Herhalde 1976 yılıydı. Dördüncü sınıftaydık. Birisi sıralarımızın üstüne ince bir kitap dağıttı. Kitap gibi değil de daha çok dergiyi andırıyordu. Diğer ders kitaplarına benzemiyordu, kirli beyaz bir zemine siyah mürekkeple yazılmış "DİN DERSİ" ibaresi vardı. Kapaktaki sadelik kitabın içinde de hakimdi; diğer kitaplardaki gibi resimler yoktu mesela, sırf yazıydı. Ve ilk sayfaların birinde tanıdık bir şiir gözüme çarpmıştı. Nereden hatırladığımı çıkaramadım. Derken ahenkli bir ses yükseldi. Boduoğlunun Ahmet, elini kulağına atmış, benim nereden hatırladığımı bilemediğim şiiri ırlana ırlana söylüyordu:
Allah
âdın zikr edelim evvelâ,
Vâcib oldur cümle işte her kula.
Tamamdı, camiden hatırlıyordum. Ceplerimizi şekerle doldururken hocaların okuduğu şeydi bu. Sonraları kendine has bir makamla okunan bu uzun şiire "Mevlit" dendiğini öğrenecektim. Din Dersi kitabına alınan kısmı şöyle devam ediyordu:
Allah
âdın her kim ol evvel ana,
Her işi âsân ede Allah ona.
Allah adı olsa her işin önü,
Hergiz ebter olmaya ânın sonu.
Her nefeste Allah âdın de müdâm.
Allah adıyla olur her iş tamam,
Bir kez Allah dese aşk ile lisân,
Dökülür cümle günâh misl-i hazân.
Yıllar geçti, büyüdük. Camiye gidiş amacımız ve biçimimiz değişti. Şeker alma amacı dışında da mevlit dinler olduk. Bu arada o şiir hakkında daha fazla malumat edindik. Okunuş amacını öğrendik, dinleme adabını gördük, okunuş biçimini gözlemledik; fakat çocuklukta şahit olduğum mevlütler hep hatırda kaldı.
Mevlitler çoğunlukla ölü ardından okunuyordu. Cenazeden sonra, bir hafta içinde yapılan yemekli merasime "ölüyeri" adı veriliyor. Akşam yemeğinden sonra, yatsı ezanından önce camide mevlit/mevlüt/meğlüt okunurdu. İmamın yanında bunu okumayı bilen bir kaç kişi daha mihrapta yarım daire pozisyonunda oturur, önlerindeki peştatdayı dolaştırırlardı. Üzerinde açık vaziyetteki Meğlüt Kağıdından, seçtikleri bölümleri okuyup en sonunda dua bölümüne gelirlerdi. Tabi okuyacakları bölümleri belirlerken, herkes en iyi hangi bölümü okuyabiliyorsa onu alır, veya kendince önemli gördükleri bölümü ararlardı. Bu yüzden, peştatda önüne geldiği zaman önce hafif bir hışırtıyla sayfalar çevrilerek ilgili bölüme gelinirdi.
Mevlüt okuma mutlaka yukarıda verdiğim ilk bölümle olmalıdır. Çünkü o bölümde bir işe Allah adıyla başlamanın fazileti anlatılır. Bizler genellikle bu ilk bölümü kaçırırdık; zorunlu olarak dinlediğimde dikkatimi çeken, bizim köyde günlük hayattaki konuşma biçimini aynen buradaki telaffuza yansıtmalarıydı. Malum nazal ñ'nin bol kullanılması bunlardan biri. Mesela;
Allah adı olsa her işiñ öñü,
Hergiz ebter olmaya ânıñ soñu.
Okunan şeyde anlamını bilmediğim bir sürü söz vardı; ama ne denmek isteniyorsa az çok o anlaşılıyordu. Bir de bana tatlı gelen bu söyleyiş güzelliği, hocanın alçalıp yükselen sesiyle ve uzayıp kısalan hecelerle birleşince o yaşta bile çok hoşuma giden bir atmosfer oluşturuyordu. Sonraki bölüm şu ifadelerle biterken, "Süleyman"ın kim olduğunu merak ederdim:
Her kim ki
diler bu duâda buluna,
Fâtiha ihsân ede Süleyman kuluna.
"Mevlüt Kağıdı" başka birinin önüne geçtiğinde, artık merasimin en coşkulu bölümüne hazır olmalısınız. Çünkü okunacak kısım, "doğum" bölümüdür ve bu bölüm zaten Mevlid'in yazılış amacını oluşturur.
Âmine
Hâtun Muhammed ânesi,
Ol sadefden doğdu ol dür dânesi.
sözleriyle başlayan doğum bölümünün her beytinde duygular kanatlanır. Okuyucunun maharetiyle bazı beyitlerde bu coşku daha bir başka olabilir.
