesinin sebebi, kadınlara yönelik olması gibi görünüyor...

    Hamama gidecekler hemen hemen belli gibidir. Yine de çağrılmayı beklerler. En geç Cumartesi sabahı 'gızhamamına buyurun' daveti almazlarsa biraz çekinik dururlar. 'Düğün elinen' esası bu durumlarda unutulmamalıdır...

    Eğret Hamamının işler olduğu yıllarda diğer organizasyonlar gibi gızhamamı da burada yapılıyordu. Tabi bizim hamamın çapı belli, çok kalabalığı kaldırmaz. Bu yüzden hamam davetlerinde bu fiziki kısıtlama da göz önünde bulundurulur... Eğret hafta pazarının da aynı güne denk gelmesi nedeniyle çevre köylerden gelecek hamamcılar da düşünüldüğünde bütün bunları bizim hamamın kaldırması mümkün olmazdı...

    Havuzu olmaması, yeteri kadar sıcaklık sağlanamaması ve fiziki yetersizlikler sebebiyle bir dönemden sonra Anıtkaya Hamamı tercih edilmez oldu. Gecek, Ömer, Gazlıgöl daha cazip geliyordu. Oralara ulaşım imkanı sağlandıktan sonra mesele yoktu. Bu sorun da bir traktörle çözülebiliyordu. Bu yüzden gızhamamına çevredeki bu yakın hamamlara gidilmeye başlandı. 

    Demek ki gızhamamı organizasyonlarına dahil edilebilecek kadar küçüktük... Bir kaç hamam macerası hatırlıyorum... Köyden bir nebze de olsa uzaklaşma fikri çekici gelirdi, hamama giderken bu yüzden heyecanlı olurduk. Fakat gözleri yakan sabun ve kaynar suyu düşündükçe bu heyecan, iç sızlatan bir yolculuğa dönüşürdü. Tarif edemeyeceğim bu sızı bende Bayramgazi çeşmesinin o tuhaf kubbe alemiyle özdeşleşmiştir. Onu gördüğüm anda kaynar su ve yakıcı sabun azabı bölgesine girdiğimizi düşünürdüm. Her dakika bu cehenneme biraz daha yaklaşıyorduk. Moturarabasındaki cağul cuğul kalabalık neler düşünüyordu bilemem, ama o sivri kubbeli-alemli çeşmeyi her gördüğümde benim içimde fırtına kopardı... Şimdi yıkıldı galiba, ama koca adam olduğumuz yıllarda bile o çeşme bana azaplı hamam yolculuğunu hatırlattı...

    Gızhamamında gidiş ve dönüş çalgıyla olur. Anıtkaya hamamına gidilecekse, eli bohçalı hamamcı kafilesi önde davılcılar arkada hamama kadar böylegidilir. Çıkışta da çalgı onları hamamdan alıp gızevine bırakır... Yaban hamamlarına gidilecekse de çalgıyla yolcu edilir ve dönüşte köy girişinde karşılanırlar... Onların yokluğunda çalgıcıların işi bitmez, kapıya çalma eksiği varsa onu tamamlarlar, düğüncü karşılarlar, oyuncuya çalarlar... Hiç bir şey yoksa pazara gidip gezerler...

    Hamama dönelim... Oğlanevi kadınları gelin yıkamayı, çok önemli bir görev icra ediyor edasıyla yaparlar. Bu arada türküler söylenir, maniler atılır, oyunlar oynanır... Ne de olsa böyle şeyler için gızhamamı... Fakat gelinle, kınayla, düğünle hiç alakası yokmuş gibi bir köşede keselenip sabunlananlara da her gızhamamında rastlanır...

    Erken çıkardık biz hamamdan... Sonra bu küçük yerleşim yerinde (bütün hamamlar küçük yerleşimdi) eğlencelik ne varsa oraya yönelirdik. Kadınların toplanması hep sorun olur, kimse hamamdan çıkmak istemez; o kadar haber yollamalara rağmen birileri mutlaka gecikirdi... Köye dönüş, hamama geliş kadar coşkulu olmaz. Çünkü hamam yorgunluğu denen bir şey var. Ne kadar yorgun da olunsa, gızhamamı arabası türküsüz olmaz... Bağıra çığıra, el çırpa çırpa dönüş faslına geçilir...

    Gızhamamına karşılık oğlanhamamı diye bir kavram da vardı diye hatırlıyorum. Güveyi ve arkadaşlarının katılımıyla gerçekleşen bu hamam cumartesi gecesi veya pazar sabahı olurdu. Tabi Anıtkaya hamamında... Sonra oğlanhamamının geçerliliği kalmadı, gızhamamına eklemlendi. Cumartesi günü az bir erkek hamamcı da gızhamamı kafilesine katıldı...



06 Eylül 2023

Düğüncüler

 
    Davılcıodası dışandaki oğlanevi eğlencelerine baktığımızda karşımıza düğüncü kavramı çıkar. Güveyinin yakınlarının tamamı düğüncü diye adlandırılır. Akrabalık derecesine göre bunların düğüncülük derecesi de değişir. Bu anlamda bakıldığında en büyük düğüncü sağdıçtır. Az sonra anlatılacak düğüncülük olaylarına en fazla muhatap olan sağdıçtır. Sonra ana baba, kardeşler gelir... Ve diğerleri... 

    Düğüncüler çalgı vasıtasıyla kapısının önene gidilerek davet edilir. Buna okuma deniliyordu, fakat asıl okuma bundan daha önce dürü göndermek suretiyle yapılıyordu. Dürü denilen hediyeyle düğüne davet edilmiş oluyorlardı. Dolayısıyla dürüyü aldığı andan itibaren o artık düğüncüdür. Tabi birinci derece yakınların okunmasına gerek yoktur, onlar doğal düğüncü...

    Peki nedir düğüncü? Nasıl davranmalıdır ve düğünde neden önemli bir yere sahiptir? Bakalım...

    Düğün, eğlence demek; eğlence ise yiyip içmekle, çığırıp oynamakla sağlanıyor. Davetli olan olmayan herkesin eğlenmesini sağlayacaksın. Çünkü 'düğün elinen'... Sen zaten düğün sahibi olarak yapman gereken her şeyi yapsan bile, sırf eğlence olsun diye birilerinden olmadık isteklerde bulunabilirler. Göz yumup, hoş göreceksin...

    İstekler doğrudan düğün sahibine değil de yakınlarına, yani düğüncülere yöneltilir. Düğüncü, düğüncülüğünü göstermeli; düğünün şerefine kendinden istenileni yerine getirmelidir. Zaten daha davullar çalınmaya başlamadan birisi dükkanda kahvede mutlaka hatırlatır, 'Sen düğüncü değil misin, hadi bakalım' denildiğinde ne isterlerse yiyip içmeleri sağlanır.

    Bunlar güzel adetlerdir, bir düğüncü böyle tekliflere olumsuz bakmamalı, cömert davranmalıdır. Aksi bir tavır içine girer de inatçılık yaparsa; dala asma, ahara basma yahut bacadan çekme gibi caydırıcı silahlarla karşı karşıya kalabilir. Soğuk kış günü bir çeşme aharında ıslanmak Allah muhafaza adamı hasta eder... Koltuklarından veya ayaklarından bir ağacın dalında sallandırılmak, bir haydut gibi... Hele bacadan sallandırılmak veya çekilmek her anlamda yüzkarası... İyisi mi, al istediklerini kurtul...

    Gerçi düğüncüysen her istenileni yerine getirmekle de kurtulamayabilirsin. Ne yaparsan yap senin için bir güzellik düşünürler... Maksat eğlence olsun...

    Eğret dışından gelen düğüncülere özel bir karşılama töreni düzenlenir. Yoldan odabaşı öncülüğünde çalgıcılarla alınır, düğünevine kadar karşılama havaları çala çala kendisine eşlik edilir. Bu arada misafir düğüncünün verdiği bahşişe göre çalgının coşkusu artar veya azalır... Delikanlılar, sair düğüncülere yaptıklarını bu yeni düğüncüden de esirgemezler... İstediklerini alamayınca ona kesilen ceza ekseri bacadır...

    İşin özü, düğüncülük cömertlik gerektirir. Yağmasa bile gürleyen düğüncüler sevilir. Maddi gücü olmayanlardan ise zaten kimse bir şey istemez... Düğüncüler üstüne düşeni yapmazsa, başkaları sizin oraya pek uğramaz; kendin çalar kendin oynarsın...

    Tabi sözünü ettiklerimiz oğlanevinin erkek düğüncüleridir. Fazla öne çıkmasalar da kadın düğüncüleri unutmamak lazım. Bir de kızevinin düğüncülerini... Kadın düğüncüler en fazla nişan koyma merasiminde boy gösteriyorlar. 

