30 Haziran 2022

Arabın Oğlu

     Ahmet KABADAYI
    [Berber Ahmet'in yaşam öyküsünün bu ikinci bölümünde, çobanlıktan berberliğe geçiş ve evlenme devresi var. ]


    NASIL BERBER OLDUM

    Beni koyuna kuzuya yolluyorlar; ama bu ara yük Abimde… Ondört yaşında delikanlılık çağına giriyor. Evde iki çift dombey, iki çift öküz, bir çift de beygir var. Bunlarla da Abim ilgileniyor. Sığır hayvanları hariç… Misal, dombeyleri kışın en az iki üç kere damdan çıkarmadan yıkar, yağlar… Üşümesinler diye…

     Neyse ben yine avantaya geçtim, çünkü Berberhüseyin camide abimi görünce okulu bitirip bitirmediğimizi sormuş. Olumlu cevabı alınca da ‘Biriniz bana çırak olsun’ demiş. Ramazan bir gündü, Abim de sahurda bunu Dedeme söyledi. Sabahleyin Dedem bana ‘Berber Dayının yanına git’ dedi… Amma Hasan Amcam karşı çıktı, ‘Doruğa vardım, binüçyüz lira istiyor, bir takım da elbise… Onun yerini Ahmet tutar, niye bekar tutacağız. Ahmet’i vermeyelim’ dedi.  Dedem fikrinde diretti, ‘Git Doruğa selam söyle, ne isterse ver; Ahmet’e mani olma.’… Amcam kızdı, gitti Doruğu aldı geldi. Bu vesileyle Doruk bizim koyunu güttü, ben de Berber Dayımın yanına gittim.

    İLK DERS

    Berber Dayımın yanında çalışan Şükrü Dayım ve Sağırların Ali askere gidince yalnız kalmış, dükkanı açıp kapatacak bir çocuk lazım… Yanına vardım, ‘Dayı ben geldim’ dedim. ‘Hoş geldin’ dedi gülerek. Onun güleryüzlü tavrı çok hoşuma gitti. ‘Şuraları süpür’ dedi, süpürdüm. Dökülen saçları toparladım. Müşteri boşalınca ‘Nasıl, benimle çalışabilecek misin?’ diye yokladı. ‘Çalışırım’ dedim. Ders başladı:
    - İlkin şuna dikkat et: Ekmek ayak altında çiğnenir mi?
    - Çiğnenmez.
    - Öyleyse kesilen saçları ayağaltında ele çiğnetme. Amma sen keserken basıp çiğneyebilirsin. Neden; ileşber, harmanda buğdayı çiğneyebilir çünkü mahsulü işliyor; değirmenci unu çiğniyor meslek icabı, ama sonra ekmek veya dene ayağaltında gördü mü, töbe diye oradan alıyor. Almazsa kazancının bereketi olmaz… Biz de kazancımızın bereketini görebilmemiz için, kestiğimiz tüyleri kimsenin çiğneyemeyeceği yere alıp saklayacağız. Bu da bizim ekmeğimiz. Hadi bakalım, Bismillah. Allah ikimizi de utandırmasın.

    Başladık… Gelen ilk müşteriyi sabunlamamı istedi. Ben sabunladım, ustam traş etti. Tam bir hafta sabunladım. Tabi ‘Sana ustureyi vermez bir seneye kadar’ diyorlar… Olsun deyip geçiştiriyorum… On günlük oldum olmadım, ‘Al usdureyi treş yap’ dedi. Benim heyecanlandığımı anlayınca da ‘Artık heyecan yok, usta oldun’ demez mi… Bunun üzerine bana bir cesaret geldi, gece rüyamda bile treş etmeye başladım.

    Bu vesileyle berberliğe başlamış olduk. Bir yıl olmadan Yukarı Dandır’ı tuttular. Takgasların Berberhüseyin, yanında Sağırların Sami; Omracıkların Berberhüseyin, yanında ben Böbülerin Ahmet Kabadayı… Bir sene Yukarı Dandır’a gittik geldik.

    ERCEBİN ÜSEYİNE DÖNERİZ

    Bir kış günü yatsı ezanı okunurken Dandır’dan çıktık, elimizde löküz (luks lambası) var. Çatalüyük Gobakguyusuna gelmeden gömleği düştü, löküz söndü. Bir tipi difan çevirdi, löküz de sönünce gözlerimiz görmedi, hepimiz yolu sapıttık. Bir türlü gideceğimiz yönü bulamadık. Aşağı Dandır’a doğru gitmişiz, ustalar ‘Bu yol değil’ diyorlar. Ağren (Akören) gırına doğru, Gocagır mevkine atlamışız.

    Sami ile ben iyice yorulduk. ‘Biz oturalım’ diyoruz; ama ustalar bir bahane bulup dinlenmemize fırsat vermiyorlar. Sair vakit Dandır’ı yayan iki saatte alırdık; yedi sekiz saat oldu, geziyoruz, Köyü veya yolunu bulamadık. En sonunda gezerken büyük bir añ buldular ‘Bu, sap yolu; mutlaka anayola çıkacak’ dediler. Havluları peştemalleri makasla doğrayıp berber leğenine doldurdular.  Löküzden gaz döküp onu da Takgasların Hüseyin Ustaya verdiler. Hüseyin Usta, çakmakla havluları yakıp onu bir meşale gibi tuttu, ortalık biraz aydınlandı. Biz, o añı kaybetmemek için önden yürüyoruz, çünkü ışıkla añ görünmeyecek. Meşale arkamızda biz önde yürüyoruz; ama durmadan şamata ederek… Elindeki alev topuyla önünü göremiyor, anca sese gelecek…

    Bir de baktık sabah ezanları okunuyor. Meğersem o añ, Fasılüyüğündeki añyolmuş. Etemin Azadı bulunca rahatladık. ‘Ne kadar şükretsek az, iyi ki çocuklar bizi dinlediler…’ Kendi aralarında konuşuyorlar… ‘Allah muhafaza, çocuklardan korktum, doñdursak ne olurdu halimiz!’… Biz yorulduğumuz yerde otursak, doñarmışız. Aralarındaki bu konuşmadan anladığım başka bir şey de neredeyse hepimiz ‘Ercebin Üseyine’ dönecekmişiz…

    O senenin sonunda oradan hakı topladık. Hüseyin Öncül, ‘Başka köylere gitmem ben’ dedi. Bir daha köyden dışarı çıkmadı, Müdüroğlunun dükkana yerleşti. Sami’yi ayırdı, O da gitti Sağırların odaya dükkan açtı.

    Ertesi sene Şükrü askerden geldi, ona Macur Gopuk Selimin torunu Ahmet’le beraber Olucak’ı tutuverdi. Bir iki hafta gittiler, sonra Şükrü Dayının bir işi çıktı, onun yerine beni yolladı Usta.  Olucaklılar ‘Şükrü gelmesin, o çocuklar gelsin’ demişler; Macur ile ikimiz seneyi tamamladık. Hakı topladık.

    Daha ertesi yıl Bayramgazi’yi tuttuk. Ustayla beraber gittik geldik, oradan memnun kalmadık. Ertesi sene Bayramgazi’yi bıraktık. Sekiz hane Çatalçeşme’ye Usta gitti geldi, beni de hafta sonu Küçük Kalecik’e yollardı.

    BİR YOL MACERASI DAHA

    Küçük Kalecik 1965'li yıllara rastlar. Oranın insanları çok olgun ve merhametli olurdu, en azından bana karşı öyleydiler... Köyde odaya varırsın, hane sahibi yoksa evin kadını veya kız çocuğu gelir, bakar, geri döner... Biraz sonra odanın kapısı tık tık eder, bakarsın, kapının önünde tepsiyle misafir yemeği... Alır, yer, tepsiyi aldığın yere bırakırsın... Kapı tekrar tıkırdar, çay gelmiş, afiyetle içersin... Sonra müşteriler sökün eder... Traşını edersin, son müşteri sorar, 'Oda sahibi köyde değil, bir ihtiyacın var mı?' diye... Mevsim kış ise yakacak getirirler, sobanı yakması için bir genç gönderirler...

    Kalecik'te kendimi güvende hissederdim. Kar çok yağardı, 50-60 santim kar sıradan şeylerdendi. Araba yolu yok, patika yoldan ulaşım sağlanıyor, onu da kar kış sürekli kapatır... Ulaşım aracı at eşek; patikanın bir tarafı uçurum... Bir cinayet işlenmişti o yıl; Kalenin eşi ve kızını, Hocanın oğlu Kamil vurdu. Yani hem kaynanasını hem de karısını vurdu. Kaynanası öldü, karısı yaralı... At sırtında hastaneye götürdülerdi.

    Yine öyle bir gün kar çok yağdı. Anıtkaya'ya dönmem lazım. Köyün büyükleri bırakmak istemiyorlar; ama çocukluk aklı işte 'Gideceğim' diye tutturdum... 
    - 'Oğlum, zaten patika yol, o da kapalı. Dereye falan düşersin, donrasın. Yazın bulurlar ölünü!' diye uyarıyorlar; lakin ben,
    - 'Yok, ille de gideceğim' diyorum... 

    Onlar böyle çok kar yağışına alışıklar ve yağdıkça seviniyorlar. Çünkü kar onların harmanı... Toplanıyorlar, imece usulü kar kuyularını dolduruyorlar. Yazın eşeklerle Afyon'un soğuk su, meşrubat ihtiyacını oradan karşılıyorlar. Yani ne kadar çok kar yağarsa, o kadar çok depoluyorlar; kar onların gelir kaynağı olmuş...

    Neyse, ben inat ettim sabah saat on gibi filan yola çıktım. Her taraf dümdüz, yol yok. Burası yol zannıyla giriyorum, ayağım kayıyor, aşağı yokarı elli metre yuvarlanıyorum. Çık çıkabilirsen... Normalde 40-45 dakikada vardığım Afyon'a, bu sefer Akşam ezanları okunurken girdim. 

    Her tarafım buz tuttu. Afyon çıkışındaki Petrolü (Kadaifçioğlu) bizim köylü Fasfasın Ali Osman çalıştırıyor. Ben emsal arkadaşlar da olduğundan, ısınırım umuduyla oraya vardım. Beni o halde görünce telaşlandılar. Bir topak üstüpüyü yanık yağa batırıp sobaya attılar. Ben de sobanın dibine dikildim, ısınıyorum... Üzerimdeki buz, don çözülünce ayaklarımın dibinde bir metre çapında bir gölcük oluştu...

    İçeri bir şoför girdi. Beni o halde görünce millete hışımla bağırmaya başladı.
    - 'Ne yapıyorsunuz siz, adamı öldüreceksiniz. Böyle soğuktan donan adamı, sıcaktan uzak tutmak lazım. Birden ateşin karşısına geçerse damarları patlar!' diye söyleniyor, bir yandan da beni soyuyordu. Petrolcülerin arkada yattıkları yere götürdü, çıplak bedenimi bir battaniyeye sarıp etrafımdakilere,
    - 'Ateşe yaklaşmadan burada bir iki saat yatsın' dedi... Çıkıp gittiler. 

    Orada sabaha kadar yatmışım. Kalktım. Tipi, soğuk, Köye gitmem lazım; ama nasıl? Çocuklardan beni bir arabaya bindirmelerini rica ettim... Bu arada nereden çıktılarsa; Berberlerin Ali, Şaval Kadir ve Guycuların Adem geldiler. Hava soğuk, tipi var, sıcaklık eksi 18-20 derece... Bir pikap geldi, çocuklar beni onunla yollama niyetinde. Bunlar 'Biz de binelim' dediler... Şoför mahallinde iki kişi var, içerisi dolu yani. Kasada gitmeyi gözümüz kesiyorsa bineceğiz...

    Bindik. Pikabın üstün de bir çadır var; ıslanmış donmuş, tahta gibi... Kaldırıp altına girdik, en azından rüzgarı kesiyor... Köye kadar böyle geldik. Karakolun yanında camı tıklattım. Araba durur durmaz bizimkiler atlayıp yürüdüler yukarı doğru. Şoför arkalarından baktı kaldı. 
    - Abi borcumuz ne? dedim, gülüştüler... 
    - Bir teşekkür bile etmediler, ne insanlar var! Aslanım, sok paranı cebine de böyle adamların yanına takılma.' deyip yollarına devam ettiler... Ben de bir maceralı yolculuğu daha aldığım bir nasihatle noktaladım... Yukarı, Tekkeye doğru yürüdüm... 

    Kalecik’te peşin traş yapıyorduk. Başka yerler haklı idi, sene sonu hak toplardık. Etraf köylere gitmemizin sebebi, kendi köyümüzün peşin traşa alışık olmamasıdır. Kurulalı beri köylü hakla traşa alışmış, peşin bilmiyor. Berber, sığır, bızağı hakla; harmandan harmana… Onun için köylü peşinata yanaşmıyor.

    Köy Belediye olduğunda, ilk Belediye Başkanı olan Çakır Osman Erdem, denetim adı altında Meclisten  şöyle bir karar çıkarıyor: ‘Berberlerin Cumartesi Pazar günleri köylüyü traş etmesi yasak. İhtiyaç hasıl olursa peşin traş olacak. Çünkü biz berberlerden bazı şeyler isteyeceğiz. İlkin Maliyeye kayıt edeceğiz. Sonra Selçuklulardan beri cumartesi günü kurulan pazardan etraf köylüler de yararlanmaktadır. Bu yüzden hafta sonundaki iki günde etraf köylülere hizmet vereceklerdir. Sair günlerde Anıtkayalılara hizmet verilip, iki gün yabancılara çalışarak masraflarını karşılayabileceklerdir.’ Bu kararla eski usül bozulmadan işler halledilmiş oldu. Köylü de berberler de memnun kaldı.

    Ben İzmir’e gidene kadar hakla çalıştık… Ben İzmir’e gittim… Ustam emekli oldu… Takgaslarınki öldü… Sami ve Ali de İzmir’e gitti…

    ARABIN OĞLU

    Ustamın yanında altı sene çalıştım. Mekanı cennet olsun, bana karşı bir arpa ağırlığı kötü söz duymadım. Altı sene evlerinde durdum, ne Yengemden ne Ustamdan beni incitecek bir söz sadır olmadı. Hatta daha sonraları İzmir’e geldiklerinde bana uğrar, hal hatır sorar, ihtiyacım olup olmadığını yoklardı. ‘Hareketlerini bozma, ben sana Allah’ın izniyle güveniyorum’ derdi. Allah ondan razı olsun…

    Altı yılın sonunda bir gün ‘Ahmet gel bakalım’ dedi. ‘Hayrola Dayı’ dedim. ‘Oğlum yanlış anlama’ diyerek başladı ve devam etti. ‘Altı yıldır beraber çalışırız, bir zızıltımız çıkmadı. Senin de yuva kurma vaktin geldi. Ben senden razıyım, Allah işini rast getirsin.’ dedi. Böyle bir şey beklemiyordum, o şaşkınlıkla ‘O zaman ben ne yapayım Usta?’ dedim. Her şeyi ayarlamış.
    - Sana Aşağı Dandır’ı tutalım.  Kemiğin Ali seni istedi, ben gidip bir konuşayım.

    O vakitler Ali Muhtar… Gitti, anlaşmışlar. Ertesi gün Dandır’a gittik. Öğleye kadar traş ettik. Orada Dedemin teyze oğlusu var, Cepli Ahmet derler. Öğlen üstü çıktı geldi, ‘Oo Berber hoşgeldiniz’ dedi Ustaya. Hoşbeşten sonra beni tanıtarak ona emanet etti. ‘Senin yeğenindir, sahip ol ha!’ diye de üsteledi. Bir iki lakırdıdan sonra Cepli Ahmet ‘Berber iyi dekgeldiniz, Yengen gatmer ediyor, gidelim sıcak sıcak yiyelim’ diye bizi eve buyur etti.

    Gittik, katmeri yedik. Oradan tam çıktık, korucu geldi, Muhtar bizi çağırıyormuş. ‘Gidelim bakalım’ dedi Usta… Vardık… Muhtarın tavrı değişik… ‘Daha bugün geldiniz, hemen evlere daldınız!’… Ustam bu söze bozuldu; ama izahat istedi: ‘Ne demek istedin Ali?’… Muhtar açıklama yerine sözünü tekrarladı ‘Hemen eve daldınız!’… Orada Ustamın celalli yüzüne tanık oldum. ‘Bana bak Ali!’ dedi, ‘Ben senin gibi hırsız Kemiğin oğlu değilim! Eğretli Omarcıkların Arabın oğluyum. Beni kendin gibi südübozuk mu sandın!’ Ortalık buz gibi oldu. Bu sözlere cevap vermek için mecali olmayan Muhtarın araya girmesine fırsat vermeden devam etti. ‘Bu köyün namusu bizden sorulur. Çünkü sen hastalanceñ, karın veya kızkardeşin hasta var diye beni çağırdı… Ben hastayı traş için evine gelince karın veya bacına göz mü koyacağız!.. Ben Arabın oğluyum. Elli senedir berberlik yaparım, hiç böyle südübozuğa dekgelmedim.’… Böyle bağırıp çağırırken muhatabı Muhtardı. Sonra bana döndü, öfkeli sesine bir nebze şefkat katarak ‘Topla düzenleri oğlum, ben seni böyle çapsızlara yem etmem!’ dedi…

    ÖNCEK DUASI

    Dandır’dan olaylı bir şekilde döndük geldik. Yine onun dükkandayız. ‘Şimdi ne olacak Usta?’ diye biraz da endişeli sordum. Babamı çağırttı, ben dükkanda çalışırken ikisi birlikte çıkıp gittiler. ‘Hayay şuraya gidiyoruz’ da demediler… Akşama yakın geldiler. Meğer Afyon’a gidip bana düzen almışlar, sonradan öğrendik. ‘Akşama sizin odaya bir sandık lokum al gel’ dedi.

    Odaya lokumu götürdüğümde Dedem de şaşırdı ‘Hayrola oğlum?’ diye sordu; ben de bir şey bilmiyorum ki. ‘Bilmiyorum Dede’ dedim. Sonra Usta geldi, Körhoca Emmiyi çağırmamı istedi. Çağırdım geldim. Beş on kişi oldular… Usta Körhocaya döndü, ‘Hocam, bugünden itibaren Ahmet, usta oldu, duasını yapıver de önceğini kuşatalım. Dükkanını açsın, usta olarak görelim artık.’ dedi. Dua edildi, Usta peştemalı kucağıma atıp ‘Hayırlı olsun’ dedi… Berber olmuştum… Ertesi gün Aliyelerin Odaya dükkanı açtık.

     Aliyelerin Odada iki sene çalıştım. O sırada Dedem ‘İki yetimi başgöz edeceğim’ demiş. Bu durum bana intikal ettirildi. Ben buna pek yanaşmadım, Amcam da ‘Olmaz!’ demiş. Dedem Amcama ‘Almayacak olan da vermeyecek olan da burada durmasın!’ diye kestiririp atmış. Buna karşılık Amcam Dedeme bir şey diyememiş; ama vasıtalı olarak bana sordurdu. Olmaz falan dedim… Dedim amma; gocagapıda Yengemi karşılayışım, kucağıma bebeği bırakması, bana vereceğini söylemesi… kafama dank etti…

    Bir müddet sonra da Gadıngız Ninesi beni çağırmış. Vardım, hasta yatıyor. Bir ara evde Nineyle başbaşa kaldık. Bana döndü ve ‘Oğlum, Neslihan sana emanet…’ dedi… Dedi ve ertesi gün vefat etti. O zaman kafama koydum, kendisinin fikrini soracaktım… Sordum da… ‘Büyükler böyle düşünüyorlar, senin düşüncen ne? Bu senin ve benim hayatım, sonra el yüzüne çıkmayalım… Gönlün yoksa sen belki bir şey diyemezsin; ama ben olmaz diyebilirim’ dedim…

    ‘Zehra Ninem de benim yanımda kızımı Ahmet’e verin dedi. Anam hastaneye giderken Nineme böyle söylemiş. Sen bilirsin…’  Cevap böyle olunca tutulacak yol belliydi. Durumu Dedemin kılavuza söyledim. Ertesi gün Dedem meclisi topladı, üçüncü gün Afyon’a Nüfus Müdürlüğüne gidilip muamele yapıldı. O zaman onbeş gün ilan müddeti vardı. Müddet bitti, hemen alışveriş oldu…
    - Davul mu tutacaksın, çalgı mı? diye sordu Dedem.
    - Çalgı, dedim.
    - Hemen git Gocagafaya, o biliyor. Çalgıları tutacakmışsın Dayı, de…

    Dedemin direktifleri doğrultusunda Gocagafaya vardım, ‘böyle böyle’ dedim. ‘Tamam yeğenim’ dedi.

    Fakat Amcam bana kızdı. Bir hafta sonra Keçilerin Mevlüt’ün düğünü var, beraber davul tutalım diye sözleşmişler. ‘Çalgı çok para, davul daha ekonomik’ dedi… Orada Amcama çok patavatsızca bir laf ettim, ‘Nerede görülmüş kayınpederin damada davul/çalgı tutması’ dedim… Amcam bozuldu. Dedem araya girdi, ‘Hasan, ben dedim, sen esnaf adamsın, çalgı tut diye…’ Sustu, konu kapandı; ama evlendikten üç dört ay sonraya kadar Amcam bana karşı sıcak durmadı.

    BİR GARİP MÜCÜDE

    Evlendiğimizin ertesi günü candırma geldi.
    - Berber mücüde, sana iyi bir haber getirdim. Düğün baklavasından bir tabak getir mücüdelik.
    - Le Gardeşim, eveli gün odada yidiñiz ya…
    - O zamankiler yaktığımız mermiler içindi. Şimdiki ayrı bir sürpriz mücüde için…

    Baklavayı verdim. ‘Gözünaydın’ diyerek elime bir kağıt tutuşturdu… Asker kağıdı… 2 Şubat 1970 günü şubeden sülüsünü al… Moralim bozuldu.

    Beni asık suratlı görünce Dedem endişeyle karışık meraklandı.  Ona da tekazelendim ‘Ben sana demedim mi evlenmeyeceğim diye…’ Her zamanki rahatlatıcı sükunetini devreye soktu. ‘Acele etme oğlum, haleyola gonur bakam.’ dedi ve hemen Babamı çağırttı. Ona da Şubeye gitmesini, büyük oğlunun askerde olduğu, o gelene kadar Ahmet’in celbinin ertelenmesi hususunda istida vermesini söyledi.

    Babam bir dilekçe yazıp Şubeye verdi, sekiz ay ertelediler. Gerçekten de işler haleyola gondu…

                                                                                                                                                 Devamını oku...

28 Haziran 2022

Kuyudaki Çoban

    Ahmet KABADAYI 
    [Berber Emmim Anıtkaya'ya son gelişinde yine eli boş değildi. Bu sefer bir tomar kağıda yaşam öyküsünü yazmış. İlk bölümde giriş ve çobanlık devresi var.]
 

                YETİMLER TAYFASI

      Mazinin Ömer’in torunları; Salih ve Sabire’den olma altı, Hasan ve Ümmühan’dan olma iki… Bir erkek bir kız Hasan’ın, iki erkek dört kız Salih’in…

      Salih’in erkeklerin biri onüç, diğeri onbir yaşında… Kızların yaşları ise dokuz, yedi, beş… en küçükleri de yedi aylık… Arada bir oğlan da ölmüş…

       Hasan’ınkiler büyük olan kız dokuz yaşında, erkek dört…

      Yetimler ordusu… Evde dokuz yetim ve üç dul adam; Ninem öldü, Dedem dul; Anam öldü, babam dul; Yengem öldü, Amcam dul… Üç dul adam, dokuz yetim çocuk…

      Harmanda mahsül çok, hayvan çok… Babam ileşberlik aletlerini kendi yapardı. Masuz 8-10 yaş arası çocuklar hakından gelebilsin diye küçük küçük yapardı. Mesela dırmık yapardı, normalinden daha küçük… Büyüklerin çektiğinin yarısı kadar filan…

      Öksüzlüğün en büyük darbesini kız kardeşlerim yedi. İkisinin başları yara oldu. Çıban çıktı, saçları döküldü. Tam bir yıl kafalarını usturayla kazıdık. Kız çocuğunun saçsız olmasının ne demek olduğunu herhalde en iyi kadınlar bilir… Birisi böbrek rahatsızlığına yakalandı, yirmi senedir diyalize giriyor. Amcamın kızı da böbrek sorunları, diyaliz derken vefat etti gitti. En küçük taze öksüzü babam geceleri dışarı çıkarırdı, uyutabilmek için. Şimdilerde onun sağlığı bari iyi…

      Salih’in erkek çocuklarına gelelim… Büyük oğlu Hasan Hüseyin, Hassönlerden Tatıresilin Mahmut’un kızıyla, yani halasının kızı Şerife Hanımla evlendi. Ömer, Mehmet ve Sabire isminde üç çocuğu var… Ömer Mılıklar (Çatkuyu)dan Raziye ile evlendi, Şerife ve Hasan Hüseyin isimlerinde iki çocuğu var… Mehmet ise Mılıklar (İğdeli) Köyünden evlendi, Hasan Hüseyin ve Muhammed Ali adlı iki oğlu var…  Ömer ile Mehmet’in kızkardeşleri Sabire bekar, evlenmedi.

     Gelelim küçük oğlu Ahmet’e… Hasan Amcasının öksüz kalan kızı Neslihan ile evlendi. Bir kız dört oğlan, beş çocuğu oldu. Üçü küçükken öldü… Büyük oğlu Adem, Döğer Kasabasından Şule Hanım’la evli. Üç kızı var; Özlem, Gizem, İrem… Küçük oğlu Salih, İdirizlerin Gıdakmehmetin kızıyla evli. Dört çocuğu oldu; ikizler Ahmet ile Neslihan sonra Mehmet ve en küçüğü Ali Eymen…

    Hasan Amcamın Neslihan’ın kardeşi Hüseyin var… Kayseri’den Gülbin Hanımla evlendi. İki oğlu bir kızı var; Sinan, Ümmühan ve Metehan… Neslihan’ın anası ölünce, babası Küçükhöyük Köyünden ikinci evlilik yapıp Hanife Hanımla evlendi. Ondan da Mehmet Ali ve Habip isimlerinde iki oğlu oldu.

      Bu girişten sonra Ahmet Kabadayı’nın yaşam hikayesine geçelim.
 

      EKMEK HELVASI

      Yaş iki veya üç… Hayal meyal hatırladığım, babam abim Hasan Hüseyin ile beni eşeğin sırtındaki heybeye koyup ağıla götürürdü. Ağıl İdirizlerin Gocaosmanın idi, Böbüler ilkin orada duruyordu. Sonra oranın altına kendi ağılımızı yaptık.

      Beş- beş buçuk yaşlarımda filan iken, Muzaffer benim elimden tuttu koyun sürdürüyor. Ahmet Çavuş koyunlarını bize katım katacakmış. Sonra Kelsaleğin Mehmet rahmetli geldi. Üçümüz koyunları süre eğlene bizim ağıla vardık. Tabi onlar benden altı yedi yaş büyükler… Ağıla vardık ama; anahtar yok… Kapıyı açmak için taş topladık, bir saate yakın taşladık. Tabi ki kapı açılmadı… 

      Gün inerken Amcam Gocahasan geldi. Sürüyü kendi haline bırakmış, koyunlar tek sıra olmuş dere boyundan geliyor…  Köpekler de sürüyü bırakıp Amcamla birlikte ağıla geldiler. Bu ara Güdüğizzetin ağıldan doğru bir canavar, o zamanlar canavar derlerdi sonraları adı kurt oldu, neyse canavar sürüden bir koyun kaptı, kaçmaya başladı. Amcam bağırdı. Onun sesine köpekler canavarı kovalamaya başladı. Koyun canavarın ağzında, köpekler onun arkasında… Ağzındaki koyun canavara ağır geldi. Baktı köpekler geliyor, koyunu yere çarptı, karnını yırttı. Belinden tutup işkembesini silkeledi. Yükü hafifleyince kalktı gitti, köpekler yetişemedi velhasıl…

      O gün ağılda yattık. Amcam bize ekmek içinden helva yaptı. O helvanın lezzetini hiç unutmadım. Yanımdakiler de unutmamış. Ağıl lafını duyduğumuzda sırf o helva hatırına biz de gitmek isterdik. Millet gidiş hazırlığı yaparken ‘Amcama helva yaptırırız’ hülyasıyla ağlar, ‘Biz de gideceğiz’ diye tuttururduk…
 

      BÜYÜYÜNCE BENİM OLACAK

      Altı yaşımda filan olmalıyım. Aylardan Kasım gibi… Evimizin hayat kısmında sekiz on kadın bulgur çekiyor. O zaman bizim nüfus, yirmibeşi aşkın; yetmiş teneke filan bulgur kaynatırlardı… O sıra bizim gocagapı açıldı. Bulgur çeken kadınlardan birisi bana döndü ‘Bak, Yengen sana böbek getiriyor’ dedi… Koştum Yengeme, ‘Bana böbek mi getirdin?’ diye sordum. ‘Evet, sana böbek getirdim’ deyip elindeki şeyi kucağıma verdi ve ekledi: ‘Ona iyi bak, büyüyünce sana vereceğim.’…

      Nedense o böbeğe hiç kıyamazdım. Yengemin beş altı çocuğu daha oldu; ama hepsi öldü, bir o kaldı. Herkes ‘Ümmühan’ın çocuğu yaşamıyor’ derdi. Sonra Hüseyin oldu, o bir iki yaşlarına geldi… Yengem yedi veya sekizinci çocuğuna hamileyken onunla beraber 6 Haziran 1967 günü öldü… Zaten Anam da 6 Haziran 1963’te öldü… Ninem ise daha önce, 1962 Kasım sonunda ölmüştü…

     Dedem dul, Babam dul, Hasan Amcam dul… Akabinde Veli Amcam da ‘Ben sizin çocuklarınıza bakamam’ dedi, ayrıldı. Kaldı üç dul adam, sekiz yetim baş başa… Neyse o başka bir mevzu, yukarıda anlatmıştık…
 

      İNTİKAM

      Ben geldim sekiz dokuz yaşıma. Veli Emmim askere gitti. Koyuna çoban lazım, Turabilerin Doruk Mehmet Dayıyı çoban tuttular. Bu ara ileşberlik ağırlaştı ve de kadın kalmadı… ‘Ahmet kuzuyu ağılın yanında çevirir’ dediler. Güdüğizzetin Nuri benden biraz büyük. Onunla kuzuyu karıştırıp Yataklardan Çirçire yayarak gece gidiyoruz, Çirçirden hayvanı suluyoruz, sabaha kadar geri ağıla dönüyoruz.

     Bu ara Hatiplerin Godalemin ve Hassönlerin Gırhasan da Örende Hatiplerin ağılda kalıyorlar. Kendileri Çirçirden malları suleyip Çayırözlerine gidiyorlar; ama biz gelmeyelim diye de çeşmenin aharlarını boşaltıyorlar… Varıyoruz, su yok; aharların dolmasını bekliyoruz. Sabah gelirken de Nuri boşaltıyor aharları. Ben çocuğum, üç dört gün böyle devam etti.  

      Bir gün beklemişler… Nuri de bana ‘Delikleri aç, aharlar boşalsın’ dedi. Ben boşaltırken Emin ile Gırhasan geldiler. Gırhasan değneğe yaslandı, hiç seslenmiyor, gülüyor. Emin beni dövüyor, ne Gırhasan ne Nuri hiç ses çıkarmıyorlar… Baya bi dayak yedim, usanasıya kadar dövdü beni… Sonra gittiler.

      Nuri dedi ‘Biz bunlardan intikam alalım.’... Nasıl edelim… ‘Kimse bizden şüphelenmez; biz buralara onlardan sonra geliyoruz, onlardan önce gidiyoruz. Nohut mısır yayarız, onlar yaptı deriz.’ Başladık nohut mısır, ne dekgeldiyse yaymeye… Müdüroğlunun Çapar, Patlakların Hüseyin, Garaguzuların Koreli Mehmet mahsul bekçisi. Yalnız ziyan yayanı bulamazlarsa zarar onlara ait. Onun için hiçbir ziyan faili meçhul kalmıyor. Mecbur ziyan yayanı bulacaklar, yoksa kendileri ödeyecek. Bekçi çadırını da Morukluya kurdular. Nuri ile benden şüphelenmiyorlar… Orada kim kim var, Gırhasanla Emin… Delikanlı adamlar, yaymamışlardır; ama zararı cepten ödememek için…  Falanın nohutu yaydılar, kes zararı Gırhasanla Emin’e… İkisi de Hak evine vardılar, Allah bizi affetsin.

      Bir dönem de böyle geçti… O kadar büyümüşüm ve aklıbaşında biriymişim ki gece kuzunun arkasında gezerken, ayağımdan yemeniler çıkmış haberim yok… Bir zaman sonra ayağımda ayakkabı olmadığını fark ettim. Nuri ‘Sabahtan buluruz’ dedi. Dediği gibi sabahleyin gitti, gece gezdiğimiz yerlerden ayakkabıları buldu geldi. Onda öyle bir yer ve yön bilgisi vardı; gece dibine tuvaletini yaptığı ormanı sonradan gidip bulabilirdi…

      Ağıldan indik; ama yine kuzuya çoban yok… Arapların Gözelali nurlarda yatsın, rahmetli Güdüğizzette bekar… Dedem Gözelaliye tembihlemiş. O zaman köyde kuzular hariç, kırkbeş elli koyun sürüsü var… Gözelali kuzuyu evden geç çıkarmamı söylerdi. Gün inmeye yarım saat kala filan çıkarırdım. O Gaymaktekkesi civarında koyunu oyalar, akşam olur ben varırım. Bağlarınarkasına Gocadereye ineriz. Benim kuzuyu kendi koyununun içine katar. Kepineğin göpçüklerini bibirine geçirir, çuval gibi yapar, beni içine sarıp yatırır ‘Ben gelesiye kadar kalkma, arkamızda sürü kalmadı, korkma yat. Ben seni sabah kaldırırım.’ derdi. Sabah şafakla gelirdi. Kuzuyu koyundan seçer, bana da ‘Sür Köye doğru, Hendekarasına koyunlar girmeden’ derdi. Bendeki çocuk keyfi…  Sanki bütün gece kendim gütmüşüm gibi gasalarak yürüyor, köye kuzu çobanı olarak giriyordum. Aşağı yukarı birbuçuk ay Gözelali beni böyle idare etti.
 

      KUYUDAKİ ÇOBAN

      Harman kalktı, koçları ayırdılar. Buyol da koç çobanı olmamı istiyorlar. Tabi abim pulluk falan tutabildiği için onu tarlaya götürüyorlar. Koçlar bize kaldı… Önüme kattım, Buñara doğru vardım. Arkadan Garapaçaların Mehmet Çetin geliyor, O da Hacıların Kelsaleğin koçları güdüyor. İki çocuk karıştırdık, önümüzde oldu elli atmış koç, teke; Çorbeciguyusunun yanına vardık. Gobakların İzzet Kupan geldi, lafa daldık, onunkiler de karıştı. Bağlarınaltındaki kuyuya vardık. Arkamızdan Çerçilerin Hilmi geldi, derken Çolağın Salim geldi… Kuyunun başına toplandık, oyuna daldık.

     Tabi sürümüz çoğaldı, neredeyse ikiyüzelliyi geçti. Böbülerin, Kelsaleğin, Gobakların Halibramın, Çerçilerin, Çolakların… Bir de bunun üstüne Yeşilömerlerin Ali Osman geldi, olduk altı kişi… Hepimiz çocuk yaştayız..

      Kendimizi oyuna kaptırdık. O kadar tatlı ki oyun, hayvanları unuttuk. Belki üç dört saat aklımıza bile gelmedi. E bu hayvanlar bir sürüye ait değil ki karıştıkları gibi parçalanmışlar. Kimisi Körguyuya doğru, kimisi Çolağınçeşmeye doğru, bir grup da Tekgeyerine doğru… Her biri bi yana dağılmış. Yalnız hiç biri hayvanlarını doğru dürüst tanımıyor.

      Oyun esnasında ben Çerçilerin Hilmi’nin değneğini kuyuya attım. Çolağın Salim de benim şapgeyi attı… Dediler, ‘Kuyuya kim inip, şapkayla değneği alırsa O, hayvanları çevirmekten muaf olacak.’ Hayvan çok dağınık, ödül iyi; lakin kimse kuyuya inmek istemiyor. Yok sen in, yok ben ineyim derken, bende karar kılındı.

      Ben kuyuya inerken onlar da kağıt oynamaya başlamıştı. Hilmi’nin değneği aldım, şapkamı da geydim; yosunlu duvarlardan yapışarak çıkıyorum. Tam kuyunun bileziğine geldim ‘Değneği alın…’ diyordum, adamlar oyuna dalıp beni unutmuş. Ayağım kaydı, kuyunun ağzından tekrar dibine düştüm. Allahtan kuyunun dibini boylarken bir yere çarpmamıştım… Ayağım tabana değdi, su beni geri kaldırdı. Sadece başım su üstünde, ellerimle duvardan yapıştım.

      Ben dibe düşünce, su kuyunun ağzından taşmış da bizimkiler durumdan öyle haberdar olmuş. Şimdi vaziyet şöyle: Suyun içindeki benim sadece kafamı görüyorlar. Hepsi de kuyunun başına toplanmış bana bakıyorlar; ama beni öldü sanıyorlar. Konuşmalarından anlıyorum bunu; çünkü ‘Öldü… Kaçalım… Siz kakdınız derler…’ diye mâlihülyaya dalmışlar… ‘Ben ölmedim, yaşıyorum!’ diye bağırıyorum, kendi şamatalarından beni duymuyorlar. Ben onları duyuyorum; ama sesimi duyuramıyorum. Kabus gibi…

      Sonunda duydular… Buyol da kovayı sallıyorlar ‘İçine gir, biz seni çekeriz’ diyorlar…  Buyol da ben korktum ‘Çekemezler, kuyu sereñli olduğu için beni kovayla daldırıp öldürürler’ diye… ‘Ben kendim çıkarım’ dedim… O zaman elbiselerde sekiz on yamalık var. Suyu aldı, elbiseler de hışır gibi oldu… Zor zahmet çıktım.

     ‘Köye giden’ diyorum, yollamıyorlar. Soyundum, elbiseleri astık. Anadan doğma çıplak kaldım.  Kuzu güderken Dedem bana göre bir kepinek yaptırmıştı, onun içine girdim, bekliyorum.

      Bu ara tabi gün indi, arkadaşlar hayvanları topladılar. Ama kim kimin hayvanı olduğu bilmiyorlar. Ben önce bizimkileri ayırdım, sonra Kelsaleğinkileri de ayırdım. Güç bela Yeşilömerlerinkini de ayırdım. Salim ‘Ben bizimkileri bilirim’ dedi. ‘Öyleyse gerisini İzzet’le Hilmi kendileri ayırırlar’ deyip yola düştük.

      Zaman nasıl geçmiş bilemedik, Yatsı camicileri falan dağılmış. Tabi evdekiler merakta… Eve kepinekle girdim, çıplak… Anam hemen fırladı ‘Ne bu hal oğlum!’… ‘Yok bişey’ dedim… Dedim ama, ardından ağlamaya başladım… Ninem, ‘Oğlum kavga mı ettin, ne oldu sana?’… ‘Kuyuya düştüm’ dedim. Onlar ne kuyusu falan derken, Anam ‘Kim kakdı, hangı guyuya!’ diye sorgu suali derinleştirdi. ‘Fatma Ninenin kuyuya’ dedim…

      Olayın boyutu değişti. Anam feryat içinde ‘Yumruk kadar çocuklara büyüklerden fazla iş gösderiyorsunuz!’ diyor. Ninemle Babam da ‘Böyle böyle hayatı öğrenecekler’ diye anamı sakinleştirmeye çalışıyorlar. ‘Ana ben artık büyüdüm, okulu bitirdim, oniki yaşıma girdim, korkma’ diyorum… Dinleyen kim... Herhalde çobanlığım kuyuda bitti...

                                                                                                            Devamını oku...

27 Haziran 2022

Manavlar

 


    Hacımahmutoğlu  Ahmet Ağa'nın ortanca oğlu, 1832 doğumlu Mustafa'dan devam edelim... İsmihan Hanım ile evleniyor. Onların da bir kız üç oğulları oldu, Kızları Şerife'yi Sağırların Salih'e verdiler. Büyük oğulları Yusuf, Hasan kızı Şerife ile evlenip Cingenalilerin Süleyman ile bacanak oldu; Etem ile Şimbileminin dedesi oluyor.

    Mustafa-İsmihan'ın ortanca oğulları Ahmet'e geldik. Büyük oğlu Yusuf'un çocuklarında göremediğimiz İsmihan adına Ahmet neslinde sık rastlayacağız.

    Ahmet 1860 yılında doğdu. Apdıramanların Molla Mustafa kızı Emine ile evlendi. Emine Hanım, Molla Mustafa'nın 11 kızından biridir. Tespit edilebilen diğerleri: Hacemirlah ninesi, Cavaların ninesi, Haytanın anası, Çakırosmanın ninesidir. Bu 11 kızın tek erkek kardeşi olan Hüseyin, hem amcaoğulları hem de abileridir; Güdükhüseyin olarak bilinir... Hacımahmutların Ahmet, Emine Hanım ile evlenince böyle bir akrabalık ağı kendiliğinden örülmüş oldu...

    93 Harbinden sonra Balkanlardan Anadolu'ya geriye göç hızlandı. Gelenlere 'macur' dendi. Muhacirler ise yerli halka 'manav' derlerdi. Bu tabir sonradan genelleşti, artık macur olmayan herkes manavdı... Eğret'te de macur çoğalınca insanları ayırt etmek için bu sözcüklere başvuruluyordu. Misal, bacanağı Cava İbrahim macur idi; bir şekilde Hacımahmutoğlu Ahmet'i de onlardan ayırmak için 'Manav Ahmet' demeye başladılar. Zamanla bu lakap sülalenin adına dönüştü...

    Emine Hanım ile evlendikten sonra Manav Ahmet'in çocuklarında Emine adı çok duyulacak. Üç oğlan bir kızları oldu. Kızlarına ninesi İsmihan adını verdiler. Oğlanların isimleri de Mustafa, Mahmut ve Mehmet'tir; hepsi de dedelerinde karşılığı olan isimler... 

    Apdıramanların Hacı Emrullah'ın çocuğu yoktu. Zığlalı Şaban oğlu Abdullah'ı evlat edindi. Bu Abdullah, Molla Mustafa'nın 11 kızından biri olan Ümmühan'ın oğludur. Eğret'e geldikten sonra kendisine 'Gazcı' lakabı takılmıştı. Manav Ahmet'in tek kızı İsmihan'ı Gazcı Abdullah'a verince esasında teyze çocuklarını evermiş oldular. İleride bu evlilikten Hacemirlah Onay doğacak...

    Manavın Körlan

    Manav Ahmet'in büyük oğlu Mustafa 1892 yılında doğdu. Bir gözü sakatlanınca 'Kör Mısdıfa' veya 'Manavın Körlan' diye lakaplandı. Apdıramanların Güdükhüseyin kızı Kezban ile evlendi. Hatırlanacağı üzere Güdükhüseyin, Mustafa'nın dayısı oluyor. 