İndiler
gökden melekler saf u saf,
Kâ’be gibi kıldılar evim tavaf.
beyti bunlardan biridir. Saf saf yeryüzüne inen meleklere karşılık, hece hece göğe yükselen sözlerin kanat şakırtısını duyar gibi olursunuz. Duygu dalgalanmasının zirvede olduğu bu anda yine Hocanın sesi devreye girerek sanki milleti sükunete davet edip tonunu düşürür. Birden ayaklarınız yere değer. Bu arada kutlu doğum da yaklaşmaktadır. Bu kez de sükunetten rahatsızmış gibi müthiş bir tempoyla okuma hızı artırılır. Her beyitte güm güm nabız atışı duyulur:
Vasfını
bu resme tertîb ettiler,
Ol mübârek nûra tergîb ettiler.
Âmine
eydür çü vakt oldu tamam,
Kim vücûde gele ol Hayr-ül-enâm.
Susadım gayet harâretten kati,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahî şekerde yok idi.
İçtim ânı oldu cismim nûra gark,
Edemezdim nûrdan kendimi fark.
Geldi bir ak kuş kanadıyle revân,
Arkamı sığadı kuvvetle hemân.
Doğdu ol sâatde ol Sultân-ı dîn,
Nûra gark oldu semâvât-ü-zemîn.
Tempo ve heyecan bu son beyite kadar arttıkça artar, okuyan ve dinleyenler kendilerini tutamayıp bu vakte gelene kadar ayağa kalkmış olurlar. Bu vaziyetteyken meşhur "Salat-ı Münciye" okunur. Üç kez tekrar edilen bu salavat sırasında bütün omuzlar iki yana sallanırken mümkün olsa tekrar uçacak gibidirler. Salavat bitince herkes oturur, ortalık da sakinleşir. Bu arada yeni bir bölüme geçilecektir.
"Merhaba" bölümünde bütün cihanla birlikte, kainatı şereflendirene hoşgeldin denir. Bu bölüm de de farklı bir okuyucu karşımıza çıkar. Miraç bölümünde yine dikkatimi çeken beyitlerden biri:
Yâ
Habîbim nedir ol kim diledin,
Bir avuç toprağa minnet mi eyledin?
O zamanlar anlamını tam olarak kestiremediğim bu sözlerde gizli bir sitem yükünü hissederdim. Bunda okuyucunun ses tonuna böyle bir şeyler katması veya "minnet eylemek" fiilinin özel anlamının etkisi de söz konusu olabilir.
Dua bölümünün de her beyti etkileyicidir ve çıkarılmadan bütün beyitleri okunur. Buradaki;
Biz
günahkâr âsî mücrim kulları,
Yarlıgayıp kıl günahlardan berî.
beytinde "yarlığamak" filini yanlış okuduklarını düşünürdüm. Nereden bileyim onun "mağfiret" anlamını... Genellikle mevlüt okumada bu son bölüm olur, daha sonraki vefat ve dua kısımları okunmazdı. Onun yerine Bir miktar Kuran okunarak özel duaya geçilirdi.
Mevlüt sahibinin ikramı olan şeker ve gülsuyu bu son fasıla gelmeden bitirilir. Artan şeker kalmaması için, genellikle sonradan gelen cemaat düşünülerek tedbiren sona bırakılan şekerler fazla ise bir tur daha dağıtılır. Son turun şekerleri genellikle amin deyenlerin göğe doğru açık ellerine bırakılır. Bu durum manevi atmosferi bozsa da sırf onun için camiye gelmiş biz çocukların dörtgözle beklediği bir andır. Şeker dolu ceplerle camiden çıkmak gibisi var mı!
Bu tür mevlüt okuma, ölünün kırkı ve yılında da yapılır. Bunun dışında, adak mevlütü denilen, kişinin Allah rızası için okuttuğu mevlütlerde de şeker ikramı yukarıdaki gibidir.
Köy mevlütünde iş değişir. Mevlüt sahibi belirli bir kişi değilse bu mevlide köy mevlüdü denir. Kandil gecelerinin mevlüdüdür bunlar. Adet olmuş ki herkes 100-200 gram, şekerini yanında götürür. Bunun için dükkanlarda akşama doğru hazırlıklar tamamlanır; gabaşeker, sorma şeker, ciyirdekli şeker kağıt külahlara paketlenir. Bakkal Süleyman (Dadak), Yeni Mısdık (Mustafa Şen), Kel Süleyman (Eren), Mantar Osman (Azbay), Arap Selim (Zenger), Bakkal Irmızan (Ramazan Türkmenoğlu), Sarı (Halit Akyol), Seydi (Selman) vs... Bakkaldan alınan şekerler cami girişindeki kovaya atılır. Her caminin bir şekercisi vardır, gayet adaletli bir şekilde şeker dağıtımı yapılır. Herkes getirdiğinden daha fazla "okunmuş" şekerle camiden ayrılır.
Artık mevlütlerde eski coşkuyu göremiyoruz. Halkın mevlit sevgisinden korkulup "Kuran'ın yerine geçecek" bahanesiyle bir dönem çok hor görüldü Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i. Neredeyse yasaklanacaktı... Bir daha da eski havasını bulamadı. Bazen dinliyorum da yukarıda tasvirine çalıştığım havayı bulamıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder