29 Aralık 2022

Omarcıkoğlu Hasan

 
    1867 Yılında Omarcıkoğlu Mehmet vefat ettiğinde çocuklarının hepsi yetişkindi. En küçük oğlu Hasan da öyle... Yalnız mal paylaşımı yargı kanalıyla yapıldığına göre oğullardan biri askerde olduğunu düşünebiliriz; bu, çok büyük ihtimalle, küçük oğlu Hasan'dı...


    Şu durumda Omarcıkoğlu Hasan'ın doğum tarihini gösteren bir belge bulunmuyor. 1840'ta henüz doğmadığı kesin ama... Yine bir tahminle söyleyecek olursak; 1845-50 arasında doğmuş olmalıdır...

    Hasan, Akörenli Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanıma daha o zamandan 'Etli Ümmühan' diyorlar. Çünkü; iri yarı, güçlü kuvvetli bir kadınmış. Hatta Akören'den Eğret'e gelin gelirken ilginç bir şey gözlemlemişler. Tek eliyle bir koyunu kaldırıp atın terkisine atmış...

    Babası Omarcıkoğlu Mehmet öldüğünde Hasan'ın iki oğlu vardı; Ahmet ve İbrahim İzzet... Başka çocukları olduysa da bilgimiz yok. O iki oğlu üzerinden Omarcıkoğlu Hasan'ı inceleyeceğiz...

    AHMET ÇAVUŞ

    Büyük oğlu Ahmet, 1864 yılında doğdu. 'Ahmetçavuş' olarak bilinmesinin sebebi askerlik yaparkenki durumu olabilir. Cihan Harbine katıldığına dair söylentiler var; ama savaş başladığında 50 yaşında olduğu düşünülürse, pek inandırıcı durmuyor. Tabi o dönemde nice inanılmaz olaylar yaşandı; ama 1913 ve 1915'te çocukları doğduğu için çavuşluğunu önceki dönemde yaptığı askerlik sırasında kazanmıştır diye düşünmeliyiz...

    Ahmetçavuş Mehmet kızı Hafize ile evlendi. Hafize Hanım, günümüze nesli ulaşmayan Çalıkların kızı olarak görülüyor. Bu bilgiye temkinli yaklaşmakla beraber; eğer doğruysa Hafize Hanım, Gödemehmetin eşi Emine Hanım vardı, onun dedesinin kardeşidir... 1884'te Havva ve 1892 yılında İsmihan adını verdikleri iki kızları oldu... 

    Hafize Hanımın üstüne ikinci eş olarak Dervişoğlu Mehmet kızı Gülsüm'ü aldı.  Gülsüm Hanım, kısaca Yahyalardandır... Gülsüm Hanımla evliliği sonucu Gağşakların Gocagulak ve Omarcıkoğlu Abdullah ile bacanak oldular... Gülsüm Hanımdan da beş çocuğu oldu; 1907'de Refiye ve Hasan Hamdi (ikiz olmalılar), 1911'de Ümmühan, 1913'te Zehra ve 1915'te Mahmut...

    Ahmetçavuş 1921 veya 22'de Yunanlar tarafından öldürüldü. O'nu öldürenlerin Çerkez çeteler olduğu da söyleniyor. Dinlediklerime göre Ahmetçavuş durumu kabullenemiyor ve işgalcilere karşı bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyor. Bu konuda halkı örgütlemeye çalışıyor. Tabi tarihte her zaman kahramanlık hikayeleri yaşanmıyor... Denildiğine göre Ahmetçavuşu öz yeğeni (kardeşinin kızı) ihbar etmiş. Bacanağı Gocagulak ile aynı gün şehit ediliyor; yalnız Ahmetçavuşun Olucak'ta öldürüldüğünü söyleyenler de var. Eğer Gocagulak ile aynı gün öldürüldüyse, olayın faili Yunanlar değil, işbirlikçi çetelerdir; çünkü Gocagulak ile Boduoğlunun babası, aynı gün çetelerce öldürüldüğü kesin...

    Ahmetçavuştan sonra ilk ölen ikinci eşi Gülsüm Hanım oldu. 1938 Yılında ölen Gülsüm'den yedi yıl sonra da eşi Hafize hanım vefat etti. Son yıllarında Hafize Hanıma 'Omarcıkların Kör Nine' derlermiş...

    Ahmetçavuşun Körnineden büyük kızı Havva, Güdükmehmetin eşi oldu. Güdükahmetin anasıdır, 1968 yılında öldü... Küçüğü İsmihan'ı ise Emiralanoğlu/Hacıahmetlerin Ahmet'e verdiler. Çocukları olmadı, İlyenli Veli'yi evlat edindiler. Deliveli lakaplı bu oğlanın kızı, Ahmetçavuşun Sağırmahmuttan torunu Ziya eşi olarak evine dönecektir. Bu arada çocuğu olmayan İsmihan Hanım 1961 yılında vefat etti... İkinci hanımından büyük kızı Refiye Olucak'a gelin gitti. Ortanca Ümmühan, Tatıresilin; küçük Zehra ise Hacapdıramanların Lomcu Hoca eşi oldu... Şimdi iki oğluna gelebiliriz...

    Hasan Hamdi

    Ahmetçavuşun büyük oğlu Hasan Hamdi 1907 yılında doğdu. İsmindeki 'Hamdi' halk tarafından kullanılmadı, Ona kısaca 'Ahmetçavuşun Hasan' derlerdi. Daha Kelibana satılmadan önce, Eski Hamam yerinde oturuyordu. Mesleğinin marangozluk olduğu, orada bir dükkanının bulunduğu söyleniyor. Ayrıca çok fazla evlendiği için 'Dokuzgarılı' lakabı takılmış; biz, beş çocuğunun anası olan sadece ikisine bakacağız.

    Ahmetçavuşun Hasan, önce Sakalardan Fadime ile evlendi. Fadime Hanım Kelbekirin kardeşidir... Hakkıların Kadir ve Garahmetlerin Sarışükrü ile de bacanak oldular... Fadime Hanımdan Ahmet ve Mevlüt adında iki oğlu olduktan sonra ayrıldılar. Kendisi Olucaklı Muhsine Hanım ile evlenirken, Fadime Hanım da Tekelilerin Kadir'e vardı... İkinci Hanımından da İbrahim, Rahmi ve Mürsel adlarında üç oğlu daha oldu... Ahmetçavuşunhasan böylece 1961 yılında vefat etti... 

    Büyük oğlu Ahmet 1939 yılında doğdu. Olucaklı Güngör ile evlendi, erken dönemde Kütahya'ya yerleşti. Beş çocuğunun büyüğü Hasan Ulviye Hanımla evlendi, Murat ve Esra adında iki çocuğu var... İkincisi Ömer ise Müvevvere ile evlendi, Onun da Emre ve Betül adlarında iki çocuğu var... Üçüncü oğullarının adı Hüseyin idi, Mılıklar/Çatkuyulu Ayşe Hanım ile evlendi. Ahmet ve Onur adlarında iki oğlu oldu; ama Ahmet erken vefat etti. Sonra Hüseyin kendisi de vefat edince, eşi Ayşe Hanım Afyon'a taşında. Şimdi torunu Ahmet (Ahmetçavuşun adı) ile birlikte yaşıyor... Dördüncü oğlu Ahmet, Hatice Hanım ile evlendi, bir kız bir oğlu var... En küçük oğlu Mustafa hakkında bilgi edinilemedi... Hüseyin'in dul eşi dışında, Ahmet'in bütün çocuk ve torunları Kütahya'ya yerleşik...

    Fadime Hanımdan küçük oğlu Mevlüt, 1940 yılında doğdu. Ahmet Abisinin aksine İzmir'e yerleşti. Avganın kızı Emsal ile evlendi, belki İzmir'e yönelmesinin sebebi budur. Hasan adını verdiği bir oğluyla Mersiye ve Serpil olmak üzere iki de kızı oldu. Halen İzmir'de yerleşikler...

    Ahmetçavuşun Hasan'ın, Muhsine Hanımdan da üç oğlu daha olmuştu. Onların büyüğü İbrahim 1948 yılında doğdu. Belki de annesinin tesiriyle Olucak'tan evlendi. Evlenir evlenmez Kütahya'ya yerleştiler. Zeki, Hasan, Resul ve Fahri olmak üzere dört oğulları oldu. Hasan ile Resul Antalya'dalar; Zeki Kütahya'ya yerleşik, Fahri ise vefat etti...

    Rahmi, 1949 doğumlu... Anıtkaya dışından evlendi ve Ankara'ya yerleşti. Hasan, Ayşe ve Türkan adlarında üç çocuğu var....

    Ahmetçavuşun Hasanın en küçük oğlu Mürsel, Kuyucaklı bir hanımla evlendi. Hasan ve Kamile adlı bir kız ve bir oğlu oldu; İzmir'de yaşıyorlar...

    Sağır Mahmut

    Ahmetçavuşun yedi çocuğunun en küçüğü Mahmut 1915 yılında doğdu... 'Sağır Mahmut' diye bilinirdi...Oğulları işitme engelli olduğu için bu lakap verilmiş olabilir; çünkü bundan sonra aileye de Sağırmahmutlar denilecek... Gocagulak kızı Ayşe ile evlendi, eşiyle teyze çocuğu oluyorlar. Ayrıca Sağırmahmut, Sağıroğlu Mehmet ile de bacanak oldu...

    İkisi kız ikisi oğlan, dört çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri Halil, Gülsüm, Ziya ve Hüsniye'dir... Aslında iki oğlu daha olmuş, ama küçük yaşta ölmüşler. 1950'de doğan Aziz iki, 1960'ta doğan Seydi Ahmet ise  beş yaşındayken vefat etmişler... Kızların büyüğü Gülsüm, Tekirgızıların Mevlüt oğlu Osman Haykır; küçüğü Hüsniye de Yonuzların İsmail Yonat eşi oldular... 

    Büyük oğlu Halil, Sağıroğlu Mehmet'in kızı Fadime ile evlendi, teyze çocukları... Ramazan, Muhsine ve Ayşe olmak üzere iki kız bir oğulları oldu. Muhsine, Çilmahmutun Hasan oğlu Mahmut Omak eşidir. Ayşe ise Anıtkaya dışına gelin oldu... 1964 Yılında doğan oğlu Ramazan, Buruşakların Cemal kızı Meryem ile evlendi; Arzıların Akgabak Ömer ile de bacanak oldular. Halil ve Mehmet isimlerinde iki oğlu olan Ramazan 2020'de vefat etti...

    Sağırmahmutun küçük oğlu Ziya ise Deliveli kızı Sultan ile evlendi. Sultan Hanım ile Ziya arasında, kan bağına dayanmasa da bir akrabalık var... Yukarıda bahsetmiştik, özetle; Sağırmahmutun, Körnineden olma İsmihan adındaki ablası Emiralaanoğlu Ahmet'e verilmişti. Onların çocukları olmayınca başka bir köyden Deliveliyi evlat edindiler. Vakti gelince Onu Guldurarifin kızı Emine ile everdiler. İşte Sultan Hanım bu evlilikten doğdu... Sözün kısası, Ziya'nın babası ile Sultan'ın nineliği kardeş... (Deliveli 1952'de ölünce Emine Hanım, Kemiğin Abdullah'a vardı.)

    Ziya ile Sultan Hanımın ikisi oğlan ikisi kız, dört çocukları oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Mahmut, Emine, İsmihan ve Ahmet'tir... Dört çocuğun isimlerinin her biri, geçmişteki büyüklerin birine karşılık geliyor... Büyük kızı Emine, Yahyalardan Abdullah Diril; küçük kızı İsmihan da Eyüpçetinin İbrahimhoca oğlu Aydın Çetin eşi oldular... 

    Ziya'nın büyük oğlu Mahmut, Arzıların Ali İhsan kızı Sultan ile evlendi. Mahmut ve Ziya adında iki oğlu var... Küçük oğlu Ahmet ise Kumartaşlı İsmihan ile evlendi; Ziya, Emre ve Ömer Faruk adlarında üç çocuğu var... 

    Sağırmahmut 1984 yılında, eşi Ayşe Hanım ise 1997'de vefat ettiler. Kendisinin 1984 1 Hazirandaki vefatını, aynı zamanda kiracısı olan Öğretmen Mevlüt Ergin şöyle anlatıyor: “Sağır Mahmut amca bir gece kalp krizi geçirmişti. Yasin okudum. Yasin bitti. Sadakallahülazim dememle birlikte gözlerini gözlerime dikip "pufff!.." diyerek son nefesini vermişti.“

    Ziya 2006 yılında vefat etti. Büyük oğulları Halil Afyon'da oturuyor, oğlu Ramazan zaten 2020'de ölmüştü... Sağırmahmutun, dolayısıyla Ahmetçavuşun  Anıtkaya'daki ocağını tüttüren kişi sadece Mahmut Arslan'dır...