    Dayısının kızı Kezban ile evlenen Körmısdıfanın 1910 yılında bir kızı oldu, ona kendi ninesinin ismi olan İsmihan adını koydu. Bu büyük kızı İsmihan, Gademlerin Körahmetin eşi olacaktır...

    Körlanın ilk eşi Kezban Hanım vefat ettikten sonra, Emiralilerin Mehmet kızı Ümmühan ile evlendi. Ümmühan Hanım, Yeşilömerin yeğenidir; Veyislerden Ösüzömerin anasının amcasıyla evliydi, O harpten dönemeyince dul kalmıştı. Böylece Manavın Körlanın ikinci eşi oldu...

    İkinci eşi Ümmühan Hanımdan da Emine ve Şerife adlarında iki kızı ve Ahmet adında bir oğlu oldu. 1920 Doğumlu Ahmet sekiz yaşındayken vefat etti. Kızlardan Emine Körmısdıfanın, Şerife de Ümmühan Hanımın ana adı oluyor. Bu çocuklar daha küçükken Ümmühan Hanım da vefat etti... 

    Öksüzlere bakar diye çocukların teyzesi Ayşe ile evlendi. 1927 Yılında, geçinemedikleri için ayrıldılar. Bu olay mahkeme kayıtlarına şöyle yansıdı:

Hacımahmutoğlu Ahmet oğlu Mustafa tarafından Hukuk Mahkemesine verilen 20 Nisan 1927 tarihli dilekçede, eşi Ayşe ile geçinemedikleri için ikisinin de rızasıyla boşanmak istedikleri, buna göre nikahlarının feshedilmesini talep etmiş; ancak tarafların belirlenen günde duruşmaya katılmadıkları görülmüştür. 
24 Mayıs Tarihli ikinci dilekçesinde, bu sefer çocukları olmadığı için kendi rızalarıyla boşanmak istediklerini beyan etmiş; bu gerekçe yasal bulunmadığı için dava 26 Haziran 1927 tarihinde reddedilmiştir.

    Bu ret kararına rağmen Ayşe Hanım ile Hacımahmutoğlu Mustafa'nın yine de ayrıldıkları anlaşılıyor... Son olarak Dandırlı Nimet Hanım ile evlendi. Bu arada Ümmühan Hanımdan olan kızları Emine, Körüslerin Garaömer eşi; Şerife de Macurali eşi olacaktır.

    Nimet Hanım ile evliliğinden de üç oğlan bir kız çocukları oldu. Kızı Nazik, Yılıkların Tenikeci Hüseyin eşi oldu. Yılıklar da Hacımahmutlardan... 

    Aziz Öztürk
    Üç oğlunun büyüğüne Aziz adını koydular. 1930 Yılında doğan Manavların Aziz, Pambıklardan Yusuf kızı Rabia ile evlendi. Rabia Hanımın annesi Dandırlı idi, Aziz'in annesi de Dandırlı olunca belki oradan bir bağ kurulmuştur... 

    İki kız iki erkek, dört çocukları olduktan sonra, erken dönemde Afyon'a yerleştiler. Çocukların en büyükleri ve en küçükleri olan kızların adı Gülsüm ve Şerife.... İkisi de Pambıklara gitti; Gülsüm, Kadir Gözalıcı ve Şerife de Adnan Gözalıcı eşi oldu. 

    Oğlanlardan büyüğünün adı Halil, küçüğünün Mustafa; yani Körmısdıfanın adı... Anıtkaya dışından Afyonlu hanımlarla evlendiler. Eşlerinin adı Nimet. Afyon Sanayisinde iki kardeş birlikte iş kurdular, sonra Mustafa Sandıklı'ya yerleşti.

    Manavların Aziz 1994 yılında, eşi Rabia Hanım ise 2013 yılında vefat ettiler...

    Ahmet Öztürk
    Manavın Körlan, 1934 doğumlu ortanca oğluna babasının adı olan Ahmet ismini koydu. Bekçiali ile Habirimehmetin ablaları Ayşe Hanım ile evlendi. Berberlerin Emin ve Alçakların Adem ile bacanak oldular. İki oğlan dört kız çocukları oldu. Bunlar Halil İbrahim, Kezban, Mahmut, Fadime, Elveda ve Zeliha (Zele)dir. 

    Büyük kızları Kezban, Davılcı Patlakibramın oğlu Osman Patlar eşi oldu. Anaları ikisi de Osmanköylü olmakla Osman ile Kezban'ın yakınlığı bulunuyor. Ayrıyeten ve daha önemlisi, Kezban'ın anneannesi ile Osman'ın babası kardeş...

    İkinci kızı Fadime, Buydeycigadirin Palavur (Musatafa Dadak) eşidir. Davılcının ilk karısı Buydeycigadirin halası oluyor; bağlantı buradan...

    Üçüncü kızı Elveda, Bekçialinin oğlu Musa Boy eşidir; yani hala-dayı çocukları...

    En küçük kızı Zele'yi, bacanağı Alçakların Adem As'a evlatlık verdi. Orada büyüyen Zele, İsmailköylü İsmail'e gelin gitti...

    Manavların Ahmet'in büyük oğlu Halil İbrahim 1953'te doğdu. Hafif toplu, kilolu bir yapısı vardı. Bu haliyle bir dönem tv dizisindeki karaktere benzediği için 'Has' lakabı takıldı. İsmini bile bilmeyenler onu Has diye çağırırdı. Tahtalının kızı Emine ile evlendi, Kelidirizin Delidavut ile bacanak oldular... Dilek, Yasemin, Emel ve Gülsevin isimlerinde dört kızı ve Mahmut adında bir oğlu oldu. Hasın 1995'te vefatından bir süre sonra eşi Emine Hanım da 2003 yılında vefat etti...

    Hasın küçüğü olan Manavların Ahmet'in ikinci oğlu, Mahmut adını taşıyordu. Bu isim hem sülaleye adını veren Hacımahmut hem de dedesi Körmısdıfanın genç iken vefat eden kardeşinin yadigarıdır. Kader burada da tecelli etti, Mahmut henüz bekarken 1979'da vefat etti. Hasın tek oğlu Mahmut'a, biraz da erken ölen amcası sebebiyle o isim konulmuş olmalı...

    Manavların Ahmet beygir koşardı. Zaman zaman arabasına sardığı samanı Afyon'da günübirlik satar gelirdi. Böyle bir saman seferi sırasında trafik kazasında vefat etti. Yıl, 1979 idi... Eşi Ayşe Hanımın vefatı ise 2003 yılında... Buradaki ilginç durum şu: Baba oğul Manavların Ahmet ile Mahmut 1979'da, gelin kaynana Ayşe Hanım ile Emine Hanım 2003 yılı içinde vefat ettiler...

    Dodiri
    En küçük oğlunun adı Mehmet Ali... Lakabı 'Dodiri' adının önüne geçti. Neden böyle lakaplandığı bilinmiyor; ama kendisinden sonraki iki kuşakta da bu lakap geçerliliğini sürdürüyor. Keskin kızı Ayşe Hanım ile evlendi, Boduğlunun Cemal ve Guzuguzu ile bacanak oldular...

    Uzun süre kamyoncu esnaflığı yaptı. İki kız bir oğlu var. Büyük kızına kendi ninesinin adı olan Emine ismini verdi. Emine, Omarcıklardan İsmail Sağlam eşidir. Küçük kızı Serpil Anıtkaya dışına, Afyon'a gelin oldu...

    Dodirinin tek oğlu Adem, Yetimlerin Mahmut kızı Fadime ile evlendi. Askerliğini yaptığı sırada babası vefat etti. İkinci nesil Dodiri artık Adem idi. Baba mesleği şoförlüğü sürdürdü. Üç oğlu oldu; Mehmet Ali, Mahmut ve Arda... Mehmet Ali Dodiri dedesinin adını taşıyor ve doğal olarak üçüncü kuşak Dodiri diye tanınıyor. Garaburunun Adem kızıyla evlendi, Anıtkaya'da oturuyor... Ortanca oğlu, hem ana-dedesinin hem  Manavların Ahmet'in genç yaşta vefat eden oğlunun, hem de dipteki Hacımahmutun adını taşıyor. Yörüğoğluların Gurtluahmet torunuyla evlendi, vazifesi dışarıda...

    Dodiri 1988 yılında; eşi Ayşe Hanım ise otuz yıl sonra, 2017'de vefat ettiler...

    Körmısdıfa dört defa evlendi, üç hanımından toplam sekiz çocuğu oldu. 1969 Yılında öldüğünde 77 yaşındaydı. Son eşi Dandırlı Nimet Hanım ise 1985 yılında küçük oğlu Dodirinin evinde vefat etti...

    Gızmehmet

    Manav Ahmet'in ortanca oğlu Mahmut 1897 yılında doğdu. Evlilik kaydı ve başka bir bilgi bulunmayışından genç yaşta vefat ettiği anlaşılıyor.

    1902 yılında doğan en küçük oğlu, dip dede Hacımahmutoğlu Mehmet Ağanın adını almış. Zamanla 'Gızmehmet' lakabı takıldı. 

    Önce Küpelilerin Ali kızı Kezban Hanımla evlenen Mehmet'in Satı adını koyduğu bir kızı ve Mahmut adını verdiği bir oğlu dünyaya geldi. Sonra eşi Kezban Hanım vefat etti. Bu arada başka bir hanımla daha evlendiyse de kısa süren bu evlilikten çocuğu yok. Kızı Satı, Çatalların Yarımağa İbrahim eşi oldu. 1929 Doğumlu Mahmut'un kaydı düşülmemiş, ama küçük yaşta öldüğü tahmin ediliyor...

    Gızmehmet üçüncü defa Omarcıkların Altındiş kızı Hacer Hanım ile evlendi. Ayağındaki aksaklık sebebiyle 'Topal Hacer' diyorlardı hanımına. Bu evlilik sebebiyle Böbülerin Salih ile bacanak oldular... Altı çocuğunu Hacer Hanım doğurdu. İkisi erkek dördü kız olan bu çocukların isimleri: Emine, Ahmet, Selime, İsmihan, Müzeyyen ve Veli'dir... (1942 Doğumlu bir Veli'nin daha kaydı var ki beş yaşındayken vefat etmiş.) 

    Kızları; Emine, Sakızcıların Mehmet Ali Öztürk eşi; Selime, Tellilerin Nazmi Öztürk eşi; İsmihan, Arapların Kalpsiz (Hüseyin Tok) eşi; Müzeyyen de Kelahmetlerin Bahattin Azbay eşi oldular...

    Büyük oğluna babası Manav Ahmetin adını koydu. Sıntırırmızan kızı Havva ile evlenen Ahmet'in Sultan adını koyduğu bir kızı dünyaya geldi. Sultan daha çok küçükken, Manavların Gızmehmetin Ahmet, eniştesi Mehmet Ali ile birlikte trafik kazasında vefat etti. Yıl, 1975 idi... Kızı Sultan, yıllar sonra Velciklerin Hüseyin Yavuz eşi oldu...

    Küçük oğlu 1956 yılında doğdu. Önce adını İdris koydular, çünkü Avren (Akören)deki İdris Dede adlı yatıra satılmıştı. Sonra Avren'den Garen (Kayıhan)a geçildi ve oradaki Hayran Veli türbesi daha baskın gelince adını Veli olarak değiştirdiler... Tabi 1947'de ölen abisinin adı da Veli olduğunu unutmamak lazım...

    Veli, Paşagızılar Egehasan kızı Satı ile evlendi. Erken dönemde Afyon'a yerleşti. İkisi kız üçü oğlan beş çocukları var; Ahmet, Hacer, Melike, Mehmet ve Ayhan... Bu isimlerde Veli'nin anası, babası ve dedesinin adları seçilebiliyor...

    Gızmehmet, büyük oğlu Ahmet'in ölüm haberi geldikten bir kaç ay sonra, 1975'te vefat etti. Eşi Topalhacer ise uzun yıllar daha yaşadı ve 1997'de öldü...

    Manav Ahmetin çocuklarının oluşturduğu Manavlar sülalesi, diğer Hacımahmutlar gibi soyadı uygulamasında ÖZTÜRK soyismini aldılar...




24 Haziran 2022

Etemler ve Şimbil

 


    Hacımahmutoğlu Ahmet 1840'taki duruma göre Hacımahmutların Eğret'teki iki hanesinden birinin reisiydi. Üç oğlunun ortancası olan Mustafa, 1832 yılında doğmuştu. İsmihan Hanım ile evlendi. İbrahim kızı İsmihan Hanımın kimliği ve kimlerden olduğuna ilişkin baba adından başka bir bilgi bulunmuyor. Eldeki bilgiyi de Hacımahmutoğlu Mustafa'nın terekesinden öğreniyoruz. (Bu sınırlı bilgilerle İsmihan Hanımın Çatallardan olduğu tahminini yürütebiliriz, hepsi bu kadar.) Terekeye göre, vereseler arasında eşi İsmihan Hanımdan başka üç oğlu bir de kızı var. Kızı Şerife çocuklarının en küçüğü ve Hacımustafaların Hasan oğlu Salih eşidir. Salih'i Sağırlar sülalesinin atası olarak biliyoruz. Ortanca oğullar Ahmet ve Halil'den Manavlara, Garabacaklara ve Tellilere gidiliyor. 

    Büyük oğul Yusuf'a gelince... 1860 yılında doğdu. Önce  Çatallardan Ayşe ile evlendi. İki kızı oldu; Fatma ve Satı... (İleride Fatma, Söylemezoğlu Salih; Satı da Kinislioğlu Mehmet eşi olacaktır...) Ayşe Hanımın vefatından sonra Hasan kızı Şerife Hanım ile evlenerek Deliosmanlar/Cingenalilerin Süleyman ile bacanak oldu. 

    Hacımahmutların Yusuf ile Şerife  Hanımın dört oğlu oldu; 1901'de Yusuf, 1903'te Şükrü, 1907'de Mehmet ve 1909 yılında Abdullah doğdu. Büyük oğlu Yusuf Eminlerin kızı Halime ile evlendi, fakat taze evliyken vefat etti. Şükrü ve Mehmet ise daha evlenmemişlerdi. Hayatta kalabilen, en küçükleri Abdullah...

    Hacca gittikten sonra 'Hacı Yusuf' diye anılıyor ve bu lakap artık Hacımahmutların önüne geçiyor. Bundan sonra onun çocuklarına da artık bir süre Hacıyusuflar denilecek... Ta ki her biri kendi lakabını alana kadar...

    Ethem

    Hacıyusufların Abdullah'ın harbe katıldığı, harp bittikten sonra Manisa'dan Eğret'e yürüyerek döndüğüne yönelik anlatılanlarda bir gariplik var. 1909 doğumlu biri olarak onun katılabileceği bir savaş yok. En son savaş olarak kaydedilen İstiklal Harbi bittiğinde 13-14 yaşındaydı. Ya doğum tarihi daha eski, ya da bu anlatılanlar harpten değil normal askerlikten dönüştür...

    Eminlerden Halime ile evlendi. Hatırlanacaktır Halime Hanım, büyük abisi Yusuf’un eşiydi. Ondan dul kalınca Abdullah ile everiyorlar; o zamanlar böyle bir adet var… Mehmet Emin kızı Halime'nin üç kız kardeşi daha vardı. Bunların büyüğü Emine, Çatalların Halil İbrahim'e vardı; Hacızekeriyanın anasıdır... İkincisi Havva Gıdilerin Ahmet oğlu Mustafa'ya vardı; fakat kocası Cihan Harbinde kalınca Belce'ye kocaya gitti... En küçükleri Ümmühan ise Çanlı Hüseyin Karakaya eşidir... Abdullah adı geçen üç kişiyle bacanaktır... 

    Abdullah ile Halime Hanımın ilk çocukları kız idi; 1924 yılında doğan bu kıza Abdullah'ın ana adı olan Şerife ismini koydular. Ancak Şerife 1934 yılında vefat etti... Bu arada 1931'de doğan oğluna Ethem adını verdiler. Daha sonra 1937 yılında biri kız biri oğlan ikizleri oldu. Onlara da Emin ve Emine isimlerini verdiler. Bu isimlendirmelerde Eminlerin Mehmet Emin kızı Halime Hanımının etkisi olduğu açık... İkizlerden Emine çok yaşamadı, küçükken vefat etti...

    Abdullah'ın büyük oğluna lakap takılmasına gerek görülmedi; zira Eğret'te o ismi taşıyan başka kimse yoktu. İsmi aynı zamanda lakabı oldu. Neden böyle nadir bir isim konulduğu bilinmiyor. Belki Çerkes Ethem... 

Mantarlıkla Söğütcük arasından Çatalüyüğe doğru giderken, arayolun sağında yalnız bir ağaç karşınıza çıkar. Yakınlarında başka bir ağaç bulunmadığı için çok belirgindir. 'Etemin Azat' diye bilinen bu ağaç sebebiyle o mevki de 'Eteminazat' olmuştur. Ağacın içinde bulunduğu tarla Hacımahmutların Abdullah oğlu Ethem'indir de ondan...

    Ethem, Kumpirhasanın kızı Zeynep ile evlendi. Zeynep Hanım, Ethem'in halasının torunudur... Dört oğlan bir kızı olduktan sonra, 1970'te kendisi vefat etti. Çocuklarının isimleri Şükrü, Adem, Abdullah, Hasan ve Şükran... Abdullah, Ethem'in baba adı; Şükrü, erken ölen amcasının adı; Hasan, Kumpirhasan...

    Şükrü, Osmanköy'den evlendi, Kelahmetlerin Sait Azbay ile bacanak oldu. Adem, Eyüpçetin oğlu İbrahim Hocanın kızıyla evlenince Yonuzların Kerim oğlu Mehmet Ali ile bacanak oldu. Hasan'ın eşi, Almanyalıyaşarın kızı Fatma'dır. Abdullah ise Anıtkaya dışından evlendi... 

    Kumpirhasanın adını alan Hasan'ın evliliğinde dikkat çekici bir akrabalık söz konusu; çünkü eşi Fatma ile Hasan ikisi de anaları tarafından Kinislere bağlanırlar... Yasin ve Alperen adında iki oğulları var... Yasin, Manisalı Asiye ile evlenmiş; Kerim Güney adında bir oğlu var... İzmir'de yerleşikler...

    Önce Ethem'in büyük oğlu Şükrü İzmir'e gitti. Sonra sırayla Adem, Abdullah ve Hasan taşındılar. En sonunda anaları ve kızkardeşlerini de götürüp tamamen oraya yerleştiler. Şükran orada gelin oldu, anaları Zeynep 2014'te orada vefat etti. Şimdilerde Etemin Abdullah Öztürk, yılın büyük kısmını Anıtkaya'da geçiriyor...

    Şimbilemin

    Hacımahmutların Abdullah'ın küçük oğluna 'Şimbil Emin' dediler. Uyanık ve kurnaz olduğunu düşündükleri için bu lakabı takmışlar. 

    Önce Çanlının ortanca kızıyla evlendi. Teyzesinin kızı olan eşi çok erken vefat etti, henüz çocukları yoktu... Sonra Sağırların Kör Mustafa kızı Ayşe ile evlendi. Bu ikinci eşiyle de derin bir akrabalık var:

    -Sağırların Mustafa'nın ikinci eşi Hafize, Omarcıkların Mehmet kızı ve Altındişin kardeşidir. Anaları Ayşe de Eminlerin Hüseyin kızı.... Kısaca Ayşe'nin anneannesi ile Şimbilin ana-dedesi kardeş.
    -Daha önce Şimbilin dedesi olan Yusuf'un kardeşi Şerife, Sağırların Salih'e varmıştı. Hacımahmutlarla oradan kurulan akrabalık bu evlilikle pekişmiş oldu.

    Şimbil Emin ile Ayşe'nin üç kız bir oğlu oldu. Büyük kızı Fadime, Kedivelilerin Ahmet eşi oldu. Kediveliler de Hacımahmutlardan... Ayrıca Ahmet'in anneannesi ile Fadime'nin annesi kardeş...

    Ortanca kızı Hafize... Bu isim hem Şimbilin anneannesinin adı hem de Ayşe Hanımın anne adıdır, dönüp dolaşıp Eminlere dayanır... Hafize de Apdıramanların Kelhasanın torunu eşi oldu. Onların akrabalığı da anneleri tarafından...  

    Küçük kızına anası Halime'nin adını koydu. Anıtkaya dışına gelin olan Halime, Afyon'da eşiyle birlikte 2006 yılında vefat etti.

    Şimbilin tek oğlu Yusuf, dört çocuğunun ikincisidir. Büyük dedesinin adını taşıyan Yusuf, Cingenömerin kızıyla evlendi. Emin adında bir oğlu ve Şeyma adında bir kızı var. Anıtkaya'da yaşıyorlar...

    1937 Yılında doğan Şimbilemin, 2015'te vefat etti... Annesiyle babası ise 1969 ve 1970 yıllarında peş peşe vefat ettiler...

    Hacımahmutoğlu Hacı Yusuf'un en küçük ve sağ kalan oğlu Abdullah 1934 soyadı uygulamasında, Hacımahmutların diğer üyeleri gibi ÖZTÜRK soyadını aldı. Etemin oğulları ile Şimbilin oğlu bu soyadı taşıyorlar...




22 Haziran 2022

Hacımahmutlar

 

    Yirminci yüzyıl başlarında düzenlenen Eğret nüfus kütüğünde Hacımahmutoğlu Mehmet ailesi ilk sırada yer almış. Yaygın uygulama olarak, o sıradaki Muhtarın başa yazıldığını düşünürsek Hacımahmutoğlu Mehmet'in 1904 yılı Eğret Muhtarı olduğunu söyleyebiliriz. Bu tarihten 30 yıl sonraki Soyadı Kanunu uygulamasında Eğret Muhtarı yine Hacımahmutoğlu Mehmet; 30 yıl önceki Muhtarın torunu... Bu yüzden ÖZTÜRK soyadı Hacımahmutoğullarının oluyor.

    Bu iki Yirminci yüzyıl Muhtarının mensubu olduğu Hacımahmutlar sülalesinin geçmişine baktığımızda, ilk Hacı Mahmut'un 1700'lerin ikinci yarısında doğmuş olabileceğini tahmin ederiz. 

    1. Hacımahmutoğlu Mehmet

    1840'a gidelim... Eğret'te iki hanede Hacımahmutlar var. İlki Hacımahmutoğlu Mehmet...


    Babasının adı, sülaleye adını veren Hacı Mahmut muydu, bilmiyoruz. 1840 Yılını baz aldığımızda Hacımahmutoğlu Mehmet'in 70 yaşında olduğu kaydedilmiş ve 'uzun boylu, ak sakallı' diye tarif edilmiş. Bu tarif insanın aklına ister istemez Hafız Mehmet Öztürk'ü getiriyor... Şu durumda Hacımahmutoğlu Mehmet en geç 1770'te doğmuş oluyor. Üç oğlu var; büyükleri Ali 38 yaşında ve onun da18 yaşında Mehmet adlı bir oğlu var... Ortanca oğlu Mahmut 28 yaşında. Onun da 5 yaşında Mustafa ve 3 yaşında Hüseyin olmak üzere iki oğlu bulunuyor. 1840 yılında evin durumu böyle... Kız çocukları da var, ama kayıtlarda görünmüyor...

    Bundan altı yıl sonrasını gösteren bir tereke var elimizde... Zaten yaşlı olan Hacımahmutların Hacı Mehmet'in terekesi... Terekeye göre üç yıl önce, yani 1843'te vefat etmiş.

    Eldeki belge bir tereke. Yani resmi miras paylaşım belgesi diyebiliriz. Buna göre Hacı Mahmut oğlu Mehmet Ağa'nın iki kız iki oğlan dört evladı var. Tuhaf olan bu dört çocuğunun tamamının yetişkin olmaları. Yaşı küçük veya orada bulunmayan bir verese olmadığına göre neden miras paylaşımı mahkeme kanalıyla yapıldı? Demek ki verese arasında anlaşmazlık çıktı... Daha da önemlisi, altı yıl öncesini gösteren belgelerdeki isimlerle oldukça farklı bir durum var. Misal nüfus kayıtlarında yer verilmeyen kızları görüyoruz burada, bu gayet normal... 

    Miras paylaşımı yapıldıktan sonra, aynı yıl içinde Mehmet Ağanın dul eşi Fatma Hanım kendi payına düşen koyunların bir kısmını iki torununa bağışlıyor. Oğlu Ali'den torunu Mehmet ile Mahmut'tan torunu Mustafa'ya yaptığı bu hibeden de anlaşılıyor ki Mahmut'un küçük oğlu Hüseyin de vefat etmiş, yoksa nineleri kardeşler arasında niye ayrım yapsın ki? (Bu belge düzenlendikten yaklaşık beş yıl sonra, 1851 yılında Mahmut'un Mehmet adını vereceği bir oğlu daha olacak.) Yine şu belgeden anladığımıza göre, Ali'nin Mehmet'ten başka oğlu olmamış...

    Bir başka husus, iki oğul Ali ile Mahmut'un isimlerinin sonuna 'Ağa' ünvanının eklenmiş olmasıdır. Terekede bu varislerden Ali Ağa ve Mahmut Ağa  diye söz ediliyor. Hacımahmutların Ali ve Mahmut, demek ki gayet itibarlı kişilerdi.

    Babaları Mehmet Ağa'dan miras kalan hayvan varlığından bir kesit: 120 baş erkek toklu, 75 baş kancık toklu, 36 baş koyun, 20 baş oğlaklı keçi, 51 baş kısır keçi, 1 çift camız,  3 çift öküz, 12 baş inek, 5 baş eşek, 6 baş sıpa, 1 kısrak...  O günün şartlarına göre ciddi bir miras; belki de Ağa ünvanının sebebi burada gizlidir.

    2. Hacımahmutoğlu Ahmet

    1840 Yılındaki Hacımahmutların ikinci hanesi, Ahmet'inkidir. Hacımahmutoğlu Ahmet hanesini şöyle tablolaştırabiliriz.


    Gayet sade bu tabloya bakalım. Hacımahmutoğlu Ahmet 40 yaşında; orta boylu, kumral sakallı... Veli (12), Mustafa (8) ve İbrahim (5) adında üç oğlu bulunuyor. Tabi kızların kayıtta görünmediğini unutmayalım... Ayrıca listenin sonunda 'Hacı Mehmet oğlu' notu düşülerek eklenen ikinci bir Veli var ki, 18 yaşındadır. Bu son Veli'den anlamamız gereken: Hacımahmutoğlu Ahmet'in Mehmet adında bir abisi vardı. Veli, kayıt esnasında hayatta olmayan Hacı Mehmet'in oğludur.

    Bugün Hafızlar, Manavlar, Telliler, Yılıklar, Etemler, Şimbil, Kediveliler, Kıniler, Disizler, Gambırarifler, Sakızcılar, Tenikeciler, Mandalar, Garaçaylılar, Ayımevlütler olarak genişleyen Hacımahmutlar sülalesinin 1840 yılındaki durumu bu iki tabloda gösterilen iki haneden ibarettir. Büyüyüp nasıl bugünkü halini aldığını inceleyeceğiz.


17 Haziran 2022

Ölüyeri

     

    Cenazede toplanıp cenaze sahibinin acısına ortak olma geleneği Anıtkaya'da hala sürdürülen güzel adetlerden. Herkesin birbirini tanıması, yine hemen herkesin uzak yakın akrabalığın bulunması bunda etken olabilir. Karşılıklı/öndüç takı olayı çıkmadan önce düğünlerde de bu birlik sağlanırdı, şimdi mecburiyet yoksa insanlar düğünden kaçıyor. Cenazede öyle değil ama, en azından musallada namaz kılana kadar köyün neredeyse bütün erkekleri orada oluyor.

    Genel olarak cenaze merasiminin eskiden nasıl yapıldığını, gördüklerim ve işittiklerimden yola çıkarak anlatmaya çalışacağım. Bazı ayrıntıların hala sürdürüldüğü görülecektir.

    Gerçi her ölüm sıradandır, ecel geldi mi 'dön' emrine kimse karşı koyamaz; ama bazı ölümler 'beklenmedik' diye düşünülür. Şimdilerde tarafik kazası, iş kazası, kalp krizi vs. sebebiyle ölümler böyle... Bunların dışında biri hastadır, uzun süredir bir dertten muzdariptir, bu yüzden eşi dostu tarafından her an ölmesi beklenir. Beklenti, hazırlıklı olmak anlamında tabi, ölümü istemek değil. 

    Ölümcül hastaların durumu kulaktan kulağa yayılır. Ziyaretçileri artar. Bunlar rutin hasta ziyareti değil, bir vedalaşma/helalleşme bahanesidir. Ziyaret esnasında hastanın yüzüne karşı, ne kadar iyi durumda olduğu 'dipi gibisin' sözleriyle ifade edilse de çıkışta hasta yakınına acı gerçek itiraf edilir, 'iki Rahmetten birini' vermesi için dua edilir.

    Hazırlıklı olan hasta yakınları, son nefesler alınırken bir yandan Kur'an okumaya dururlar; okumak gibi Onu dinlemek de ibadet olduğundan 'yolcu' son anlarını ibadetle geçirsin diyedir. Bir yandan da birileri hastanın ağzına Ebizemzem damzırır. Lazım olacağı bilindiği için bir yerlerden tedarik edilmiştir Zemzem suyu. Hastanın ne kadar ağır olduğunu anlatmak için deyim haline gelmiş bu husus. Birisine 'Ebizemzem damzırıyorlar' ise,  o gidici demektir.

    Hastaya su verme, daha özelde Zemzem suyu verme, esasında son anda Şeytan onu yoldan çıkarmasın diyedir. Ölünceye kadar insanları saptırmak için her yolu deneyeceğine ant içen Şeytanın, hastanın son anlarını fırsata çevirmek isteyeceği düşünülür. İçi yanan hastanın karşısına bir bardak suyla geçip 'Allah'ı inkar edersen bunu sana veririm' diye şeytani görevini icra edermiş. İşte bu anda onun tehditlerine boyun eğmesin diye hastaya su veriliyor. Belki de verilen bir kaç damla Zemzem onun imanını kurtaracaktır.

    Ruhunu teslim edince, cansız bedenin göz kapakları kapatılır, çenesi çekilir. Vücut kasları iptal olduğundan, alt çeneyi tutan kaslar iş görmez olur, dolayısıyla ağız açık kalır. Bunu engellemek için çenenin altından ve başın üzerinden bir tülbent bağlanır. Çene çekme bu... Ölü bedenin üzerine bıçak veya makas koyarak yıkanana kadar öyle bekletilir. Beden şişmesin diye yapıldığı söylenen bu hareketin mantığını çözemedim.

    Artık cenazenin defin işlemlerine başlanır. Önce ölümün duyurulması gerekecek. Duyuru, camiden sela okunması ile başlar. Cenazenin yakın olduğu camiden başlanarak bütün camilerden sela verilir. 'Su Selası' denilen bu sela, cuma ve diğer mübarek günlerde okunan seladan farklı okunur. Makamı tam olarak farklı olmasa da sese hüzün yüklenir. Sesin iradi olarak hüzünlenmesi söz konusu olamayacağına göre, selayı bir cenaze yakının vermesi isabetli olacaktır. Belki de bu yüzden su selaları bana farklı geliyordu. Selalının sonunda mevtanın kimliği açıklanır ve rahmet dilenir.

    Su selası denmesinin sebebi, ölüyü yıkamak için su ısıtılmasıyla ilgili olabilir. Selalar verilirken bir yandan da diğer işlemler yürütülür, en acil olan cenazenin yıkanmasıdır. Genelde kendi evinde yıkanır cenaze. Taşlarla ocaklar kurulur, kazanlar getirilir ve su kaynatılmaya başlanır. Kazanın altına ardıç atmak adettendir, isi fazladır ama; ardıç yanarken etrafına güzel bir koku yayar.

    Kazanlar kaynayadursun birileri cami gasilhanesinden teneşir ve teneşir ayaklarını getirip kurarlar. Tenişirin üzerine oturduğu dört ayaklı iki sehpaya sıpa denir. Galiba bu 'sıpa' sözcüğü 'sehpa'nın dönüştürülmüş hali oluyor.

    Bu arada cenazeyi yıkayacak olan hoca veya kadın önceden hazırlanmış kefeni kontrol edip hazırlar. İnsanlar sağlığındayken kefenlerini hazır ederler, mümkünse zemzemle yıkarlar ve içine bir kalıp sabun çıkılayıp bir köşeye koyarlar. Kontrol edilen bu kefendir, ölüme hazırlığı olmayanların kefeni yırtımcıdan alınır veya camide zaruret halleri için ayrılan kefenlerden kullanılır.

    Cenazenin yıkanması esnasında en yakınlarının hocaya yardımcı olarak yanında bulunması beklenir. 'Suyunu döküvermek' denilen bu uygulama, mevtaya karşı bir vazife olarak düşünülür. Tekfin sırasında çörek otu sepilenir; ama bunun nasıl ve ne amaçla uygulandığını bilmiyorum.

    Eskiden uygulanan 'devir sürmek' diye bir şey vardı, cenaze defnedilmeden veya defnedildiği gün içinde mutlaka halledilmesi gereken bir husustur. Mevtanın namaz borçlarına karşılık sadaka verme, işin özü bu... Yalnız, bu iş için ayrılan para, borçların tamamını ödeyecek miktarda değilse bu uygulama devreye sokuluyor. Şöyle; sadaka olarak vereceğin kaç liran var, 10 lira. Mevtanın namaz borcuna karşılık ne kadar vermen gerekiyor, 125 lira. Tamam... Bir fakir bulup 10 lirayı veriyorsun, o fakir gönül rızasıyla 10 lirayı sana iade ediyor. Sonra yine veriyorsun, yine geri alıyorsun. 10 lira, fakir ile cenaze sahibi arasında 13 kere devrettiğinde, ölünün 125 liralık namaz borcuna karşılık geliyor. Tek 10 lirayla işi hallediyorsun... Devir sürme uygulaması Kütahyalı Halit Hocanın önderliğinde kaldırılmış. 

    Cenaze sahibi devir sürmek gibi daha önemli işlerle uğraşırken, cenaze hoca tarafından yıkanırken, bir yandan da kabir kazılması lazımdır. Eski mezarlığın büyük bir bölümü kayalıktı. Kazması, eşmesi çok zor olurdu. Bütün zorluğuna rağmen bu da cenazeye karşı bir komşuluk vazifesidir. Yağmur yaş dinlemeden delikanlılar bu iş için gönüllü olurlar. Kabrin ölçüleri bilenler tarafından söylenmiştir, kazılacak yeri de cenaze yakınları söylediyse, mezar kazıcılara bir kazma, bir bel ve bir kürek yeter. Eski mezarlıkta her yer kabir olduğu için kazılan yerden insan kemikleri çıkması sıradan şeylerdendir. Hürmetle bir köşeye ayrılan bu kemikler defin esnasında tekrar toprak altına yerleştirilirler.

    Bir başka hazırlık kabre dizilecek ağaçları kesmektir. Boyutları ve sayısı az çok standart olan kabir ağaçları, kuru söğüt dallarından kesilir. Eğer önceden hazırlanmadıysa, bu da cenazeye kadar halledilmesi gereken şeylerdendir.

    Önemli bir cenaze adeti de cenaze evine en yakın odada icra edilmektedir. O vakitler sadece camide bulunan Kur'an cüzleri odaya g etirilir. Okumak isteyenler odaya gelip cüzleri alıp okurlar. Dediklerine göre, selayı işitenler çifti çıbığı bırakıp cüz okumaya gidermiş. Cenaze hazırlanana kadar birden fazla hatim indirildiği olurmuş. Zaten 'Cenaze hazır mı?' diye hocaya değil, odaya sorulurmuş. Okuma bittiyse cenaze kaldırılmaya hazır olduğu anlaşılırmış.

    Bütün uyarlılara rağmen, cenaze evinden alındığı sırada acısını bastıramayan geridekiler feryadı basar, ağıt yakar. Genelde kadınlardan yükselen çığlıklar bu durumda garipsenmez, gayet doğal karşılanır. Beride ise bekletilmemesi gereken bir cenaze var. Hoca dua eder, helallik ister, yüksek sesle 'Helal olsun!' karşılığı verilir. Fatiha komutuyla cenazenin içinde bulunduğu tabut, yakınlarının omuzunda yükselip ilerlemeye başlar. İstikamet musalladır. Önceleri Cuma Camisinin önünde, mezarlık kapısının yanındaydı musalla taşı. Orası dar geldiği için pazaryerine alındı. Oraya varana kadar cemaatin omuzlarında havada yüzer gibi ilerleyecek olan tabutun güzergahına geçip cemaat onu beklemeye başlar. Buna 'salına girmek' denir. Salına girip cenazeyi taşımak da ibadet hükmünde bir vazife kabul edilir. 

    Salına giremeyecek kadar yaşlılar musallada beklerler. En azından namazı kılmak lazımdır. Cenaze namazlarında mümkün olduğunca kalabalık bir cemaat bulunur. Burada edilen duanın mevtaya çok fayda sağlayacağı umulur. Bir helalleşme faslı da namazdan sonra yapılır. Burada koro halinde üç kere tekrar edilen 'Helal Olsun!' cevabı, bir duadan çok sloganı andırır. Bağırarak yapılan helalleşmeyle, ölünün bütün haramlarının helale dönüştüğü sanılıyordur belki.

    Namazdan sonra  hemen define geçildiği için eski mezarlık zamanında namaz cemaatinin hemen hemen tamamı define de katılırdı. Yeni mezarlık uzak olduğundan namazdan sonra cemaatin bir kısmı dağlıyor. Yine de ikinci, üçüncü, dördüncü dereceden akrabalar ve katılmak isteyen diğerleriyle beraber mezarlıkta hazır bulunuyor. 

    Bir kaç hoca dönüşümlü olarak Kur'an okumaya başlamıştır. Bazen kabir çevresindeki şamata, hocaların sesini bastırır. 'şurayı az daha gaz... şora olmadı... ağeci tersine go... bidene daha ve... laylonu yay... hasır nerde... küreğinen... belinden dut... gafası şureye gelcek... çık gali...' benzeri bir sürü ses birbirine karışır. Kabir içindeki cenaze sahibi gencin nevri döner...

    Kabrin üzerini tümeltip sularken, Kur'an okuma faslı bitip duaya geçilmiştir. Bu zamanlama hiç şaşmaz. Defnedenlerle okuyanların hızı hemen hemen aynıdır. 

    Kabir üstüne su dökme hep dikkatimi çekmiştir; ben sanırdım ki toz toprak uçuşmasın yatışsın diye biri sulamış, sonra bu adet haline gelmiş. Sonradan öğrendim, Peygamberimiz de oğlu İbrahim'i defnettikten sonra mezarının üstüne su dökmüş. Hikmetini hala anlayamadığım şeylerden biridir.

    Dua faslı da bittikten sonra bir Hoca 'talkın' vermeye hazırlanırken cenaze sahipleri sıralanır ki herkes sırayla taziye dilesin. Bu adet bizde yoktu, herhalde zamanla Afyon'dan gelen uygulamalardan biridir. Bizde cenaze defnedildikten sonra, evine 'Hökümallana' gidilir. Bu, 'El Hükmü Lillah/Hüküm Allah'ındır' sözünün Anıtkaya'daki söylenişinden başka bir şey değil.

    Talkına gelince... Ninem rahmetli bana öğretmişti kabir suallerini: 'Rabbin Kim? Rabbim Allah... Dinin ne? Dinim İslam... Kitabın ne? Kitabım Kur'an... Ne zamandan beri Müslümansın? Galu Beladan beri... Galu Bela nedir? Elestü bi Rabbiküm hitabının cevabı budur..'  Kabre konulan cenazeye biraz sonra Münker Nekir gelecek ve soruları soracak. Cevaplarken zorluk çekmesin diye Hoca belletiyor. Verilen telkinin mantığı da bu.

    Benim hatırlayabildiğimden önceki dönemde, erkekler definle meşgulken kadınlar cenaze evinde tepsi hazırlarlarmış. Bükme, börek, nokul her neyse; millet mezarlıktan dönene kadar kadınlar da onları hazır edermiş. Taziyeye gelenlerin bir güzel karnını doyurur, sıradakini beklerlermiş. O gün akşama kadar böyle geçermiş ölü evinde. Nasıl vazgeçtiler bu adetten bilmiyorum, şimdi onun yerine daha güzel ve mantıklısı yerleşmiş. 

    Definden itibaren 'Acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı' diyerek cenaze evine tepsi tepsi yemek getiriliyor. Bunun anlamı şu: Bu evde bir acı yaşanıyor; ancak hayat devam ediyor ve insanlar acıkıyor. Oysa bunların yemek hazırlamaya halleri yok. Bu düşünceyle yapılan davranış, önceki görenekten daha insani. Her şeyin eskisi güzel değil, değişimler bazen olumlu yönde olabiliyor.

    Tabi günümüzde tekfin ve defin işleminden önceki odada hatim indirme kalmamış. Onun yerine definden sonra bir Yasin okunabiliyor; ama henüz adet haline gelmemiş. Yeni adet, definden sonra bir hafta boyunca kadınlar toplanarak okuyorlar, arada yiyip içerek...

    Bir dönemde, haftası dolmadan uygun bir günde ölüyeri yapılırdı. Belirlenen günde -ki o gün perşembe veya pazardır- akşam yemeği verilir. Yemeğe herkes davetlidir. Yemekten sonra yatsı vaktine kadar orada veya camide mevlüt, aşir, dualar okunur, ilahiler söylenir; adına toplanılan ölünün ve geçmişlerin ruhuna fatihalar gönderilerek ölüyeri tamamlanırdı. 

    Yemeğe herkes davetliydi; ama herkes gelemezdi. Bazı insanların karakteri asosyal oluyor, topluluklara pek katılamıyorlar. Oysa nice o yemeğe ihtiyacı olan insan var ki yapısı uygun olmadığı için derneğe uğrayamıyor. Öte yandan ölüyerinde verilen yemeğin temel amacı, açlar ve muhtaçların doyurulmasıdır. Yemek sadaka hükmüne geçsin ki ölünün hala açık olduğu umulan sevap defterine yazılabilsin. Fakir fukara yararlanamayacaksa, ölüyeri yemeği amacından sapmış oluyor. Birileri böyle düşünmüş ve cesur bir kararla yemek vermek yerine kumanya dağıtmaya karar vermiş. Bir müddet bu böyle devam etti.

    Ölüyerinden bütün bütün vazgeçilemedi, günümüzde iki uygulama da yer yer görülebiliyor. Tam olarak vezgeçilememesinin sebebi, onun dini bir yükümlülük zannedilmesidir. Oysa cenazede yemeğin İslam dini ile zerre alakası yok.

    Tuhaf gelebilir; ama illa bir bağlantı kurulacaksa, İslamla değil Şamanizmle kurulabilir. İslamiyetten önceki dönemde Türkler, cenaze törenlerine 'yuğ' diyorlardı. Yuğ törenlerinde yenir içilir, mevtayı öven şiirler okunur, sonra da davetlilerin yiyecek içecek ne buldularsa alıp gitmelerine izin verilirdi. Yuğ törenlerine herkes davetli olurdu. Türkler Müslüman olurken, onlarla birlikte eski alışkanlıkları da Müslüman oldu. Ölüyeri, yuğ törenlerinin Müslüman halidir.