06 Ekim 2023

Berberoğlu İsmail

 
    İsmail 1900 yılında Kütahya'da doğmuş. Eğret Kütüğünün sonuna kaydedildiğinde (tahminen 1910 yılı) Eğret'te tek başına bulunuyormuş. On yaşlarında bir çocuğun hane reisi olarak yazılması çok garip...  Annesi Fatma vefat etmiş, ama babası Mehmet sağ görünüyor. Babası sağ ve Eğret'te değil... Öksüz İsmail, Kütahya'dan buraya tek başına geliyor; kim bilir ne facialar yaşandı...

    İsmail'in kütüğe 'Berberoğlu' diye kaydedilmesinin sebebi de anlaşılamadı. Bilinmezlerle dolu bu gizemli çocuk İsmail'in Eğret'teki macerası uzun sürmüyor... 

    Gıdilerin Mustafaoğlu Ahmet kızı Satı ile evleniyor... Yalnız İsmail'den beş yaş büyük olan Satı Hanımın daha önceden bir evliliği var; Mardakların Mustafa oğlu Halil ile evlenmiş... Kocası Cihan Harbinde şehit oluyor... Bu arada İsmail de büyüyüp evlenme çağına gelince Satı Hanımla evleniyorlar...

    Aslında İsmail ne kadar kimsesiz ise Satı Hanım da öyle... Gıdiler gibi koca sülalenin o kulunun son temsilcisi... Bu yüzden birbirlerine destek oluyorlar, İsmail de kimsesizlikten kurtuluyor...

    1924 Yılında bir oğulları oluyor. Satı Hanımın babasının adı olan Ahmet ismini veriyorlar... Beş yıl sonra 1929'da ise bir kızları oldu, adını Fadime koydular; bu da İsmail'in anasının adı... Her şey yolunda giderken bundan sonra Berberoğlu İsmail'in ailesine adeta gıran giriyor...

    Önce 1930 yılı başlarında küçük Ahmet öldü, daha 6 yaşındaydı... Aynı yıl içinde baba Berberoğlu İsmail vefat etti, 30 yaşındaydı... 1931 Yılı başında da anne Satı Hanım... Bir yıl içinde ailenin üç ferdi de vefat ettiler...

    Kala kala iki yaşındaki Fadime kaldı... Kimler kol kanat gerdiyse, hem öksüz hem yetim Fadime de büyüdü, gelinlik çağa geldi. Ese Dayının büyük oğlu Yusuf'a verdiler... Bir oğulları olunca Fadime'nin babası adı olan İsmail ismini koydular. Bu arada Yusuf askere gitti, köyüne dönmeden 1947'de küçük oğlu İsmail öldü; ardından 1948 yılında da Fadime Hanım vefat etti...

    Gıdiler sülalesinin bir kolunun tek varisi olarak ölen karısının bütün mal varlığı Esenin Yusuf'a kaldı. Tekrar evlendikten sonra eski eşinin mülklerini sattı, ki bunların arasında Gobakların Garaiban (İbrahim Kopan)a sattığı ev de var... 

    Esenin Yusuf hemen 1950'de doğan kızına Fadime adını verdiyse de bu çocuk üç yaşındayken öldü. Fadime Hanımdan olup tazeyken ölen oğlu İsmail'in adını da 1968'de doğan oğluna yeniden verdi; lakin bu çocuk da aynen abisi gibi altı aylıkken öldü... 

    Ne yapsan boş; Berberoğlu İsmail'in adının da, kızının adının da yaşamasına Kader bir noktadan sonra izin vermedi...

    Eğret'te 1910 yılında başlayan Berberoğlu İsmail'in serüveni ancak yirmi yıl sürdü... 1934 Soyadı uygulaması sırasında ailenin tek ferdi Fadime beş yaşındaydı. Onun soyadını ŞATIRER diye yazdırdılar...



Adalılar


    Avrupa'dan Anadolu'ya tersine göç hızlanınca 19. yüzyıldan itibaren muhacirlerin iskanına yönelik bir devlet politikası belirlendi. Uygun yerlerde yeni köyler oluşturulup muhacirler buralara yerleştirildi. Göçler düzenli ve toplu gerçekleştiği için iskan da böyle bir düzenle yapılıyordu. 1912-13 Balkan Savaşlarındaki bozgundan sonra Müslüman halkın düzenli göçü kaçışa dönüştü. Herkes canını kurtarma derdine düşmüştü, bu yüzden 1910'dan sonra pek 'Macur Köyü' kurulmadı. En fazla bir iki aile biçiminde parça piynak gelenler nerede tutunabildiyse orada kaldılar...

    O yıllarda Eğret'e gelen Macurlardan biri de Gümülcineli Ahmet idi...  Babası vefat etmiş, annesi sağ görünüyor, ama Eğret’e yalnız geldi. Babası Abdi vefat etmiş; amma Rumeli'de vefat etti, amma burada, orası meçhul... Annesi Selime Hanım hakkında da bilgi yok… Başka kardeşleri var mıydı, varsa ne oldu, onları da bilemiyoruz; tek bilinen Eğret'e geldiği...  Gümülcine’de 1885 Yılında doğan Abdi oğlu Ahmet, Eğret Kütüğüne ‘Gümülcine Muhaciri Ahmet’ olarak kaydedilmiş…

     Sonradan öğrendiğimiz hikayesine göre Gümülcineli Ahmet, Kırcaali’de Selime Hanım ile evlenmiş. Hüseyin kızı Selime Hanım, 1892 Karcali doğumludur. Bu evliliğin Balkan Savaşlarından çok önce gerçekleştiğini düşünebiliriz. Zannedersem çocukları yok, o karışıklıkta nasıl olduysa ayrı düşmüşler, karısı orada kalırken Ahmet Anadolu’ya kapağı atmış. Eğret’e geldiğinde yalnızdı, ama hep öyle kalacak değil. Himmetoğlu Halil’in kızı Aliye ile evleniyor. Aliye Hanım da anası itibariyle Danalara bağlanır, yani bir bakıma Danagızı diye lakaplanan Hatice Hanımın kızıdır…

     Macurun, Balkanlarda kalan karısı Selime Hanıma dönecek olursak… Kocasının gidişinden sonra Selime Hanım yine Kırcali’de başka bir bey ile evlenmiş, Mustafa adını verdikleri bir oğulları da olmuş. Kocası vefat etmiş; ama göç yolunda mı öldü, yoksa Kırcali’de mi yahut Anadolu’da mı öldüğünü bilemiyoruz. Sonunda araya taraya eski kocasını Eğret’te buluyor.

    Lakapları 'Adalılar' imiş... Neden böyle dendiği hiç bilinemeyecek; ama bu lakapta asıl memleketleriyle ilgili bir ipucu bulunabilir... Gümülcine Macuru Ahmet’in iki eşi, onlardan olan çocukları ve bir üvey oğlunun hikayesi, Adalıların hikayesidir.

    Macur Ahmet Eğret'e Himmetoğlu/Tekirgızıların Halil kızı Aliye ile evlenerek tutunuyor. Aliye Hanımın erkek kardeşi yok, bir küçük kız kardeşi var Şerife; o da Tekelioğlu Nuri eşi olacağından Gümilcineli Macur Ahmet ile Tekeli Nuri bacanak oluyorlar... İlk zamanlarda Aliye Hanımın çocuğu olmadığı anlaşılıyor, olduysa da erken ölmüş. Zaten 1925 doğumlu ilk çocuk kaydı Seyid Ahmet var ki, iki yaşındayken vefat ediyor.

     1931’de Vefat ettiği kaydedilen Macur Ahmet’in hayatta kalan oğlu Abdi, bundan önceki bir tarihte doğmuş olmalıdır. Babasının adını verdiği bu oğlu, ileride Eğretlilerce ‘Şekerim Abdi’ diye lakaplanacaktır. Sonradan İzmir’e yerleşti, Hayriye Hanım ile evlendi. Çocukları olmadı, Ali adında bir çocuğu evlat edindiler… Şekerimabdi hakkında bilebildiklerimiz bu kadar.

     Şekerimin Annesi Aliye Hanım 1943 yılı başlarında vefat etmiş. Bacıdede onun vefatını ‘Kelhasanların Aliye Nine’ diye kaydetmiş. Tekirgızıların Kelhasan (Gambırömerin babası)na istinaden bu tanımlama yapılmış olmalıdır. Soyadı uygulaması sırasında kocası Macur Ahmet hayatta olmadığı için Aliye Hanım kendi babası ve amcaları Tekirgızıların soyadı olan Haykır’ı almış olması da normal kabul edilebilir. Gümilcineli Macur Ahmet sağ olsaydı acaba hangi soyismini alırdı?..

      Hikayeyi tamamlamak için tekrar geriye dönmeliyiz. Kırcali’deki eski eşi Selime Hanım Eğret’e gelmişti. Macur Ahmet onu da tekrar nikahına aldı. 1921 Yılında bir oğulları oldu, adını Behçet koydular. Daha önce duymadıkları bu isme ağızları alışık olmayan Eğretliler onu hep Beyhat/Beykat diye çağıracaklardır. Belki ana babası da benzer şekilde telaffuz ediyorlardı, orasını bilemiyoruz; ancak oğlanın resmi kayıtlardaki adı Behçet…

     Beykat on yaşındayken babası vefat etti. Eğret’te anasıyla kalakaldılar. Soyadı uygulamasında kardeşi Abdi ile birlikte Haykır soyismiyle kaydettirdiler. Beykat’ın evlenip evlenmediğine dair bir bilgi bulamadım. Bacıdede 1960 yılında vefat ettiğini yazmış, annesi Selime Hanım ise iki yıl sonra, 1962’de vefat ediyor…

     Şimdi tekrar geriye dönüş… Hatırlanacağı üzere Selime Hanımın yanında Mustafa adında bir oğlu tay gelmişti. Eski kocasının Eğret’e geldiği dönemde Kırcali’de başka birine varmış, Mustafa o vakit dünyaya gelmişti. Bu vaziyette tekrar eski kocasının nikahına girdikten sonra Beykat doğdu, on yıl sonra 1931’de Macur Ahmet vefat etti. Üçüncü kez dul kalan Selime Hanım 1934’teki soyadı uygulamasında küçük oğlu Beykat’ı, Abdi Abisi gibi Haykır soyismiyle kaydettirirken yanında tay gelen Mustafa’yı kendisiyle ayırıp Adalı olarak kaydettiririyor. Şu durumda Adalı soyismini Selime Hanım seçtiğine göre bu doğrudan onunla ilgili bir durumdur. Dolayısıyla, Adalılar hikayesinin merkezine de Selime Hanım ve oğlu Mustafa’yı oturtmak gerekir.

            Kiminle olduğunu bilemiyoruz, Selime Hanım oğlunu Eğret’te evermiş. Onların da 1943 yılında bir oğulları olduğunda Behçet adını koyuyorlar. Bu ismin Selime Hanımda bir hatırası olmalıdır; zira bir oğluna ve bir torununa ısrarla aynı ad verilmesi dikkat çekici. Tabi yine millet ona da Beykat diyor… Üç yıl sonra bir de kızları olduğunda ona da Kerime adını veriyorlar.  Beykat 1955 yılında mezun olmuş; ama Kerime ilkokulu bitirmeden İzmir’e taşınıyorlar… 1956 Yılına ait Eğret Köyü bütçe cetvellerinde Mustafa Adalı sağ görünüyor ve adına salma salınmış. Demek ki İzmir göçü bu tarihten sonraya rastlıyor... Mustafa Adalı’nın annesi Selime Hanım 1962’de vefat ettikten sonra galiba nüfus kütüğünü de Anıtkaya’dan aldırıyorlar, çünkü bundan sonrasına dair bilgi kaydı yok.