    Cumartesi her iki tarafta da nişangoma var... Aslında kızevinin nişanı bir gün önce Cuma akşamı yapılırmış, sonradan sonraya o da Cumartesiye alınmış. Buna sebep olarak pazarda hediye alıp akşamına düğüne götürme düşüncesi gösteriliyor. Gerçekten sırf nişan hediyesi olmak üzere pazarda çinko sahan ve tepsiler satılırdı. Bir zamandan sonra hiç bir şeye yaramayan bu hediyelerin kaldırılmış olması ayrı bir husus, fakat nişangomanın vaktinin bu yüzden pazara denk getirilmiş olması önemlidir...

    Hatırlanacağı üzere oğlanevi düğüncüleri çalgıyla okutma yoluyla davet edilmişlerdi. O davete uyarak, sahanları ellerinde ikindiden itibaren düğünevine akın ederler. Kızevi düğüncüleri ise çağrılarak sessizce davet edilmişlerdir... Her gelen düğüncüye yemek ikram edilir. Bir, iki, üç kişilik gruplar halinde gelen her düğüncüye üşenmeden börek, kötdü, hoşaftan oluşan sofralar konur, kaldırılır. Akşam sonrasına kadar devam eden bu trafik sonunda bütün düğüncüler doymuş ve hediyelerini takdim etmiş olurlar. 

    Yatsı vaktinde ise oğlanevi bir bütün olarak çalgılarıyla beraber kızevinin önündedir. Her iki tarafın nişancıları henüz dağılmamışken bu hazır kalabalık değerlendirilir. Burada belki de düğünün en haraketli anları yaşanır. Burada asıl amaç, gelin ve kızevi düğüncüleri önünde güveyiyi oynatmaktır; fakat ondan önce oynamak isteyen herkes oynar, düğüncü olup olmadığının bir önemi yoktur. Bu en kalabalık ve en coşkulu anlarda bu yüzden herkes meydanda boy göstermek ister. Güveyi ve sağdıca sıra gelene kadar süreç uzadıkça uzar... Köyün maharetli oyuncuları bellidir, hatta neredeyse bunun sırası bile vardır. Her düğünde aynı eşlerle aynı sırada meydana çıkarlar... Baksan 'Ha şimdi falancaların sırası' demeye kalmadan meydana çıkarlar... Genelde oyun sırasını odabaşı belirlerdi, lakin burada kaşığı kapan meydandadır... Aklımda kaldığı kadarıyla en bilinen ikili Sıntırların Reşat ile Buruşakların Ekrem idi... Hatta onların 'bizi oynatmadılar' diye eve vardıklarında sızlandıkları söylenir... Erkek oyunlarından aklımda kalanlar; gırık, sepetçioğlu, çiftetelli... Meydana çıkan herkes döner döner bunları oynardı...

    Gızevi önündeki eğlencelerin amacı güveyi oynatmak olsa da, oyunların dışında başka bazı seyirlik faaliyetler de yapılır. Eğlencenin bir parçası olan seyirlik oyunları sergileyeneler de güveyinin arkadaşları, yani doğal düğüncülerdir. Kalabalığın sıkıldığı anlarda birden ortaya çıkar, ortalığı kırıp geçirirler. Önceden hazırlık gerektiren bu şenliklerin en bilineni deve zenne/yenge oyunudur.

    Deve oyununda kullanılan üç asıl gereç merdiven, annat ve géridir... Annatın üç dişi örtme gibi kara bezlerle çevrilerek tuhaf bir üçgen cisim elde edilir. Bu, devenin başı olacaktır. Bir dambeş merdivenini, altına dört kişi girerek kaldırır. Aradaki iki kişi basamakların arasından kafasını kaldırır yahut yüksekçe bir şeyle çıkıntılık yapar; bu çıkıntılar devenin hörgücüdür. En arkadakinin kısa boylu olmasında fayda var, merdivenin önündeki kişi ise önceden hazırlanan annattan deve başını bir bayrak gibi tutar. Bu vaziyetteki düzeneğin üzeri bir géri ile örtülünce ortaya koyu kızıl renkli bir deve silueti çıkar. Devenin yuları bir elinde, değneği diğer elinde beşinci kişi meydana kervancı gibi girer. Def, tencere sesleriyle deveyi oynatır. Bu tuhaf yaratık ve oynadığı tuhaf oyun, ortalığı eğlenceye boğar...

    Bir müddet sonra kervancı, elindeki yular yerine bir tef/tepsiyle çıkagelir. Diğer elinde yine değnek vardır; ama yanındaki deve değil kadın kılığına girmiş birisidir... Tuhaf oyun ve taşkınlıklarla meydanı bu kez de zenne/yenge doldurur...

    Bu en eğlenceli Cumartesi gecesinden sonra her iki tarafın düğüncülerine ertesi gün de iş düşüyor; gelin çıkarma ve gelin alma... İkisine birden gelin indirme denilen bu törenle düğün ve düğüncülük sona erer...



05 Eylül 2023

Tefçi Kadın

 

    Eğret/Anıtkaya düğünlerine dalınca, bu alanda gündeme getirilmesi gereken ne kadar çok nokta olduğu anlaşıldı. Girdik, çıkamıyoruz... Düz oyunu araştırırken canlı kaynakların dışında sanal aleme de başvurdum. Yüksek Öğretim Kurumu'na bağlı Ulusal Tez Merkezinde bir doktora teziyle karşılaştım. 

    Özlem Doğuş Varlı'nın tez konusunun "Kültürel Kimliğin Değişim-Oluşum Süreci-Sürecin Kadın Kimliği ve Müziğine Yansıması: Afyon, Trabzon, Kıbrıs, İstanbul Örneklemleri" gibi uzun bir adı var... İlgimi çekmesine sebep , bazı bölümlerinin bana Anıtkaya düğünlerini anlatıyor gibi gelmesidir. Afyon ile ilgili araştırmasının merkezini Sinanpaşa-Balmahmut köyü oluşturuyor; ama sanki Anıtkaya'da hazırlanmış hissi veriyor. O kadar bizden yani... 

    Çok geniş bir çalışmanın sadece düz oyun, gelin öğme ve tefçi kadın bölümlerini buraya alıyorum. Tamamı teknik analizler, ve önemli değerlendirmelerden oluşan tezin Tefçi Kadın bölümünü okurken aklıma Gambırşerif (Şerife Patlar/Saçak), Delifadime (Fadime Taşkın) ve Aşçı Tahsin'in anası Şerife Külte/Dirlik geldi. Biraz da onların hatırasına, o kısmı Tefçi Kadın başlığıyla alıntılamak istedim...

    ***

    Afyon/Sinanpaşa bölgesinde kaydettiğimiz ve oyun şeklini öğrendiğimiz “Düz oyun ezgileri/türküleri”nin kendilerine has bir karakteri vardır. Kadın eğlencelerine özgü bu türküler ve oyun şekli, kadınların üretimi olmaları açısından oldukça önemlidir. Müzikal performanslarını da kendileri yapmakta, ayrıca bir enstrüman grubuna ihtiyaç duymamaktadırlar. Ritmi sağlamak amacıyla kimi zaman tef veya tepsi kullanmaktadır. Aynı zamanda bu bölgede “tefçi kadın” kimliği ile karşılaşılmıştır. “Tefçi” ismi “tef” çalgısından kaynaklanmaktadır. Çoğunlukla kadınlar, eğlencelerinde “tef” denilen vurmalı çalgıyı çalmaktadırlar. Performans sırasında enstrümanı sol ellerinde ağız hizasında tuttukları görülmüştür. Çalgının orta kısmında kuvvetli, diğer sol elle ise zayıf zamanları vurmaktadırlar. Genellikle yörede çalgılarını kendilerinin yaptığı öğrenilmiştir. Kaynak kişilerimizden Fevziye Savaş, “eskiden derisinin kurutmasına varana kadar kendim yapardım. Emme şindi tepsiylen vurduruveriyola” demektedir. Fevziye Hanımın aktardıklarına ek olarak yörede, tepsi, güğüm de kullanılmaktadır.  

     Anadolunun bazı bölgelerinde de karşılaştığımız “Tefçi kadın” olarak, köyde, mahallede bir veya iki kişi bulunmaktadır. Herkes bu özelliğe sahip olamamaktadır. Bu şekilde nitelendirilen kadınlar, geniş bir repertuara sahip, irticalen mani söyleme (deyiş atma) ve ritmi sağlama özelliğine sahip kadın tipleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Sadece yöresel türküleri bilmek “tefçi kadın” olmak için yeterli değildir. Yukarıda bahsettiğimiz özelliklere de sahip olması gerekmektedir. Bu yeteneklere sahip olan kadınlar, çeşitli kadın meclislerinde -ki bu meclisler evliliğe ait seremonilerle ilgilidir- öne çıkan kişiliklerdir ve doğal süreç içinde “tefçi” olarak isimlendirilirler. Afyon/Sinanpaşa(Balmahmut) köyünde görüştüğümüz kaynak kişimiz Fevziye Hanım da “tefçi kadın” olarak anılmaktadır. Ancak hacı olduktan sonra ve yaşın da etkisiyle bu kimliğini inkar etmekte; “Hacı olduk unuttuk artık türküyü, şarkıyı… Hepsi aklımdan uçtu gitti. Allah unutturdu hepsini” demiştir. Bu durum, suçluluk psikolojisi ile de pekiştirilebilir. Toplumun beklediği sözleri söylemekte ve başkalarının sözlerinin etkisinde kalabilmektedir. Bu bir çeşit toplumsal baskıdır. “Hacı” olmasına rağmen çalıp söylediğinde, çevredeki insanların hakkında neler söyleyeceklerini  düşünmek dahi suçluluk duygusunu arttırmaktadır.  

    Yaptığımız görüşmelerde aldığımız bilgilere göre, eskiden sadece “tefçi kadınlar”ın yönlendirdiği eğlencelerin şekli sadece şehirde değil, köylerde de değişime uğramıştır. “Düz oyunlar” ve diğer kadın oyunları eğlencenin özel bir ânı olarak yürütülmekte, çoğunlukla CD’den çalınan popüler ezgilerle eğlenilmektedir. (Oryantal, elektro bağlama ile yapılmış kaşık havaları, pop müzik parçaları,…) Kitle iletişim araçlarının etkisiyle değişen müzikal beğeni, müziğin toplum yaşantısındaki işlevi bakımından değişimine paralel olarak kadın müziğinin de değişimine, yeni beğenilerin ve dinleme şekillerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Söz konusu bu süreç geleneksel kadın müziğindeki etkili türleri kimi hallerde etkisiz hale getirmiştir.  Günümüzde “tefçi kadınlar”ın yaş ortalamalarına bakıldığında 50/60 yaş ve üzeri yaşlarda kadınların çıkması bu durumun göstergelerinden biridir. Bu durum yaşla birlikte tecrübe sahibi olmayla ilgili bir durum değildir. Çünkü yaptığımız görüşmelerde, kaynak kişilerimizden Cevriye Erdem ve Fevziye Savaş’ın 18/19 yaşlarından beri böyle bir görevi yerine getirdiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Hatta günümüzde artık bu kimliklerinden sıyrılmışlardır. Gençler arasında bu geleneğin sürdürülememesi, bir önceki kuşağın kaybı ile birlikte “tefçi kadın” kimliğinin de kaybolacağı kanısına varılmıştır. Kültürel kimliğin değişimi, kadın müziğine ait özellikleri de değiştirecek ve değiştirmiştir.  

    Kaydetmiş olduğumuz düz oyun ezgileri arasından Fevziye Savaş’tan alınan ezgi, vokal karakteri açısından ilgi çekicidir. Afyon’dan derlediğimiz, kına havaları bölümünde yer verdiğimiz kına havasını söyleyen kaynak kişi ile karşılaşıldığında, ince ve ses genişliği(volume) olarak aşağı frekanslardadır...

    Düz oyun ezgisi ile herkesin oynayamadığı görülmüştür. Özellikle şehirde büyüyen kadınların ritmik düzeni sağlayamadıkları gözlenmiştir. Bu durumun yaş ile ilgisi bulunmamaktadır. Etkili olanın köyden uzakta olmak olduğu tespit edilmiştir. Bu tespit 2002 yılında katıldığımız bir sünnet kınasında, İstanbul’da yaşayan ve Afyon’dan gelen misafirlerin bir arada eğlendikleri ortamda yaptığımız görüşmelerden çıkarılmıştır. İstanbul’da yaşayan bazı kadınların, çocukluk çağlarından beri kentte olmalarının sonucu, türkülerin bazılarını bilseler bile düz oyun ve diğer yöresel oyunlara ayak uydurmakta zorluk çektikleri söylenmiştir. Görüştüğümüz kaynak kişilerimizden Nadide Hanım, ailesi ile birlikte altı yaşındayken İstanbul’a göç etmiştir. Eskiden “tefçi kadın” olarak bilinen kaynak kişilerimizden Fevziye Hanımın kızı olan Nadide Hanımın da sesi güzel olarak bilinir ve türkülerin bazılarını bilmektedir. Ancak kendisinden türkü kaydetmeye çalıştığımız sırada sözlerine çok hakim olmadığı görülmüştür. Çünkü şehirdeki düğünlerde, köyden gelen olmadıkça bu türküler söylenmemektedir. “Şehir usulü” diye tanımladıkları şekilde eğlencelerini gerçekleştirmektedirler. Memleketleri neresi olursa olsun, hemen hemen her kına gecesinde söylenen Trakya yöresine ait “yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” kına havası söylendiği gibi, her türlü müzikle eğlenilmektedir. Ayrıca yöresel oyunlar da bilinmemektedir. İyi bilen kişilere bakarak oynamaya çalıştığı gözlenmiştir. Ancak köyde yaşayan veya 19/20 yaşlarında (her türlü yöresel pratiği öğrenmiş olarak) İstanbul’a gelen kadınların oyunları bildikleri kaydedilmiştir. Oynanan oyunlardan bir diğeri ise “Köroğlu Havası”dır.  Bu oyun 9 zamanlı bir ezgidir ve üç vuruşun geldiği yerlerde hoplama figürü hakimdir. Oldukça dingin ve yavaş oynanan “düz oyun”a göre hareketli bir oyundur. Ardından “Harman Yeri” ve “Sarı çama yaslandım” oyun türküleri gelmektedir.  

    Eylül 2006’da Fevziye Savaş ve kızı Nadide Doğuş’tan kaydettiğimiz bu ezgiler sadece kadınlar arasında ve Afyon’un genelinde çalınıp söylenen türkülerdir. Kültürel kimliğin değişiminin kadın müziği ve kimliğine yansımasının en güzel örneklerinden biri ise, 2001’de İstanbul’da kaydettiğimiz sünnet kınasında  “Adanalı” türküsüyle oynanan oyundur.  Yöreye ait olmayan bu türkü ile figürlerini kendilerinin buldukları bir oyun haline getirmişlerdir. Oyunda hoplamalarla birlikte, oynayan kadınlar, müziğin belli yerlerinde birbirlerinin bacaklarının arasından geçmektedirler. İlginç olduğu kadar esprili bir oyun olarak da değerlendirilmektedir. 


Not: Prof. Dr. Özlem Doğuş Varlı'nın yayınlanmamış doktora tezine buradan ulaşılabilir:



Pırtı Atma ve Baş Kınası

    
    Çeyiz asıldığı günün akşamı, kız evinde iki önemli olay daha yaşanıyor. Eğlencelerin merkezi kabul edilen çeñizevinden çok da uzakta değildir bu olaylar. Hatta ilki onunla doğrudan bağlantılıdır; pırtı atmak... 

    Oğlan evinden gelen hediyelerin de çeñizevinin uygun bir yerinde, mutlaka sergilendiğini belirtmiştik. Yalnız bu sergi çeyiz asma sırasında düzenlenmez. Asılacaklar asılıp, bağlanacaklar bağlandıktan sonra bu günün gecesinde o haliyle oynanır. Biraz vakit geçtikten sonra oğlan evi tarafından getirilen bu hediyeler çeñizevine eklemlenir. Tabi bu da merasime tabidir....

    Gelingız için alınan hediyeler giysidir. Zamanın şartlarına göre hazır giysiler olabileceği gibi; sıkma, fistan, enteri, don (goca don, şalvar, bulama hepsine don denir) dikmek için yırttırılmış basmalar da olabilir. Güveyiye yakınlığına ve maddi durumuna göre oğlan tarafından herkes bir hediyeyle gelmiştir. Giyecekle ilgili kumaşların tümüne pırtı deniliyor... Çeñizevindeki askıya ilave edilmek üzere oğlanevinden gelen bu pılıpırtının öncelikle düğünevindeki misafirlere tanıtılması gerekir. İşte pırtı atma denilen şey, bir bakıma tanıtım organizasyonudur...

    Anıtkaya'da o zamanlar masa, sehpa gibi şeyler kullanılmadığından pırtıları istiflemek üzere ilginç bir yola başvurulur. Gabadayı bir kadının sırtı... Pırtıları yığmak için bundan daha iyi bir platform bulunamazdı... Hem işin ucu eğlenceye çıkmalıysa, kadının dayanıklılığı ölçülür; yıkıldığı anda 'oğlanevinin pırtısı gızevini yıkmış' olur, bu da ayrıca bir şenlik sebebi olurdu...

    Güçlü kuvvetli kadın rüku pozisyonunda eğilir. Cazgırlıkta iyi bir başka kadın da hediyelerin sahibini bağırarak ilan eder; 'görümcesindeeen!... gayınnasındaaan!... halasındaaan!...! diye gösterdiği her hediyeyi alıp masa kadının sırtına atar. Anladın mı şimdi bu işe neden 'pırtı atma' denildiğini.... 