 

    İBRAHİM İZZET

    Omarcıkoğlu Hasan'ın küçük oğlu, 1867 yılında doğdu. Adını İbrahim İzzet olarak kaydettirdiler; ön adı pek kullanılmadı, millet Onu 'Aziz' bildi... Aziz, Mustafa kızı Hanife ile evlendi. Hanife Hanımın kimlerden olduğu bilinmiyor; Arapselimoğlu Abdurrahman ile bacanak oldukları tahmini var... 

    Omarcıkların Aziz Cihan harbi yıllarında hayattaymış, tam tarihi bilinmese de işgalden önce vefat ettiği sanılıyor. Eşi Hanife Hanım ise 1937 yılında ölmüş...

    Aziz'in biri oğlan üçü kız, dört çocuğu oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Feride, Dudu, Ümmühan ve Abdullah'tır... Küçükler Abdullah ile Ümmühan'ın ikiz olduğu bildirildi. Büyük kızı, 1900 doğumlu Feride İzmir'e gitti, evlendiyse de çocuğu olmadı; 1985'te orada öldüğü kaydedilmiş... Ortanca kızı Dudu 1902'de doğdu. Evlilik kaydı bulunmuyor, hakkında kimsenin bilgisi de olmadığı için küçük yaşta vefat ettiği düşünülüyor... En küçükleri, 1908 yılında doğan Ümmühan ise Kemiklerin Abdullah eşi oldu; Kemiğin Süleyman'ın anası, Nursi Öter'in ninesidir... 

    Azizin Apil Hoca

    Tek oğlu Abdullah, 1908 yılında doğdu. 'Apil' diye bilinirdi, ilim tahsilinden sonra 'Apil Hoca' oldu; tam künyesi 'Azizin Apil Hoca'dır... Apilhoca, Hamzaların Hamza kızı Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanım, kısaca Ademhocanın halasıdır...

    Apilhocanın üç kızı oldu; Satı, Emine ve Pakize... Satı, Omarcıkların Kelapdılla (Abdullah Sağlam) eşi oldu. Ortanca kızı Emine, Kemiklerin Ali eşi olarak Ümmühan halasının gelini oldu (Nursi anası)... Küçük kızı Pakize ise yine Omarcıklardan Berberşükrü eşi oldu...

    Azizin Apil Hocaya ait mezar taşında 'Abdil Aslan, Ölüm Tarihi 1964' yazıyor... Eşi Ümmühan Hanım ise on yıl sonra, 1974'te vefat etmiş...

    ***

    Omarcıkoğlu Hasan'ın çocukları/torunları, 1934 Soyadı uygulamasında 'ASLAN/ARSLAN' soy ismini aldılar...



26 Aralık 2022

Bu da Geçer

    
    Doğum ile ölüm birbirinin tamamlayıcısı iki arkadaş.... Biri olmayınca diğeri de olmuyor... Doğmuyorsan ölmüyorsun; doğduysan öleceksin... Bu beylik lafları hep konuşur dururuz, dahası binlerce yıldır binlerce filozofun konusu olmuş... Konuşulmuş yazılmış, ne yaşam anlaşılabilmiş, ne de ölüme çare bulunmuş... Bulunacak gibi de değil zaten...

    Her su selasında, her tabut omuzlayışımızda ve her musalla karşısında saf tutuşumuzda bu gerçekle bir kere daha yüzleşiyoruz... Sonra, devam... Dünyanın, insanları allem kallem kendine bağlaması gibi anlaşılmaz bir yeteneği var. Bu cazibeden kendini kurtarabilen yok gibi...

    Son zamanlarda Eğret ve Eğretlilerin son iki asırlık macerasına fazlaca girdik. Bu, yaklaşık 10-15 nesil demek... Neler yaşanmış neler. Her anlamda zirveye çıkmışlar, dibi görmüşler; sefalet de var zenginlik de, bereketi de görmüşler yokluğu da... Neticede bugün yoklar... Yarın için de biz yokuz. Bizi kendine esir eden dünyanın da aslının olmadığını, günümüz ifadesiyle yaşadıklarımızın tamamen sanal olduğunu ne başkasına anlatabilirim ne kendime... Nice düşünür bunun izahını yapmaya çalışmış, ama nafile... Birazcık gerçeği görür gibi olduğumuzda dünya hemen yularımızdan çekiyor kendine doğru...

    'Bu da geçer Ya Hu!' sözüne kaynaklık ettiği söylenen bir hikaye var; durumumuzu iyi anlatıyor. Kısa bir aramayla internette bulunabilir...

Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye varır. Karşısına çıkanlara kendisine yardım edecek, karnını doyuracak ve altına döşek serecek biri olup olmadığını sorar. Köylüler kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini tavsiye ederler.

Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden biri olduğunu anlar. Aslında başka bir Zengin daha vardır. Haddad adındaki bu zenginin çiftliğine değil de Şakir Ağa'nınkine gitmesini tavsiye ederler.

Derviş, Şakir’in çiftliğine varır. Hakikaten çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir. Yer içer, dinlenir. Şakir de ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır…

Yola koyulma vakti gelip Derviş Şakir’e teşekkür ederken, “Böyle zengin olduğun için hep şükr et.” der. Şakir ise şöyle cevap verir: “Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen dışardan görünenler, gerçeğin ta kendisi değildir. Bu da geçer…”

Derviş, Şakir Ağa'nın çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz hakkında uzun uzun düşünür. Bir kaç yıl sonra dervişin yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir’i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylüler ile sohbet ederken Şakir'i sorar. “Haa o Şakir mi?” der köylüler, “O iyice fakirledi, şimdi Haddad Ağa’nın yanında çalışıyor.”

Derviş hemen Haddad’ın çiftliğine gider, Şakir’i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü urbalar vardır. Üç yıl önceki bir sel felaketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad’ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad’ın hizmetkarıdır.

Şakir bu kez Derviş’i son derece mütevazi olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır… Derviş vedalaşırken Şakir’e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler... Şakir ise sakindir: "Üzülecek bir şey yok… Unutma, bu da geçer…”

Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeden geçmektedir. Şaşkınlık içinde olup biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkarı ve eski dostu Şakir’e bırakmıştır. Şakir Haddad’ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır.

Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır: “Bu da geçer…”

Bir zaman sonra Derviş yine Şakir’i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir’in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır: “Bu da geçer…”

Derviş, “Ölümün nesi geçecek?” diye söylene söylene gider. Ertesi yıl Şakir’in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katıp götürmüş; Şakir’den geriye bir iz dahi kalmamıştır…

O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın… Hiç kimse Sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapamaz. Sultanın adamları da Derviş’ten yardım isterler. Derviş, Sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük Sultan’a sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: “Bu da geçer” yazmaktadır.

‘Bu da geçer Ya Hû’ sözünün aslı bundan bin küsür sene önceye , Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar fena bir işe uğradıkları zaman ‘Bu da geçer’ manasına gelen ‘k’afto ta perasi’ derlermiş. İbare Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp ‘in niz beguzered’ olur. Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip ‘bu da geçer’ yapılır. Derken tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna ‘Ya Allah’ manasına gelen bir ‘Ya Hû’ ilave edilip ‘Bu da geçer Yâ Hû’ halinde kalıplaşır…

    Aslında bu menkıbenin bir kaç sembolle örgülendiği dikkat çekiyor. İyi yürekli Ağanın adı Şakir ve Derviş ona bu zenginliği için Allah'a şükretmesini tavsiye ederken Onun ismine atıfta bulunuyor. Çünkü Şakir, şükür eden demektir. Yani Şakir Ağa biraz da şükrettiği için zengin olmuştur. Malın bereketini artıran şeylerden biri de şükür olduğu vurgulanmış... Ne kadar şükredersen et, Allah zenginliği kaybetmeni dilemişse bunun önüne geçemezsin. Nitekim Haddad'a hizmetkar olacak kadar düşüyor... Haddad demirci manasına gelir; bir anlamı da muhafız, koruyucu demektir. İnsan bu dünyadaki zenginliğinin asıl sahibi değil, ancak muhafızı olduğu bu isimle anlatılmak istenmiş. Öyle de oluyor ve Haddad öldükten sonra, emanetindeki mal mülk tekrar Şakir'e geçiyor... Çünkü Şakir şükrediyor... Amma onun da geçici olduğunu, o kadar mal mülk arasında Şakir'in sadece bir mezar sahibi olarak karşımıza çıkmasından anlıyoruz... O kadarcığının bile yalan olduğunu ise mezarın yok oluşundan...

    İki asırdır Eğret'te yaşananlardan çıkarılacak sonuç: Tarla tokat, mal maşat, çoluk çocuk sendedir. Eker biçer, kaldırır harmana yığarsın... Bir muhalif rüzgar(*) gelir, harmanın yerinde yeller eser... 

    'Biz insanlar arasında günleri, imtihan gereği döndürür dururuz' (Âl-i İmran / 140)


  (*) rüzgar: günler, zamane


25 Aralık 2022

Tekeliler (Taşkın)

 
    Tekelioğlu Ahmet'in Eğret'e gelen ilk Tekeli olduğu düşünülüyor. 1820 Doğumlu Hüseyin ve 1826 doğumlu Hasan olmak üzere iki oğlu var. Bunlar büyük ihtimal Eğret'te doğdular.

    Tekeliler sülalesini oluşturacak iki oğulun büyüğü olan Hüseyin ana dalını hatırlayalım; iki kızı ve bir oğlu oldu, Mehmet Ali, Dudu ve Atike... Mehmet Ali'nin iki kız kardeşinden biri olan Dudu, Gocahmet (Ahmet Tektaş)ın dedesinin ilk eşiydi. Dudu'nun küçüğü Atike ise Taşkın/Tekelilerin ninesi olacak, deyip bırakmıştık.


    Kaldığımız yerden, Tekelioğlu Hüseyin kızı Atike'den devam edelim. Atike Hanım, 1845 yılında doğdu. Tekelioğlu Hasan ile evlendi... Burada durup Atike'nin Tekelioğlu Ahmet Dedesine kadar başa dönmek gerekiyor...

    Tekelioğlu Ahmet'in küçük oğlu Hasan, abisinden 5-6 yaş daha küçük. 1831 Kayıtlarında böyle görünüyor; ama daha sonrasına sarkan bir bilgi bulunmuyor. Onunla ilgili kayıtlarda oluşan bu boşluğu, diğer yan belgelerdeki ipuçlarından yola çıkarak doldurmaya çalışıyoruz. Bu bilgi desteğinin çoğunluğu, Hüseyin Abisinin kızı Atike'nin kayıtlarından geliyor... 

    Hüseyin kızı Atike'nin Hasan ile evlendiği kaydedilmiş; ancak 1904 kayıtları tutulurken bu Hasan hayatta olmadığı için onun kimliğini bilmiyoruz. Bugünkü torunlarının ifadesine göre Hasan da Tekelioğlu imiş... 1831'de görülebilen Tekelioğlu Hasan, Atike Hanımın emmisidir... Yaklaşık 70 yıl arayla tutulan iki kayıttaki iki farklı Hasan birleştirildiğinde baba-oğul oldukları düşünülebilir.  Aynı ismi taşıyan baba oğulları daha önce de gördük; bunun bir sebebi dedesinin (anasının babası) adını almış olmasıdır... Başka sebeplerle de oğluna aynı ismi verme durumları olabiliyor... Hasılı kelam, Atike Hanım ile eşi Tekelioğlu Hasan emmi çocukları oluyorlar...

    Atike Hanımın 1845 yılında doğduğundan yola çıkarak Tekelioğlu Hasan ile emsal olduklarına hükmedebiliriz. Ölen kalan varsa bilmiyoruz, bildiğimiz tek oğulları oluyor. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde Tekelioğlu Hasan vefat etmişti... Eşi Tekelikızı Atike Hanım ise hayattaydı, çocuklarının ve torunlarının macerasına uzun süre daha nezaret edecek ve 1934 yılında doksan yaşında vefat edecektir...

    Tekelioğlu İbili

    Tek oğulları 1881 yılında doğdu, adını İbrahim koydular; ama ona 'İbili' diyorlardı. Danalardan Hüseyin kızı Fadime ile evlendi. Fadime Hanımı şöyle tanımlayabiliriz; Dana Mehmet (Duran)ın dedesinin kardeşidir... 

    İbili ile Fadime'nin biri kız ikisi oğlan, üç çocukları oldu. İsimleri; Nuri, Şerife ve Kadir'dir... Nuri'nin 1901 yılında doğduğu kaydedilmiş; ancak Şerife ile Kadir'in kayıtlar tutulduğu sırada henüz doğmadıkları anlaşılıyor. Bundan, onların 1910 sonrasında doğduklarını anlayabiliriz. İbili öldüğünde en küçükleri Kadir'in henüz kırklı olduğuna dair bir söylenti var. Bu söylenti, Kadir'in doğum tarihi olarak 1915-16'ya kadar götürür...

    Bana anlatılan o söylentiye göre; Cihan Harbinde Tekelioğlu İbrahim tekrar askere alındı. Seferberlik ilan edildiği için redif, yedek herkes askerdi çünkü... Bir cepheye nakil sırasında tren İhsaniye'ye gelince Kadir atlamaya karar verdi. Arkadaşlarına, çocuklarını görüp hemen döneceğini, katara en kötü ihtimalle Konya'da tekrar katılacağını söyledi... Düşüncesi böyleydi ve trenden atladı... Daha ilk adımda tasarısı sona erdi... Başı o şiddetle bir taşa çarpınca orada can verdi... Beride, Eğret'te İbilinin taze oğlu Kadir'in bitmeyen çığırtısı, babasının cenazesi eve gelince birden susuverdi...

    Cihan harbinde dul kalan Fadime Hanım üç çocuğunu yalnız büyüttü. Kızı Şerife Körüslerin Mustafa oğlu Mehmet eşi oldu. Garaömerin kardeşi olan Mehmet de Çanakkale şehidinin oğluydu. Ayrıca dipte Körüslerin Ninesi vasıtasıyla Tekeliler arasında hazır kurulmuş bir bağ da vardı... İbilinin kızı Şerife Hanım, Körüslüoğlu Mehmet'e varınca; Körüslerin Emin Kök'ün anası, Meşhur Ahmet Sağlam ile Moruk Üzeyir Dalgıç'ın da anneanneleri olacaktır...  

    Fadime Hanım kocasının şehadetinden sonra otuz yıldan fazla çocuklarının başında kaldı, 1949 yılında ruhunu teslim etti... Biz İbilinin iki oğlundan Tekelilere bakmaya devam edelim...

    1. Nuri

    Büyük oğlu Nuri 1901 yılında dünyaya geldi. Tekirgızıların Halil kızı Şerife ile evlendi. Sonradan kendisine 'Gambırşerif' lakabı takılan Şerife Hanım ile evliliklerinden üçü kız üçü oğlan olmak üzere altı çocukları dünyaya geldi. Ancak ikisi de 1940'ta ölen Mahmut ve Atike adında iki çocukları daha vardı... Hayatta kalanların isimleri Fadime, Sabire, İbrahim, Şükrü, Mahmut ve Hatice'dir... Nuri Taşkın 1975, sekiz çocuğun anası Gambırşerif ise 1978 yılında vefat ettiler...

    1923 Yılında doğan büyük kızına kendi anasının adı olan Fadime ismini koydu. Saf derecesinde engelliydi, bu yüzden 'Delifadime' derlerdi. Bazı olaylara türkü yakar, düğünlerde bu türküleri tef çalarak söylerdi. Bunun dışında ilginç deyişlemeleri de vardı. Hiç evlenmedi, 1996'da bekar öldü... 

    Ortanca kızı Sabire 1930'da doğdu. Aydınlı Delimehmetin oğlu Haydar Acar'a vardı... 'Garasabire' diye lakaplanmıştı, 1979 yılında vefat etti... 

    Küçük kızı Hatice de Hacapdıramanların Kazım Selek eşi oldu... Üç kızdan sonra Tekelilerin Delinorinin üç oğluna sıra geldi... 

    Gocabıyık İbram

    Üç oğlunun büyüğüne babası Tekelioğlu İbrahim'in adını verdi. 1931 Yılında doğan İbrahim büyüyünce bıyıkları da büyüdü... 'Gocabıyık İbram' diye bilinen İbrahim, önce Veyislerden Doğvelinin kızı Neslihan ile evlendi; ayrıldılar... İkinci olarak, İdirizlerin Dedemısdık kızı Raike ile evlendi; 1950 yılında oğlu Halil dünyaya geldi... Raike Hanımla da ayrıldıktan sonra, üçüncü olarak Eyiceli Ayşe Hanımı aldı. Ayşe Hanımdan da Nuri, Gülşen ve Asım isimlerinde üç çocuğu oldu...

    Tekelilerin Gocabıyık İbramın tek kızı Gülşen, Arzılardan Öterömerin oğlu Nurettin Tüblek eşi oldu... 

    Büyük oğlu Halil, 1950 yılında doğdu. Çatallardan Kırtümmet kızı Müzeyyen ile evlendi. Erken dönemde İzmir'e yerleşti. Ceyhan adını verdiği oğlu İzmir'den evlendi. Onun da Büşra adında bir kızı var ve İzmir'de oturuyorlar... Müzeyyen Hanım 2012'de vefat etti... Tekelinin Halil, bu dönemde sık sık Anıtkaya'ya gelirdi; 2018 yılında kendisi de vefat etti...

    Ortanca oğlu Nurettin 1956 yılında doğdu. Eyiceli Huziye ile evlendi. Huziye Hanımla teyze çocuğu oluyorlar... 1981 yılında doğan ilk oğluna Efrahim adını verdi. Sonra Nurettin de İzmir'e yerleşti ve orada Gökhan adını koyduğu ikinci oğlu dünyaya geldi. Halen İzmir'de oturuyorlar...

    Gocabıyığın küçük oğlu Asım ise 1964 doğumlu... Bekçirofinin kızı Muhsine ile evlendi. İbrahim, Ayşe, Berna ve Ruhi isimlerini verdikleri iki oğlu ve iki kızları oldu. Tekelinin Asım, Anıtkaya'dan hiç ayrılmadı...

    Gocabıyık İbrahim Taşkın 2001 yılında vefat etti; eşi Ayşe hanım ise 2017 yılında öldü...

    Tekelinin Şükrü

    Nuri'nin üç oğlunun ortancası Şükrü 1932 yılında doğdu. Danaların Hüseyin kızı Fadime ile evlendi. Şükrü'nün Fadime ninesi ile, Fadime'nin Mehmet dedesi kardeş olduğunu hatırlayalım... 

    Erken dönemde İzmir'e taşındılar. Şükrü, titiz yaşantısıyla bilinirdi; ütüsüz giymez, traşsız çıkmaz, hesapsız basmazdı. Her hali sanki görünmez bir intizam üzerine bina edilmiş gibiydi...

    Meral, Recai ve Cem isimlerinde bir kız ve iki oğlu oldu. Meral, Anıtkaya dışından bir beyle evlendi. Recai, Mardakların Hasan kızı Eşe'yi aldı. Meltem ve Nuri isimli iki çocuğu var... Cem ise Çakırların Muharrem kızı Fadime ile evlendi. Fadime'nin anası Şahsene de Tekelilerden... Cem'in de bir kızı ve bir oğlu var; Kurmay ve Çağla...

    Tekelinin Şükrü 2016, eşi Fadime Hanım ise 2017 yılında peş peşe vefat ettiler... Çocukları İzmir'de oturuyorlar...

    Tekelinin Mahmut

    Nuri'nin küçük oğlu Mahmut 1939'da doğdu; aynı yıllarda ölen abisinin adını vermişler... Apdıramanların Yenialinin kızı Nadide ile evlendi. Hafızın Hayrettin Öztürk, Hacıeminin Mürsel As ve Bilallerin Salim Kaynar ile bacanak oldular...

    Mahmut da İzmir'e göçtü. İki kızı ve bir oğlu oldu; isimleri Şerife, Hüsniye ve Ömer'dir... Büyük kızı Şerife, Paşagızıların Ahmet Ege eşidir. Küçük kızı Hüsniye ise Anıtkaya dışından bir beyle evlendi. 

    Ömer de Seydilerli bir hanımla evlendi. 1985 Yılında bir kızı dünyaya gelince annesinin adı olan Nadide ismini koymuş. Yavrucağın mezar taşındaki şu ibare dikkat çekici: 'Ömer Kızı Nadide Taşkın D.1985 - Ö.1985'... On yıl sonra da Ömer Taşkın kendisi vefat ediyor...

    Nadide Hanım 2010 yılında öldü, Tekelinin Mahmut ise 2016'da...

    2. Kadir

    Tekelioğlu İbilinin küçük oğlu Kadir, babası öldüğünde kırklıydı. 1915 Yılında doğdu... Bir de... adına bakılırsa, Kadir gecesinde doğmuş olabilir. Eğer öyleyse tam olarak doğum tarihi 7 Ağustos 1915'tir... Hatta bu hesaba göre babasının ölüm tarihi bile çıkarılabilir... Tabi bu resmi kayıtlardaki tarihlemeler ne kadar güvenilir, orası ayrı...

    Hacımuratların Sağırmehmet kızı Fadime ile evlendi. Fadime Hanımdan iki çocuğu olduysa da yaşamadılar. Gerekçesi bu oldu ve Fadime Hanım ile ayrıldılar... İkinci olarak, bu sefer Sakaların Ali kızı Fadime ile evlendi. Bu ikinci eşi Fadime Hanım da Omarcıkların Ahmetçavuşun Hasan'dan boşanmıştı...

    Tekelilerin Kadir'in çocukları, ikinci hanımı Sakaların Fadime'dendir; lakin ayrılmış olsalar bile çocukları ilk eşi Yetimlerin Fadime'ye ölene kadar saygı göstermişler. Ona da 'ana' der, her daim hürmetle ziyaret ederlermiş... 

    Neticede Kadir, bu ikinci evliliği yoluyla Hakkıların Kadir ve Hacahmetlerin Sarışükrü ile bacanak oldular... 'Fort Gadir' diye de lakaplanan Kadir Taşkın, 1977 yılında 62 yaşındayken vefat etti... Eşi Fadime Hanım ise 1996'da öldü...

    Çocuklarına bakacak olursak, iki oğluyla iki kızı oldu; Bunların yaş sırasına göre isimleri; Ruhi, Şahsenem, İbrahim ve Fadime'dir... Büyük kızı Şahsene Çakırların Muharrem Erdem eşidir... Küçük kızının adını Fadime koymakla; anasının, eşinin ve kızının adı Fadime olması gibi ilginç bir durum oluştu... O zincirin en küçük halkası Fadime de Göçmensüleyman oğlu Şeref Sancak eşi oldu...

    Bekçi Rofi

    Kadir'in büyük oğlu 1943 yılında doğdu. Adını Ruhi koydular; ama onun ismi konusunda Anıtkaya'da hiç bir zaman birlik sağlanamadı; bazı kayıtlarda Rafi olarak yazılsa da halk ikisine de itibar etmeyip 'Rofi' dedi. Gece Bekçisi olarak görev yapmaya başladıktan sonra da lakabı 'Bekçi Rofi' oldu ve öylece oturdu... 

    Bekçirofi ilginç bir kişiliğe sahipti. Duygusallığın en doruğunda, öfkenin en doruğunda; ciddiyetin en doruğunda, komikliğin en doruğunda; dürüstlüğün en doruğunda, zulmün en doruğundaydı... Asıl ilginç olanı ise bütün bu ruhsal durumlar arasında çok çabuk geçişkenlik yaşayabilmesiydi. Sicim gibi gözyaşı dökerken hemen bir anda kahkahayla boğulabilirdi... Sakin sakin muhabbet ederken hemen sinirlenip köpürebilirdi. Bütün bunları aynı dakika içinde sergilerken görürsün; ama katiyen yapmacık diyemezsin... Öyle bir adamdı...

    Rofi önce Sağıroğlunun kızı Muhsine ile evlendi. Sağıroğlu Süleyman kardeşi olan Muhsine Hanım 1965'te vefat ettikten sonra Tekirgızıların Davılcıhasan  kızı Aliye ile evlendi. Terlemezlerin Osman ve Danaların İbrahim ile bacanak oldular...

    Bekçirofi ile Aliye Hanımın ikisi kız ikisi oğlan, dört çocukları oldu. Yaş sırasına göre bunların isimleri; Mürsel, Muhsine, Meral ve Kadir'dir... 

    Büyük kızı Muhsine, Tekelinin Asım eşi; küçük kızı Meral ise Körüslerin Emin oğlu Mehmet eşidir...

    Büyük oğlu Mürsel, 1968 yılında doğdu. Güdüğizzetin Nuri kızı Fatma ile evlendi. Vazife icabı gittiği Fethiye'ye yerleşti. Kevser, Aliye, Asena, Ahmet Ruhi adında dört çocuğu var ve halen Fethiye'de yaşıyorlar...

    Bekçinin küçük oğlu Kadir, Hassönlerden  Orhan kızı Azime ile evlendi. Aliyenur, Hilal ve Ruhi Cenk adlarında üç çocuğu bulunuyor. Kadir halen Anıtkaya'da yaşıyor...

    Bekçirofi bekçilikten emekli oldu, uzun yıllar böyle geçti. Mahalle Muhtarlığı yaptı... Hacca gitti, dönüşte mevlüt yemeğinde rahatsızlandı. Tedavi olduysa da eski sağlığına bir daha kavuşamadı; ama 2020'de vefat ettiğinde hala ayaktaydı...

    İbili

    Tekelilerin Kadir, küçük oğlu 1952 yılında doğduğunda ona, hiç görmediği babasının adı olan İbrahim ismini koydu. Nasıl ki dedesine hiç ismiyle hitap etmedilerse, torun İbrahim'e de adıyla hitap eden olmadı; 'İbili' olarak bilindi... 

    İbili, Genişlerli Mukadder Hanım ile evlendi, Afyon'a yerleşti. Cengiz, Kadir ve Engin adında üç oğlu var. Büyük oğlu Cengiz, Gambırömerin Kadir kızı Kezban ile evlendi. Mukadder, Fatma ve Ömer adında üç çocuğu var... Ortanca oğlu Kadir, Garaömerlerin Adem kızı Emine ile evlendi; İbrahim, Burak ve Gökhan adında üç oğlu var... Küçük oğlu Engin de Yozgatlı Havva ile evlendi; Ahmet Tarık ve Metin Mert olmak üzere iki oğlu var.

    İbili ve çocukları halen Afyon'da yerleşik olsalar da kendisi Anıtkaya'dan büsbütün kopmuş değil; sık sık gelip gidiyor...

    Tekelioğlu Ahmet'in, Hasan'dan günümüze uzanan çocukları, 1934 Soyadı uygulamasından itibaren TAŞKIN soy ismini kullanıyorlar....



21 Aralık 2022

Keçeaayyt!

    
    İster koşum hayvanı olsun isterse kümes hayvanı... Yahut sütü, eti, yünü için baktığı koyun sürüleri, sağmal inekleri... Her türlü hayvanı kendinden biri gibi bilirdi eskiler. Tarlasıyla helalleşen, ağaçlarla konuşan, çiçeklerle muhabbet eden, mahsulüyle dertleşen bu insanların hayvanlara başka türlü davranması beklenemezdi elbette... Her zaman onlarla iletişim halinde olmak zorundaydı zaten...

    Bir insan varmış gibi karşınızdaki hayvanla konuşmak, dışardan bakanlar için tuhaf gelebilir. Oysa sıradan bir şeydir. Bugün de evcil hayvanlarla konuşmuyor muyuz? Boş ver evde beslediklerimizi, yem verirken tavukla culukla konuşulmaz mı? Sularken mesela, danalarla iki çift laf etmek yok mu?...

    Normal bir insanla konuşur gibi derin mevzulara girecek değilsin tabi ki... Hatta konuşma dilimizdeki sözleri de söylemek gerekmez. Bir hayvana söyleneceklerin anlamlı olması da gerekmez. Önemli olan ağzından çıkan sesin hayvan tarafından algılanması ve senin istediğini yerine getirmesidir. Hayvanla iletişim ancak bu kadar olur; o söylediğimiz seslere de ünlem deriz. Sesimizin tonuna göre hayvan, anlayacağını anlar... 

    Çocukluğumun Anıtkaya'sındaki hayvanları çağırma ünlemlerini düşündüm; o zamanlar gayet sıradan gelen şeyler, kırk yıllık mesafeden bakınca çok ilginç görünüyor... 

    Elinde yem kabıyla ortaya çıktığında, sağdan soldan koşturan tavuklar etrafına toplanmaya başlar. Her şeye rağmen durumdan haberdar olmayan serseri ruhlu tavuklar için alrma ihtiyaç vardır.  

    - Gee! Dik! Dik! Dik! Dik!... Gee! Cik! Cik! Cik! Cik!... Gee! Cü! Cü! Cü!... Bu alarmı     duyan tavuk, horuz iki eli kanda olsa yetişir... Sepilenen yemleri iki dakikada toplayan tavuk ahalisinin her biri tekrar işinin başına dönüp eşinmeye devam eder... Alarm merkezinde 'dikdik cikcik'lerden önce 'gelin' manasına gelen o 'Gee'yi niye başa koyardık, bilmiyorum. O olmasa tavuklar yine de koşar gelirdi herhal... 

    Tavukların orada bulunmasını istemiyorsan bu sefer sertçe 'kişt!' dersin. Canın çok sıkkınsa sesinin tonu iyice yükselir ve ağzından çıkan ses 'kişe!'ye dönüşür. Esasında bu bir fiildir, adına da 'kişelemek' denir... 'Kimin tavuğuna kişt demişim?' mecazı buraya dayanıyor... Tavuğu çağırırken ayrı, çevirirken ayrı, kovalarken ayrı söz kullanıyorsun...

    Taka Nuri rahmetli, yüzüne konan sineği bir eliyle ürkütürken, bir yandan da 'kişe heyy!' diye söylenirdi... Yok, bu kuru kuruya söylenme değil, 'Len bunca işin arasında bir de sizinle mi uğraşacağım!' yakınmasıydı. Manzarayı düşün; İki parmağının arasında sigara sıkıştırılmış sol avucunu masa üstündeki domino taşlarına siper etmişsin. Rakibin sert, sağ elinle yerden taş çekiyorsun. O kadar bunalmışsın ki yandaki çay buz olmuş... Sence de bu durumda 'kişe heyy!' az bile değil mi...

    Çağırdığın hayvanlar kaz ise dikdikler işe yaramayabilir. Badi! Badi! Badi! dediğinde kazlar toplanıyor. Tıslayarak veya tuhaf gırtlaklarıyla gıgılayarak geliyorlar; ama tavuklar kadar hızlı değiller ve tavuğa göre daha sırnaşık oluyorlar... Onları kovmak için de yine aynı ünlemi kullanıyorsun: Badi!.. Yalnız bu sefer tek 'Badi!' çıkıyor ağzından, çok sert bir 'badi!' bu... İlk hecede vurguyu kaz hemen anlıyor ve derhal uzaklaşıyor oradan... 'Kaz kafalı' filan derler ya, sen bakma onlara... Hayvan senin kullandığın tek kelimeden ne manalar çıkarıp gereğini yapıyor...

    Kümesten çıkıp dama girdiğimizde inekler, danalar, düveler... Yürürtüp sürmek için 'Ho!' diye sesleniyor, yönünü değiştirmek çevirmek içinse 'dü!' deniliyor. Elbette hayvan bu seslenişlerin ne demek olduğunu gayet iyi biliyor. Bu yüzden 'dü demek' diye bir fiil geliştirilmiş, malları çevirmek anlamında kullanılıyor. Yalnız arazide böyle dümdüz 'dü' denilmiyor. Kelimenin sonuna dudaklar pafıldatılarak bir kaç tane b sesi ekleniyor... Yazması zor, ama deneyelim; 'dübvbvbvb!' gibi bir ses çıkararak o hayvanlara dü demiş oluyorsun.

    O sesi çıkararak hayvanlara dü demek, herkes için kolay olmayabilir. Mayıstan itibaren kavurucu sıcaklara bazı dudaklar dayanamıyor, hemen yalama oluyor. Yalama, uçuk gibi bir çeşit dudak rahatsızlığı. Yalama Şükrü'ye bu lakap takılmasının sebebi de bu... Ondan Başka Yörüklerin Habeş ve Paşanın Ömer de yaz aylarında yalama hastalığından muzdarip olurmuş. Ekşi, tuzlu, soğuk, sıcak... istediğini yiyemiyorsun, dudağın sızlıyor. Çekirdeğini pırtlatarak domates ısıramıyorsun mesela... Hatta rahat rahat konuşamıyorsun bile... Alt üst dudak birbirine değdiğinde müthiş bir sızlama. Ağız tadıyla hayvanlara 'dübvbvbvb!' bile diyemiyorsun... 

    Paşanın Ömer Rahmetli sığır güdüyor. O vakit sığırın içinde dombeyler de var. Hacapdıramanların, Hatiplerin, Böbülerin dombeyler filan bitmemiş daha... Gocagediğin üstünde kendisi... Derede de Apak var, ne yapıyorsa... Bir ara dombeyler kaybolmuş. Sığır yerli yerinde, ama dombeyler çekmiş gitmiş... Apağa soruyor gördün mü diye; ama dudakları yalama olduğu için 'dıngey' diyor. 'Dombey' dese kanayacak dudakları... Apak da durumun farkında, şeytanlık edip ona sihirli kelimeyi söyletme derdinde. Anlamazlıktan gelip 'Neyi?' diye soruya soruyla karşılık veriyor... Bir kaç kere sorduğu 'Dıngeyleri gördüñ ñü?' sorusuna Apak'tan hep 'Neyi?' karşılığı gelince sinirleniyor Paşa:
    - 'Dombeyleri len dombeyleri! Al bu dudakları da...' diye devam ediyor, kanayan dudaklarını göstererek... Apak'ta keyifli kahkahalar... Paşanın Ömer dü demeye cesaret edemezken, ağzını doldura doldura dombey deyince patlatıyor dudakları...

    Yazması zor bir ünlem de atlar için söylenirdi. Aslında beygirleri durdurmak için yapılacak işlem basit; terbiyeleri çekerken 'Biiişşş!' diyorsun onlar duruyor zaten. Arabayı çekerken durup dinlenme fırsatını niye kaçırsın ki hayvan, 'Biiişşş!'  sesini duyunca anında duruyor... Ama olur mu, illa artistlik yapacağız ya tuhaf bir şey söylerdik 'duurbbisss!' gibi bir şeydi. Hayret, hayvan o komutu da dinler, zınk diye dururdu.... Atları ve tayları çağırma sesi bana pek eğlenceli görünürdü. Sahibi 'Gah! gah! gah!' diye çağırdığında onlar da gelirdi. Artık bu gahgah'ları nasıl anlıyorlarsa...

    Eşeği durdurmak için 'çüşş!' demek yeterlidir. Eşek de olsa hayvana kabalık etmez, durması gerektiği yerde çüşş derdik. Bugün argoda çokça kullanılıyor bu kelime, insanlar birbirlerine öyle diyorlar... Biz sadece eşeklere söylerdik ve katiyyen hakaret anlamı gütmezdik... Eşeği çevirmek için de 'kırt!' derdik. Ona kızgınlığımızı da belirtmek istersek, tonlamayı değiştirir ve kelimeyi biraz uzatırdık: 'kıırrt!'... Her şeye rağmen söz dinlemediyse değneği burnuna  dokundurmuş olabilirim... Ama genelde normal bir eşek kırt deyince uzaklaşır... 

    Macur Ali'ye denk gelen normal bir eşek değilmiş demek ki. Rahmetli, harmanı savurup çeci yığmış... Denenin başına bir şey gelmesin diye çecin başında yatıyor o gece... Bir ara kalkmış, bir eşek... Bir kaç kere kırt demiş, gitmemiş hayvan. Kütür kütür arpa var, iki üç sert 'kıırrrt!'a pabuç mu bıraksın... Ama Macur Ali ondan daha inatçı, tutmuş bunu; sabaha kadar 200 demir deneyi eve taşıtmış sırtında...  Beş demirlik bir talisi atsa eşeğin sırtına her seferinde, sabaha kadar 40-50 kere gelip gitmiş harmandan eve... Eşşekcağız, ne yiyebildiyse boğazına cizmiş yani...

    At, eşek, öküz, manda... Bunları koşumda veya binekte yürütmek ve sürmek için de 'deeeeh!' deniliyor. Bazan bu 'deha!' veya 'dehaha!' gibi değişik biçimlere de bürünebilir. Deh demek, hayvanı yürütmek anlamında fiile dönüşmüş. Anıtkaya'da ise 'datdemek' ve 'datdevemek' gibi değişik anlamlar kazandığından söz etmiştik... 

    Öküzleri durdurma ünlemini unuttuk. 'Dooha!' deyince öküzler duruyordu. Arabada, düğende ve çiftte bu böyleydi... Yalnız düğen sürerken hayvanları durdurmak için 'dooha!' komutunu verirken, örendirenin götünü düğene tak tak diye vurduklarını hatırlıyorum. Herhalde o öküzler öyle alıştırılmıştı... Yeni nesilin dilinde pelesenk olan 'oha!' ünlemi, bizim öküz durdurma sözünden bozma olmalı. Vallahi ne yalan söyleyeyim; vara yoğa söyledikleri bu 'oha!'lar , bizim öküzlere dediğimiz 'doha!'dan daha sevimsiz geliyor...

    Köpekleri, onların büyüklüğüne göre 'mah! mah! mah!'...  'bah! bah! bah!'...  'gıdik! gıdik! gıdik!'... 'bırik! bırik! bırik!' gibi seslenişlerle çağırabilirsiniz. Nasıl alıştırıldıysa ona göre bu seslenişlerden birini duyunca köpek mutlaka gelir. Sokak köpekleri genellikle 'mah! mah! mah!' sesine koşar, alacağını aldıktan sonra çeker gider... Onları kovmak için ise 'oşt!' dersin gider... Gitmelidir, olmazsa taşa başvurursun. Bununla beraber 'get!' diye daha yumuşak; 'tet!' diye orta kıvamda kovma seslenmeleri de vardır... Bir de 'kısgırmak' var... Anıtkaya'ya özel bu fiil 'kıs! kıs! kıs!' sesinden türetilmiş. Bu, köpeğe 'saldır, ısır, boğ' gibi manalara gelen bir tür emirdir; emri duyan azgın köpek, karşıda kim varsa (insan, hayvan) ona saldırır... Normal insanlardan beklenen bir ünlem değildir bu 'kıs! kıs! kıs!'lar...

    Kediler nispeten daha sevimli hayvanlar olduğu için belki onlara nezaket kuralları çerçevesinde seslenilir. 'Pisi! pisi! pisi!'... 'Pisem! pisem! pisem!' Bunlar çağırma ve sevme sözcükleri... İstenmeyen şeyler yapıyorsa kovalaman gerekir. O zaman nezaket işe yaramaz, olanca haşinliğini sesine yansıtarak 'pisssst!' diye haykırırsın...

    Haykırmak sözcüğünün anlamını tek başına 'keçeaayyyt!' ünleminde bulabilirsin. Bu, istenmeyen tarafa yönelmiş keçiyi çevirme seslenmesidir. Bu sesi duyan halberi keçi ziyana gidebilir mi... Keçi kelimesi çekilmiş, uzatılmış, şişirilmiş ve bu hale gelmiş. Yalnızsanız bu kelimeyi telaffuz etmeye çalışın, çok eğlencelidir... Koyunu çevirme ve sürme ünlemi keçiye göre daha sakin ve yumuşak; 'yiissst! çık! çık! çık!'... 'yiissst! çık! çık! çık!'...

    Haşinlik deyince, şiddet, öfke bir yana... Başta söylediğimiz gibi hayvanlarını kendinin bir parçası gibi görür, onlara insan muamelesi yapmaktan da çekinmezdi... O kadar ki onları evladı gibi görürdü. 'Dur kızım' 'dur oğlum' diye sevgi ve şefkat yüklü sesiyle onları sakinleştirmeye çalıştığı da bir başka gerçektir... Nallama, tarama, yarayı tımar etme, sağma, kırkma, yıkama ve bunlar gibi işlemlerde hayvanın rahat durması için bu şefkatli sese ihtiyaç var...

    Bazen hayvanlarla ilişkilerde resmiyet gerekebilir. O zaman onlara cins ismiyle hitap edersin; inek, dana, malak, koyun, eşek, culuk, kedi gibi... İşin içinde resmiyet olduğuna göre, hayvan orada istenmiyordur. Yani işin içinde kibarca kovma var; 'Kırt!' demiyorsun da 'eşek!' diyorsun; hayvan gidiyor... Gider mi gerçekten bilmem; İresil Hoca merhum öyle yaparmış. Ördeğe 'ördek!' dermiş mesela, kediye 'kedi!'... Horozun gitmesini istediğinde 'horuz!' dermiş... Belki de 'pissst!' demenin hayvancağıza kötü muamele olduğunu düşündüğünden onu 'kedi!' diye kovmayı daha insani buluyordu....

    Hayvanlarla iletişimimizde bunların çoğuna hala başvuruyor olabiliriz. Lakin bir kısmının yıllar öncesinin Anıtkaya'sında kaldığını kabul etmek zorundayız...



20 Aralık 2022

Hatipler

     
    Kuruluşundan itibaren Eğret merkezi bir yer idi. Bir kompleksin parçası olan camiye bu yüzden Cuma Camisi adı verildi; çünkü cuma namazı kılınıyordu. Cuma namazı demek hutbe demek, hutbeyi okumak için de hatip gerek. Cuma Camisinde sürekli olarak imamın yanında bir de hatip istihdam edildi. Eğret'teki Hatipoğullarının bir dönem Cuma Camisi hatiplerinden birinin çocukları olduğu düşünülüyor.

    1831 Yılı kayıtlarında iki Hatipoğlu hanesi var. Arka arkaya yazıldıklarına göre bunların çok yakın akraba olduğunu söyleyebiliriz. O kadar yakınlar ki birinin çocuklarını yanlışlıkla diğerine yazmışlar... Yani Gobakların Kupan-Kaçmaz kolları ve Çakırlar ile konumuzu teşkil eden Hatipler, aynı sülaleye mensuplar.  



    Hatipoğlu Ahmet, sözünü ettiğim kayıtlarda 1790 doğumlu 'uzun boylu, kumral sakallı' biri olarak tasvir edilmiş. Bir de alta not düşülmüş, 'Muhtar-ı Evvel' diye... Yani karşımızda Eğret'in ilk Muhtarı duruyor. Üstelik 1840 yılındaki ikinci dönem atamalarında da Muhtar Yardımcısı olacaktır... Kendisinden hemen vazgeçilmediğine göre Eğret'in o dönem önemli kişilerinden biri olduğu anlaşılıyor.

    Muhtar Hatiboğlu Ahmet'in üç oğlu var; belki kızları da vardır, onları bilmiyoruz. Büyük oğlu İbrahim 1815 doğumlu, defter yazıldığı sırada askere kaydedilmiş... Ortanca oğlu Mahmut 1827 doğumlu görünüyor, kayıt esnasında dört yaşında... En küçük oğlu Osman ise Mahmut abisinden iki yaş küçük, 1829 doğumlu...

    Osman'ın iki abisinin durumu hakkında bugüne herhangi bir malumat aksetmemiş. İsimlendirmelerden yola çıkarak yapılabilecek bir yorumla, İbrahim ve Mahmut kardeşlerin evlenmeden vefat ettikleri söylenebilir... O zaman, Hatiboğlu Osman'dan devam edelim...

    1829 Yılında doğan Hatiboğlu Osman Ayşe Hanımla evlendi. Tam olarak kimlerden olduğu anlaşılamayan Ahmet kızı Ayşe Hanım, Osman'dan altı yaş daha küçüktü... Öncesinde ve sonrasında kardeşleri olup olmadığı bilinmiyor; ama 1859 yılında bir oğulları doğuyor, adını Mahmut koyuyorlar. Yani Osman'ın abisinin adı... Bu Mahmut, ölene kadar 'Hatiboğlu' olarak anılacaktır...

    Hatiboğlu Mahmut önce kendisiyle aynı yaştaki Abdullah kızı Hanife ile evlendi. Hanife Hanımın doğum yeri Eğret görünüyor, ama aslen Afyonlu olduğu belirtildi; demek ki her kayda itibar etmemeli... Eğretli Cemal Hocalarla Hatipler arasındaki akrabalığın Hanife Hanım sayesinde kurulduğu, dolayısıyla Hanife Hanımın Cemal Hocanın halası olabileceği güçlü bir ihtimal gibi duruyor. En düşük ihtimalle Eğret kökenli olup Afyon'a taşınan Eğretlilerle irtibatlı olduğu düşünülmelidir... 

    Hanife Hanımın çocuğu olmayınca, Hatiboğlu ikinci defa evlendi. Bu seferki eşi Eğretliydi; Omarcıkların Hüseyin kızı Ümmü Gülsüm...  Gülsüm Hanım, Altındiş, Arap, Güdüğizzet, Gocahüseyin, Feyzullah ve Bödünün halaları olur... Hatiboğlunun beş çocuğu da Gülsüm Hanımdan olunca, önceki eşi huzursuzluk çıkardı ve Gülsüm Hanımın ölümüne sebep oldu diye söylentiler var... Aralarında geçimsizlik olduğu normal karşılanabilir, hatta kıskançlık gibi insani duygular da tamam; ama böyle bir iddia abartı gibi duruyor. Ayrıca gerçeklerle örtüşmüyor, çünkü Hanife Hanım 1932'de, Gülsüm Hanım ise 1936'da vefat etmiş...

    Çocuklarına geçmeden önce Hatiboğlu Mahmut'tan biraz söz etmek gerekecek... Mal varlığı bakımından çok zengin olduğu ve bunun hakkını verdiği belirtiliyor. Zenginliğinin kaynağı, bir zamanlar Eğret Muhtarının tek varisi olması sayılabilir; ama cömertliğinin sebebini bilemeyiz... Onun bu yönü sebebiyle tam bir 'Ağa' portresi çizdiğini söylüyorlar. Mesela 10-15 çift koşum mandası varmış, malı olmayanlara karşılıksız bir süreliğine verirmiş bunları... Bir satıcı geldiyse Köye, elinde kalan malı ne olursa olsun satın alırmış. Diyelim döşmeci geldi, bir araba malı elinde kaldı. Hepsini alır yığarmış bir köşeye, nasılsa birine lazım olur dermiş... Yanında çalışan bekarlara da iyi davranır, bol bol verir, yedirir içirirmiş. Hayır işlerinde hakeza... Hasılı kelam Hatiboğlu Mahmut, Ağa Adammış... 1920 Yılında Hatiplerin eski Oda, Muhtar Odası olarak kullanılmış. Bundan anlaşılıyor ki; 90 yıl önce nasıl ki dedesi Hatiboğlu Ahmet Eğret Muhtarı idiyse, torun Hatiboğlu Mahmut da öyleydi... Yalnız 1920 yılından evvel Mahmut'un vefat ettiği kaydedilmiş; belki de  o sırada Muhtar kendisi değil, oğlu Molla Osman'dı...

    Hatiboğlunun dört oğlu bir kızı oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Osman, İbrahim, Sabire, Ahmet ve Mehmet... 1899'da doğan tek kızı Sabire, Yetimlerin Hacımurat oğlu Şükrü eşi oldu... Resmi kayıtlara Ahmet diye yazılan küçük oğlu Mehmet, 1909 yılında doğdu. Aynı belgede küçük öldüğü notu düşülmüş... Geriye kalan üç oğlu Osman, İbrahim ve Ahmet'i merkeze alarak Hatipleri inceleyeceğiz...

    1. HATİBOĞLU İBRAHİM

    Hatiboğlunun ortanca oğlu İbrahim, 1895 yılında doğdu. Bu ismi vermesinin sebebi Hatiboğlu'nun erken ölen amcası olduğu belli... Hacımahmutlardan Mahmut kızı Zeliha ile evlendi. Zeliha(Zele) Hanım; Hafız, Manda, Ayımevlüt ve Garaçaylının ablalarıdır. Bir kızları vardı, adını Refiye koydukları... (1916 Doğumlu Mehmet adında bir de oğulları varmış. Bu çocuğun 1940 yılında vefat ettiğine dair bir kayıt gördüm.) 

    İbrahim askere gidiyor. Cihan Harbinin başladığı yıllara denk gelmeli askerliği... Tuzla'da birliğinde vefat ettiğine dair haberi geliyor, urbalarıyla birlikte...

    Yetim kızı Refiye ile tek başına kalan Zeliha Hanımı, Hatiboğlu İbrahim'in küçük kardeşi Ahmet (Deliahmet)e verdiler. Evlilik yürümedi, ayrıldılar; Zeliha Hanım bu sefer Apdıramanların Yeniali eşi oldu. Yenialinin anası da Omarcıklardan olduğu için bu göstermelik evlilik gerçekleştiği söyleniyor.... Orada huzur buldu, orada vefat etti. Kızı Refiye, oradan Kirpitçilerin Cemal Kirkit'e gelin çıktı... (Refiye Hanım, kendi sağlığında doğan Oğlu Mehmet'in çocuklarına ana babasının adı olan İbrahim-Zeliha isimlerini koydurdu.)

    2. MOLLA OSMAN

    Hatiboğlu Mahmut, büyük oğluna da isim olarak kendi babasının adını koydu. 1885 Yılında doğan Osman, ilim tahsil ettiği için 'Molla Osman' diye anılıyordu. İmam olarak çevre köylerde vazife yapmasına rağmen 'Hoca' değil de Molla denmesi ilginçtir. Demek ki tipik hoca kalıplarının dışında özelliklere sahipti.

    Omarcıkların Ali kızı Havva ile evlendi. Havva Hanım (ayrı analardan olmak üzere) Gıralinin halası olur... Lakin Havva Hanımın çocuğu olmadı, o haliyle vefat etti...

    O sırada yeni kurulan Macur (Cumalı) imamı olan Mollosman, Yeniceli Çerkez kızı Selime ile ikinci evliliğini yaptı. Dokuz çocuğunun dokuzu da Selime Hanımdandır. Dördü erkek olan çocuklarının yaş sırasına göre isimleri; Ayşe, Mahmut, Ali Şükrü, Ömer Faruk, Mehmet Emin, Ratibe, Zeliha, Rabia, Raike'dir... 1928 Doğumlu Mehmet Emin, dokuz yaşındayken vefat etti...

    İlk kızı doğduğunda Mollosmanın Ninesi Ayşe Hanım hayattaydı. Bu kıza Ayşe adını koymakla onun gönlünü ettikleri düşünülüyor. Ayşe Hanım, Hacımahmutların Hafız Mehmet Öztürk eşi olacaktır... Diğer kızı Ratibe'yi, Yenialiye verdiler. Hatırlanacağı üzere Yeniali (Ali Kirkit)Ratibe'nin Zeliha yengesini de nikahına almıştı; lakin o nikahın formalite olduğunu kabul etmeliyiz... Üçüncü kızı Zele, Davılcıarifin Süleyman Azbay eşi oldu... Dördüncü kızı Rabia'yı (ki Molla, rabia kelimesinin 'dördüncü' anlamına geldiğini bilmiyor olamaz) Hassönlerin Hüseyin Koç ile everdi... Son kızı Raike de Hacımuratların Gocayetim Mevlüt Azbay'ın hanımı oldu. Mevlüt ile Raike de hala-dayı çocukları oluyor...

    Hayatta kalan üç oğluna geçmeden önce belirtelim; Mollaosmanın ikinci karısı, Çerkez Selime Hanım 1967 yılında vefat etti... Mollaosman da çok beklemedi, 1969'da ardından göçtü...

    Hacı Mahmut 

    Mollosmanın büyük oğlu Mahmut 1911 doğumlu olarak kaydedilmiş. O günkü kayıtların gayrıciddiliği değilse, kızkardeşi Ayşe ile ikiz olabilir. Çünkü Hafızmehmetin hanımı Ayşe ile doğum tarihleri aynı... Bu arada Mahmut'un da dedesinin adını aldığını belirtelim...

    Dandırlı Fadime Hanım ile everdiler Mahmut'u...  Üç oğlu oldu, yaşamadılar. Sonra bir kızı oldu, adını Gülsüm koydular. Anasının adıydı çünkü... Gülsüm'ün ardından sanki ölen üç oğluna bedel, üç oğlu daha oldu; Salim, Mehmet ve Halil İbrahim...  Fadime Hanım 1067 yılında vefat etti... Hatiboğlu Mahmut, ikinci olarak Zehra Hanım ile evlendi. Bu ikinci eşi aslen Çay'dan olduğu için kısaca 'Çaylı' olarak tanındı... Çaylının da Ümmühan ve Osman adında iki çocuğu oldu... 

    Çocuklarını ele alacağız; Mollaosmanın Mahmut 1994 yılında vefat etti. İkinci eşi Çaylı Zehra Hanım ise 2002 yılında vefat etti...

    Mahmut'un büyük kızı Gülsüm, Hacımuratların Güçükyetim Mahmut Azbay'a vardı. Aynı zamanda Raike Halası ile elti oldular... İkinci Hanımı Çaylıdan olan küçük kızı Ümmühan ise Anıtkaya dışına gelin oldu...

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Salim 1941 yılında doğdu. 'Salim Hoca' diye bilinirdi... Şükrü Emmisinin kızı Fatma ile evlendi. Gürcan, Selime, Ayşe ve Fadime olmak üzere dört kızı oldu. Son üç kızına büyük nine, nine ve anasının adını koymuş olması dikkate değer... Selime ve Fadime Anıtkaya dışına gelin oldular. Ayşe, Sıntırların Şükrü Sımsıkı ile evlendi. Şükrü'nün Sabire ninesi ile, Ayşe'nin Mollosman dedesi kardeş olduğu hatırlansın... Salimhocanın eşi Fatma Hanım 2002 yılında vefat etti. Kendisi ise kızı Gürcan ile Afyon'da oturuyorlar...

    Mahmut'un 1947'de doğan ortanca oğlunun adı Mehmet'tir... 'Kör Mehmet' lakabıyla bilinir. Şükrü Emmisinin kızı Nasiye ile evlendi; böylece abisi Salimhoca ile bacanak da oldular... Şükrü ve Necmettin adında iki oğlu oldu. Çolakların Mehmet Ali kızı Hüsna ile evlenen Şükrü'nün iki oğlu var. Küçük oğlu Necmettin, İbişlerin Yakup kızı Lale ile evlendi; Onun da iki kızı var... Şükrü Ankara'da, Necmettin Afyon'da oturduğu için Mehmet de çoğunlukla Afyon'da bulunuyor...

    Dandırlı Fadime Hanımdan küçük oğlu Halil İbrahim 1949 yılında doğdu. Muhasebeci olarak çalıştığı için erken dönemde Afyon'a yerleşen Halil İbrahim; o sırada Anıtkaya'da çalışan öğretmen Reyhan Hanım ile evlendi. Bir oğlu ve bir kızı olan Halil İbrahim, Afyon'da 2021 yılında vefat etti...

    'Çaylının Osman' ise 1969 doğumlu... Gobakların Apak kızı Dilek ile evlendi. Böylece Parlakmehmet, Kelahmetin Ahmet ve Emmioğlusunun Adem ile bacanak oldular.. İki kız ve bir oğlu oldu. Zehra ve Mahmut olarak çocuklarının ikisine ana babasının adını veren Osman, Anıtkaya'da yerleşik...

    Ali Şükrü

    Mollosmanın ortanca oğlu Ali Şükrü 1920 yılında doğdu. Ön adı olan Ali'yi hiç kullanmadı galiba, yalnız Şükrü olarak bilindi... Hacıların Kelali kızı Feride ile evlendi. Önce Yozgunhalil, sonra Körüslerin Akömer ile bacanak oldular... İkisi oğlan üçü kız, beş çocukları oldu. İsimleri Fatma, Emin, İbrahim, Meziyet ve Nasiye'dir... 

    Şükrü 1969 Yılında vefat etti. Eşi Feride Hanım ise yaklaşık kırk yıl daha yaşadı ve 2008 yılında vefat etti...

    Kızlardan Fatma, Mahmut Emmisinin Salimhoca; Nasiye de Körmehmet eşi oldular... Meziyet ise Yenialinin Halil İbrahim Kirkit'e vardı; Meziyet ile eşi hala-dayı çocuklarıdır...

    Şükrü'nün büyük oğlu Emin, 1943 yılında doğdu. 'Godal Emin' diye bilinirdi. Hassönlerin Hüseyin kızı Mübahat ile evlendi. Mübahat Hanım, Godalın Rabia Halasının kızı olur... Üç oğulları dünyaya geldi; Ömer, Osman ve Şükrü... 1964 Yılında doğan büyük oğlu 'Ömer Hoca' diye lakaplanmıştı. Doğuştan kemik rahatsızlığı vardı, fazla dayanamadı, 1999'da vefat etti... Ortanca oğluna Molla dedesinin adını koydu; Osman, Yetimlerin Mahmut kızı Meryem ile evlendi. Emin, Emre ve Sıla isimlerinde üç çocuğu var; Afyon'da yerleşikler... 1969'da doğan küçük oğluna da dedesinin adı olan Şükrü ismini verdi. Anıtkaya dışından Nezaket Hanım ile evlenen Şükrü de abisi Ömerhoca gibi aynı hastalıktan muzdaripti. 2018'de öldüğünde bir kız babasıydı... Godalemin kendisi de 2018 yılında vefat etti...

    En küçük oğlu İbrahim 1947 yılında doğdu. Kelalinin Halit Dayısının kızı Emine ile evlendi, Kelahmetlerin Cicimehmet ile bacanak oldular... Adem, Sevda ve Feride olmak üzere üç çocukları oldu. Sevda, Hacımahmutların Kenan oğlu Ayhan Öztürk eşi oldu; Feride de Şemşilerin Abdullah oğluyla evlendi... Tek oğlu Adem, Gobakların Apak kızı Melek ile evlendi. İki kız bir oğlu var ve babasıyla Anıtkaya'da yaşıyorlar; çünkü anası Emine Hanım 2013 yılında vefat etti...

    Ömer Faruk

    Molla Osmanın küçük oğludur, 1922 yılında doğdu. Patlakların Garahmetin kızı Hacer ile evlendi. Bulduğun Mehmet, Denden Osman ve Alçakların Hacıemin ile bacanak oldular...

    Yaşar ve Necla adlarında bir oğlu ve bir kızları oldu. 1959 yılında Ömer Faruk vefat etti... Eşi Hacer Hanım Gobakların Gocakazıma vardı ve orada 1967 yılında vefat etti... 

    Büyüyünce kızı Necla, Omarcıkların Feyzullah oğlu Bekçi Abdullah eşi oldu. Hatırlanacağı üzere dipteki Gülsüm Nine Omarcıklardandı...

    Yaşar ise Gocayetim Mevlüt kızı Ayşe ile evlendi, yani eşiyle hala-dayı çocukları oluyorlardı. Tek oğluna babasının adı olan Ömer Faruk adını koydu. Eşi Ayşe Hanım 2022 yılında vefat edeli beri, Anıtkaya'da oğluyla birlikte yaşıyorlar...

    3. DELİ AHMET 

    Hatiboğlunun küçük oğlu 1906 yılında doğdu. Adını Ahmet koymalarının sebebi, dipdede Hatiboğlu Ahmet'tir... Lakabı 'Deli Ahmet' idi, çocuklarına da bundan sonra Deliahmetler denilecek...

    Deliahmetin tespit edebildiğimiz evlilikleri şöyle: Önce Keçilerin Ahmet kızı Sendir ile evlendi. Sendir Hanım Melezin kardeşi, Keçimehmetin halasıydı; çocuksuz ayrıldılar. İkinci olarak ölen İbrahim abisinin eşi Zeliha Hanımı aldı; Onun üstüne kardeşi Satı'yı alınca Zeliha Hanım durmadı, ayrıldılar... Lakin Satı Hanımla da geçinemeyince yine ayrılık göründü. Dördüncü olarak Mardaklar/Garahmetlerden Halime ile evlendi. Bir oğlu olduktan sonra Halime Hanım 1937'de vefat etti. Son olarak Hacımuratların Hacer ile evlendi. Biri oğlan olmak üzere beş çocuk da Hacer Hanımdan oldu... Ve Hatiplerin Deliahmet, 1967 yılında vefat etti... Son eşi Hacer Hanım ise 1981'de öldü...

    Halime Hanımdan doğan oğlu Mahmut; Hacer Hanımdan olan çocukları ise Sevim, Emin, Feyziye, Hanife ve Ayşe'dir... Kızlara bakalım; Sevim, Hacıların Şerafettin Azbay; Feyziye, Çetenin Mehmet Patlar; Hanife, Körhalilin Muharrem Kirkit; Ayşe, Dayıların Adem Yola eşi oldular...

    Yağcı Mahmut

    Deliahmet, 1930 yılında doğan Halime Hanımdan tek oğluna babası Hatiboğlunun adı olan Mahmut ismini verdi. 'Yağcı Mahmut' olarak bilindi; çünkü evinin altındaki küçük yağhanede haşhaş yağı çıkarırdı. Yağ işi bitse de Mahmut'un 'Yağcı' lakabı ölene kadar peşini bırakmadı... 

    Yağcımahmut, Arapların Patırmahmut kızı Hatice ile evlendi. Güdüğizzetin Emin ve Çolakların Salim ile bacanak oldular... Üçü kız ikisi oğlan beş çocukları oldu: Mehmet, Ahmet, Halime, Nazik ve Elveda... Büyük kızı Halime, Akbaşların Mehmethoca oğlu Ömer Karakaya; ortanca Nazik, Corukların Gakgidi oğlu Süleyman Oran eşi oldular. Küçük kızı Elveda Anıtkaya dışına gelin oldu....

    Oğlanlara gelince... Büyük oğlu Mehmet 1956 yılında doğdu. Akbaş Mehmethoca kızı Aysun ile evlendi. Kardeşi Halime de Aysun Hanımın kardeşi Ömer'e varmıştı; Anıtkaya'daki adıyla 'değişik usulü' evlenmiş oldular... İki kızı bir oğlu oldu, çocukları Anıtkaya dışından evlendiler. Yağcımahmutun Mehmet, eşi Aysun Hanım 2018'de vefat ettikten sonra şimdi ufak ufak baba mesleğini sürdürmeye çalışıyor. Anıtkaya'da kendisine 'Yağcı Mehmet' dendiğini işittim...

    Küçük oğluna, dedesi Deliahmetin adı olarak Ahmet ismi verilmiş. 'Hademe Ahmet' veya 'Gaytan Bıyık' diyorlar... Karacahmetli Nuran Hanım ile evlendi. Mahmut, Seydi Ahmet ve Melek adlarında üç çocuğu var; Anıtkaya'da yaşıyor...

    Eşi Hatice Hanım 2004'te vefat etmişti, Yağcımahmut kendisi de 2020'de öldü...

    Deliahmetin Emin

    Deliahmetin Hacer Hanımdan olan küçük oğlu Mehmet Emin 'Deliahmetin Emin' diye babasına izafeten lakaplandı. Galgancıların Halil kızı Satı Hanım ile evlendi. Böylece Canalilerin Şeytanhasanın Asım Can ve Galgancıların Osman Aytar ile de bacanak oldular...

    Satı Hanım ile Emin'in üç oğlu ve iki kızı oldu. Yaş sırasına göre isimleri; Gülsüm, Ahmet, Nevzat, Halil ve Hacer... Hatiplerde pek rastlanmayan Halil, burada Galgancılardaki Halil dedenin adı olsa gerek... Hacer, Yetimlerin Yücel Azbay eşidir...

    Büyük oğlu Ahmet, Omarcıklardan Berberşükrü kızı Feriha ile evlendi. Mehmet Emin, Emre ve Enes adında üç oğlu var... Eskiden beri Deliahmetin Emin su sondajı yapardı, oğlu Ahmet de çevre köylerde şimdi bu işi sürdürüyor...

    Ortanca Nevzat, Moruk lakaplı Üzeyir Dalgıç kızı Elveda ile evlendi; Satınur, İsmail ve Üzeyir olmak üzere üç çocuk da O'nda var... Afyon'da çalışıyor ve kah Afyon'da kah Anıtkaya'da oturuyor...

    En küçükleri Halil, Ispartalı Ayşe ile evlendi; iki kızı var ve Afyon'da yaşıyor... Çocuklarının durumu böyle... Eşi Satı Hanım 2012 yılında vefat etmişti, Deliahmetin Emin de 2022 yılında vefat etti...

***

    Hatiboğlu Ahmet hanesinin iki asır önce başlayan macerasındaki akrabalık bağlarının, Hatipler-Hacılar-Ayanoğlular üçgeninde yoğunlaştığı gözleniyor. İsimlendirmelerde geleneğe düşkün olan Hatiplerde Ahmet, Mahmut, Osman, İbrahim isimleri her kuşakta mutlaka kendine yer bulmuş. 1934 Soyadı Kanunu dolayısıyla AYKAÇ soy ismini almışlar.



14 Aralık 2022

Geri

 

Çekip uzatmak. Bir nesneyi, tel gibi, ip gibi bir nesneyi çekip uzatmak, gergin hale getirmek demek oluyor germek. Ama gergin kelimesi zaten maddenin gerili olduğunu bildiriyorsa bu fiili tanımlarken gergin sıfatını kullanmamak gerekir. Neylersin ki ifade edecek başka kelime bulamıyoruz. Fiilimiz Kaşgarlı’nın meşhur eserinde kermek ve kerişmek şekillerinde kullanılmış. Anlamı aynı, çekip uzatmak, kapatmak… Kerişmek ise germekte yardım ve yarış etmekmiş. İşin karşılıklı yapıldığı da belirtiliyor yani. Gerilecek nesnenin iki ucu olduğu ve germe işinin karşılıklı daha sağlam yapılacağı da böylece belirtilmiştir belki. Öyleyse eğer, kerişmek daha sağlam germektir.

Divan’da bir ilginç kelimeye daha rastlıyoruz: kerim. Şu bizim bildiğimiz aslen Arapça olan ve erkek adı olarak da kullanılan kerim değil bu. Tamamiyle Türkçe ve germek fiilinden türediğini anlamını görünce düşündüğümüz bir kerim. Duvarlara örtülen, kaplanan, gerilen dokuma nesnelere ad olmuş kerim.

Eski Türkçe eserlerin taranmasıyla oluşturulan Tarama Sözlüğünde bir 'gergi' kelimesi var ki iki ayrı anlamda gösteriliyor. Bu kullanımlardan birisi onun “çarmıh, işkence aleti” olduğuna diğeri ise “perde” manasına işaret ediyor. Çarmıh denilince zaten hemen akıllara 'germe' kelimesi üşüşüyor; çünkü bugüne kadar hep 'çarmıha germe' sçz kalıbı olarak kullanmışız. Ayrıca biliyoruz ki perde bugün kullanıldığı gibi sadece camın içi görünmemesi için çekilen şey değil, belki iki bölüm arasına gerilen bez, tahta, duvar gibi şeyler için de kullanılıyor. Gerginin bir manası da perde olması garipsenmemeli çünkü perde de geriliyor. Tarama Sözlüğünde konu ile ilgili kendini gösteren kelime sadece gergi değil, bir de 'germe' kelimesi var. Bu kelimeye anlam olarak da sur, duvar karşılığı verilmiş. İzaha bile gerek yok.

Bahsedilen kitaptan sıyrılarak asıl bahsetmek istediğim 'gergi' kelimesinin Anıtkaya’da kullanılan haline dikkat çekmek isterim. Harmandaki samanı eve taşımak için arabanın normal yan tahtaları küçük kalır; zira saman hafif ama hacimlidir. Onu taşımada daha yüksek ve daha geniş tahtalar gerekir. Saman tahtaları o kadar havaleli olunca dengenin sağlanması için yukarıda iki ucundan birbirine bağlanır. İp ile bağlansa içeri doğru birbirine kavuşmalarına engel olunamaz bu yüzden açılmaları ve kavuşmalarını engelleyecek ve de sabit bir mesafede tutacak; aynı zamanda birbirine bağlayacak bir bağ gereklidir. İşte bu bağa gergi denir. İşin tuhafı gergiye büyükçe bir bez atıldığında bezden bir duvar oluşturulabilir ve bu duvar tahtalara kapak vazifesi de görür. Gergi, duvar, gerilme… bu kelimeler arasında anlam ilişkisi kurmayı size bırakıyorum.

Kelimenin hayatı ve kökeniyle ilgili düşüncelere daldığımızda aklımıza bir sürü 'acaba' üşüşüyor. Şu söz bununla akraba olabilir mi, ötekiyle berikinin nasıl bir yakınlığı vardır, şunların rengi sesi benzediğine göre aynı iklimin meyvesi midir?...  Germe işini düşünürken aklıma takılan kelimelerden birisi de 'kiriş' oldu. Yayın gerilmesini sağlayan şey olarak kiriş acaba 'keriş/geriş' gibi bir kelime miydi genç iken?

Ahmet Vefik Paşa da böyle düşünmüş olacak ki ona göre 'gerdek' kelimesi germek fiilinden türemiştir. Çünkü aslında zar perde gibi gerili durumdadır, daha fazla gerilir ve ayrılır. Bunların yaşandığı geceye gerdek gecesi, odaya da gerdek odası denilmiştir…. Vefik Paşa’nın bu fikrini hikaye ettikten sonra Şemsettin Sami Bey kibarca bu fikre katılmadığını söyler.

Şemsettin Sami Bey bir şey daha söyler. Ona göre kuruyunca çatlayan, balçıklı, verimsiz toprağa 'geren' denir. Su çekilince bu tip toprağın çatlamasının sebebi gerilmesidir de ondan. Kurur gerilir, kurur gerilir… Gerildikçe kopacaktır. İşte bu çatlaklıklar toprak bloklarının kopması oluyor. Şemsettin Beyin bahsettiği bu tip toprağa Anıtkaya’da hala 'gereñ' diyorlar. Bir farkla ki kelimenin sonundaki ses nazallaşıyor.

Söz Şemsettin Sami ve Onun Kamus-ı Türki'sinde iken oradan öğrendiğimiz 'gerim'i de zikretmeli. Herhalde burada at gibi binek hayvanları kastediliyordur, hayvanın bacaklarını gerip açarak yürümesine deniliyormuş 'gerim' diye. Bu tip yürüyüş şekli anlatılırken 'gerimlemek' sözü de kullanılırmış.

Fazla uzattığımızın farkındayım ama konuyu da dağıtmış sayılmayız. Germek fiili ve ondan türediğini düşündüğümüz kelimeler üzerinde ilerliyoruz varacağımız yere doğru. Yalnız bugün günlük hayatta çokça kullandığımız bazı kelimeleri ayrıca zikretme gereği duymadığımızı da belirtmeliyiz. Bize göre ilginç olan noktalara temas etmekle yetiniyoruz. Mesela psikolojik olarak gerilmek, gerginlik, gergin, gerilim gibi kullanımlara dalama gereği bile duymuyoruz. Tıpkı biyolojik olarak 'gerinme'ye temas etmediğimiz gibi.

Asıl bahsetmek istediğim, belki de konuya başlık olacak kelime 'geri'... Kıl keçisinin kılından dokunuyor. Gözenekli kaba bir dokuma ancak çeşitli özelliklerinden dolayı Yörükler onu çadır olarak kullanıyorlar. Güneşin altında serin tutuyor, yağmuru geçirmiyor, içerdeki dumanı dışarı çıkarabiliyor vs. vs. böyle çeşitli özellikleri var. Uçlarından iplerle gerildiğinde çadır oluyor. 

Anıtkaya’da ise yine arabaların içine, tahtalar arasına gererek tahıl taşımada kullanılıyor. O kadar çok kullanılıyor ki zamanla geri bir hacim ölçüsü birimine bile dönüşüyor. Beş geri saman... İki geri dene... 

Arabanın dayamaları uzatılarak saman tahtaları vurulurdu ya... Tahtanın lüks olduğu zamanlar, her evde bulunan gerilerle görüyorlar o işi. Yani sandal biçimli koca kıl çuvalı arabaya oturtuyorlar. İki göpçüğü ön ve arkaya gelecek biçimde oturduğunda, araba için özel dokunmuş olduğunu anlarsın... Hazır bağlarıyla gerdirip ağzını açıp dolduruyorlar, artık ne koyacaklarsa içine... İş bitince yine bağlarıyla tekrar gerdirerek geriyi mümkün olduğunca kapatıyorlar...

Önceki nesiller bağlardan geri geri üzüm çekermiş... Zamanında bizim de günaşık kellesi kesip geriyle taşımışlığımız; tarladan harmanyerine nohut, mercimek getirmişliğimiz; kumpiri çıkarıp geriye doldurmuşluğumuz; dene yıkamaya gitmişliğimiz; hatta tezek toplayıp geriye yüklemişliğimiz var... Zamanında tabi… Şimdi ne araba var, ne geri… Bu vakitten sonra geri de geri gelmez!


Sakalar

 
    Efsanevi olarak anlatılanlara göre Sakaların dedesi Çakırköy kaynaklıymış... Babaları ölünce anası ve kızkardeşlerini de yanına alan Çakırköylü Bekir'in oğlu Eğret'e geliyor... Çakırköy'ü terketme sebebi nedir, neden başka yere gitmiyor da Eğret'e geliyor, ne zaman geliyor?... Bu ve benzer sorular cevapsız... Eğret'e geldikten sonra bir miktar tarla satın alma imkanı buluyorlar. Bu arada askere gidiş, orada neferlere su dağıtımı, 'Saka' ünvanını alış... Hacıların kızı Naime ile evlenme bu sıralamanın neresinde, bilinmiyor; ancak bundan sonra halk arasında kendisine 'Saka' denilse de resmiyette 'Arzımanoğlu' oluyor...

    Şimdi bu kulaktan kulağa aktarılan söylentiyi belgelerle birleştirmeyi deneyelim. Böylece Sakaların Eğret'teki hikayesini de işlemiş oluruz...

    Arzımanoğlu Ali, Hüseyin ile Naime'nin oğlu olarak 1879 yılında doğdu. Bir ablası vardı, adı Ayşe; Berberoğlu Murat'ın eşiydi. Yani Takgasların Kelömerin anası... Yirminci yüzyıl başlarına gelindiğinde baba Hüseyin vefat etmişti, ama Naime Ana hayattaydı... 

    Yukarıda anlatılanlarla bu kayıtlar karşılaştırıldığında, Çakırköy'den Eğret'e gelen kişinin Hüseyin olduğu anlaşılıyor. Kayıtlar tutulduğunda Hüseyin vefat etmiş bulunduğundan ana baba adını teyit edemiyoruz. Bu yüzden baba adının, anlatıldığı gibi Bekir olduğunu düşünmeliyiz. Fakat beraberinde getirdiği annesinin adını bilemiyoruz. Kızının adını Ayşe koyduğunu düşünerek annesi Ayşe tahmini yürütülebilir... Öyle bile olsa; Çakırköylü Bekir oğlu Hüseyin'in Annesi Ayşe Hanım ile birlikte Eğret'e getirdiği kızkardeşleri hakkında yine bilgimiz olmuyor... Bir de Hüseyin'in eşi Naime Hanım var... Anlatımlarla buradaki isim tutuyor. Buna göre Naime Hanım, Arzımanoğullarının Kelahmetler-Davılcıarifler kolundan olmalıdır. 20. Yüzyıl kayıtları tutulduğunda hayatta olmayan İbrahim-Satı çiftinin tek çocuğu olduğu anlaşılıyor... Askerde sakalık yapan zat Hüseyin mi yoksa oğlu Ali miydi, bu konuda netlik yok...