     Mustafa Adalı ve her kim ise eşinin ne zaman öldükleri bilinmiyor. Yalnız Beykat Adalı Anıtkaya ile bağını kesmemiş. Gerçi İzmir’den Almanya’ya gitmiş, ama izne geldiği zamanlarda Anıtkaya'ya uğrarmış, hayırsever biri olduğunu söylüyorlar. Mesela ihtiyaç hasıl olduğu bir vakitte Gocacami’nin ses sistemini her şeyiyle yenilemiş; sonra Tekirgızıların İsmail Haykır’ın düğününe öncülük etmiş. Beykat (Behçet) Adalı hakkında bilgilerimiz bu kadar, Kerime hakkında ise bu kadarını da bilemiyoruz.

    Bilenler, Adalıların evinin Gobakların Apak (Mevlüt Kopan) evi civarında olduğunu söylüyor. Yalnız kastedilenler, yukarıda anlattıklarımızın hangisi; 1960’ta vefat eden Beykat Haykır mı, Şekerim Abdi Haykır mı, yahut Macur Ahmet’in üvey oğlu Mustafa çocuğu olan Beykat Adalı mı?..

 


Damcılar


    Tekelioğlu Mehmet Ali'nin en küçük oğlunun adı Halil idi. Mehmet kızı Rukiye ile evlendi ki Rukiye Hanımın kimlerden olduğu bilinmiyor... Büyük ihtimal Eğretli değildi, çünkü tarif edildiği gibi birinin kaydı o sırada Eğret kütüğünde bulunmuyor...  

    Halil hakkında ise bu kadar bile bilgi yok. 1904 Kayıtları tutulmaya başlamadan kısa bir süre önce vefat etmiş... Tekeli Halil'e 'Damcı' denildiği rivayeti var, fakat bu lakaplamanın sebebi hakkında bir şey öğrenemedim. Sonradan ailesine 'Damcılar'; dolayısıyla oğlanlara 'Damcıoğlu', kızına da 'Damcıkızı' denilecek...

    Tekelioğlu Halil ile Rukiye Hanımın iki oğluyla bir kızı oldu. 1887 Yılında İbrahim, 1900 yılında Ramazan ve 1902 yılında Hatice doğdu... Hatice çok küçükken Damcının vefat ettiği anlaşılıyor...

    Babasını belki de hiç hatırlamayan Hatice, onun adını ve lakabını Eğret'te yaşatan tek kişi olacaktır... Küçüklüğünden itibaren Damcıgızı diye lakaplandı... Öncesinde başka biriyle evlenip evlenmediği bilinmiyor; ama otuzlu yaşlardayken Guycuların Abdurrahman'a vardı. Ondan olacak bir kızına da Hatice adını verdiler ve o Hatice de İbişlerin Mehmet eşi oldu. Damcıkızının orada doğan torunlarından birine Halil adını verdiler ki bu da Tekelioğlu Halil, yani Damcının ismidir... Damcıgızı Hatice Mola, 1976 yılında vefat ettiğinde Anıtkaya'daki son Damcı idi...

    Damcıgızının abilerine gelince... İbrahim, Abdullah kızı Fatma ile; Ramazan ise Mustafa kızı Azime ile evlendi. Kimlik bilgileri incelendiğinde bu iki Damcı gelininin ikisi de Eğretli olmadığı anlaşılıyor. Tabi nereli olduklarını bilemiyoruz. Yalnız Ramazan'ın eşi olan Mustafa-Havva kızı Azime'nin bilgileri ile; Ayanoğullarından Halilakgaşın annesi Atike Hanımın bilgileri örtüşüyor, kardeş olabilirler... Atike Hanımın Karacahmetli olduğu düşünüldüğünde, mesele büyük ölçüde aydınlanır. Buna göre, ta başta Damcı Halil'in hanımı Rukiye Karacahmetlidir. Oğullarını da kendi köyünden yeğenleriyle evermiştir...

    Bütün bunlar varsayımdan ibaret; çünkü belgeyle desteklenmemiş ve teyit edilmemiştir. Zira bunları sorabileceğimiz muhatap yok. İki kardeş ikisi de Eğret'i terk etmiş. Nereye gittikleri, oradaki ailevi durumlarına dair de bilgi bulunmuyor... 

    1934 Soyadı uygulamasında AGRALI soyismini aldıklarına dair kayıt var, demek ki bu tarihten sonra Eğret'ten ayrılmışlar. Giderken Damcının evini onun yeğenlerine satmışlar, şu anda Gasaphalil (Halil Temel)de... 

    ***

    Eldeki bilgilere göre;
    Tekelioğlu Halil çocukları Agralı soyadını almış...
    Damcılar erken dönemde Eğret'i terk etmiş...
    Tekelioğlu Halil çocuklarından bugün Anıtkaya'da kimse yok...
    Damcılar evlerini başkasına değil Tekelioğlu/Temellere satmış...
    Bütün bu bilgilere rağmen 'Tekelioğlu Halil, Damcı'dır' hükmünü verirken kendi içimde çekincelerim olduğunu belirtmek isterim...



05 Ekim 2023

Ganiler

     
    Mollahmetoğlu kardeşlerin büyüğü Halil 45 yaşındaydı; ama evin reisi küçük kardeş Ali (Alihoca) idi... 1831 Kayıtlarında yine 45 yaşında başka bir Molla oğlu Halil daha var... Mollahmetoğlu Halil, orta boylu kumral sakallıydı; bu ise uzun boylu, kara sakallı... Molla babasının adı okunamıyor, büyük ihtimal Gani... Bununla beraber Mollahmetlerle Mollaganilerin ta baştan akrabalık bağı olduğuna dair işaretler var. En son 19 yüzyıl sonu 20. yüzyıl başlarında yolları kesişiyor... Fakat yine de Ganilerin nesli 1944 yılında tükendi... Şimdi hikayeyi baştan alalım...

    Molla Gani oğlu Halil 1786 yılında doğdu. Kayıtların tutulduğu sırada '45 yaşında, uzun boylu, kara sakallı' diye profil çizilmiş. Eşi ve varsa kız çocukları hakkında bilgi bulunmuyor. Üç oğlu var; Molla İbrahim, 1819; Ahmet, 1825; Veli ise 1828 doğumlu... 

    Vergi mükellefi olmadıkları için kadınların kaydı tutulmamış, bu yüzden Mollaganioğlu Halil'in kızlarını göremiyoruz. Tahminim o ki, Çorcalıoğlu Yusuf'un annesi Ayşe, onlardan biriydi. Bu yüzden Ayşe Hanımın torunu Mehmet Çalışır'a Gani lakabı takıldı...

    1831 Tarihli bu üç oğul bilgisinden sonra uzun bir süre aile hakkında bir kayda rastlanmıyor. 1904 Kütüğünde ise karşımıza dört kardeş çıkıyor. İbrahim ve Fatma çocukları olan bu kardeşler sırasıyla; 1885 doğumlu Hüseyin, 1888 doğumlu Rabia, 1889 doğumlu Kezban ve 1892 yılında doğan Mehmet'tir...

    Hayatta olmadıkları için ana babaları hakkında bir fikir edinemiyoruz. Baba İbrahim, Mollaganioğlu Halil'in büyük oğlu olabilir. Her ne kadar bu belgelerdeki tarihlemeler güvenilir olmasa da, buradaki İbrahim'in bahsi geçen Mollaganioğlunun torunu olabileceği ihtimali de dikkate alınmalıdır... Anneye gelince... Mollahmetlerin Eyüp ya da Hüseyin kızı olduğuna dair işaretler var...  

    Zamanla Mollaganilerin 'molla'sı unutuldu, kullanımdan düştü; aileye yalnızca Ganiler deniliyordu. Dört kardeşin bireysel lakabı ise 'ganioğlu' veya 'ganigızı' idi... Kardeşleri tek tek inceleyerek Ganilerin hikayesini bitirelim...

    Ortancalar yani evin kızları; büyük kız 1888 doğumlu Rabia Garapaçanın Topalhüseyin eşiydi. Çocuğu olmadığı için Topal onun üzerine Aliciklerin Aliye'yi aldı ve böylece Avgan doğdu. Bu yüzden, yani çocuksuz olduğu için Rabia Hanım pek bilinmez; 1942 yılında vefat etti... Evin küçük kızı ablasına göre daha bilinirdir; oysa aynı eve gelin olmuşlardı, hatta eltiler... Ganigızı Kezban, Garapaçanın Osman'a vardı.  Körşükrü, Eyüpçetin, Süleyman ve Balimehmetin analarıdır... 1944 Yılında vefat etti...

    Evin küçüğü Ganioğlu Mehmet 1892 yılında doğmuştu. Evlenmeden askere gitti, Cihan Harbine o vaziyetteyken yakalandı. Çanakkale'de şehit olan köyü belirlenemeyen Afyonlular arasında adı geçiyor. Buna göre 21 Nisan 1915'te Kerevizdere'de şehit düşmüş...

    Gelelim evin büyüğü ve reisi olarak kaydedilen Ganioğlu Hüseyin'e... 1884 Yılında doğdu. Eğret dışından olduğu düşünülen Ahmet kızı Havva ile evlendi. 1918 yılında bir oğulları olunca adını Ahmet koydular... 

    Bundan sonrasına, yani Ahmet doğduktan sonrasına dair Ganioğlu Hüseyin ile eşi Havva Hanım hakkında bilgi bulunmuyor. Ahmet de evlenmemiş, o haldeyken 36 yaşında vefat ediyor... Kezban halasıyla aynı yıl içinde ölen Ahmet, Ganilerin son temsilcisiydi... 

    1934 Soyadı uygulamasında GÜN soyismini alan kişi Ganioğlu Hüseyin mi, yoksa oğlu Ahmet mi orası da meçhul... 

    Bununla beraber Ganioğlu Hüseyin'in Fatma adında bir hanımla daha evli olduğu, 1909 yılında doğan kızlarına Fadime adını verdikleri, Ganigızı diye bilinen Fadime Hanımın Kekliklerin Hacıiresile vardığı ve çocuklarının anası olduğu, 1963 yılında vefat ettiği anlaşılıyor...

    Mollaganioğullarından kimse kalmadı; ama son Ganigızı Kezban Hanımın oğlu Eyüp Çetin'de ve Ganinin Eyüp Çalışır'da hem Mollaganilerin hem de Mollahmetlerin izini görmek mümkün. Ayrıca Ganioğlu Hüseyin'in adı, torunu Piriteşgiya (Hüseyin Tül) ve onun da torunu Hüseyin Toka'da yaşıyor...





Irafanlar

 
    Aslında Irafanlar Bolvadinli... Mollahmetlerle ne alakası olduğunu görelim...

    Mollahmetoğlu Halil'in iki oğlundan Mahmut'u hatırlayalım; Mahmut, Ali kızı Şerife ile evlenmiş; ama eşinin kimlerden olduğuna dair bilgi yok. Bununla beraber, ayrı anadan olmak kaydıyla, Şerife Hanımın Gılindirin kardeşi olabileceği notunu düşelim... Fakat şurası kesin ki Mahmut, Kelahmetlerin atası Arzımanoğlu Ömer ile bacanaktı... 1891 yılında Kamil ve 1900'de Hafize adlarında bir kız ve bir oğulları dünyaya geldi. Hafize doğduktan kısa bir süre sonra da zaten Mahmut vefat etti...

    Mollahmetlerin Kamil, Şeherlioğlu Kedimehmetin kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım, Gadıngızların Ahmetçavuşun kardeşidir. Ablaları Fadime de Bükürlerin Mehmet'e varmıştı, bu yüzden Mehmet ile Kamil bacanak oldular... Henüz çocukları yoktu, Cihan Harbinde Kamil'in bahtına Çanakkale düştü... Mahmut oğlu Kamil; 1. Kolordu, 1. Fırka, 70. Alay, 1. Tabur Piyade Neferi iken, 19 Nisan 1915 günü Seddülbahir Muharebesinde şehit oldu... Eşi Ayşe Hanım bundan sonra Dayıların Hasan'a vardı, Vahit Ustanın ninesidir...

    Hafize'ye gelince... Aslen Bolvadinli olan ve Çakallar diye anılan Hüseyin'e vardı. Hüseyin'i tarif etmek gerekirse; Çulluların Ali Osman Çavuş (Ali Osman Haykır) ile Yenimısdık (Mustafa Şen)in emmileridir... İşte Hafize, kendisinden 25 yaş daha büyük olan bu Hüseyin'in ikinci eşiydi. Şaşdımoğlu Halil'in kızı olan ilk eşi Arife vefat etmişti. Arife Hanım da tam olarak Uykucu Ömer ile Ömeronbaşının dedelerinin kardeşiydi...

    Bu evlilikten sonra Hüseyin 'Irafan' diye lakaplandı. Onun ailesi de Irafanlar diye bilinecektir... Hafize hanım ile Irafanın beş çocuğu oldu, İsimleri; Arife, Ali, Kamil, Hasan ve Mehmet'tir... Irafan kendisi 1949'da vefat etti. Hafize Hanım ise daha uzun yıllar yaşadı ve 1984'te öldü...

    Beş çocuk içinde tek kız olan Arife, Irafanın Şaşdımlardan olan ilk eşinin adını almış... Bayramgazili Kelveliye varan Arife Hanımın oğlu Veli Rıza'dan torunu Ergün Erol, Yörüğoğluların Lütfi Tüplek damadı olup Anıtkaya'da yaşamaktadır...

    Irafanın büyük oğlu Ali 1927 yılında doğdu. 2006 Yılında seksenine bir kala vefat ettiğini biliyoruz. Başkaca da hakkında bilgi bulamadım...

    Dört oğlan içinde dikkat çekmesi gereken biri varsa o da Kamil'dir. En azından ismiyle... Hafize Hanımın şehit abisinin adını taşıyan Kamil, belki de Mollahmetlerin bu kolundaki (adıyla bile olsa) son temsilcidir... 1929 Yılında doğdu, Irafanın Kamil diye tanındı... Paşanın Hüseyin kızı Ayşe ile evlenip Müdüroğlunun Çapar ile bacanak oldular. Bu da Mollahmetlerle ilgili bir bağlantı sayılabilir... Hüseyin ve Birgül adındaki çocukları Mılıklar/Çatkuyu'dan evlendiler, İzmir'de oturuyorlar... Irafanın Kamil, 1996 Yılında vefat etti...

    Diğer oğlu Hasan, Çullugızı/Arapselimlerin Selim kızı Selime ile evlenmiş. Selime'nin babalığı Alosmançavuşun, Irafanın yeğeni olduğunu hatırlamak lazım... Malesef Selime Hanımın 2020 yılında vefat ettiğinden başka aile hakkında bilgi bulunmuyor...

    En küçük oğlu Mehmet 1942 yılında doğdu. Manisalı Mehmet kızı Yüksel Hanımla evlendi. Bu aile hakkında da sadece Yüksel Hanımın 2015, Irafanın Mehmet'in 2017 yılında vefat ettiklerini biliyoruz, hepsi bu...

    Hafize Hanımın tesiriyle olsa gerek, Irafan önce Mollahmetlerin Sıntırlar kolu soyismi olan SIMSIKI'yı almış. Daha sonra bunu DALGALIOĞLU ile değiştirmişler... Irafanlar bugün için Anıtkaya'nın kayıp sülalelerinden biri durumundadır... 



04 Ekim 2023

Alihocalar

     
    Elimizdeki en eski belge olan 1831 kayıtlarında Mollahmetler hanesinin reisi olan Mollahmetoğlu Ali'ye Ali Hoca denildiği anlaşılıyor...

    Ali Hoca diyorlar ve bu lakap ailesine iliştirilince Alihocalar ortaya çıkıyor. Yani Mollahmetler ana dalı altında yeni bir sülale oluşuyor... Eşinin adı da Kezban... Zaten adından başka bir bilgi de yok... Kimlerdendir, kimin kızı olarak ne zaman doğmuştur, meçhul... Alihocanın ikinci hanımıymış; ilkinden Mustafa, Eyüp ve Hüseyin olmuştu...

    Kezban Hanımdan iki oğlu oluyor; isimleri İsmail ve Ramazan... Ramazan, Sıntırların atası; şimdilik onu geçiyoruz... İsmail 1852 doğumlu olduğuna göre, Ali Hocayı ve Kezban Hanımı kafamızda ona göre bir tarihe yerleştirmeliyiz... 

    İsmail, Alime Hanım ile evlendi. Alime Hanım kim derseniz, Velciklerden Ahmet kızıdır; kısa yoldan ifade edelim, Tahtalının Halası... Eğret'te yaygın bir isim değil Alime... Daha önce Kedimehmetin ana adı olarak karşımıza çıkmıştı. Yaklaşık bir kuşak öncesinin kadını olan O Alime'nin baba adı İsmail idi; Bunun ise eşinin adı İsmail... Alimeninguyu/Alimeguyusu hangisiyle irtibatlı, çözmek zor... Belki iki Alime arasında bir bağ vardır...

    İsmail ile Alime arasında 22 yaş farkı var. Öncesinde başka bir hanımla evlenmediyse ilk ve tek çocuğunu elli yaşında kucağına almış oluyor. 1902 Yılında doğan Mehmet, Amcasının kızı Kezban ile evlendi. 

    Ali Hocanın torunları olan Mehmet ile Kezban'ın İsmail adını verdikleri bir oğulları oldu; lakin çok yaşamadı. Sonra iki kızları oldu. Bunlardan Gülsüm, Apdıramanlardan Körhalilin son eşi; Cemile de Ayvaz/Dellalın eşi oldu. Dellal (Ahmet Uysal) aslen Hacıbeylilidir. Babası harpte kalınca Alemdaroğlu/Kekliklerden Hüseyin'e evlatlık geliyor... Evlerinin olduğu yerin Kekliklerin yurdu olduğunu söylüyorlar. Eğer öyleyse de isabet var; çünkü Kekliklerin  Alemdaroğlularla olduğu kadar Mollahmetlerle de ilgisi var...

    İki kızdan sonra 1937 yılında bir oğulları daha oldu. Bu sefer Kezban hanımın babası adı olan Ramazan adını koydular. Lakin Ramazan da on yaşına geldiğinde, 1947'de vefat etti... 

    Mehmet ile Kezban'dan başka Ali Hocanın daha onlarca torunu var. Sadece bu ikisinin çocukları Alihocalar diye anılması da ilginç... Emmi çocukları olan bu karı koca, 1973 yılında dokuz ay arayla arka arkaya vefat ettiler...  Mehmet'in soyadı uygulamasında GÜZEL soy isimini aldığını da belirtelim...





Molla Ahmetler

     
    1831 Yılına ait olduğu belirlenen Eğret kütüğünde 'Molla Ahmet Oğlu'  sülale adıyla kaydedilen iki hane bulunuyor. Daha doğrusu tek hanede iki kardeş var. Bunların babası Molla Ahmet olabilir; değilse sülaleye adını veren Molla'yı daha daha gerilerde aramak gerekecek...

    Hane reisi olarak küçük kardeş Ali görünüyor. Abisi Halil ondan 10 yaş daha büyük, 1786 doğumlu... Lakin Halil'in erkek evladı olmadığı görülüyor. Şu halde sülaleyi günümüze taşımak istersek bize yardımcı olacak atlama taşı 1904 kütükleridir...

     1831 Kayıtlarındaki Molla Ahmetler hanesi:

    1. Molla Ahmet oğlu Ali; Mustafa, Eyüp ve Hüseyin adlarında üç oğlu var.
    2. Molla Ahmet oğlu Halil; henüz çocuğu yok...
     
    İki kütüğü birleştirdiğimizde Mollahmetlerin haritası kabaca şöyle çıkarılabilir:

    Ali'nin büyük oğlu Mustafa 1820 yılında doğdu. Tam olarak belirlenemeyen bir dönemde Süleyman adında bir oğlu oldu. Süleyman'ın anası, varsa kardeşleri filan bilinmiyor... Bildiğimiz, Süleyman, Emiralilerin Mustafa kızı Ayşe ile evlendi. Ayşe Hanım,  Garaguzuların Mehmet'in kardeşidir... Bir kardeşi de Gıdilerin Hasan Hüseyin'de olduğu için Süleyman Onunla bacanaktır... İki kızı ve bir oğlu oldu; Mustafa, Kezban, Azime...  Arapların Hüseyin kızı Kezban (Gambırhüseyinin halası) ile evlenen Mustafa, Cihan harbinde kaldı... Kızları ise; Kezban, Akbaş Ömer eşi; Azime, Omarcıkların Gocahüseyin  eşi oldu...

    Ortanca oğlu Eyüp 1828 yılında doğmuş. Onun kızı Ayşe, Afyon kökenli Demircieyüp   oğlu Ahmet ile evlendi ve böylece Eyüpler sülalesi karşımıza çıktı.

    En küçük oğlu Hüseyin ise 1830 yılında doğmuştu. Hüseyin'in kızı Fatma'yı   Kekliklerden İbrahim adında birine verdiğini biliyoruz, karı koca Onlar da 20. yüzyıla yetişememiş, vefat etmişler. Anlatılanlardan şunu öğreniyoruz ki İbrahim'e 'Gani' diyorlar. Anıtkaya'daki Ganilerin kaynağıyla ilgili bundan başka bilgi yok... Hüseyin, Kezban, Rabia ve Mehmet adında üç çocuğu oldu. Mehmet evlenmeden vefat etti. Hüseyin evlendi, ama çocuksuz olarak Cihan Harbinde kaldı. Kezban, Garapaçaların Osman'a vardı, Eyüpçetinin  anasıdır... Rabia da Garapaçaların Topalhüseyinin ikinci eşidir; Avganın analığı durumundaki Rabia Hanım çocuksuz vefat ettiği için pek bilinmez...

    Molla Ahmet oğlu Ali'nin 1852 yılında İsmail, 1855'te Ramazan adında iki oğlu daha oldu. Bu iki oğlandan da Sıntırlar sülalesi oluştu. 

    İkinci hane Mollahmetoğlu Halil'in 1840'a kadar oğlu olmadı. Daha sonra doğacak iki oğlu Mahmut ve Mehmet Ali'den Irafanlar ve Müdüroğlulara çıkılıyor... Hepsi ayrıntılı olarak ele alınacak...



Veyisoğlu Osman

     
    Veyisoğlu Halil'in büyük oğludur, 1826'da doğdu. Daha iyi anlaşılması için, Böbü Dedenin büyük abisi olduğunu belirtelim.

    Veyisoğlu Osman hakkında çok bilgi yok, çünkü nesli günümüze ulaşmamış. Ulaşmamış derken, erkek çocuğu olmadığı için soyadı almak suretiyle günümüze ulaşan torunu bulunmuyor, demek istiyoruz. Yoksa, kızları var ve o kızlarından torunları aramızda...

    1904 Kütüğünden belirleyebildiğimiz kadarıyla iki hanımından üç kızı var... İlk hanımının adı Havva imiş; elbette onun hakkında bilgi yok, dolayısıyla kimlerden olduğunu bilemiyoruz...

     1854 Yılında Ayşe adını verdikleri bir kızları oluyor...  Vakti geldiğinde Ayşe'yi Hacımustafaoğlu Hasan'a veriyorlar... İleride Sağırların ataları olan üç erkek kardeş Salih, Mustafa ve Ramazan'ın anaları olacaktır... 

    Ayşe Hanımın 1906 yılında hayatta olduğu, oğlu Mustafa'dan o sene doğan torununa kendi babasının adı olan Osman isminin verilmesinde etkisi olduğu düşünülüyor. (Erken vefat eden Osman, Kelapdıllanın abisidir)... Ayşe Hanım'ın ne zaman vefat ettiği bilinmiyor...

    Havva Hanımdan sonra ikinci olarak Hafize Hanım ile evlendi Veyisoğlu Osman. Hafize Hanım, Eğret'e Afyondan geldikleri için Şeherlioğlular diye bilinen Hadım Ali'nin torunudur. İki erkek kardeşinin biri Şeherlioğlular, diğeri Hadımoğlular sülalesinin atasıdır... Ayrıca bu üç kardeşin anaları da Veyislerden olduğuna dair kuvvetli işaretler var...

    Hafize Hanımdan da iki kızı oluyor; Hanife ve Fatma... Hanife'nin doğum tarihi bilinmiyor, çünkü kayıtlar tutulurken hayatta değildi; ama Fatma'nın 1869 doğumlu olduğunu biliyoruz... Bu kızlar doğduktan ne kadar süre sonra babaları öldüğü bilinmiyor, gerçek olan şu ki bir müddet sonra Veyisoğlu Osman vefat etti... Hafize Hanım iki kızıyla dul kaldı...

    Önce Fatma'yı gelin ettiği düşünülüyor... Kime vardı peki? Gedikoğlu/Hassönlerin Alıklımahmuta... Orada Hanife ve Mahmut adında bir oğluyla bir kızı oldu. Kocası Hicaz'dan dönemedi... İki çocuğuyla dul kaldı... 

    Bunun üzerine Veyislerin diğer kolundan Çorbecilerin Hacıaliye vardı, zira o sırada Hacıali de ilk eşi vefat ettiğinden, Ahmet adında bir oğluyla dul kalmıştı. Lafı uzatmayalım, Fatma Hanımın kızı Hanife'yi Hacıalinin oğlu Şebekahmet ile everdiler... Alıklımahmut'un oğlu Mahmut ne oldu? O da Gulizosmanın babasıdır... Bir görüşe göre Gulizosman adını büyük dedesi Veyisoğlu Osman'dan almıştır...

    Hacali, Fatma Hanımın üstüne yine Veyislerden Halime Hanım (Kötühüseyinin ninesi) ile evlenecek ve ondan da bir kızı olacak... Bu küçük kızına, Fatma Hanımın anası adı Hafize'yi vermesi manidardır... (Kelarzıman eşi Hafize Azbay)...

    Veyisoğlu Osman'ın üçüncü kızı Hanife'ye geldik... Doğum tarihini bilmiyoruz. Onun ailenin en küçüğü olduğunu düşünmemizin bir sebebi var; annesi Hafize Hanım onun yanından ayrılmamış... Hanife'yi Selimoğlu Ahmet'e vermiş. Daha doğrusu Selimoğlu Ahmet, Hanife'ye içgüveyisi olmuş; dolayısıyla Hafize Hanım da evinde kalmış oluyor...

    Ali Osman ve Ayşe adlarında bir oğluyla bir kızı olduktan sonra Hanife Hanım yirminci yüzyıl başlarında vefat etti. Eşi Selimoğlu Ahmet tekrar evlendi; ama çocuklarının ninesi Hafize Hanım hala hayattaydı, onlara kol kanat gerdi. Torunlarının büyüğü Ayşe'yi Sağırların Ramazan'a verdi. Burada hatırlamamız gereken Ramazan ile Ayşe'nin teyze çocuğu olduklarıdır.... Ayşe, Hamza Sancak (Çunkuhamza)nın anasıdır...

    Hanife Hanım ile Selimoğlu Ahmet'in oğullarına Ali Osman adı vermelerinin sebebi, ikisinin de baba adlarını birleştirmektir. Yani Veyisoğlu Osman'ın adı buradaki torununda yaşıyor... Hafize Hanımın bu torununu evermeye ömrü vefa etmediği anlaşılıyor. Olucak'tan evlenmesine sebep olarak da analığı Ümmü Hanımı gösterebiliriz... 

    Kendisine Gocaguliz denilecek olan Ali Osman, anasını ve ninesini büsbütün unutmamış, kızlarının ikisine Hafize ve Hanife adını koymuş... 1969 Yılında vefat edince, Veyisoğlu Osman'ın adını yaşatacak sadece Gulizosman kaldı. O'nun ardındaki iki torunu Osman Koç'lar bugünkü Veyisoğlu Osman yadigarlarıdır...



01 Ekim 2023

Atatürk'ün Tokadı

    
    Cihan Harbinden hemen önce Eğret'e Muslulardan bir aile daha gelmiş. Mustafa oğlu Mehmet Eğret'e geldiğinde yirmi yaşının üzerinde... Yanında eşi ve kaynanası var... Kaynanası Meryem Hanım Muslulardan, Gavurali (Ali Efe)nin halası oluyor... Harp bittikten sonra epeyce bir süre Hatiplere bekar durmuş... İstiklal Harbinden sonraki yokluk döneminde ise onu Eğret'e bağlayan bir şey olmayınca Kütahya'ya göçmüş...

    Kütahya'da galiba inşaat işine girişip usta olmuş Musluların Mehmet... Hatta kısa sürede iki katlı ev yapmış kendine, durumunu düzeltmiş... Düşün şimdi, Eğret'te iken ev dam yok, oraya buraya bekar duruyorsun; Kütahya'da kısa sürede iş ve ev sahibi oluyorsun... Bununla da kalmamış, yakın çevresine yardımcı olmuş. Akif Efe'nin inşaatçı olarak Kütahya'ya yerleşmesine Musluların Mehmet vesile olduğu düşünülüyor...

    Evi damı olmasa da Eğret'e gelip gidermiş. Bu vakitlerde Hatiplerin odaya uğrar, geceleyecekse mutlaka orada gecelermiş. Ne de olsa eski günlerin hatırı var...

    Bana anlatan da tam tarihi hatırlamıyor, galiba 1940-50'li yıllarda bir gün yine Eğret'e gelmiş... Elbette ve yine Hatiplerin Goca odadalar... Musluların Mehmet, Molla Osman'dan bir kaç yaş küçük; fakat o yıllarda artık işten güçten elini çekmeye başlamış olmalıdır... Gece yatsıdan sonra oda cemaati toplanıyor... Tarla takga, mal maşat konuşuyorlar; eski günleri yad ediyorlar, bilenler geleceğe dair bir şeyler söylüyor... Yani tipik bir odada ne konuşulursa, oradaki sohbetin konusu oluyor...

    Gerçi bugün de öyledir; neyi konuşuyorsan konuş, söz döner dolaşır ya futbola, ya siyasete çıkar... O yıllarda futbol yoktu... Hatiplerin odadaki sohbet varıp siyasete tosladı...

    Molla Osman Atatürk hakkında olumsuz kanaat bildirince, kendinde söz hakkı bulunduğunu düşünen  bazı oda cemaatinin de o yöne kaydığı görülmüş. Musluların Mehmet;
    - Bakıñ' demiş, 'Yânış yola girdiñiz, ben bunuñ tokadını yidim.' Bakışlar ve dikkatler kendinde toplanınca, yaşadığı ibretlik olayı anlatmış...

    Eğret'ten Kütahya'ya göçmüştü... Evini yaptıktan sonra alt katı bir Jandarma Komutanına kiralamış. İşleri pek güzel, hayatı yolundaymış. 1933 Yılının Ocak ayında Atatürk Kütahya'ya gelmiş... (O zaman henüz 'Atatürk' değildi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa diyelim...) Ziyaret nedeniyle kalabalık halk oraya toplanmış... Trenden indikten sonra Gazi'yi, istasyon yanındaki bir tuğla fabrikasına götürmüşler... Hurra, halk da peşinden oraya... Demek ki yerel organizatörler böyle bir etkinlik ayarlamışlar, Kemal paşa tuğla fabrikasında incelemelerde bulunacak...

    Kalabalığın içinde bulunan Musluların Mehmet, olaylara yakından şahit oluyor... Platforma veya girişe tuğlalardan basamak yapmışlar ki misafir basıp çıksın... Mustafa Kemal basınca tuğlalar kırılıyor... Hadi bakalım... Kalitesiz tuğla yapıldığının göstergesi olan bu duruma kızmış... Oradaki fabrika yetkililerinden mi yoksa vilayet görevlilerinden mi ne, birisi çıkmış yılışarak;

- 'Paşam, senin ayaklarının altında Yunan ezildi; tuğla nasıl ezilmesin...' gibi bir şeyler geveleyip yalaklanmaya çalışmış...

    İşte ne olduysa o anda olmuş... Nereden geldiğini anlayamadığı bir tokatla öyle bir sersemlemiş ki Mehmet, canı çıkayazmış... Kim vurdu diye kaldırıp başını baksa ki, kiracısı Jandarma Komutanı... İçi daralmış, hemen ayrılmış oradan...

    Yediği tokatın acısından değilmiş bunaltısı. Şimdiye kadar hiç kötülük etmediği, ondan da hiç kötülük görmediği kiracısından gelmesi acıtmış içini... O moral bozukluğu ve sinirle varıp Komutanın eşyalarını kapının önüne yığmaya başlamış... Olanlardan habersiz Komutanın karısı 'Etme Mehmet Emmi' diye ne kadar yalvarsa da boş...

    Akşamüstü bütün eşyasını kapının önüne yığılmış görünce Komutan da şaşırmış. Siniri bir türlü geçmeyen Mehmet Emmi, fabrikada attığı tokadı hatırlatmış; ama yine de bir şey anlamamış...