    Pırtı atma sırasında eğlence sebebi yalnız masa kadın ile cazgır kadın değildir. Bazen hediyelerin değeri ve kimden geldiği gibi hususlar da dedikodu, fısıltı ve gülüşmelere sebep olabilir... Ayrıca hediye duyurulurken kadın bazı deyişleme ve manilere başvuracaktır. Bu demek değil ki cazgır kadın bağıracak, diğerleri susacak. Hayır, diyecek sözü ve mahareti olan herkes yeri geldiğinde ortaya mani atabilir... Manilerle, deyişlemelerle, tef sesleriyle pırtı atma ayrıca bir eğlenceye çevrilebilir...

    Pırtı atma bittikten sonra yeni gelenler çeñizevine eklenir, indirilene kadar orada sergilenirler...

        ***

    Eğlence kaynağı gızevi faaliyetlerinden biri de gelin kınası... Çeñiz asıldığı gün gızevindeki yoğunluk hatırlanacaktır. O hayhuyun daha anlatılmayan kısımları var. Kına hamamı onlardan birisi... 

    Gençler çeyiz asma işiyle uğraşırken, her iki tarafın koca karıları gelinkızı alıp hamama götürüyorlar. Bahsini ettiğimiz dönemde Anıtkaya'da hamam olduğu unutulmamalı... Bu hamamın esprisi kına öncesi gelini maddi manevi kirlerden arındırmak. Organizatörlerin gocagarı olması, aynı zamanda ağzı dualı olmalarındandır... Akşamında kına yakılacağı için buna 'gına hamamı' deniliyor. Anıtkaya düğünlerinde ilk terkedilen adetlerden biri de gınahamamıdır. Hamam söndüğü için olacak...

    Çeñizevindeki malum eğlencelerden sonra gece geçdenkeri geline kına yakmaya başlanır. Gızevindeki dramatik eğlencelerden biridir gelin kınası... Düğün evinde hüzünden bahsedilecekse işte o anlardan birisidir...

    Bu ilk kına gelinin başına yakılır ve bunu yakacak olan da oğlanevi kadınlarından birisidir. Ekseri güveyinin ikinci derece yakınlarından; hala, teyze, yengelerinden birisi bu iş için kolları sıvar... Genelde bol miktarda kına oğlanevinden karılmış olarak getirilir. Kıvamı tutsun, iyi girsin diye bir kaç gün önceden karar bekletirlermiş... Hatta yumurta sarısı, ceviz yaprağı, badem yağı gibi katkılarla karanlar bile olurmuş...

    Baş kınasında eğlenceye hüzün katan unsur kına yakan kadın değil, ortalığı velveleye veren bir diğer kadındır. Genellikle oğlan tarafından bir kadın olması yeğlenir; ama işinin ehli böyle bir kadın o tarafta yoksa önceden ayarlanmalıdır. Güzel mani atabilen, özel kına ezgisiyle bunu birleştirebilen ve saçı kınalanmakta olan gelini ağlatabilen birini bulmak çok kolay değildir. Burada sözleri çok manidar maniler öyle içli bir ezgiyle söylenir ki bırak gelini, oradaki dinleyenleri bile içten içe ağlatır. 

    Özü gelini ağlatmak olan bu deyişleme faslına 'gelin öğme' denir. Buradaki öğme, methetme anlamında değil yalnız. Gelinin duygularını hamur gibi yoğurarak öyle hüzünlü bir havaya sokacaksın ki gözyaşları set tanımasın... 'Yüksek yüksek tepelere kız vermesinler' gibi çok bilinen türkülerin yanında Anıtkaya'ya has gelin öğme manileri de bulunuyor. Onlardan bazıları:

        Ana hamama vardıñ mı
        Yunduğum yeri gördüñ mü
        Şimdi gıymatımı bildiñ mi 
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Gınası garılır tasda
        Oğlan evi pek havasda
        Gız evi gara gara yasda
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Godular gazan daşını
        Vurdular düğün aşını
        Bozdular gızıñ başını
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Evlerine vadım âşam
        Öñüme godular davşan
        Böyün değil yârin âşam
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Altın tas içinde gınam ezildi
        Gümüş parayınan saçım çözüldü
        Benim yazım el evine yazıldı
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Anam benim kirli esbabım yuyası
        Yuyup yuyup bir sandığa goyası
        Hana bunu geyen gızım deyesi
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

        Gafam döndü seremedim sergeni
        Üsdüme örtdüler gurbet yorganı
        Beni etdiler gurbet eliñ gurbanı
        Neeeey, neeey, neeey.  ney ammaaan!

    İşte aslı neşe mutluluk olan düğünevindeki yegane hüzünlü ortam saç kınası böyle... Burada kına yakma asıl olay; ama onu tamamlayan gelin öğme ise bambaşka bir olay gibi durur. Zaten sözü edilen anlamlı hüznü sağlayan şey de bu değil mi... 

    Mahzun bir törenle yakılan bol çeşnili kına, gelinin saçında gızhamamına kadar bekleyecek... O kınanın o saça girmemesi mümkün mü! 



28 Ağustos 2023

Davul Bile Dengi Dengine

    
    Gerçekleşmeyen evliliklerde karşılaştığımız bir atasözüdür. Türkiye'nin her yerinde bilmeyen yoktur: Davul bile dengi dengine der...

    Oğlan ile kız sosyal, ekonomik, biyolojik vs. yönlerden birbirine yakışmayabilir. Zaten insanlar arasında yüzde yüz uygunluktan söz etmek mümkün değil. Farklı farklı yaratılmış olmaları işin doğası gereği...

    Dünürcülükte kız tarafı bu işe gönüllü değilse, olumsuz cevap verilecekse bunun yolu yordamı belli. Kırıcı olmadan hayır demenin bin bir türlü yolu var, illa taraf ailelerin veya gençlerin uygunsuzluğunu dile getirme zorunluluğu yok...

    Davul bile dengi dengine demek, 'siz bizim dengimiz değilsiniz, biz sizden üstünüz' demek oluyor. Kibirden başka bir şey değil ve kibir şeytandan...

        ***

    Davul, tarih boyunca bütün toplumlarda; iletişim, fizikötesi rahatsızlıkların tedavisi için büyü, duyurularda dikkat çekme, askeriyede disiplinli tempo, spor müsabakalarında coşku ve hayatın her alanında ritim sağlama aracı olarak kullanılmaktadır. 

    Herhalde Anadolu'da davul çalınmayan köy yoktur. Bizdeki davul başka milletlerdekinden farklı olarak çaprazlama boyuna asılarak çalınır. Çaprazlama asılması sebebiyle bir yüzü hafif yukarı, diğer yüzü hafif aşağı bakar. Göğe bakan yüz ekseri kişinin sağ tarafındadır. Çünkü büyük çoğunluk sağazdır, tokmağı eliyle tutar.

    Ucu kütümekli değneğe tokmak denir. Kütümek davulun ortasına her vuruşta tok bir ses çıkar, bu yüzden davulların sağ yüzü genellikle ortasından yamanarak güçlendirilmiştir. Tokmak darbeyi hep aynı yere indirdiği için derinin oradan patlama riski vardır... Tokmak ile gergin derinin her şiddetli temasında ortalık güm güm inler...

    Ne kadar gür çıkarsa çıksın, hep aynı tondaki monoton sesler kulağı rahatsız eder. Tek notayla müzik olur mu; olmaz... En lezzetli yemeği bile üst üste beş öğün yesen bıkarsın... Yalnız akbaş çiçeğinin açtığı göbüle gördün mü; garın dikeni de olacak, sormuk otu da ki bahar gelsin... Aynen bunun gibi tokmağın gümgümü de güzellik doğurmaz, bir şeyler daha lazım...

    Davulun yere bakan yüzünde davulcunun sol eli sabit bekler. Parmaklarının ucundaki bir çirpiyle, bu mahcup davul yüzüne belli aralıklarla dokunur. Dikkat kesilirsen, tokmağın güm'leri arasında bu çubuğun hafif fısıltısını seçebilirsin. Sesin hafif çıkmasının sebebi deriye sadece yumuşak dokunuştur. Peki, tok değil de yayvan ses çıkmasına sebep nedir? Herhalde çubuğun ucu değil de uzunlamasına bütün bedeninin deriye değmesi nedeniyle böyle bir ses oluşuyor... 

    Sonuçta tokmağın güm gümleri arasına, çirpinin daha hafif ve dağınık sesleri giriyor ve ortaya muazzam bir doğal beste çıkıyor: 'güm be de! güm be de! güm be de!'...  

    Yöreden yöreye davul sesini tanımlama değişebilir. Ne de olsa her yerin kendine göre bir görgüsü, anlayışı, zevki, algısı var. Mesela Anıtkaya'da biz; 'güm bü dü! güm bü dü! güm bü dü!' deriz. Bazen de davul, 'dañ gı dı! dañ gı dı! dañ gı dı!' filan diye çaldığını düşünürüz... Herhalde toplumların müzik zevki, kulak algısıyla ilgili bir şey...