    Biz dönelim tekrar Sakaoğlu Ali'ye... 

    1879 Yılında doğdu. Mahmut kızı Kezban ile evlendi, ama Kezban Hanımın kimlerden olduğu tespit edilemedi. Ölenler kalanlarla birlikte çok çocukları olduğu söyleniyor. Bunların yedisi tespit edilebildi. Üçü kız, dördü oğlan olan bu çocukların yaş sırasına göre isimleri; Hüseyin, Havva, Abdurrahman, Mehmet Ali, Bekir, Fadime ve Naime'dir...

    Sakaoğlu Ali'nin eşi Kezban Hanım 1945 yılında vefat ediyor... Çok beklemiyor, kendisi de ondan beş yıl sonra, 1950'de vefat ediyor... Çocuklarının hikayesiyle Sakaları anlayacağız...

    Büyük kızı Havva, önce Tomanlardan Kelhalilin babasına vardı, sonra Garacanın eşi oldu; ondan boşandıktan sonra da Hakkıların Kadir'e vardı, Kahvecisüleymanın annesidir... Ortanca kızı Fadime, önce Omarcıkların Ahmetçavuş oğlu Hasan'a vardı. Üç oğlu doğduktan sonra ayrıldılar. Sonrasında Tekelilerin Kadir'e vardı... Küçük kızı Naime de Garahmetlerin Sarışükrü eşi oldu... Oğlanlardan 1907 doğumlu Mehmet Ali, genç yaşta evlenmeden vefat etti... Yalnız onun ölümünden sonra 1921 yılında bir oğlu daha olmuştu, yine adını Mehmet koydu; fakat o çocuk da 13 yaşında vefat etti... Diğer üç oğlundan Sakalara bakalım...

    1. Goca Hüseyin

    Sakaoğlu Ali'nin çocukların en büyüğüdür; 1904 yılında doğdu. Adının Hüseyin konmasına sebep, Eğret'e gelen Çakırköylü dedesinin hatırasınadır... Uzun boyu, gösterişli yapısı sebebiyle 'Gocaüseyin' diye lakaplandı.

    Gocahüseyin Tekelilerin Ahmet kızı Şerife ile evlendi. Şerife Hanım; Paşaların İbram; Gocagafa ve Köressanın halaları olur... Azime ve Ayşe adında iki kızları olduktan sonra eşiyle geçimsizlikler başladı ve boşandılar...  

    Sakaların Hüseyin ikinci olarak Gağşakların Osman kızı Satı ile evlendi ve böylece Garapaçaların Körşükrü ile bacanak oldular... Satı Hanımdan da 1941'de Resul ve 1943'te Halil adlarında iki oğlu dünyaya geldi... (Adını bilemediğimiz üçüncü bir oğlu daha olduğu belirtiliyor.)

    İki kızından büyük olan Azime, Arzımanoğullarından Kelahmetlerin Kelömer eşi oldu. Hatırlanacağı üzere Gocahüseyinin ninesi Naime de Arzımanlardandı... Küçük kızı Ayşe ise İstanbullu bir bey ile evlendi... Büyük oğlu Resul, Körşükrü kızı Nuran ile evlendi. Resul ile Nuran teyze çocukları... Küçük oğlu Halil de Takgasların Berberhüseyin kızı Esma ile evlendi. Esma'nın ninesi ile Halil'in dedesi kardeş... (Üçüncü oğlu da Terlemezlerin Süleyman kızı Aynur ile evlendi.)

    Eğret'te işler yolunda gitmeyince Gocahüseyin Eskişehir'e göçtü. Damadı Kelömer de yanındaydı... Oraya temelli yerleştiler. Kendisi 1981'de eşi Satı Hanım ise 1988 yılında vefat ettiler. Cenazeleri Anıtkaya'ya defnedildi...  

    Büyük oğlu Resul Şarap fabrikasında çalıştı, sonra Belediye'den emekli oldu. Hüseyin ve Serpil adlarındaki iki çocuğu Eskişehir'de evlendiler. Hüseyin'in de bir kızı ve bir oğlu var. Sakaların Resul, vefat etti... Kardeşi Halil'in de Sevgi ve Hüseyin isimlerinde bir kız ve bir oğlu oldu. Onlar da Anıtkaya dışından evlendiler. 2008 Yılında Halil de vefat etti, oğlu Hüseyin'in de bir kız ve bir oğlu var... Eskişehir'deki bu Hüseyin'ler, Çakırköylü Saka Hüseyin'in üçüncü kuşak torunları...

    2. Abdurrahman

    Sakaoğlu Ali'nin hayatta kalan ortanca oğlu Abdurrahman, 1906 yılında doğdu. Kinislerin Mehmet kızı Atike ile evlendi. Atike Hanım Kumpirhasan ve Timitirinin kardeşidir... Ayrıca bu evlilikle Dıñali, Bükürün Ali ve Gağşakların Gadir ile bacanak oldular. 

    Sakaların Abdurrahman'ın iki oğlu ve bir kızı oldu; isimleri Sebahattin, İsmihan ve Celal... 1941 Yılında doğan İsmihan, Galgancıların Osman Aytar eşi oldu...

    Büyük oğlu Sebahattin 1940 doğumlu... Arkadaşları tarafından kendisine 'Aktopuk' lakabı takılmış. Sebebi basit ve ilginç... Karakoyun yününden örülmüş ipçorap giyermiş gençliğinde... Yalnız tabanında ak ipten nakışları varmış... Hazır, zararsız ve eğlenceli bir yakıştırma... Velciklerin Hüseyin kızı Latife ile evleniyor. Latife Hanım, Sucuapdıramanın kardeşi... İkisi kız biri oğlan üç çocukları oldu; Ömür, Sultan ve Gülcan... Kızlar; Sultan, Eşeninömer oğlu Mehmet Honça eşi; Gülcan, Bükürlerden Hüseyin oğlu Menderes Ölçer eşidir... Gülcan ile Menderes'in babaları teyzeoğlu olur... İki kızın abisi Ömür ise Kayserili bir hanımla evlendi. Gurbet ve Songül adında iki kızı Anıtkaya dışına gelin oldular. Oğlu Sebahattin ise bekar...

    Aktopuk Sebahattin yakınlarda, 2021 yılında vefat etti...

    Abdurrahman'ın küçük oğlu 1948 yılında doğdu, adını Celal koydular. Gağşakların Ali kızı Müzeyyen ile evlendi. Celal'in de bir oğlu ve iki kızı oldu. Kızlardan biri bekar, oğlu ile büyük kızı ise Konyalılarla evlendiler... Abdurrahman oğlu Celal, 2011'de vefat etti...

    Sakaların Abdurrahman ile eşi Atike Hanım 1979 yılında, yetmiş küsur yaşlarındayken arka arkaya vefat ettiler.


    3. Kel Bekir

    Sakaoğlu Ali'nin en küçük oğlu 1911 yılında doğdu. Adını Bekir koydular, çünkü Çakırköy'de ölen büyük dedenin adıydı... Adı Bekir idi; ama O hep 'Kel Bekir' diye bilindi... Yukarı Dandırlı Fatma ile evlendi. Harpte kalmış şehit Ahmet'in kızı olan Fatma Hanım, Tokanorinin üvey kızı, Hödükhalibanın karınkardeşi oluyor... 

    Fatma Hanım ile Kelbekirin yedi tane çocuğu oldu. İsimleri; İsmail, Bahriye, Kadriye, Ahmet, Ramazan, Kezban ve Selahattin'dir... Önce küçük yaşta iki kardeş, Ramazan ile Kezban vefat ettiler; nazardan öldükleri söyleniyor... Sonra onların ablası Kadriye gelinlik kız iken, 18 yaşında vefat etti... 

    Hayatta kalan tek kızı Bahriye, 1942 yılında doğmuştu. Gobakların Celil'e vardı, Ahmet ve Mehmet adında iki oğlu doğduktan sonra Celil ile boşandılar. Sonra Tatamatlı bir kocaya vardı...

    Guzuguzu
    Büyük oğlu İsmail 1940 doğumludur. Bir süre sonra lakabı 'Guzuguzu' kalacak olan İsmail, Çañlının kızı Emine ile evlendi. Üç kız üç oğlan olmak üzere altı çocukları oldu; Ömrüye, İbrahim, Hafize, Aziz, Elveda ve Murat... Altı çocuktan sonra 1972'de Emine Hanım vefat etti... Guzuguzu ikinci olarak Kesginin kızı Melahat ile evlendi, ondan da Dilek adında bir kızı oldu... Kızlarının evlilikleri; Ömrüye, Anıtkaya dışına Eyice'ye gitti; Hafize, Gambırariflerin Arif Öztürk eşi; Elveda, Kemiklerin İsmail Öter eşi; Dilek de Çolömerlerin Yalçın Salman eşidir...

    Guzuguzunun büyük oğlu İbrahim, Osmanköylü Emine ile evlendi. Atalay ve Selime isimlerinde bir kız ve bir oğlu oldu. Selime, Deligızların Mustafa Önkal eşi oldu. Atalay ise Conahmetin Şakir kızı Tuğba ile evlendi; Ecrin, Hale ve Eslem olmak üzere üç kızı var... İbrahim, ailesi ve torunlarıyla Anıtkaya'da yaşıyor.

    Ortanca oğlu Aziz, erken dönemde İzmir'e yerleşti. İdirizlerin Sarıömer kızı Rabia ile evlendi. Anası Emine ve analığı Melahat isimlerini verdiği iki kızı dünyaya geldi. Halen İzmir'de yaşıyorlar.

    Guzuguzunun küçük oğlu Murat ise Afyon'a yerleşti. Anıtkaya dışından bir hanımla evlendi. Esra, Güner ve Hasan olmak üzere üç çocuğu var. Afyon'da oturuyorlar...

    Çocuklarının durumunu anlattığımız Guzuguzu, 2010 yılında yetmiş yaşındayken vefat etti...

    Ahmet
    Kelbekirin ortanca oğlu 1948 yılında dünyaya geldi. Adını Ahmet koymalarına sebep Dandırlı şehit dedesidir... Babasının lakabına izafeten 'Kelbekirin Ahmet' diye bilinir... Kelibanın kızı Ayşe ile evlendi. Erken dönemde Afyon'a yerleşti. Kadriye isminde bir kızı ve Yücel adını verdiği bir oğlu oldu. Kızına bu ismi vermesi, genç yaşta ölen Kadriye ablasının hatırasıdır... Kızı, Arapların Gözeliban oğlu Adem Tok eşi... 

    Kelbekirin Ahmet'in oğlu Yücel, Anıtkaya dışından Fatma ile evlendi. İki oğlu ve iki kızı var; Murat, Ahmet, Ayşe, Buğlem...

    Selahattin
    Kelbekirin en küçük oğlu, 1953 yılında doğan Selahattin'dir... Timitirinin kızı Satı ile evlendi, İzmir'e yerleşti... Tekrar köyüne döndüğünde Tekel Memuruydu. Bu yüzden bir süre kendisine  'Tekelci' denildi; ama bu kısa sürdü. İflah olmaz GS tutkusu sebebiyle 'Tancu' lakabı takıldı. Şimdilerde sadece 'Kelbekirin Seletdin' diye anılıyor...

    Satı Hanım ile Selahattin'in bir kız ve bir oğlu oldu. 1980 Doğumlu kızına merhum ablası Kadriye'nin, 1983 doğumlu oğluna da merhum babası Bekir'in isimlerini verdi. Eşi satı Hanım, çocuklarının evliliğini göremeden 2006 yılında vefat etti... Kadriye, Turabilerin İbrahim oğlu Hüseyin Külte eşidir... Bekir ise Anıtkaya dışından evlendi, Ali adında bir oğlu var...

    Sakaların Kelbekir, 1983 yılında vefat etti. Dandırlı eşi Fatma Hanım da çok durmadı, 1986'da O da göçtü...

    Özetleyecek olursak... Çakırköylü Bekir vefat edince oğlu Hüseyin, anası ve kardeşlerini alarak Eğret'e geldi. Hacılar/Arzımanlardan Naime ile evlendi böylece kendisi de onlardan sayıldı. Askerde sakalık yaptığı için lakabı Saka kaldı, çocuklarına da Sakalar denildi. 1934 Soyadı uygulamasında sülale adı soyadı olarak verilmediğinden Saka yerine Saki'yi almak istediler; ama o Mardaklar tarafından alınmıştı. Saka'ya benzer AK soyadını aldılar. Nedense sonradan bunu ATAY ile değiştirdiler. Halen Sakaların tamamı bu soyismini kullanıyorlar...