    - 'Yav Mehmet Emmi, sabahtan akşama kadar ben Reisicumhurun yol emniyetini sağlama göreviyle şehir içine girmedim. Ne istasyona, ne fabrikaya ne de başka bir yere gitmedim. Nasıl sana tokat atabilirim!'

    Komutanın bu sözlerinden sonra şaşırma sırası Musluoğlu Mehmet'te... Hakikaten bu komutan öyle bir hareket yapacak tıynıyette değil, hele kendisini niye tokatlasın ki!... Diğer yandan, nevrini döndüren tokat ondan geldiğini gözleriyle gördü... Anlamsızca boşluğa bakarken, bir şey hatırlamış gibi gözleri kısıldı, kafası hafifçe yukarı aşağı sallandı...

    Çürük tuğlalara kızacakken Mustafa Kemal'in dikkatini dağıtmaya çalışan yalakanın dediklerini işitince Musluların Mehmet'in aklından şunlar geçmişti:

    - 'Len bu adamdan uçuru Yahudiydi, şuydu buydu diyolâ; doğru mu kine?...'

    Kendi yorumuna göre Musluların Mehmet, yanlış düşüncelere dalmanın tokadını yemişti. Tam da üst üste gelince başka türlü izahı yoktu... Bu olayı anlattıktan sonra oda ahalisine dönüp;

    - 'Ben Atatürk'üñ tokadını yidim, siz yimeñ.' demiş... 



29 Eylül 2023

Atyarışı Ne ki!

    
    Bir at yarışı  mevzusu da Dayıların Vahit Yola'nın düğününde dönmüş. Olayın esas kişisi yine Şampaya... Rakip de Tekkegaren (Kayıhan)dan... Bu adam, Mustafa Ayas'ın sözünü ettiği kişi olmalı. Aynı zamanda kaçak tahta, döşme filan getirirmiş...

    Yarış düzenleme fikri, kardeşi Hasan'dan çıkıyor... Adam cambaz olunca, böyle şeylere meraklı zaten... Vahit'in düğün için at yarışı düzenlediklerini, dereceye girecek atlara ödül olarak dana, keçi ve arpa verileceğini ilan ediyorlar. Bu tip duyurular bir hafta, on gün öncesinden yapıldığı için gitmesi gereken yerlere haber gidiyor. Tabi katılım ne kadar çok olursa düğün sahibi o kadar sevinir... Bu yüzden çevre köylerde yaygarası yapılıyor. Haliyle Garen'e de...

    Pazar günü öğleye doğru süslü püsküllü atlar ortalıkta dolanmaya başlamış. Katılım iyi görünüyor, bizim köylüler haricinde dışardan gelenler de çok...

    Beride de düğüncüler toplanmış... Yenilip içilmiş, kına yakılmış, gelin almaya çıkılınca Vahit ile sağdıcı (galiba Egekemalın Ahmet) dambeşteki yerlerini almışlar... Bunlar öyle gelini bekliyorken Şampaya ve yanındakiler çıkagelmiş... Yedeklerindeki atlar terli, buurrbbsss! huurrbbsss! burnundan soluyor, toynaklarıyla yerleri dövüyorlar...
    - 'Hadi şu daneynen keçiyi ve de biz gidem.' demiş Şampaya... Dambeşte gelini bekleyenler añıbeñi olmuş....

    Meğer antrenmanlı atlar duramamış yerinde, sahipleri de onlardan daha sabırsız olunca, anlaşıp başlatmışlar yarışı... Yörükçeşmesinden Alagıra... Şampayanın at birinci, Garenlininki ikinci gelmiş. Üçüncüyü tam hatırlayamadım... 

    Bunlar ödülleri istiyor; ama Vahit verir mi!... Neden vermeyeceğini filan anlatıp tam vaktinde yarışın yenileneceğini bildirmiş... Gelin inmiş, oyunlar oynanmış, adet töre yerine getirildikten sonra, hadi bakalım millet yığılmış Alagıra... Yörükçeşmesinden start verilmiş... Gelgelelim, bu sefer Garenli birinci olmuş, Çerkezli ikinci... 

    Şampaya gidip odasına kapanmış filan, ama çare yok... Dananın, keçinin gitmesi bir şey değil; atı kazanınca yapacağı sükseden mahrum kalmak onu yıkmış olmalı... Mustafa'nın anlattığı at olsaydı, şüphesiz tekrarlanan yarışı da kazanırdı... Belki  de Garenliyi alt etmek için o namlı atı aldı ve onu yenerek ayağını Anıtkaya'dan kesti...

        ***

    At yarışı ne ki!... Dana bile vuruştururlarmış bazen...

    Herhalde 1960'lı yılların başında... Hacının Hasan Çelik'in düğünü... Ödül filan var mıydı, varsa ortaya ne konulmuştu, bilemiyoruz.

    İşin içinde yine Şampaya var... Bu seferki kahramanı ise danası... Yine önceden ilan edilen bir yarış olduğu için, gelin inmesi bekleniyor... Bu arada süslenen, boynuzları cilalanan, tüyleri taranan antrenmanlı boğalar da hazır...

    Çalgıcılar, Bataklı Yonuz (Yunus) Ağa ile Cafer Ağa... Deliyonuz davulcu, Caferağa zurnacı... Millet Alagırda Yahyaların harmanyerine yığılmış danaları bekliyor...

    Müsabakaya katılacak danaların ikincisi Dayılarda... Düğünevinden ayrılan davul zurna ekibi onların evin önüne gelince Dayıların dana da kapıdan çıkmakta... Tuhaf bir durum oluyor; dana önde, çalgıcılar arkada, Alagıra kadar davul zurnayla götürüyorlar hayvanı... Sanki damat alayı... 

    Öte yandan Şampayanın dananın yolu ayrı olduğu için o sakin sakin getiriliyor... Böylelikle arenaya(!) varıyorlar... Herkes heyecanla büyük vuruşmayı bekliyor, ahali sabırsız. Hayvanlar ise alabildiğine şaşkın, çünkü böyle vaveylaya alışık değiller... Kalabalıktan birinin;
    - 'Çal Yonuzağa!' diye bağırmasıyla davul dangıdı dungudu başlıyor, ardından da Caferağanın zurnası hücum ediyor...

    Dayıların dana bu gürültü eşliğinde geldiği için biraz alışkın; gelvelakin Şampayanın şaşkın dana, olanı ürküyor... Dana vuruşturma yarışı daha başlamadan bitiyor...

        ***

    Horoz dövüştürülür, köpek boğuşturulur, dana vuruşturulur da... Bunun Eğret'te bir düğün yarışması olarak uygulanmasını ilk defa işittim. Bundan başka örneği var mı acaba?



28 Eylül 2023

Bazarbaklağısı


    Pazartesi günü öğlen ikinci 'güveyi guyma' ile düğün resmen bitti... Gelin, artık yeni evinde yeni ailesiyle... Elbette orası artık gelinin evidir, ama ne de olsa yıllarca elinin ayağının alıştığı anası evinden yeni bir mekana geldi. Burada başka bir düzen, yeni alışkanlıklar ve yeni simalar var; alışmak uzun sürebilir.

    Daha önce de belirtmiştik, yeni gelin uzun bir süre evinden dışarı pek çıkmaz. Bu, kınası rengini atana kadar diye görece belirlenmiş bir süredir, ortalama bir ayı bulabilir. Böyle bir kural olmasa da toplum tarafından benimsenmiş ve adet haline gelmiş. Böyle adetlerde mantık aramaya gerek yok, riayet edilmezse hoş karşılanmaz. Bu kadar...

    Çok zorunlu haller dışında sokağın yasak olduğu bu dönemden itibaren gelinin çevresindeki insanlara karşı tavrı da neredeyse belirlenmiştir. Bu katılaşmış kalıp kurallara göre komşuları da dahil oğlan çocuklarına 'Ağa' diye hitap eder. Kendinden büyüklere 'Abi' anlamında ağa demesi çok normal... Lakin bir gelinin kendinden çok küçük kaynına ve hatta komşu çocuklarına da ağa demesini çok tuhaf karşılardım... Kadınlarda da büyüklerine 'aba' der, çünkü Anıtkaya'da abla yerine bu kelime kullanılır... Eltisine ve diğer yaşıtlarına ise 'Abla' diye hitap eder. Yakınlarındaki yaşlı kadınlara ise adıyla birlikte 'Ana' der; 'Fadime Ana', 'Halime Ana' gibi... 

    Bütün bunlar gelinin yeni hayatındaki yeni kalıplardır, uyum sağlaması uzun sürebilir. Bu süreçte onun hayatını kolaylaştıracak bir moral desteğe ihtiyaç vardır. Eski ailesinden ve hayatından yenisine geçiş süreci olacak, tam bunalmaya başlayacağı günlerde yüzünü aydınlatacak, anası evini özlemeye başlayacağı zamanda buna mani olacak bir şey...

    İşte o şey, 'Bazar Baklağısı' denilen kızevinin oğlanevine yaptığı ziyarettir... Gelin indikten üç gün sonra Çarşamba günü, kızevinden kalabalık bir ziyaretçi topluluğu tarafından yapılır. Katılımcıların özünü, bir hafta önce çeniz asmada bulunanlar oluşturur.  Öncelikle onlara 'Baklağıya buyurun' diye davet götürülür... Sonra yine kızevine mensup çoluk çocuk kim varsa toplanıp baklağı alayını oluştururlar...

    Adından da anlaşılacağı üzere yanlarında baklava, börek, çörek götürürler, maksat orada yiyip içip eğlenmektir. Börek çöreği oğlanevi de yapabilir; yine oğlanevinin ikramları arasında gelinin götürdüğü 'gelin şekeri' de vardır.  Pembe renkli, plaka biçimindeki bu şeker sadece bugünler içindir dense yeridir; lüks bir şeker türü olduğundan başka yerde tadamazsın. Bizim kuşağın çoğu bu şekeri görmüştür; ama pek azı tadını bilir...

    Daha bir kaç gün önceki hayatında önemli yere sahip figürleri bir arada görmek, geline ilaç gibi gelir. Büyüklerin elleri öpülür, hasret giderilir (oysa ayrılalı üç gün oldu); arkadaşlarla gülüp eğlenilir, oyunlar oynanır. Geç vakte kadar bazar baklağısı devam eder... Bu arada küçüklere 5-10 kuruş bahşiş verildiğini de unutmayalım...

    Kızevinin akşam getirdiği baklava, ertesi gün oğlanevi yakınlarına dağıtılır. Birer ikişer şişe... Baklava dilimine Anıtkaya'da öteden beri şişe derler... Böylece hısım akraba arasında bazarbaklağısını tatmayan kalmaz... Dağıtmanın da kendine göre bir kalıbı varmış; bir parça çörek, üstüne bir şişe baklava... Yani çöreği de tabak gibi kullanırlarmış...

    Bazarbaklağısı bu... Herhalde 'baklağı' meselesi anlaşıldı... Gelelim 'bazar'a...

    Bunun kesin tarihi kestirilemiyor, ama Eğret hafta pazarı kurulduğu günden beri halk, Cumartesi gününü 'Bazar' diye biliyor. Çünkü o gün, Eğret Hafta Pazarı kuruluyor... O güne (Cumartesiye) bazar denilince haliyle iki Pazar günümüz oldu. Karışıklığı gidermek için olsa gerek, asıl Pazar gününe 'Allahbazarı' adı verildi... Yaşlılarda bu kullanım hala geçerliliğini koruyor...

    Bilindiği gibi Cumhuriyetten önce resmi tatil günü Cuma idi... Hem tatil olması hem de mübarek olması sebebiyle insanlar önemli işlerini o güne denk getirirlerdi. Eğret'teki düğünler de bu takvime göre ayarlanır, mübarek cuma akşamı (perşembe günü) güveyi girerdi. Dolayısıyla gelin indirme de Perşembe günü olurdu. Anlatageldiğimiz düğün sürecini hep buna göre düşünürsek; Pazar günü çeyiz asılır, Salı günü çalgılar gelir, Çarşamba gızhamamı vs. her şeyi Perşembeye göre ayarlayın... Gelin indikten sonra kızevinin oğlanevine baklava götürmesi de Pazar gününe rastlardı. Bu yüzden 'Bazarbaklağısı' denildi...

    Hafta tatili Cuma'dan Pazar'a alınınca düğün takvimi hemen değişmedi. Çünkü Eğret halkının resmi tatille filan işi yoktu ki, hayatlarına eskisi gibi devam ettiler; gelin yine Perşembe günü iniyordu... Zaman geçti, okul yaygınlaştı, Belediye filan derken halk resmiyetle yüzleşti ve yavaş yavaş düğünler Pazar'a alınmaya başlandı. Tabi bu olay da birden olmadı. Önceleri eski sistem ile yenisi bir arada yürüdü... Duruma göre hareket ediliyordu... Eski sisteme göre yapılan düğünlere 'Perşembegelini', yenisine göre yapılanlara ise 'Bazargelini' derlerdi...

    Düğünlerde ikili yapı 1970'li yıllara kadar devam etti. Sonra tamamen yeni sistem hakim oldu, 'Perşembegelini' unutuldu... Sistem değişikliği sadece düğün takvimindeydi; adetler, isimlendirmeler aynıydı. 'Bazarbaklağısı' da aynı adla yapılmaya devam edildi, Yalnız Pazar günü değil, Çarşamba günü icra ediliyordu... 

    İşin sonuna bak sen... Şimdilerde ne Perşembegelini var, ne Bazargelini... Düğün salonunu hangi güne ayarladıysan ona göre davetiye bastırıyorsun... Bize de Bazarbaklağısı edebiyatı düşüyor...



26 Eylül 2023

Güveyi Guyma


    Gelin indi. Sağdıçla güveyi dambeşteki taarruzu savuşturdu. İndiler aşağıya, son oyunlar oynandı. Kadınlar süzünmekte olan geline bakmak için kafile kafile akıyorlar. Bu durumda güveyiler daha fazla ayak altında dolaşmamalı, buralardan uzaklaşmalılar...

    Uzaklaşıp da nereye gidecekler, gapıt (palto)ları omuzlarında dolaşırlar. Akşama kadar sağdıçla güveyinin dolaşmasına 'güveyi gezdirme' denir. Asıl amaç, yalnız kaldıklarında sağdıcın kılavuzluğudur... Bir elleri kızıl çıkılı olduğu halde gezmedik yer bırakmayan bu ikili, nadiren kahveye oturup çay içebilir...

    Akşam oldu mu, kınalı ellerin yıkanma vaktidir... Yatsı namazına da erken gitmek lazım, zira  güveyinin evliliği için özel dua merasimi var... 

    Düğünün bu son saatlerinde güveyiler camideyken, birileri başka yerlerde değişik planlar peşindedir...

    Gelin evinden başlayalım... Çenizgaynısıyla gelen malzemelerle burası dayanır döşenir, süslenir. Kim tarafından? Kızevinden gelen gelinin yakınları tarafından... Geline bakmaya gelenler savıldıktan sonra, akşam olduğunda artık gelin de bu odaya çekilip güveyisini beklemeye koyulur...

    Az dışarıda, gocagapının önüne büyük bir ateş yakılır. Manasını anlayamadığım bu adetin bir faydası var; bu soğuk kış gecesinde, etrafındaki insanların ısınmasını sağlıyor... Güveyiler gelene kadar harlasın diye, ateş sürekli beslenir... Güveyi üstünden atlayıp geçince onun vazifesi de sonra erecek; ama yine de bir müddet daha odun atmaya devam ederler...

    Asıl gizli plan yapan karanlık güçler, güveyinin en yakınındaki arkadaşlarıdır... Onların derdi 'güveyi guyana' kadar ona edebildikleri son eziyeti çektirmek... Ve daha sonra dambeşten, bacadan etmediğini bırakmamak... Planların özü bu... Şimdi camiye dönelim...

Namazdan sonra bir güveyi alayı oluşturulur. Sağdıçla güveyinin ardında tekbir alacak hoca grubu yerini alır. Onların ardında güveyinin büyüklerinden oluşan cemaat ve en arkada ise güveyinin arkadaşları... Bu güveyi alayı tekbirlerle ilerler, istikamet gelin evi...

    Güveyi alayının en tehlikelisi, en arkadaki safta bulunanlardır... Alay ilerlerken bunlar yalandan tekbir korosuna katılır gibi yaparlar. Yarımağız tekbirler arasında güveyiyi misket bombasına tutarlar. Cephanelik gibi kullandıkları ceplerinden avuç avuç nohut alır, kimini ağzına kimini güveyinin kafasına doğru ateşlerler. Bu yaylım ateşinde güveyi illa ki isabet alacaktır... Cami ile ev arasındaki mesafeye göre bu harp uzar... 

    Harp kurak havalarda yapılıyorsa, nohut mermilerin zararı olmaz. Asıl karda kışta kartopu, buz parçaları atıldığını düşünün... Böyle bir bombardıman karşısında ne yapabilirsin; üstelik atışlar uzaktan değil, hoca tayfasının bulunduğu siperlerden yapılıyorsa... 

    Berber Ahmet Kabadayı'nın sağdıcı Bilallerin Salim Kaynar... Karlı bir kış gecesi çıkmışlar camiden, bunlar önde, hocalar arkada... Kim bu hocalar; Körhalilin Halil İbrahim Kirkit, Hamzaların Adem Kaya ve diğerleri... Hocalar böyle olunca başka düşmana ne gerek... Bir yandan tekbir almışlar, bir yandan vermişler karı, buzu... 'Eve varana kadar kulaklarımız delineyazdı' diyor Berber...

    O ayazda ve taciz altında şuncacık yol, mağdurlar(!) için uzar da uzar... Alevli ateşten atlayıp öteye geçince kendisini neyin beklediğini bilen güveyi tedariklidir. En azından sağdıcı onu korumak için devreye girecektir. Buradaki saldırı, doğrudan güveyi sırtını yumruklama biçiminde olacağından, hızlı hareket ederse bunları savuşturma şansı bulabilir. Fakat sırtına darbe almayan güveyi pek görülmemiştir... Bu arada gireceği kapının önüne konan bir tas suyu tepip devirmelidir. Bunun anlamını da bilemiyorum, ama yerleşmiş bir adet...

    Kıyıda köşede yapılan planlar tam da bu vakit üzerineydi... Camiden alınarak yumruklamalar eşliğinde güveyinin eve girmesine nezarete kadarki sürecin tamamına 'güveyi guyma' deniliyor. Hoca, baklava ve tavuktan oluşan ücreti takdim edilerek gönderilir... Sıra planların kalanlarını uygulamaya gelmiştir...

    Güveyiyi selametle içeriye gönderdikten sonra, sağdıç bir müddet daha kapıda bekler; lakin bunun tasarlananları engellemeye bir faydası olmaz... Çünkü tehlike kapıda değil, dambeşte...

    Yine arkadaşları tarafından güveyi bir süre daha rahatsız ediliyor. Dambeşte yürürken tüpürdeyerek, taş atıp güpürdeyerek olmadık tacizlerde bulunurlar... Bütün bunların sonunda, bacadan salladıkları bir kaba baklava doldurulması üzerine sulh olur ve çeker giderler... Millet dağılır, ortalık sakinleşir...

    Yeni karıkoca erken kalkıp aile büyüklerine el öpmeye çıkarlar. Aynı evde bulundukları büyüklerinin haricinde, emmi dayı, teyze halaya gidilecekse gün doğmadan önce geri gelecek şekilde bunu ayarlamalıdırlar. Çünkü elinin kınası çıkana kadar yeni gelinin dışarda görünmesi hoş karşılanmaz...

    Sabah çorba içildikten sonra sağdıç gelip güveyi alarak tekrar dolaşmaya çıkarlar. Evde ise Cuma günü dambeşe dikilen bayrak indirilir, dağınıklar toplanır, misafirler yolcu edilir, sıradan günlere dönüş işaretleri başlar. Çünkü düğün bitti; birazdan, öğle üzeri güveyi tekrar gerdeğe girer... 

    Allah bi yasdıkda gocatsıñ...

    Yalnız bu anlattıklarım 1960-1990 aralığındaki otuz kırk yıllık dönemi yansıtıyor. Ağırlıklı olarak 1970'li yıllar diyelim. Sonrasında bu adetlerin yozlaşması, unutulması ve tamamen terkedilmesi var ki bunlar zaten gözümüzün önünde... Bir de bu dönemin öncesi var, yani Perşembe günü gelin indiği günler, 1960 öncesi...

    O vakitler, Perşembe akşama doğru gelin indikten sonra çalgıcılar tası tarağı toplayıp gitmiyor. Düğün devam ediyor çünkü. O akşam güveyi guyuluyor, ertesi gün Cuma... Cuma vaktine kadar çalgılar durmuyor. Halk buna 'duvak çalgısı' diyor; öğle vakti ikinci güveyi guymaya kadar duvak çalıyorlar... 

    Bazargelini denilen son dönem düğünlerine geçilince duvak çalgısı da kalkıyor. Duvak çalgısının yapıldığı son düğünün Çakırların Muharrem Erdem'inki olduğu söyleniyor... 

    Tabi duvak eğlenceleri çalgıyla sınırlı değilmiş. Akşam ilk güveyi guymada yapılanlar aynısıyla tekrarlanıyormuş. Mesela sabahleyin gelin tekrar yazılıyor; buğday, mısır, nohut gavurgasından oluşan çerez yine gelinin başından saçılıyor; yine geline bakmaya gelenler oluyor; yine eğlenip oynuyorlarmış kadınlar... Kadınlar arasındaki duvak eğlenceleri cuma namazı sonrasına kadar sürüyormuş....

    Bizim kuşağın bunu bilmemesi normal... Bununla beraber Eğret'in çok eski ve köklü bir adetiymiş duvak çalgısı... Daha Gocacami yapılmadan önce, Mücellit Hoca Cuma Camisinin imamıyken davılcıodasından güzel bir ses işitir. Cuma namazı öncesi çalıp söyleyen bu ses Belceli Topal Hüseyin'e aittir ve duvak çalmaktadır... Eğret'in bilinen ilk Müezzini olacak Böbülerin Dedesi 'Mazin Üseyin'in hikayesi duvak çalarken başlar yani...

    Şimdi, 20. asır başlarına kadar gittiğimize göre, duvak çalgısının varlığını daha öncelere kadar indirmek gerekir... 

    Neyse... İkinci güveyi guyma ile düğün biter; ama bir kaç gün sonra yapılacak bir şey daha var...



At Yarışları

 
    O sezonlarda popüler olan yarışları adını bilmem ama bir tahta kaçakçısı diye tabir ettiğimiz yabancı gelir iki atını koşturur 1.lik ve 2.lik ödüllerini alır giderdi.

    Atları birbirinden ayrılmadan koşar, hırs ile gelirlerdi. Alışkın ve güçlü atlar.

    Zamanında kurşun bile yemişler ki gözleri kara koşarken..

    Çoloğmerlerin Osman'da bir at vardı, o da koşuya katılırdı kendi atıyla. Beyaz çilli kır yakışıklı bir attı.

    Koşularda Sonradan ona Osman yerine kardeşi Ömür binmişti sanırım.

    Bu rahmetli Şampanya'ya sıkıntı yaratmıştı.

    Dışarıdan biri gelecek ve bizden ödülleri alacak, gidecek.

    Ödüller neyse de köyün koşuya ev sahipliği yapması ve bariz başarısızlık var işin ucunda.

    Bir zaman sonra rahmetli bir çift at almış, arabaya da koşmuş, hani derler ya "dımıl dımıl yanıyor" o derece hayvanlar.

    Amaç bunları koşu için almasıydı. Biri doru biri yağız..

    Doru boşta da, koşumda da yerinde durmuyor adeta ateş parçası.

    Yağız at ise aksine sakin, baş aşağıda ama uzun mu uzun, yüksek mi yüksek ,üstünde yatacak yer var desek yeriydi

    Tekirgızıların İsmail ile çoloğmerlerin Osman bindiler, antrenman olacak.

    Koşu yerinden salındı bitiş yağız yere basmadan finişe ulaştı Osman ile.

    Doru çıkışta fırlamış ama sonrası malum.

    Beklenmeyen sonuç yağızdan.    Düğün var, ödül var, dana var, koç var, arpa var vesaire vesaire.

    Yine alışılagelmiş bir şekilde kaçakçı atlarıyla geldi.

    Başlama yerine gittiler. Belli bir süre sonra harmanyerinin rampasından o kış, karda bir siyahlık belli oldu.

    Yağız at geliyor, ne geliş ama.. Bitti yarış, o durmadı, hatta Osman durduramadı guzu guzunun evin oralarda zaptetti ve döndü.

    Her at terli burunları dan duman çıkarken, yağız at "olsa da bir koşu daha mı koşsak" durumundaydı sıfır yorgunluk..

    Yağızın ardından kaçakçının atı ikinci, Doru da üçüncü olmuştu...

    Sonrası ise koşularda hep yağız geldi. Kacakçı bir kaç geldi, baktı olmuyor daha da gelmedi yarışlara.

    Hikayeyi uzattık Kusura bakılmasın gali

                M. Ayas



25 Eylül 2023

Değişir Şive


        Bir başkadır memleket

        Serin olur geceleri

        Derin olur sohbetleri

        Bir harman mevsiminde

        Şenlik olur harman yeri

        Kimi sap taşır kimi saman

        Herkes için değerlidir zaman

        Yetişmezse amca dayı komşu

        Bitirilemezdi harman

        Kısalır günler

        Başlar düğünler

        Köy odaları inler

        Tüm eş dost akraba

        Oynadığımız kırık hava

        Aldırmadan yağan kara

        Bir kütük daha atarız sobaya

        Bırakırız hepsini anılara

        Çıkarsak uzaklara 

        Hasret kalırız AFYON'umuza

        Girdik mi gurbetten sınıra

        Değişiveri şive gali burda 

                                     M.Ali S.



Seyir Var

    
    Gelin indikten sonra ahalinin dikkati farklı noktalara yönelir.  Şimdi Anıtkaya düğünlerinin belki en ayırıcı yanını görelim; geline bakma...

    - 'Nerye gidiyoñuz?'
    - 'Geline bakmiye... Siz?'
    - 'Biz de...'

    Benzer konuşmalar, sokakta karşılaşan kadınlar arasında geçer. Çünkü o saatlerde neredeyse bütün kadınlar, kocasının evine yenice gelmiş taze gelinin seyrine gitmektedir. Yeldir yeldir hep aynı yöne yürüyen kadınların sebebi bu...

    Gelin yeni evine girdiğinde, aralıkta yahut hayatta bir yere iliştirilmiş oturak (el yapımı sandalye)ye oturtulur. Son bir kaç günün yorgunluğunu, bir kaç dakikada atıp azıcık nefeslendikten sonra en az bir saat daha ayakta kalacak...

    Dayanaksız desteksiz bir saat ayakta durmanın zorluğu tahmin edilebilir. Duruşumu değiştireyim, ayağımı dinlendireyim, kafamı kaşıyayım vs. yok... Put gibi, aynı pozisyonda duracaksın... İşte buna Anıtkaya'da 'süzünme' diyorlar... Bakışlar yere odaklı; eldivenli iki el, önden sarkan küçük, beyaz çantaya yapışık; bazen bir el çantada, diğerinde bir çiçek; yüz hatları duygusuz, mekanik ve soğuk; gülsen, gülemez; ağlasan, ağlayamazsın...

    Köyümün her sokağından alay alay gelişler, işte bu halde süzünen gelini görmek içindir. Daha yüzü yazılırken, işin neden bu kadar önemli olduğunu çıtlatmış, kalabalık bir jüri karşısına çıkacak demiştim. Geline bakmaya gelen kalabalık, sözünü ettiğim jüri üyeleri oluyor...

    Hani çeñize bakarken sanat eleştirmeni gibi sağını solunu inceliyorlardı ya, burada da modacı gibi gelinin her şeyini baştan ayağa didiklerler. Tabi ki bu inceleme gözlerle, yani bakarak yapılıyor... Gelinlik, çanta, eldiven, duvak, taç, çiçek, ayakkabı tek tek gözden geçirilir. Bunların birbiriyle uyumundan veya uyumsuzluğundan sonuçlar çıkarılır; gelinin zevk/zevksizliği, oğlanevinin pintiliği/cömertliği, gelin yazan öğretmenin ustalığı/beceriksizliği... Anında kritik edilir ve diğer jüri üyeleriyle fısıltılı paylaşılır...

    Süzünmekte olan gelinin profilinden o anki ruh haliyle ilgili çıkarımlar da yapılır. Somurtması, evlilikten memnun olmadığına; gülümsemesi, görgüsüzlüğe; insanların yüzüne bakması, hoyratlığa; yere bakması, kurnazlık ve hainliğe yorumlanır. Kıpraşırsa saygısız olduğuna hükmedilir, öylece durursa salaklığa... Böyle bir jürinin karşısında gelin ne yapsın?... 

    Allah var, iyi niyetli jüriye de rastlanır. Gelinin pek güzel olduğunu, olması gerektiği gibi yazıldığını, yorgunluğa rağmen herkese çok saygılı davrandığını filan anlata anlata evlerine dönenleri gördüm... 

    İster eksik arama, ister merak giderme, isterse başka sebeplerle olsun; gelin indikten sonra akşama kadar kadınlar geline bakmaya giderler, gelirler... Kadınların yanında, çocuklar da bu izlemelere katılırlardı; kız veya oğlan çocuğu olmaları fark etmiyor... Yoksa ben nereden bileceğim bu kadar şeyi...

    Gelin süzünürken kadınların ona bakmaya gelmeleri her düğünde aksatılmadan yerine getirilen bir adetti, istisnası olmazdı... O sırada erkeklerin dikkati ise başka bir seyirde olurdu ve bu seyir pek seyrek düzenlenirdi; at yarışları...

    Düğün sahibi ekonomik durumuna göre ortaya bir ödül (dana, koyun, dene vs.) koyar. Aslında bu işe birdenbire kalkışmaz; nabız yoklanır, at sahiplerinden istek gelir veya birisinin akıl vermesiyle böyle bir yarış fikri oluşur... Köyde koşucu atlar da varsa, düğünün şerefine böyle bir organizasyon yapılır. Tüm bu şartlar her düğün için oluşmayabileceğinden at yarışları pek seyrek olurdu...

    Varsa yarış olacağı önceden duyurulur. Gelin indikten sonra kadınlar ona bakmaya giderken erkekler de yarışın biteceği yere toplanır. Sene kaç hatırlamıyorum, böyle bir kalabalık Mezerböğrüne yığılmış, heyecanla karşıdan gelecek atları bekliyorlardı... Hafızamdaki hayal meyal bu olayı tamamen unutmuşum, birisi anlatınca hatırladım...

    1974 Yılının Mart ayı... O gün Anıtkaya'da beş düğün varmış. Bunlardan ikisi Gocayusufun Ali Kopan ile Gulizin Aziz Koç... Gocayusuf o sırada Belediye Başkanı... Düğün ve at yarışı önceden ilan edilmiş, katılım artsın diye... Hakikaten de oldukça büyük kalabalık toplanmış, yarışçı at katılımı da iyiymiş... Start Iraziyeniñguyudan verilmiş, bitiş noktası ise Çayın yanı, yani susa... O yıllarda Akgayadaki yeni asfalt henüz yok, bu yüzden trafik problemi de bulunmuyor.... Seyire gelenler de bitiş noktası civarına, en çok da Mezerböğrüne yığılmış. Benim hayal meyal hatırladığım yarış bu olmalı...

    Ödül olarak Guliz arpa, Gocayusuf ise koyun koymuş ortaya... Bizim sonucunu merakla beklediğimiz yarışı Urganlının Evizo (İbrahim Öncül) kazanmış. Gulize varıp arpasını aldıktan sonra Gobakların Hacı Hasan Ağaya gitmiş, koyunu alacak... Hasan Ağa sağ olduğu için Gobaklar o sırada birlik... Neyse, Evizo 'Goyun...' diyecek olmuş; ama Hasan Ağa terslemiş:
    - 'Reyiziñ goyunu mu va ki vesiñ!' deyince Evizo oradan eli boş dönmüş...

    Daha iyi hatırladığım bir düğün sonu at yarışı Alagırdaydı... Demek ki 1974'ten daha berideymişiz ve önceki pistten uzaklaştığımıza göre yeni asfalt açılarak orası kullanılamaz hale gelmiş. Buna rağmen kimin düğünü olduğunu bilemeyeceğim... Kumpirhasanın kuyunun az ilerisine toplandı millet... Start Yörükçeşmesinden verildi ve yarış bizim bulunduğumuz yerde bitti. Şampayanın at kazanmıştı, binicisini şimdi bilemeyeceğim... (O gün Şampayanın ata Tekirgızıların İsmail Haykır bindiğini hatırlattılar.) Atın geminden tutmuş halde Şampayanın gururla dolaştığı hala gözümün önünde... Ödül bir dana idi ve onu da hemen orada verdiler... (Acaba Dombeylinin Hasan Okutan'ın düğünü müydü?...)

    Ara sıra da olsa gelin indikten sonra böyle at yarışı seyrine giderdik...

 

23 Eylül 2023

Gelin İndirme

    
    Gelin çıkarmaya gidecek düğüncüler arasında mutlaka bir hoca bulunur. Onun ettiği dua, düğün yemeğinin de sonu demektir. Kınası biten güveyi ile sağdıç gönüllendikten sonra artık gelin çıkarmaya gidilebilir. Babasının evinden (kızevi) gelin almaya gelin çıkarma denir. Aslında bu isimlendirme kızevi ağzıyla yapılmışa benziyor, doğrusu gelin alma olmalıydı.

    Konvoyun önündeki taksi gelin arabasıdır. O yıllarda köyde bir kaç tane bulunan otomobile genel olarak taksi denirdi. Onlardan birisi, millet telaşla sağa sola koştururken bir köşede sahibi tarafından balonlarla, kurdelalarla süslenmiştir. Öne, kaputun ortasına da bir oyuncak bebek oturtulunca gelin arabası hazırdır. 

    Gelin arabasından minibüsler, sonra traktörler sıralanırlar. En çok da traktör olurdu konvoyda. Bazıları römorksuz filan katılırdı, onlar konvoyu bozan tehlikeli hareketleri sebebiyle sürekli uyarılırlardı. Tek tük atlılara da rastlanırdı, ama onlar asıl icraatını yaklaşık bir saat sonra yapacaklar...

    Düğün konvoyunu teşkil eden her araca bir görevli peşkir (sonraları havlu) bağlar. Bu peşkir, o araç sahibinin düğüne katıldığını belgeler... Herkes bindikten sonra konvoy hareket edecek... Gelin arabasına, gelinin kayınpederi, kaynanası ve görümcesi biner. Diğer kadın ve çocuklar minibüslere doluşur. Çalgıcıların yeri bir traktör römorkudur. Diğer moturarabalarına da her düğünün olmazsa olmazı köyün oğlan çocukları biner. Biz de hasbelkader oralarda bir yerde olurduk... 

    Unutmadan... Daha önce sözünü ettiğimiz heybeli dayı/enişteye de burada önemli iş düşüyor. Gözleri çerez ve meyveyle dolu heybesini alır, bir minibüsün tepe bagajına kurulur. Onun vazifesi, hareket halindeyken kimi görürse o tarafa çerez saçmaktır. Araçların önüne saçmasa iyi olur, bir kazaya sebep olmamak için... Bir de çamura değil de kuru yerlere atsa keşke...

    Yürüme zorluğu çekmiyorsa gelin çıkarmaya gidecek erkekler araçlara binmez. Yürüseler konvoydan önce kızevine varırlar çünkü... Konvoy ise asıl uzun güzergahı gelin aldıktan sonra turlayacak; ama çalgılarla kornalarla kendilerini duyurarak yollarını uzatırlar. Yaya düğüncülerle hemen hemen aynı anda kızevinin önünde olunur...

    Davullar en tempolu gelin havasını çalarken, konvoy boşalır; herkes gelinin çıkacağı gocagapıya odaklı sıralanmışken kızevine mensup bir genç elinde tepsiyle lokum ikram eder. Düğüncü, aldığı lokumu ağzına atmadan, diğer elinde hazırladığı bahşişi tepsiye bıraktığı anda sıradaki diğer düğüncüye geçer...

    Bu arada içeride neler olup bittiği görülmez. Çünkü gelin arabaya binene kadar görünmesin diye iki yana habadan duvar tutulur. Habanın, çadırın ardını görebilen bir göz olsaydı şunlara şahitlik edecekti: Ak gelinliğinin beline kırmızı bir kuşak bağlanmış bekleyen gelin, çevresinde belli belirsiz hıçkırıklar uzaktan hoş gelen davul sesine karışıyor... Babası, kızının ak eldivenli elinden tutmuş bir kapıdan çıkarıyor ve az ötede bekleyen kayınpederine teslim ediyor... Burada hoca 'amin' deyip el kaldırdığında, 'amin' sözü dilden dile aktarılıp bir anda dışarıdaki en uzak noktaya kadar ulaşıyor. Görmedikleri bir yerden gelen emre uyarcasına çalgılar o anda susuyor. Kısa bir sessizlikten sonra aynı gizemli yoldan bu kez 'fatiha' sesleri ilerliyor. Fatihaya karışan eller yüze sürülürken çalgıcılar çoktan moturarabasındaki yerini alıp çalmaya başlamıştır. Aynı anda haba perdesini tutan eller biraz daha gerilip gelin arabaya bindirilir... Herkes yerlerine koşuşturur, ama gelin arabası hareket edemez. Neden? Çünkü gelinin küçük kardeşi yahut ona denk biri arabanın önünde kımıldamamaktadır. 'Arabanın önüne durmak' diye bir deyim var, işte bu onun ta kendisidir... Kayınpeder ve sırasıyla diğer güveyi yakınları onun gönlünü edecek miktarı verene kadar çekilmez... Ancak ondan sonra gelin arabası hareket eder ve konvoy da onu takip edecektir. Kornalara basılır, çalgılar zaten hiç susmaz, heybeli dayı sağa sola saçar da saçar... 

    Gelin çıkarıldıktan sonra düğüncülerin bir kısmı işine bakarken, diğer bir kısmı da oğlanevinin yolunu tutar. Lakin konvoyda araçlara binenler için epeyce maceralı bir köy içi güzergahı vardır. Maceranın sebebi şu: Yolun bir yerinde gelin arabasının önüne geçme adeti var... Bu adete göre arabanın önüne geçmek için kız evinden olma şartı yok, herkes önüne geçip kayınpederden bir şeyler isteyebilir. Gelin arabasının şoförü bu gibi durumlara hazırlıklı olduğundan kendisine uygun bir güzergah belirler. Avcı ne kadar al bilirse, tavşan o kadar yol bilirmiş; lakin bu öylesi değil... Delece, döşme, sürgü vs. ile yolu kapattılarsa mecbur duracaksın... Arabanın önüne geçenlerin kayınpederden ne kadar aldıklarının bir önemi yok, maksat eğlence olsun... Köyün bir kaç yerinde arabanın önüne geçilebilir...

    Kim evlenirse evlensin ve kızevi ne tarafta bulunursa bulunsun, konvoy bir şekilde yolunu Tekke'den geçirir... Sığıreğleğine gelindiğinde mutlaka dua edilip Hacı İbrahim Dede'ye Fatiha okunur. Bu esnada çalgıların susması, kornalara basılmaması, sessizlikle manevi bir ortam oluşması sağlanır... Bazen bu duraklama Dedebaşı'ında ve Uyuşak Dede Tekkesinde de tekrarlanır...

    Köy içinde yeteri kadar gezdirilen konvoy, bazen de Macur (Cumalı) yahut Bayramgazi'ye kadar varıp gelir... Eski asfaltın işlediği o yıllarda trafik fazla değildi ve bir düğün konvoyu o yola yük olacak değildi. Gelin arabasının şoförü ve yanıbaşındaki gayınta (kayınpeder)in coşkusuna göre böyle güzergah değişiklikleri olabilirdi. Böyle zamanlarda en çok eğlenen biz olurduk herhalde... Köyden çıkıp yeni yerlere gitmek... Değişik şeylerdi... 

    Biz çocukların yaşadığı heyecan, bugünün nesli için anlamsız gibi görülebilir... Anlattığım 1970 döneminin konvoyu, şimdi onlara ilkel gelebilir. 'Gelin ata binmiş, ya nasip demiş' atasözünü düşünsünler. Bir zamanlar elli yıl öncesinin konvoyu da yoktu... 

    1921-22 Yıllarında Eğret işgal altında... Yunanlar o sene evlenmeyi yasaklamışlar... Gödecinmısdık da Körüslerin Nazik'e nişanlıymış... Babası Çanakkale'de kalan Nazike, neredeyse kimsesiz; bu yüzden evlenmeleri şart... Gerinin içinde, samanlar arasında getirmişler gelini... Ne düğünü, ne konvoyu, ne gelin arabası...

    Konvoyu kendi haline bırakıp oğlanevinde neler oluyor oraya bakalım...

    Gelin indirme konvoyu ayrıldıktan sonra, birer elleri kınalı güveyi ile sağdıç, içine çerez çıkılanmış çevre/mendil diğer ellerinde gocagapının üstündeki dambeşe çıkarlar. Tam gelin kapıdan girerken atacakları bu çevreleri kapmak için toplanmış bir sürü çocuk olacak... Önceleri sadece çerez doldurulan çevrelere, sonradan para sıkıştırıldığı oldu; hatta bazı zengin düğünlerinde küçük altın konulmuş çevre atıldığına yönelik söylentiler çıktı. Bu yüzden çevreyi kapmak önemli...

    Yukarıda, güveyi ile sağdıcın yanında bir kaç arkadaşı daha bulunur, yalnız değillerdir. Fakat sayıları hiç bir zaman aşağıda pusuda bekleyenler kadar olmaz. Biraz sonra başlayacak savaşta yaylım ateşi ve top güllelerinden sakınmak için sayı önemlidir... Kış günlerine denk gelen düğünlerde hele bir de yerde kar varsa bu savaş kaçınılmazdır. Gelin girip çevre atıldıktan hemen sonra, sulandırılmış kar toplarını bir gülle gibi dambeştekilerin üzerine yağdırırlar. Düşmanın cephanesi bitene kadar süren bu ateşten korunmak için silah arkadaşlarıyla karşı hücuma geçerlerse kurtulma ihtimalleri var... Bu eğlenceli kar atışmasında şakanın dozunu kaçırıp kartopuna taş koyanlar filan da olurdu... Son zamanlarda ise düğünler yaz aylarına kaydığı için damada çürük yumurta atmaya da başlamışlar...

    Gelin kapıdan girince 'gelin indirme' olayı bitmiştir... Bu arada heybede kalan giden ne varsa dayı tarafından saçılır. Diğer yakınlar para saçarlar. Kar çamur içinde saçılan paraları toplamaya çalıştığımızı unutamam. Orada kapılan bir kaç lira, paranın değerli olduğu zamanlarda çok önemliydi. Hemen dükkana koşardık... 

    Gocacaminin Hocası evlenirken saçılan paralar bu konuda dönüm noktasıdır... Trafik kazasında vefat eden İbrahim Hoca yahut Üzeyir Hocanın düğünü olması lazım, ilk defa kağıt para saçmışlardı. 5, 10 ve 20'lik banknotları havada, yerde çamur içinde görüp delirmiştik. Yine demir paralar da vardı; ama kağıtlar dururken onlara bakan mı vardı sanki!... Kağıtlar bitince tenezzül edip onları da topladık... O gün ilk defa çamurlu paraları yıkayıp sobada kurutmuştuk...

    Gelin içeri girerken bir koyun, keçi kurban edilir. Taze kesilmiş bu kurban, kapanın elinde kalır... Düğün; Eğret'te yeme ve eğlenmeyle eşanlamlıdır...

    Yalnız arabadan inme hususunda sıkıntı çıkarması, taze gelinin kayınpederden bir şeyler beklediğine işarettir. Artık falanca yerdeki tarla mı olur, yoksa bilmem kaç tane koyun mu olur... Bağışlama denilen bu olayla verilen hediyeler, artık ebedi gelinindir...

    Gelin indikten sonra kapının önünde oynamayan kalmaz. Davullar final çalgısını büyük bir coşkuyla vurur, düğün sahibi rahatlamış olarak utana sıkıla oynar. Sonra kaşıkları ve meydanı yerinde duramayan başkalarına bırakır... Gelin indirme, bu oyunlarla noktalanır... Çalgıcıların işi de bu son oyun havaları ile bitmiş olur...

    Biten sadece gelin indirme yalnız... Düğün devam ediyor...