    Köyün birisinde tokmağın sesi 'deñ', çirpinin sesi 'gi' diye düşünülüp davul ritmi 'deñ gi! deñ gi! deñ gi!' diye tarif edilmiş. Tam olarak yeri belirlenemeyen bu köyde, kızını isteyen fakir aileye baba bu cevabı vermiş: Davul bile 'deñ gi! deñ gi!' diye çalar...

    Kızını vermemek için ayak sürüyen babanın bu cevabı, adı bilinmeyen bu köyden bütün memlekete yayılarak atasözü olarak kalıplaşmış...

    Davul bile dengi dengine...



27 Ağustos 2023

Davulcu Odası ve Odabaşı


    Kızevinde kadınlar arasındaki eğlencelerin merkezi çenizevidir. Ondan bir kaç gün sonra başlayacak oğlanevi eğlencelerinin merkezi de bir köy odasıdır. Dolayısıyla buradaki oyunlar erkekler arasındadır.

    Cuma Namazından sonraki çalgı sesleriyle düğünün başladığı anlaşılır. Düğünün bu en yoğun safhasındaki asıl eğlenceyi sağlayan başat unsur çalgıdır. İlk zamanlarda yalnızca dümbek denilen dini müzik aleti kullanılırmış çalgı olarak... Her tekkede, zaviyede bulundurulduğu için kolay ulaşılabilen kudüme Eğretliler dümbek diyorlar... Sokak çalgısı olarak düğünlerde dümbek çaldırırlarmış... Kapalı mekanda, odalarda ise cura ve saz çalıyorlar... En son 1975'teki bir düğünde dümbek çalındığını hatırlıyorum...

    Karacahmet Sultan'ın etkisiyle orada uzun süre çalgı çalmak doğru bulunmamış, hatta Cumhuriyete kadar hiç çalgı yokmuş. Sadece dümbek çalmaya izin varmış. Bu yüzden dümbek Karacahmet'te çok yaygınmış. Bizimkiler de dümbek lazım olduğunda bellemişler, hemen oraya müracat ederlermiş. Ekseri Dananın Çolak ile Tekeli, düğünlerde dümbeği tercih ettikleri söyleniyor ...

    Bir dönem de davul zurna çalınıyor. Dümbeğe göre daha gür sesli davul tercihinin yanına zurna da eklenince resmen çalgı topluluğu dönemi başlamış oluyordu. Davul zurna ikilisinin sokak çalgısı olarak Cumhuriyetten önce görüldüğü düşünülebilir. Belki sadece davula dellal duyurularında da rastlanıyordu; ama sokak-oda çalgısı diye bir ayrım yapılmadığını düşünüyorum. Çünkü sokakta ve ayakta cura çalındığına dair bir kaç olay var... Belki de dümbekle davul zurna aynı dönemde eş zamanlı kullanılıyordu ve hem dışarıda hem içeride saz çalınarak düğünler şenlendiriliyordu...

    Bizim köyde Davulcu Kelhalil (Halil Göz) ve Düdükçü (Ramazan Zenger) unutulmaz davul-zurna ikilisidir. Nefesli çalgıların hepsine kısaca düdük denildiği için, ayrıca zurna ayrımına gitmeyerek adama lakap olacak şekilde 'Düdükçü' denilmesi ilginçtir. Davul o kadar değil ama, zurna çalmak gerçekten maharet istiyor. Kelhalil öldükten sonra davulu bir kaç el değiştirmiş; lakin Düdükçünün ölümünden sonra Anıtkaya'da zurna çalabilen kimse duymadım... Ne de olsa zurnada peşrev yok...

    Meşhur zurnacılardan biri de Bataklı Cafer Ağa'dır. Anıtkaya'da çok düğünde çaldı. Davulcusuyla birlikte hem çalar hem oynarlardı. Ayrıca geleneksel Türk Tiyatrosunda önemli bir yeri olan köy seyirlik oyunlarını sergilemede de usta birisiydi... En son yaşlılık döneminde, 1992 yılında bir düğünde çalarken izlemiştim...

    Davul zurnanın tarih olmasına sebep daha modern enstrümanların ortaya çıkması, medya ve iletişimin gelişmesine paralel müzik zevkinin değişmesidir. Bu iki emektar çalgıyla istenen coşkulu eğlencenin sağlanamayacağı anlaşıldı, unutulmaya terkedildiler. Bununla beraber davul zurnanın bitkin düşme, can çekişme, sekerat ve ruhunu teslim etme süreci beklenenden uzun sürdü. Yoksa, çok aletli çalgı takımı 1970'li yılların başında ortaya çıkmıştı bile...

    Aslında çok çalgılı çalgıcılar ile davul zurnanın temelde bir farkı yoktu. Çalgıcılar dediğimiz yeni takım iki vurmalı, iki nefesli toplam dört çalgıdan oluşuyordu. Bildiğimiz davulun tepesine bir büyük zil eklenmişti. Davulun yanına debirdek dediğimiz bir küçük trampet eklenmişti. Düdüklere gelince... Halk arasında gırnata olarak bilinen klarnet ve onun yanında tuşlarla biçimlendirilen trompet...  Davul zurna işte bunlara yenik düştü...

    Zamana göre galip görünen çok aletli çalgıcılar ise genelde Tekkegaren (Kayıhan)dan çıkmışlar. Yahut bizimkiler onları tercih etmişler. Bu anlamda en meşhur ve rağbet görenleri, Çete ve Kötühüseyin idi. Çete'yi şimdi tam olarak zihnimde canlandıramıyorum; ama Kötühüseyin'in unutulmaz bir siması vardı. Keskin, kısık gözler ve kendine has dudaklarının kenarından sarkan bıyıkların merkeze oturduğu bir yüz düşünelim. Tam ortada hepsiyle uyumlu bir burun... Burun dikkatimi çekmezdi, lakin üstteki gözler ile alttaki ağız görene unutma beni der... 

    Çocukluğumda hafızama kazınan bu simayı unutmamışım. Yıllar sonra yaşlılığında görünce hatırladım, yine de Çalgıcı Kötühüseyin olup olmadığını sordum. Heyecanla eski günleri anlatmaya başladı. Neredeyse bütün Anıtkayalıları biliyor. Askerde nasıl bandocu olduğunu, orada öğrendiği trompet çalmayı terhis sonrasında nasıl devam ettirdiğini ve nasıl çalgıcı olduğunu bir bir sayıp döktü. Anlatırken maziyi tekrar yaşıyor gibiydi...

    Sonuç olarak düğünlerde tutulan bu üç ayrı çalgının tarihlerini net çizgilerle ayırmak çok güç. 20. Yüzyıl başlarında odada çalgı çalındığına yönelik güçlü rivayetler var. Bununla beraber aynı dönemde bu üç tarz çalgının da tercih edilebildiğiyle ilgili örnekler bulunuyor. Mesela 1969 sonunda Tekelilerin Halil Taşkın'ın düğününde dümbek çalındığı fotoğraflanmış. Ondan iki ay sonra Berber Ahmet Kabadayı'nın düğünü davul zurnayla mı yoksa çalgıyla mı olacak diye tartışılmış ve çalgıda karar kılınmış. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt Seçen'in düğünü ise davul zurna ile yapılmış. Demek ki çalgı, düğün sahibinin görgü, imkan ve tercihine göre belirleniyor...

    İki gece üç gündüz çalacak olan çalgıcılar bir odaya yerleştirilir. Davulcu Odası diye adlandırılan bu oda  düğün sahibinin mensup olduğu sülaleye ait olur. Çünkü hemen her sülalenin bir odası var... Sülalenin odası, ama Davılcıodasının da bazı özellikleri taşıması gerek. Bir defa oğlan evine yakın olmalı; çalgıcılara yemek servisi, şu bu  derken sürekli git gel yapılacak... İkinci olarak, geniş bir oyun alanına sahip olmalıdır, mümkünse çalgıcıların çaldığı yer ile oyun alanı birbirinden ayrı olmalı. Üçüncü olarak davılcıodası merkezi bir yerde bulunsa iyi olur. 'Harman yelinen, düğün elinen' yapıldığı için herkesin kolay ulaşabileceği bir yer olması tercih edilir...

    Bahsi geçen fiziki şartlara sahip davılcıodası bulmak her zaman kolay değildir. Bu yüzden bazen kahveler bu amaçla kullanılabilir. Buna en güzel örnek Gambır Muhtar Ahmet Öncül'ün düğünü olsa gerektir. Güçcükhalilin kahvede bir kaç saat oynanılan bu düğün, aynı zamanda Anıtkaya'daki ilk video çekimli düğün olması bakımından da önemlidir...

    Davılcıodasında idare ve hakimiyet Odabaşınındır. Oğlanevine yakın delikanlılar arasından seçilen odabaşının büyük görevleri olduğundan, koordinasyon yeteneği bulunmasına dikkat edilir. Her önüne geleni odabaşı olarak dikemezsin. Nedir o görevleri? Çagıcılarla oğlanevi arasında iletişimi sağlamak; çalgıcılar hem görevli hem misafirdir, onların iaşe ve konaklamasına hizmet etmek; dışarıda çalgıcılara kılavuzluk etmek ve davılcıodasındaki eğlenceyi huzur içinde yürütmektir...

    Yüksek performanslı çalgıcılarla eğlence zirveye çıkar. Düğünde coşku istiyorsan (kim istemez ki) çalgıcının gönlünü hoş tutacaksın. Karnı doyacak, uyku problemi olmayacak... İşinden memnun olacak ki iyi çalsın, düğün sahibi de memnun kalsın... Tabi bu adamlar isteklerini odabaşı aracılığıyla bildiriyorlar. O görevini yapmayıp odadaki önemli durumlardan ağayı haberdar etmezse olası problemler çözülmez. Hatta bazı problemlerin çözümünde odabaşı yetkilendirilmelidir...

    Odabaşının çalgıcılara kılavuzluğu okuma esnasındadır. Henüz davetiye adetinin olmadığı zamanlarda, oğlanevinin düğün davetleri çalgıyla yapılır buna da 'okuma' denirdi. Cuma ve Cumartesi günleri bitirilmesi gereken bu önemli vazife oldukça meşakkatlidir. Kimler okunacaksa yazılı veya sözlü olarak odabaşının eline liste halinde verilir. Koca köye dağılmış olan okunacakların her birinin evine çalgılarla gidilecek, gocagapının önünde ev sahibi kendini gösterene kadar okuma havası çalınacaktır. Bazıları çok çalınsın diye bilerek dışarı geç çıkar. Karda kışta vay o çalgıcının haline... Lakin yapacak bir şey yok, evden biri çıkıp da odabaşı aracılığıyla çalgıcılara bahşişi verene kadar çalacaksın... Bu bahşiş bazen üç beş kuruş, bazen bir yumurta olabilir; ne çıkarsa bahtına... Böyle böyle bütün okunacaklara çalmak lazım... Berberahmetin düğünde odabaşı Posdeci Mehmet Ali Ölçer imiş... 'Öyle bir okuma listesi vardı ki bitirene kadar ayaklarıma kara sular indi' diyor...

    Bir yandan okuma işini sürdürürken, çalgıcıların bazı vakitlerde belirli yerlerde bulunmaları gerekiyor. Çeyiz kağnısı gidecek, çeyiz kağnısı gelecek; damatlar berbere gidecek, sonra kına yakılacak; vatandaş dışarıda çalgı ister, onlara çalınacak, isteyen oynayacak; Cumartesi akşamı kızevine gidilecek, orada damat oyunu var... Bütün bunlar çalgı eşliğinde olması gerekenler... Onları peşinden sürükleyecek olan da odabaşıdır... Bütün bu hay huy arasında boş vakit kalırsa (ki çok zor) oğlanevinin önünde çalmalı, isteyene oynama imkanı vermelidir. Ne de olsa oğlanevinin küçük çocuklarını oynatma hususunda, büyükler çok heveslidir...

    Odabaşının belki de en zor görevi Cuma ve Cumartesi geceleri davılcıodası eğlencelerini yönetmektir. Buraya her isteyen gelir, karınca kararınca eğlenceye katılır, gider. Bu yüzden özellikle Cumartesi akşamı trafik çok yoğun olur. Oyun alanı sürekli doludur, herkes oynamak ister. Elindeki kaşıkları kime verirse onlar oynayacağı için; oyun sırasını belirleme işi de odabaşındadır. Böyle zamanlarda kafası dumanlı çok kişi olur, ufak bir şeyden kavgalar çıkar. 'Vay benim istediğimi niye çalmıyon!... Yok ben oynayacaktım!... Niye öyle bakıyon!... Onun babası beni şurda dövdüydü!...' Odadaki coşkuyu sağlamak, ama taşkınlığa meydan vermemek; çalgıcıları ayrı, odadakileri ayrı; düğün sahibini ayrı, damatları ayrı idare etmek odabaşının görevidir ve bu hiç de kolay değildir...

    Pazar günü gelin indikten sonra, oğlanevi önünde oyunlar oynanır. Bunlar kapanış oyunudur ve isteyen herkes oynar. Bittikten sonra çalgıcıların görevi sona erer. Düzen takanları toplanarak memleketlerine uğurlanırlar... Ancak onların gidişiyle odabaşının zorlu görevi sonlanmış olur...

    Odabaşının görevinin önem kazanması, herhalde seymanların bir bir meydandan çekilmesinden dolayıdır... 1960'lı yıllara kadar düğünde eğlenceyi ve düzeni sağlayan temel öge seymanlar ve seymanbaşı olduğu anlaşılıyor.... Düğün boyunca, ihaleyle aldığı Gocacamideki sancağı taşıma hakkını elinde bulunduran seymanbaşı, aynı zamanda delikanlıların çıkaracağı oyunları da organize ediyordu... Onların yavaş yavaş önemini yitirmesiyle odabaşı öne çıkmaya başlıyor... Cuma günü, düğün boyunca orada dalgalanacak olan oğlanevinin dambeşine dikilen bayrak da sanırım seymanbaşının taşıdığı sancak yerine getirilmiş bir adet oluyor...




25 Ağustos 2023

İzmir'i İcat Eden

     
    Nüfus sınırlamasından dolayı Anıtkaya Belediyesinin lağvedilip köy statüsüne düşürüldüğü yıllarda, Anıtkaya nüfusuna kayıtlı 15 bin civarında insan varmış. Bunun anlamı, burayla irtibatlı yaklaşık 13 bin kişinin Anıtkaya dışında yaşadığıdır. Hemen her tarafa yayılmış bu insanlar en çok İzmir'e yönelmişler...

    Ekonomik şartlar sebebiyle Türk işçilerin Almanya merkezli Avrupa akını vardı. Aynı dönemde yurt içinde köyden kente doğru bir yönelim de yaşanmış. Ekmeğinin peşinde koşan bu insanların yerleşecekleri yeni yerler konusunda pek seçenekleri yoktu. Kendilerine öncülük eden kişi nereye yönlendirdiyse oraya gittiler. 

    Toplu göçler toplumların hayatında olumlu olumsuz çok etkili oluyor... Eğret/Anıtkaya halkının geleceğini derinden etkileyecek bir göçten söz edilecekse, herhalde bu İzmir göçü olurdu. 

    Artan nüfus karşısında durağan köy imkanlarının yetersizliği anlaşılınca başka diyarlara yüzünü dönmek kaçınılmazdı. Bizim burada aradığımız şey, neden tercihin İzmir yönünde olduğudur.

    Cumhuriyet kurulduktan hemen sonraki ekonomik kriz Eğret'te de derinden hissedilmiş. Yedi yıl süren kuraklık da buna eklenince, eskilerin anlattığı meşhur kıtlık dönemi başlamış. İşte bu dönemde ekmek parası için ilk çıkışlar başlamış. Tarlası olmayanlar hemen, arazi sahibi olanlar ise harman kalktıktan sonra bir yerlere çalışmaya gider olmuşlar. Tabi iş neredeyse oraya gidecekler... Tuhaf olan şu ki, hep batıya doğru yönelmişler; Manisa, Aydın, Muğla, İzmir gibi... Bu dört il arasında Eğretlilerin ilgisi açısından İzmir sonuncuya geliyor... Bundan ilk gidenlerin tarım işçisi olarak çalıştığını çıkarabiliriz... Bir başka husus da bu ilk gidişlerin kısa süreli, mevsimlik olduğudur...

    Temelli, yerli yetikli gidişler 1950'den sonra başlamış, 60'lardan itibaren yoğunluk kazanmış. İşte sözü edilen İzmir göçü bu döneme rastlıyor. Fabrikalar açılıp işçiye ihtiyaç duyulduğu, 'kadrolu' iş imkanının arttığı yıllar... 

    1960'larda kanca atıldıktan sonra 70'lerin başından itibaren yerleşmeler başlamış. İlk giden her kimse, onun öncülüğünde İzmir rağbet görür olmuş. Köydeki şartların ağırlaşması, İzmir hakkında konuşulanlar ve daha başka etkenler birleşince, ülkenin en batısındaki bu şehre olan ilgi de artıyor... 

    İlk zamanlarda orada bekar hayatı yaşayanlar, durumunu biraz düzeltince çoluk çocuğunu da yanına alıyor. Böylece yerleşmiş oluyor. Sonra onu görerek bir başkası gidiyor... Böyle böyle bireysel gidişler büyük göçe dönüşüyor... 

