29 Şubat 2024

nacabolsa - özü sözü bir

 
nacabolsa: Nasıl olsa, en sonunda anlamında zarf.

nacap: Nasıl, niçin, neden (ne acep)

naha: Şaşma ve ayıplama ünlemi (Naha ne deyen)

nâırabbım: İlenme sözü, beddua ederken söze böyle başlanır (Naırabbım bildiği gibi yapsın!)

nakis: İnatçı, aksi kimse

nalet: Geçimsiz, huysuz, nefret edilen kimse (lanet)

nalın: takunya

namazlağı: Üstünde namaz kılınan yaygı, post gibi şeyler; seccade. (namazlık)

namıs: nâmus

namıssız: namussuz

nâ ne deyen: Ne desem boş (Naha ne diyeyim)

nârince: Turuncu, narenciye rengi.

nasılleyin: Hiç beklenmeyen güzel bir davranış sergileyene denir, nasıl oldu da... anlamında.

nasiyet: Öğüt, nasihat

nazı geçmek: İstemediği şeyleri bile yaptıracak kadar samimi olmak.

ne başımıñ zoru: Kendini hiç ilgilendirmeyen bir konuya girmek istememe durumunu anlatır.

nébilem: Nereden bilelim, haberimiz yok ki (ne bilelim)

nébilén: Kararsızlık sözü (ne bileyim)

nébilén né: Söylenmek istenmeyen şey yerine kullanılır, ‘bilmem ne’ gibi. (Sonra, onu yiyeceğine nébilén né ye demiş.)

ne dadı va: Sürmekte olan bir durumdan hoşnutsuzluğu anlatır (Gapat şu irediyoyu, ne dadı va)

nêdén: “Nêdiyoñ “ hal hatır sorusuna verilen cevap, her zamanki gibi (ne edeyim)

ne diye: Niçin, ne amaçla?

nêdiyoñ: Hal hatır sorma sözü, nasılsın, ne yapıyorsun.

nedöoñ: Ne diyorsun?

neen neen nen: (ü) Çocuk uyutulurken söylenen ninninin ritmi.

ne garın ârısıysa: Adı söylenemeyen, hatırlanamayan şeyler için söylenir.

négıdâ: ne kadar

Ne inek aldı, ne bızağı emdi: Maddi ve manevi olarak düzen bozuldu, dirlik kalmadı.

néliğinen: Ne sıkıntılarla anlamında zarf (neliklerle)

néliklê: Ne zahmet, sıkıntı, yokluk. (Bubam bizi neliklênen okutdu)

nemergin: Nemli, rutubetli.

nemermek: Hafif nemlenmek

-nen: ile anlamına gelen ek (Kiminen gidiyoñuz?)

nennen: Çocuk dilinde uyku.

nennen demek: Çocuk dilinde uyumak.

nên nên nen: Çocuğu uyutma, ninni söyleme ünlemi.

nenni: ninni

nênoñ: karışma! Sana ne! (Öfkeyle söylenir) (ne eyliyorsun)

nerde çalgı orda gaglı: İşi gücü oyun eğlence olan kimseyi anlatır.

nerden geldiğini bilememek: Ansızın bir saldırı yahut darbeye maruz kalmak.

nérden gelmiş: Bir itiraz ve kabul etmeme ünlemi (Nerden gelmiş de sizin oluyomuş bu tarla!)

néryê: Hayıflanma ünlemi (Neryê! Daha borcuñ yarısını ödiyemedik.)

netâme: İnsanın veya atın kafasında burgulaşmış saç bölümü.

nétcén: İstemem, ne yapacağım, işime yaramaz (ne edeceğim)

nétcéñ: Ne yapacaksın (ne edeceksin)

nétcéñiz: Ne yapacaksınız (ne edeceksiniz)

nétcéz: Ne yapacağız (ne edeceğiz)

ne ütüyoñ: Ne tat alıyorsun, çıkarın ne, niçin yapıyorsun

né va: Değil mi anlamında onaylatma ünlemi (ne var)

ne yalan söliyen: İşin doğrusunu söylemek gerekirse.