    1970'lerde İzmir'deki Anıtkayalılar büyük ölçüde kendi evlerini yapmışlardı. Köye geldiklerinde Çaymehellesi, Tıngırdepe, Samandepe, Metdapmehellesi gibi bazı yer adlarını duyardık; ama bunların ne anlama geldiğinden habersizdik. Yaşadıkları mahallelermiş... Oysa Çay Mahallesi denilince, köydeki çamaşırhaneye Çay dediğimiz için, aklıma hep çamaşırhane etrafına yapılmış evler gelirdi.  Samantepe adını duyduğumda harmanyeri, Mehtap Mahallesinde ise (mehtap nedir bilmediğimizden ve medtap da mektepi çağrıştırdığı için olsa gerek) ortasında okul olan mahalleyi düşünürdüm. Tıngırtepe'yi her işittiğimde teneke gelirdi aklıma... Bir türlü anlamlandıramadığım şey ise Yıkıkkemer'dir. Pantolon belindekinden başka kemer bilmeyen birisi için, bir kemerin yıkılması ne ifade eder ki?

    Yakınlarından onları ziyarete gidenler de olur, geldiklerinde İzmir'i ballandıra ballandıra anlatırlardı. Bizlerde asıl imrenmeye yol açan şey ise oradan tatilini geçirmek üzere köye gelen İzmirlilerdi...

    Eski bayramlarda Anıtkaya nüfusu ciddi anlamda artardı. Bir vakitler ekmek davasıyla köyünden ayrılan insanlar çoluğu çocuğu toplayıp kısa süreli de olsa köyüne dönerdi. Hem memleket hasretini dindirecek hem de çocuklarının dedesini ninesini, hısım akrabasını görerek bayramlaşmasını sağlayacaktı. Bu yüzden arefeden başlayarak bayram süresince sokakları aslen Anıtkayalı yabancılar(!) doldururdu. Eski bayramların özleniyor olmasının bir sebebi belki de onlardı, kim bilir...

    Anıtkaya'daki bu bayram ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu doğal olarak İzmir'den gelenlerdi. Bayram dışında yıllık izinlerinin bir kısmını köyünde geçirmek isteyenler de olurdu ve bu izin ne hikmetse yaz aylarına denk getirilirdi. Yani harmana... Bu vesileyle yeni İzmirliler, ana babasının, kardeşlerinin harmanına da bir nebze yardım etmiş olurlardı. 

    Bizim yazın beklediğimiz İzmirliler ise onların çocuklarıydı. Hiç görmediğimiz oyuncaklarıyla çıkagelen bu çocuklara hep imrenerek bakar, kimi zamansa onlarla hem oynar hem kavga ederdik. Çocuğun dünyasını dolduran bütün duyguları onlarla da doyasıya yaşardık. Mesela bilye dediğimiz oyuncağı ilk defa onların elinde gördük, oynamayı onlardan öğrendik. Gerçi onlar bilyeye 'meşe' derdi... Simite 'gevrek', günaşığa 'çiğdem' dedikleri gibi; içinde birlikte yüzdüğümüz Buñar'ımızı da 'Pınar' diye söylerlerdi. Anıtkaya'da pek yaygın nazal ñ harfi, onların ağzına yakışmıyordu. S ve n seslerini ise çok vurgulu söylüyorlar, kavga ederken 'Napcan ha! Napcan!' diye dikleniyorlardı. Gezerken, oynarken, sohbet ederken ve hatta kavga esnasındaki konuşma şekilleri pek güzeldi... Dedemize dede, ninemize nine dediklerine göre bizden biriydiler. Severdik onları ve her yaz gelişlerini beklerdik...

    Köyden İzmir'e ziyarete yahut gezmeye gidenlerin anlattıkları da ilginç gelirdi. Köyünü, köyde geçirdiği günleri, yakınlarını ve büyüklerini özleyenler; bu özlemlerini dile getirmekten çekinmeyenler çoğunluktaymış. Bayramda, tatilde, yakaladığı ilk fırsatta kendini Anıtkaya'ya atanlar bunlar olsa gerek... Yalnız geldiği yeri unutan, unutmak isteyen, geçmişine sünger çeken, eski arkadaşlarını küçümseyen, kafası kafdağlarında bazı Anıtkayalılara da rastlanırmış. 'Çoban değneğiñi goğsuya sokdum, duruyo!' diye birine haddini bildirdiğini anlatan bir kaç kişiyi dinlemiştim... 

    İzmir'e ilk giden nesil bu dünyadan göçtü, hayatta olanlar varsa da çok az... Sonraki kuşaklara en fazla 'Anıtkaya kökenli İzmirli' denilebilir, onların çocukları ise tamamen İzmirli... Dolayısıyla bugün için bayramlarda Anıtkaya'da nüfus artışından eskisi kadar söz edilemez. Bununla birlikte yaz nüfusunda bir nebze canlılık oluyor. Buna sebep, köyde 'Yazlıkçılar' diye adlandırılanlar... İzmir'e yerleşmiş bazı Anıtkayalılar, emeklilik sonrasında iki göz ev yaparak yahut eski evlerini tamir ederek yazlarını köyde geçiriyorlar. İş güç sahibi çocukları yerlerinde dururken, bunlar karı koca yayla hükmündeki köylerini tercih ediyorlar...

    Yazlıkçıların içinde de başka yerlerden gelenler olabilir. Bunları İzmirli diye genellememizin sebebi yüzde doksan İzmir'de olmaları yüzünden. Yoksa, başta Afyon olmak üzere, Kütahya, İstanbul, Eskişehir, Antalya, Ankara ve diğer yerlerde çok Anıtkaya'lı var. Lakin başka hiç bir yerde Anıtkayalı yığılması, İzmir'deki orana yaklaşamamış bile... Düşünün, Afyon'dan bile daha çok İzmir'de yaşıyormuş Anıtkayalılar... 

    Anıtkayalılara merkez olan İzmir, yaklaşık yirmi yıldır onların örgütlenmesine sahne oluyor. Anıtkayalılar Derneği adıyla çeşitli organizasyonlarla bir araya geliyor ve aradaki bağları kavileştiriyorlar. Bu tip bir olumlu örgütlenmenin başka bir yerde örneği yok. İzmir'in Anıtkayalılar nezdindeki yeri bu yüzden de başka...

    Dediğim gibi, ilk kuşak İzmir'e göçenlerin çoğunluğu ikinci göçü ötedünyaya gerçekleştirdi. Sonraki kuşak işini, işyerini kurdu; işçiyken işveren oldu. Kısaca İzmirli oldular... Bugün için düşünürsek, Anıtkaya'nın dört katı Anıtkayalının İzmir'de yaşadığı tahmin ediliyor. Yani İzmir'de dört Anıtkaya var...

    Birisinden duymuştum, 'İzmir'i icat edenden Allah razı olsun' diyordu. Haklıydı... Şu haliyle Anıtkaya 10 bin nüfusu kaldırır mı... Belediyelik gitti köy olduk filan derken, işin bir de bu yönü var... 



23 Ağustos 2023

Düz Oyun

    
    Eskilerin en basit oyunundaki en basit hareketlerde bile çok anlam gizliymiş... 

    Çeñizevinde yahut başka ortamlardaki kadın oyunları duruma göre çeşitlilik gösteriyor. Bu biraz da düğünün safhasına göre belirlenen gelinin ruh haliyle ilgilidir. Nasıl ki kına yakılırken, gelin yazılırken, övülürken, süzünürkenki haller bir olmaz; bu durumlarda söylenen türkülerin ve oynanan oyunların özelliği de değişir. Genel ruh haline göre değişen oyunlar, Ege ve İç Anadolu'nun ortak karakteristiğini yansıtır. Mesela kına yakılırken, çoğu yerdeki kına havalarının aynısı söylenir. Bunun gibi kadınların çeñizevindeki oyunları da bölgede oynananların hemen hemen aynısıdır. Bununla beraber Anıtkaya'ya özgü, sadece burada oynanan oyunlar bulunduğunu belirtmiştik. Bunların en önemlisi 'düz' idi...

    Düz, sakince oynanan bir oyun... Gençlerin şimdilerde oynadıkları gibi hoplama zıplamaya dayalı değil... Hareketli, ama bu hareketler çok yavaş; kırık havadaki gibi keskin figürler bulunmamakla beraber uzun ve yanık havalarla süslü gamlı baykuş oyunu gibi de düşünülmesin... Tam manasıyla ağırbaşlı, vakur kadınların oyunu kabul edilebilir...

    Aslında oyun biçimini tam olarak tasvir edebilmek çok zor. Oynayanları küçükken gördüklerimden şimdi hatırlayabildiğim çok az. Akılda kalanlarla şimdi dinlediklerimi birleştirmeye çalışıyorum...

    İki kadın karşılıklı oynuyor. Karşında kafa dengi biri yoksa yalnız da oynayabilirsin. Öyle çok alengirli vücut hareketlerine gerek yok, iş kollar ve ayaklarda bitiyor. Kolları yanda omuz hizasına kaldırıyorsun. Adımlara paralel olarak parmaklar şıkırdıyor. Adımlarla şıkırtılar, sağ sol çaprazlama şekilde uyumlu olmalıdır; sağ ayak öndeyse, onunla birlikte sağ kol da aynı miktarda öne çıkmalıdır. Ayak yere değdiğinde parmaklar şıkırdamalı... Oyunun sükuneti yalnızca, belli aralıklarla ters kol yönündeki dönüşlerle bozulur. Burada bütün maharetini ortaya koyan oyuncunun ustalığı anlaşılır. Dönüşü beğenenler, oyuncunun parmak şıkırtısıyla uyumlu tempo tutarak ellerini çırparlar. Bu, Anıtkaya'ya mahsus beğeni refleksi olan bir çeşit alkıştır...

    Düz oyununun en büyük özelliği, oyuncunun kendi çalıp kendi oynaması, daha doğrusu kendi söyleyip kendi oynamasıdır; çünkü bu oyunda çalgı çengi yok. Ritim, tempo ve oyun düzeninin tamamı; oyuncunun söylediği türkü, parmak şıkırtısı ve ayak tüpürtüsünün üçlü uyumuyla sağlanır. Bu üç kaynaktan çıkan üç farklı ses arasında öyle bir uyum vardır ki, katiyen düz oyununda bir arıza bulamazsın. Nasıl olsun ki eller, ayaklar ve ağız aynı beyine bağlı...

    Düz oyuncusunun çığırdığı türküye gelince... Bunun bir oyun havası olmasını beklerseniz yanılırsınız. Aslında buna türkü demek de doğru olmayabilir, çünkü herkes tarafından bilinen, şu diyebileceğimiz türkü sözü yok. Oyuncunun o anki ruh haline göre söylediği sözler bunlar; fakat rastgele sözler değil... Bunlar belli bir kalıba uygun olmalıdır, aksi halde sözünü ettiğimiz üçlü uyum sağlanamaz...

    Durumu somutlaştırmak adına, düz oyununun sözlerini derleyebildiğim kadarıyla örnek olarak yazayım da havaya konuşmuş olmayalım...

        Ak sıvalı evimiz
        Bu yıl düşdü sevimiz
        Sevi sevide galsa
        Çatlar ölür birimiz.

        Enterisi akdır yarim
        Gözleri gökdür yarim
        El içinde ağlama
        Düşmanıñ çokdur yarim

        Bahçelerde kelem var
        Arkamızdan gelen var
        Eski yar şurda dursuñ
        Yeñi yardan selam var.

        Elma attım deñize
        Geliyor yüze yüze
        Söyleyiñ şu deyusa
        Gızını versiñ bize.

        Bahçelerde ıssırgan
        Gavur değil müslüman
        Eğil yarim bir öpen
        Yemin ettim ıssırman.

        Bahçelerde bal gabak
        Yuvarlaktır yuvarlak
        Şu gelen benim yarim
        Avanaktır avanak.

        Gara gara gazanlar
        Gara yazmış yazanlar
        Cennet yüzü görmesiñ
        Aramızı bozanlar.

        Bahçelerde mor mene
        Verem ettiñ sen beni
        Nasıl verem olmeyen
        Eller sarıyo seni.

        Gara tiren gay da gel
        Askerleri say da gel
        Benim yarim gıymatlı
        Gaybetmeden al da gel.

        Yemenim yele yele
        Ben düşdüm gurbet ele
        Gurbet elde ölürsem
        Duyurmañ annemgile.

        Yemenimiñ dabanı
        Ben isdemen yabanı
        Yaban elde ölürsem
        El atar toprağımı.

    Bu türküler çığrılırken belli bir nağmeyle söyleniyordu. Yukarıdaki örnek türkü sözlerinden anlaşıldığına göre, her dizede üç adım atılıp parmaklar üç kere şıklatılıyor. Üç dizenin sonunda dokuz adım ve bir o kadar da şıkırtı var. Her şey bu monotonlukta, düz bir hat üzerinde ilerlerken son dizeye gelince işler değişiyor ve eller yukarı-aşağı çaprazlanarak dönüş hareketi yapılıyor...

    Toplam dokuz adımla bütünleşen dokuz şıkırtı, muhteşem bir dönüş hareketiyle sarıp sarmalayıp paketlenmiştir. Son dize ile bir dörtlük mühürlenerek bir daha açılmamak üzere kapatılmış oldu. Bundan sonraki düz oyununu oynayacaklar bu türküyü söylerlerse ayıp etmiş olurlar... Oyun bitmiş değildir, oyuncu canı ne zaman isterse o zaman meydandan çekilir. Tabi bunda seyircinin beğenisi yahut sıkılmışlığının da etkisi olabilir. El çırpıyorsa devam et, of pufluyorsa terk et... 

    Oyuna devam edilecekse dönüş hareketinden sonra bir dizelik boşluk bırakılır. Üç adım ve üç şıkırtılık bu boşluk nefeslenme payıdır. Bir sonraki türkü zihinde hazırlanırken, seyirci merakla bu gelecek yeni dörtlüğü beklemektedir... Bu üç şıkırtılık boşluk, çeñizevinin belki de en sakin halidir... İşte o zaman parmak şıkırtısının ne kadar güçlü bir enstrüman olduğunu anlarsın; dört parmaktan çıkan bu organik ses, bütün bir odayı doldurur...

    Bununla birlikte bahsi geçen kısım tamamiyle bomboş bir aralık değildir. İster nakarat olarak kabul et, isterse düşünme payı say; oyuncu bu arada tempo tutmaya devam eder. Anlamı olmayan tempo/nakarat sözleri de hep aynıdır:

        Nari nay nay ni nay ni nay nom
        Gül dara li lay li lay lom

    İki kişiyle oynanan düz oyununda tek farklılık, türkülerin oyuncular tarafından nöbetleşe çığırılmasıdır. Oyunun figürleri yine aynı, aynı miktarda adım ve şıkırtı ve aynı zamanda dönüş. Şu kadar var ki, üçlü uyuma ek olarak iki oyuncunun da birbiriyle uyumlu hareket etmeleri gerekir. Mesela şıkırtı sesi daha gür çıkmalı; ama kesinlikle süresinde bir değişiklik olmamalıdır... Bir de çığırılan türkü sözlerinin anlam bakımından bağdaşık olmasına dikkat edilir. İşte o zaman iki oyuncunun söylediği türküler tatlı bir atışmaya dönüşür ve düz oyununun seyrine doyum olmaz...

    Araya yazının en sıkıcı bölümünü sıkıştırayım. Aslında bu anlatacaklarım giriş bölümünde yer almalıydı, okuyucu ürküp kaçmasın diye buraya kadar geldi... Anonim halk edebiyatının iki önemli nazım biçimi türkü ve maniler dörtlükler halinde söylenir. Dörtlüklerin kafiyelenişine göre çeşitlerinden biri de düz kafiyedir. Düz kafiyedeki şema, aaaa yahut aaxa  biçimidir. Bu biçimle kafiyelenen manilere de düz mani denir. Düz manilerin dikkat çeken bir başka özelliği, genellikle 7'li hece ölçüsüyle söylenmeleridir; hatta 4+3=7 duraklı söylenmesine bile dikkat edilir...

    Yukarıda örneklerini verdiğim düz oyun türkülerini derlerken aklıma düz maniler geldi. Bunlar bildiğin mani idi. Bu görüşümü muhataplarıma söylediğimde ısrarla;

    - 'A ah! Bunna düz oyunuñ türküsü' diye inat ettiler. 

    Hakları vardı, çünkü düz oyun bu türküler eşliğinde oynanıyordu. İşte bu yüzden düz oyun denilmişti; zira bunlar düz türkü, yani düz maniydi... 

    Figürlerdeki monotonluk ve sadeliğin de düz oyunun bu adı almasında etkisi olabilir. Amma figürü belirleyen asıl unsur, düz mani/türküdeki duraklar gibi görünüyor. Düz oyuncular türküyü çığırırken 2+2+3=7 biçiminde icra ettiler, böylece her durakta bir adımla bir şıkırtı ortaya çıktı. Toplam dokuz adım ve şıkırtı sonundaki dönüş hareketi böyle oluştu.

        ga-ra  +  ga-ra +  ga-zan-lar  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        ga-ra  +  ya-zı +  ya-zan-lar  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        cen-net  +  yü-zü +  gör-me-sin  =  (Düz üç adım, üç şıkırtı...)
        a-ra  +  mı-zı +  bo-zan-lar  =  (Dönerek üç adım, üç şıkırtı...)

    Eskilerin en basit oyunundaki en basit hareketlerde bile çok anlam gizliymiş...