néyêse: nedense

néynicéñ/nênicéñ: Sana ne, üzerine vazife değil (ne eyleyeceksin)

néyniyén/nênén:  Bana ne, beni ilgilendirmez (ne eyleyeceğim)

ne yüzünen: Hiç utanıp sıkılmadan.

nezelmek: 1.Güçsüzleşmek, zayıflamak; 2. Kumaş incelmek, yıpranmak, eskimek

neziman: Ne zaman

nişancı: Nişan günü kız tarafına topluca gelen erkek tarafı.

nişan gomek: Bir şeyi daha sonra tanıyabilme veya ölçme amacıyla işaretlemek.

nobal: Sorumluluk, yük, vebal

nobal atmek: Sorumluluk yükleyerek zor durumda bırakmak.

nobalı boynuña: Ben karışmam, sorumluluk sana ait.

nokul: Mayalı hamurdan yapılan haşhaşlı çörek.

noldum delisi: Sonradan görme

noldum delisi olmek: Sonradan görüp de şımarmak.

noot: nohut

noot yolması: Nohut hasadı.

nöbet: Fırında, çayda, çeşmede, değirmende sıra.

nöbet gapmek: Sıra almak, sıraya girmek.

Nutfi: Lutfi

oba: 1.Grup, topluluk; 2.Bir kaç evden oluşan köy bölümü.

Obagumandanı: Turabilerin Külcü oğlu Yusuf Külte. 1933 Yılında doğdu, her durumda sülaleye öncülük ettiği için böyle lakaplanmış. İzmir’de 2012’de vefat etti.

ocâdelinesice: Muhatabı karışık bir ilenç sözü, ocağı delinesice. Genellikle insana arız olan hırıltı, öksürük, aksırık, hapşırık, hıkgıdık, osuruk gibi istenmeyen şeyler için söylenir. (Vay ocâdelinesice, geçmedi gitdi.)

ocak: 1.İlkel şömine, 2.Mantar bol çıkan yer.

ocak güyümü: Sürekli ocakta veya soba üstünde tutulan, sıcak su kaynağı güğüm.

ocâ sönesice: Çocukları azarlama sözü.

od/ot: 1.Isı, ateş; 2.Fırında ısı derecesi

odabaşı: Düğünde çalgıcılara kılavuzluk yapan, onların odada konaklamalarına nezaret eden görevli.

oda dutmek: Ekmek veya tepsiyi ateşin daha şiddetli olduğu yere sürmek.

odlu: Isısı yüksek fırın

odocak: (i) Ev bark (od ocak)

odun çıra: Yakmak için hazırlanan herşey.

odu ocâ sönesice: İlenme sözü.

ofudak: Kibirli, burnu havada, kendini beğenmiş.

ofutmek: 1.Dikine gitmek, dikbaşlılık yapmak; 2. Kibirlenmek; 3.Surat asmak.

ogudâ: Çok fazla, (o kadar) (Ogudâ emek vedñ, şu haliñe bak.)

oğculamek: Bir şeyi avuçta sıkarak ezmek, ovalamak, ufalamak.

oğmeç çorbası: Ovalayarak elde edilen hamur parçalarından yapılan çorba.

oğul: Bir kovandaki arıların en genç kuşağı.

oğulamek: Oğmak.

oğulbalı: Yeni kovandan alınan, beyaz, dolgun petekli ilk bal.

oğulluk: Üvey evlat, evlatlık

oğul vemek: 1.Kovandan o seneki yeni kuşak arının toplu olarak çıkıp başka bir yere yerleşmesi, 2.(mec)Çok kalabalık olmak

oğul veri gibi: Çok kalabalık böcek.

oğunmek: tıkanıp sesi kısılırcasına inleyip kıvranarak ağlamak

ok: Kağnı ve arabada hayvanların koşulup bağlandığı uzun direk.

okgalı: Güzel, iyi, değerli, güçlü.

okgayışı: Okun bağlandığı kemer.

okgokgopilav: Baykuş, (çıkardığı ses buna benzetilmiş: okka okka pilav)

okluğeç: oklava

okluk: Araba oku yapmaya uygun uzun ağaç.

okra: Sığırlarda parazitlerin neden olduğu, deri altında oluşan kabarcık.

okumek: Düğünlerde yapılan davet.

okunmek: 1.Davet edilmek, 2.Nazar değmesi gibi durumlarda dua okutmak

okunmuş: Manevi hastalıklara iyi geleceğine inanılan dua edilmiş su, şeker, ekmek vb.

okutmek: 1.Davet etmek, çağırmak; 2. Metafizik rahatsızlığı olan kişiyi ilgilisine götürüp dua ettirmek.

olañarı: Oldukça çok, çok fazla, şiddetli (Rüzgar var, olañarı üşüdüm.) Zıddı bereñarı.

ôlanevi: Düğünde erkek tarafı (oğlan evi)

ôlanhamamı: Düğünde erkeklerin hamam eğlencesi, oğlan hamamı.

Olcak: Olucak köyü.

Olcakgırı: Köyün batısındaki Olucak Köyü’ne yakın mevki adı.

Olcaklıahmet: Olucaklı Ümmü Hanımın yanında tay gelen Ahmet Aydın. Ümmününseydi ile karınkardeştir, ayrıca Ali Osman, Musahoca ve İnnecinazmi kardeşlerin babasıdır. 1971 Yılında vefat etti.

olmadan gidesice: Genç yaşta ölmesi için edilen beddua

olmeye gomiye ermiyesice: Pekiştirmeli beddua (olmayasıca, koymayasıca, ermeyesice)

olmaz olasıca: Yokluğu varlığından iyidir anlamında söylenir.

omaca: Kalça kemiği

Omarcık: Bir çeşme ve onun bulunduğu mevki.

Omarhamamı: Ömer kaplıcası, hamam.

omurga: Çatıya konulan yatay ağaçlar.

oñatdırmek: Tamir ettirmek, düzelttirmek.

ondan: Ve, yine, keza, ondan sonra gibi anlamlara gelen bağlaç

ondan keri: Ondan sonra, ondan dolayı.

oñmek: İflah olmak, huzur bulmak, gün görmek, müreffeh olmak, başarılı olmak.

oñmadık: Hayatta hiçbir alanda başarılı olamamış kimse.

orağa gitmek: Yevmiye usulü birine tırpanla orak biçmeye gitmek.

orak: Tarlada ekin biçme işi

orakcı: Yevmiye usulü tırpanla ekin biçen erkek

oraklâ: Orak zamanı, hasat vakti (oraklar)

Ormâniye: Orman Müdürlüğü

orta: 1.Ortalama miktar; 2.Küçükbaş hayvanlara takılan orta boy bir çan türü.

orta garer: Aşırı olmayan, orta derecede.

ortak: Ekini tarla sahibiyle paylaşma esasına dayalı ekip biçme.

ortakcı: Tarla sahibiyle masraf ve ürünü paylaşmaya dayalı tarlayı eken kişi.

Ortaköylü: Eyüplerin Ahmetçavuşun ortanca oğlu Mustafa Dirlik. 1909 Yılında doğdu, Aşcıtahsinin dedesidir. İkinci hanımını Olucak’tan alınca iki köy arasında mekik dokumaya başlamış, bu yüzden araköylü veya ortaköylü demişler. 1970 Yılında vefat etti.

ortalamek: İki şeyin tam ortasında bulunmak, iki şeyin arasını istikamet belirlemek.

ortalık: İçinde bulunan yer ve zaman (ortalık kötü)

ortalık ağarmek: Gün ışımak, sabah olmaya başlamak.

ortalık gararmek: Akşam olmak.

orta ok: Arabalarda arka dingili ön dingile bağlayan ok.

ortasını bulmek: Uzlaştırmak, orta yol bulmak.

orucu sünmek: Orucu bozulma aşamasına gelmek.

oruçlâ: Ramazan ayı, oruç ayı (oruçlar)

oruç yimek: Oruç tutmamak.

orye: oraya

Osmanköylü: Berberoğlu Ali’nin ikinci eşi Ayşe Boy. 1891 Yılında Osmanköy’de doğdu, bu yüzden memleketi lakabına dönüştü. Bekçiali ve Habirinin nineleri olur, 1939’da vefat etti.

ossurgan böceği: Tehlike anında savunma amaçlı kötü koku salgılayan siyah bir böcek.

ossuruğuna sapban daşı unneşmemek: Abartı ve yalan söyleme hususunda sınır tanımamak veya yükseklerde3n uçup böbürlenmeyi çok sevmek.

ossurukcu: Yellenmeyi alışkanlık haline getiren.

ôsuñ: olsun

ôşamek: Benzemek, andırmak (okşamak)

ot aşı: Baharda içine bulgur katılarak yeşil otlarla yapılan yemek.

otluk: Kışın hayvanlara vermek üzere toplanan otların yığıldığı yer.

otmek: 1.Oturmak, 2.Misafir olup oturmak.

ot gazmek: Baharda, yenecek bazı otları bıçakla kökünden koparıp toplamak.

ot orakları: 1.Çayırlar mevkindeki otların biçilmesi, 2.Gündönümü sonrası ilk Cuma günü başlayan ve yaklaşık 15 gün süren dönem.

ot tômu: 1.Buğday arasına karışan ve siyah tohumları olan bir ot, 2.Hakaret sözü. (ot tohumu)

otumek: oturmak

otumeci: Gece oturmaya gelen misafir.

otumeye gitmek: Akşam oturmasına gitmek (kadınlar arasında yapılır)

oturak: 1.Tahtadan yapılmış ilkel, arkalıksız sandalye; 2.Domates, fasulye gibi sebze fidelerinde asma olmayan, boyu uzamayan bir cins.

oturaklı: Olgun, vakur, işini iyi yapan.

oturup galkmek: Arkadaşlık etmek.

oturuşgun: Deli-dolu çağını geçmiş, uslanmış sakinleşmiş kişi.

oturuşmek: 1.Zemin çökme işleminin bitmesi, 2.Sakinleşmek, olgunlaşmak, sükunet bulmak

ovalı: Ova köyleri halkından olan.

Ovalılañoda: Gocacami yanında, Çorcalıoğlular tarafından işletilen köyodası.

oyulgama: İri iğneyle elde yapılan kaba, düzensiz, seyrek ve zikzaklı dikiş.

oyulgamek: Bir şeyi kaba, özensiz dikişle dikmek.

oyum: Çapa veya yolma işinde, çıkımın önünde çevresi oyulup genişletme suretiyle çıkımın kolaylaştırılması durumu.

oyuma girmek: Çıkım çıkarken öndeki bir bölgeyi oyma tekniğini kullanmak.

oyun çıkatdırmek: Çocuklar gösteri yapar gibi oynamak.

oyusam: Halbuki, oysa, oysa ki.

ozman : Madem, öyleyse (o zaman)

öbürsü: Diğeri, öteki, öbürü.

öcü: Çocukları korkutmak için uydurulan hayali varlık, umacı.

ödü bokuna garışmek: Çok korkmak

öğmek/öymek: 1.Emmek (Toprak suyu öğmüş), 2.Yağ vb şeyler döküldüğü kumaş ya da yerin içine geçmek,  yayılmak; 3.Kömür yavaş yavaş yanarak kor durumuna gelmek.

öğün/öyün: 1. Bir işin yapılma vakti, zaman (Günde dört öğün dayak atdım); 2.Yemek zamanı.

öğürmek: Midesi bulanıp kusmak.

ȫke: öfke, hiddet

ökse: 1.Saban demirinin geçtiği eğri ağaç kısım, 2.Sabanın elle tutulan kısmı.

öküz aleyisselam: Aptal, bön.

öküz gibi: Aptal, anlayışsız.

öküz öldüren: Kaldırılamayacak kadar ağır şey.

ölet: Kümes hayvanlarını öldüren salgın hastalık, kıran.

öldürmek: Domates, soğan vb. sebzeleri sertliğini kaybedecek kadar pişirmek.

ȫlen: Gün ortası, öğle vakti.

ȫlene az yi, âşama gaz yi: Akşam yemeğinde iyi bir şey varsa öğlen az yemek lazım…

ȫlen olmek: Uyanmak veya işe başlamak için çok gecikmek. (ȫlen oldu bizimki daha galkmadı)

ȫlen üstü: Öğleye doğru, öğle vakti.

ölmüş eşşek aramek: Bir malı yok pahasına almaya çalışmak.

ölü evi: Cenaze çıkan ev

ölü evi gibi: Aşırı sessizlik, sakinlik ve hüznün hakim olduğu ortamları anlatır benzetme.

ölü fiyatına: Değerinden çok ucuza.

ölü ölmek: Birinin vefat etmesi.

ölür müsüñ öldürü müsüñ: Çok kızılan bir durumda çaresizliği anlatır.

ölüyeri: Cenazenin haftası içinde verilen ölü yemeği.

Ömeronbaşı: Şaşdımoğlu Mustafa’nın oğlu, Yeñimısdığın oğulluğu Ömer Şen. 1934 Yılında doğdu, lakabı askerliğinin hatırasıymış. Uzun yıllar İlkokul hademesiydi, oradan emekli oldu. Sonra kahvecilik yaptı; ama bu dönemlerde de hep Ömeronbaşı olarak anıldı. 2011 Yılında vefat etti.

ömrü vefa etmemek: Amacına ulaşamadan ölmek.

öncek: Kadınlarda belden bağlanıp dizlere kadar sallanan önlük.

öndüç/öndüş: 1.Geri vermek üzere alınan şey, ödünç; 2.İşine yardım edilen bir kişinin aynı miktar, ve aynı süre bizim işimize katkıda bulunması usulü.

öndüç etmek: Dönüşümlü olarak bir işte yardımlaşmak.

ȫne: öyle

ȫnece: öylece

ȫnecene: olduğu gibi, öylece

ȫnêse: öyleyse

öne ya: Kuşkusuz, elbette, doğal olarak. (öyle ya)

öñgol: Hayvanlarda ön bacak.

Öñüm nohot gavırı, ardım harman savırı: Ocak veya sobada ısı değeri düşük şeyler yandığı için pek ortalığı ısıtmadığı anlatılır. (Önüm nohut kavurur, ardım harman savurur)

öñüne diñelmek: Gelin yakını erkek çocuk bahşiş almak için gelin arabasının önünde durmak.

öñüne düşmek: Bir işte birilerine yol göstermek.

öñüne geçmek: Bahşiş almak için gelin arabasının önüne geçmek.

öpmek: Birbirine eklenen iki ağacın ek yerleri birbirine iyice yapışmak.

ören: Virane, harabe

ȫrence: Bir şeyi öğrenmek maksadıyla yapılan iş (el ȫrencesi)

Örençayırlâ: Anıtkaya kuzeyindeki Çayırlar mevkii. 21 Haziran gündönümü sonrası ilk Cuma günü buranın otunu biçmeye dualarla başlanırdı.

ȫrendire: Koşulu öküzleri yönlendirmek için kullanılan ucu çivili uzun sopa.

ȫrendirelik: Örendire yapmaya uygun söğüt dalı.

Örennê: Çirçir’in ötesinde viranelerin bulunduğu mevkinin adı (Örenler),

örneğini çıkarmek: El işinde tıpkısını yapmak.

örnek: Kadınların el işlerinde ve örgü nakışlarında model olarak aldıkları şablon.

örnek almek: Model olarak kullanmak üzere el işini ödünç almak.

örnek gomek: Örgü ve işlemede kalıp olarak ilk nakış veya motifi koymak.

örs-çekiş: Orakçı torbasının olmazsa olmaz ikilisi, tırpan çekiçleme aletleri.

örtme: Kadınların dışarı çıkarken örtündükleri, 1 m. kadar siyah bez.

örüklemek: Tam ve ağzına kadar doldurmak, doruklamak.

örükleme olmek: Bir deri hastalığına yakalanmak.

örüklü: Ağzına kadar, taşacak şekilde lebaleb dolu, doruklu.

örükmek: Çıban azarak yayılıp çoğalmak.

örüm: Gece hayvan otlatma. 

össêt: Hemen, anında (o saat)

ȫsürük: öksürük

ȫsüz: öksüz

Ösüzhatice: Körhocanın Arif eşi Hatice Varlı. Körhalilin ilk hanımından kızıdır, 1927 yılında doğdu. Çok küçükken anası öldüğü için böyle lakaplanmış. Eşiyle hala dayı çocuğu oluyorlar; 1999’da vefat etti.

Ösüzömer: Aydınlı Delimehmetin oğlu Ömer Acar. Ayrı anadan olmak üzere Haydar Acar’ın kardeşidir, 1930 yılında doğdu. Veyislerin kızı olan annesi erken vefat edince böyle lakap takmışlar. Onu büyüten teyzesi ve onun kocası Hacınıñibram olmuş. 2010 Yılında vefat etti.

ösüz doyuran: Normalin üstünde büyük kap, bardak vb. için söylenir.

ȫsüz yamalığı: Beklenenden büyük bazı nesneler bu söz grubuna benzetilerek ifade edilir. (Dışarda bi gar yağıyo, ȫsüz  yamalığı gibi mübarek.)

ötdermek: öttürmek

öteberi: (i) Her türlü nesne, madde, erzak.

ötebete: (i) Şu bu, öteberi

ötedüñya: Öteki dünya, ahiret.

Öter: Arzıların Ali oğlu Ömer Tüblek, 1921-2001.

ötesi berisi: (zm) Nesi var nesi yoksa her şeyi.

ötögün: Dünden önceki gün. (öteki gün)

ötüyaka: Öbür taraf, diğer yan.

ötürek: Dışkasını cıvık biçimde yapan büyükbaş hayvan.

ötürmek: Büyükbaş hayvanın ishal olmak.

ötüyaka: Öbür taraf, diğer yan.

öveyana gibi: Şiddetli azarlamayı anlatır (üvey ana gibi)

övez: Grup halinde uçuşan küçük sinekler.

öymek: 1.Ateşin odun, tezek, veya kömürün içine işlemesi; 2.Yaranın genişleyerek azması; 3.Genişlemek yayılmak, giderek daha büyük alanı kaplamak, 4.Bulaştırmak.

öyme/öğme: Ekmek hamurunu bir kat fazla ovarak yapılan çörek.

öyün öyün: (z) Dinlene dinlene (Öyün öyün dayak attı)

öz: 1.Sebze ekilebilen bağ-bahçe, sulak verimli arazi; 2.Çama ağacı gövdesinin en dayanıklı tam ortası.

özek: Arabalarda orta oku öndingile ve boyunduruğu oka bağlayan düzenek.

özek demiri: Arabalarda ön dingili oka bağlayan demir.

özek ziggesi: Arabalarda dingilleri birbirine bağlayan kalın çivi, zigge.

özenç: Yapmayı çok istenen şey, imrenme.

özleşmek: 1.Kaynayan sıvı koyulaşmak, 2.Hamur kıvam kazanmak.

özseñ: Herhalde, sanırım (Gelcekdir özseñ)

özülemek: Hasret gitmek, özlemek

özür: Kusur, eksiklik, hastalık.

özürlenmek: Ürün hastalanmak.

özürlü: Kalitesi düşük ekin veya meyve, kusurlu.

özü sözü bir: Sözleriyle davranışları aynı doğrultuda olan kimse.